Mehmet PAMAK

30 Eylül 2021

İSLAM’IN ARAÇSALLAŞTIRILIP LAİK “STATÜKO” İÇİN İSTİSMARINDA SON MERHALE -I-

İSLAM’IN ARAÇSALLAŞTIRILIP LAİK “STATÜKO” İÇİN İSTİSMARINDA SON MERHALE: TSK VE YARGI’NIN TÖRENLERİNDE DUA – I

Son zamanda en çok tartışılan konu; Diyanet İşleri Başkanının TSK ve Yargı gibi laik Kemalist sistemin en temel kurumlarının törenlerine katılıp İslam şeriatına hem ilkesel hem de fiili uygulamaları bakımından en çok karşı olan bu kurumlara ve müntesiplerine dua etmesi oldu. Diyanet İşleri Başkanı Erbaş, bu laik Kemalist kurumların müntesiplerinin ölenleri için rahmet ve mağfiret, yaşayanları için de gayr-i İslamî laik Kemalist eksendeki çalışmalarının bereketli ve başarılı olması için dua etti.

Allah’ın şeriatına isyan esası üzerine yapılandırılmış ve yaklaşık 100 yıldır hevayı ilahlaştıran parlamentolarda yapılan ya da İslam düşmanı emperyalist Batı’dan ithal edilmiş şirk yasalarıyla hükmeden laik Kemalist sistem kurumlarının törenlerinde, Allah’ın adı anılarak ve ayetler okunarak, “İslam”ın laik Kemalist sistem için istismar edilip araçsallaştırılmasında yeni bir hamle yapılmış oldu. Aslında, Muhafazakâr “dindar” kesimleri “Allah ile aldatıp” laikleştirme ve Kemalist sisteme eklemleme konusunda, son yüz yılın en etkili ve sonuç alan iktidarı olarak AKP iktidarı tarihe geçmiş bulunuyor.

Kitleleri “Allah ile Aldatıp” “Stotüko”dan Razı Hale Getirmenin Tarihsel Serüveni

Bilindiği üzere meşru halife/yönetici Hz. Ali’ye karşı başkaldırmış olan Muaviye, Sıffin savaşında tam hezimete uğrayacak bir noktadayken Amr b. As’ın teklifiyle Kur’an sayfalarını mızrakların ucuna taktırıp Hz. Ali’nin ordusundaki Müslümanları aldatma hilesine başvurmuştur. Ucunda Kur’an sayfaları takılı mızrakları kaldırarak sözüm ona “Kur’an aramızda hakem olsun” çağrısıyla Kur’an’ı bir aldatma aracı olarak kullanıp Müslümanları “Kur’an ve Allah ile aldatarak” önce savaş alanındaki hezimetini önlemiştir. Sonra da kendi siyasal hâkimiyetini tesis edecek yolu açmaya ve daha sonra da bu aldatmayla başlayan gayr-i meşru hâkimiyetini yeni aldatmalarla sürdürmeye çalışmıştır.

Genelde ondan sonraki bütün siyasal süreçlerde de yöneticiler, hep egemen kıldıkları “statüko dinleri” içinde araçsallaştırdıkları İslamî kimi şiar ve motifleri kullanarak, kitleleri “Allah ile aldatıp” statükoyu desteklemeye ikna etmişlerdir. Yani Muaviye’den bu yana, bu anlamıyla “Kur’an mızrakların ucundan” hiç inmemiştir. Saltanat süresince ve en son Kemalist laik dönemde de İslam’ın kimi unsurlarının egemen statükonun stepnesi gibi kullanılması ve statükoyu meşrulaştırmak için istismar edilmesi söz konusu olmuştur.

Tarih boyunca, çoğunlukla insan topluluklarına hükmeden dinin temel özelliği: Her zaman mevcut durumu meşru gösteren, halkı uyuşturan, kitleleri aldatıp oyalayarak statükoya razı eden statüko dini olmasıdır. Tuğyan edip tağutlaşanlar ve tağuta kulluk edenler, öncelikle “mele” (toplumun büyüklük taslayan ileri gelenleri, söz sahipleri)[1] ve “mütrefîn” (varlık içinde sefahata dalmış ve refahtan azgınlaşıp şımarmış olanlar, sorumsuzca yaşayanlar)[2] olanlardır. Tarih boyunca oluşan statükolarda, her zaman “mele” ve mütrefîn”in statükoya meşruiyet sağlayan “din” anlayışı, “tevhid dini”nin kimi kavram, şiar ve söylemlerini de istismar ederek, camilerde Kur’an okuyup hayatta şirkle hükmedip zulmederek, İslam karşıtı zeminlerde Allah’ın adını anıp dua ederek, “Hak-bâtıl” karışımı din anlayışıyla ve tabiri caizse “mızrakların ucuna Kur’an sayfaları takma” hilesini kullanarak “Hak din”i temsil ediyormuş gibi hüküm sürmüştür.

Bu bağlamda, bir zamanların Irak diktatörü zalim Saddam Hüseyin’in bayrağında “Allahu Ekber” lafzına yer verilmesinin de, Amerika’nın uşağı ve İsrail’in dostu Suudi Arabistan’ın bayrağında “Lâ ilâhe İllallah” tevhid kelimesinin yer almasının da, “Yeni Türkiye” laik demokratik statükosunun kendisini sürekli “sırat-ı müstakim”de ve ‘Hakk’ı temsil konumunda ilan etmesinin de, İslam’ı tahrif sonucu doğuran “laiklikle İslam bağdaşır” söyleminin de anlamı, kitleleri “Allah ile aldatmak”tan ya da bir başka ifadeyle “mızrakların ucuna Kur’an sayfası takarak” bu hileyle insanları istedikleri istikamette yönlendirmekten başka bir şey değildir.

Laik Kemalist Sistemde DİB’nın Misyonu Statüko Dinine Meşruiyet Kazandırmak, İslam’ı ve Müslümanları Denetim Altında Tutmaktır

İşte Müslümanların tarihinde hep bu büyük aldatma rol oynamış, şirk dini olan statüko dinleri kendilerini hep “Hak Din” olarak sunmuşlar ve sonuçta da “tevhid dini” adına hep “statüko dinleri” egemen olmuştur.

Yüzyıllardır bu statüko dinlerine karşı itiraz edip direnen ve tevhid dininin ilkelerini haykıran ve bu yüzden de baskı, işkence, zulüm gören ve hatta şehid edilen az sayıda “âlim” ya da “bilinçli Müslüman” dışında, maalesef birçok “âlim” ya da “aydın” denilen şahsiyetler statüko dinine destek olup ona meşruiyet sağlamaya yönelik katkılarda bulunmuşlar ve egemen statükonun liderlerince ödüllendirilmişlerdir.

Saltanat sürecini müteakip, Türkiye’de Cumhuriyet adı altında kurulan yeni sistem ve statüko, İslam şeriatını tehdit ve düşman konumuna oturtup, ümmet bilincini dışlayarak ve hilafeti kaldırarak, laik batıcı Kemalizmi, Türk ulusalcılığını, pozitivizmi ve sekülerizmi içeren resmi ideolojiyi dinleştirip bütün topluma dayatınca; başlangıçta İslamî kimlik, İslam hukuku/şeriatı, ümmet bilinci ve Müslüman halk ötekileştirilip, düşmanlaştırıldı. Tehdit ve düşman algısında 1. sıraya oturtuldu. Hilafet’in kaldırılmasını müteakip İslamî eğitim yasaklandı, medreseler kapatıldı. İslam şeriatı ile hükmetmeye son verilip, “kurtarmayan savaşta” sözde kovulduğu iddia edilen Avrupa’nın faşist yasaları, seküler hukuku, seküler kültür ve kıyafeti, hatta alfabesi bile bu ülke halklarının manevi köklerinden koparılması için ithal edilip silah zoruyla dayatıldı.

Emperyalistler bu ülkeye egemen olsalardı asla bu kadarını yapamazlardı. Çünkü yerli Müslüman halkların ayaklanmasından korkarlardı. Nitekim sömürge olan hiçbir ülkede alfabeyi değiştirip kendi alfabelerini, kıyafetlerine müdahale edip kendi kıyafetlerini, hukuklarına müdahale edip kendi hukuklarını dayatamadılar. Yani sömürge olmamak, Türkiye halklarının aleyhine işledi ve adı Mustafa, İsmet, Hasan vb. olanlar, adı Churchill, George, Napolyon vb. olan emperyalistlerin yapmayı akıllarına bile getiremeyecekleri şeyleri yaptılar. Sözde “Kurtuluş Savaşı” denilen kurtarmayan savaşla kovulduğu iddia edilen düşmanın İslam’a aykırı seküler kültür, kıyafet, alfabe, yasa, hayat tarzı gibi tüm şirk birikimini ithal edip zorla Müslüman halklara dayattılar.

Ancak, halkın İslamî duyarlılıkları dikkate alınarak, yeni statükonun razı olacağı ulusalcı laik Kemalizme uyumlu bir resmi din algısı oluşturmak da ihmal edilmedi. Çünkü yaşanan itirazlar, tepkiler, isyanlar sebebiyle, dine açık düşmanlıkla ve cepheden din karşıtlığı yaparak halkı kazanıp sisteme eklemlemenin mümkün olmadığını kısa sürede anlamışlardı. Bu sebeple, laiklik ilkesine uygun faaliyet yapmak, laik devletin politikalarını, “Allah ile aldatarak” halka benimsetmek, yani statükoyu destekleyecek resmi din algısı oluşturmak için cami, vaaz ve hutbeleri kullanmak üzere Diyanet teşkilatı oluşturuldu. Üstelik İslam’ı ve Müslümanları Laik devlet adına denetlemek ve halkı resmi din anlayışına yönlendirmek amacını güden Diyanet, rejimin en önemli teminatı olarak görevlendirilen Genelkurmay Başkanlığı ile aynı yasa içinde yer verilerek kuruldu.

Anlaşıldığı üzere, başlangıçta İslam’ın bütününe savaş açılmış, ancak İslam’ı yok etmenin mümkün olmadığı, yer altına çekilerek de olsa devam edeceğinin fark edilmesi üzerine, statükonun dini haline dönüştürülen “Resmi İslam” oluşturulmuş, Tevhid dini İslam’ı ve Müslümanları resmi bir kuruluşla laik devletin denetimi altında tutmaya karar verilmiştir. Böylece statükonun dinini oluşturmak suretiyle “dine karşı din” stratejisi gereğince, laik devletin belirleyiciliğinde Diyanet tarafından şekillendirilen laiklikle uyumlu “Resmi Din”i öne çıkararak Allah’ın “Tevhid Dini”yle mücadele etmek hedeflenmiştir.

Diyanet teşkilatı, anayasada laik bir kuruluş olarak yapılandırılması yanında bizzat kendi yönetimi tarafından da demokraside “görev bölüşümü” olarak nitelenerek, yasa yapmayı, hükûmet etmeyi ve yargıyı, laik parlamento-hükûmet-yargı üçlüsüne bırakıp karışmayan, sadece “uhrevi din” ve bireysel ibâdetler alanıyla ilgilenen bir konuma oturtulmuştur. Daraltılmış ibadet algısı içinde bireysel ibâdetlerle ilgili görüş açıklayan, dinî mekanları (camileri) yönetmeye yönelik faaliyet gösteren, ancak hutbeleri, vaazları, camileri de laik devletin politikalarını topluma kabul ettirmek için kullanan Diyanet teşkilatıyla, bir “Resmi Din” kurumu ve “statüko dini” oluşturulmuştur.

1982 Darbe Anayasasının, Danışma Meclisi genel kurulunda kabul edilen metninde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili 190. madde şu şekildedir: “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, İslam dininin gerçek kural ve ilkeleri  doğrultusunda, ..özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir….”  Bu madde bilahare Milli Güvenlik Konseyi`nde görüşülürken değiştirildi ve bugünkü anayasada “Madde:136” olarak yer verilen bu hüküm şöyledir: “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda… özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir. Bu hükümden de ve uygulamadan da anlaşılacağı üzere, Diyanet İşleri Başkanlığı İslamî bir kuruluş değildir. Laik devletin güdümünde, laik devlete destekçi ve laiklik ilkesini esas almak zorunda olan laik bir kuruluştur.

Bakınız, Diyanet Dergisinin Eylül 1994 dönemine ait sayısında, Diyanet İşleri Başkanlığının bizzat kendisinin (hukuk müşavirinin kaleminden ve anayasa mahkemesi kararına da atıf yaparak) kendi konumunu nasıl da isabetle tespit ettiğini görmekteyiz;  “Diyanet işleri başkanlığı, dini bir teşkilat değil, anayasanın 154. maddesinde belirtildiği üzere genel idare içinde yer almış idari bir teşkilat durumundadır…” “Diyanet işleri başkanlığının Anayasa`da yer alması şu zorunluluk ve nedenlere dayanmaktadır.” Dinin devletçe denetiminin yürütülmesidin işlerinde çalışacak kimselerin yetenekli olarak yetiştirilmesi yoluyla dini taassubun önlenmesi……böylece Türk milletinin çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi, yücelmesi ana hedefinin gerçekleştirilmesi gibi nedenlere dayandığı…” ifade edilmiştir.

Görüldüğü gibi, tasvip ederek yayınladıkları bu ifadelerle kendileri dahi Diyanet İşleri Başkanlığı`nın dini bir teşkilat olmadığını itiraf etmektedirler. Dinin, laik devletin denetimi altına girmesi ve laik devletin işini kolaylaştıracak yetenekte din görevlilerinin yetiştirilmesi ve “dini taassub” adı altında laik devletin istemediği İslami düşünce ve yönelişlerin önlenmesi, resmi ideoloji taassubunun ise topluma hâkim kılınması ve resmi bir din anlayışının geliştirilmesi ve böylece toplumun Mustafa Kemal’in hedef olarak gösterdiği “çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi”ni sağlayacak katkılarda bulunması nedenleriyle böyle bir teşkilatın kurulduğu bizzat Diyanet yetkiliklerince ifade edilmektedir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da, dini cemaatlerin denetim altında tutulmasının yanında esas itibariyle “dinin devletçe denetiminin” Diyanet`in kurulmasının gerekçesi olarak zikredilmiş olmasıdır.  Gerçekten bu çok çarpıcı bir itiraftır. Allah, dininin evrensel ölçülerini vazetmiş bulunmaktadır. İnanan insanlara düşen ise, ihlâsla bu ölçülere teslim olmaktır. Dileyene de inkâr etme özgürlüğü tanınmıştır. Ama bu dini, denetim altına almak, arzusuna göre yönlendirmek yetkisi ise hiç kimseye verilmemiştir. Ama maalesef kuruluş amacına sadakatle hizmet üreten Diyanet cami ve mescidlerde Allah`tan gayrısının ismini yüceltmeyi, “Türk-İslam sentezi”, “Türk ulusalcılığı”, “Türk İslam’ı” “milli din” vb. kavramların gölgesinde laik devletin politikalarına uyumlu “resmi din” anlayışını yaygınlaştırmayı en önemli görevi bilmiştir. Nitekim yıllar önce bir Diyanet başkan yardımcısının kendi dergilerinde yer alan ifadesiyle, “70 yıl önce kurulan bu müessese, üzerine düşen görevi RESMİ BİR ANLAYIŞLA en güzel şekilde yerine getirmeye çalışmış ve halen çalışmaktadır.”

İşte bu sebeple, DİB, hutbe, vaaz ve yayınlarında, İslam`ın emrettiği ümmetçiliğin yerine sürekli Türkçü, ulusçu anlayışları ikame etmekte ve üstelik bunu İslam`ın bir gereği gibi sunarak, laik devletin ilke ve inkılâpları uğruna Allah`ın dininin ilke ve ölçülerini kurban etmekten çekinmemektedir. “Ulusal bayramları kutsamak”, “ulusal birliğe çağrı” “vatan sevgisi” “ulus devlete bağlılık” “vergilendirilmiş kazanç kutsaldır”, “polis haftası”, “orman haftası” muhtevalı ulus devlete, laik politikalarına ve ulusalcı resmi ideolojisine bağlılığı güçlendirici vaazlar, hutbeler, yayınlar yapa gelmektedir.

Ancak laik Cumhuriyet döneminde, toplumun dinî talepleri arttıkça, İslamî rengi giderek daha fazla artan “yeni statüko”ların oluşturulması ihtiyacı duyulmuştur. Laik Kemalist Statüko, toplumdaki dini duyarlılığın seviyesi yükseldikçe kendi din algısında yenilemelere giderek, toplumun razı olacağı yeni unsurları eski statüko dinine katarak kendini yenilemekte ve böylece kitleleri razı ederek yeni statükoya eklemlenmelerine zemin hazırlamaktadır. Tabi sonuç olarak, laik sistem kendini yeniden üreterek ömrünü uzatmaktadır.  Bu sebeple, Cumhuriyet döneminde İslamî bir uyanışın seyri ilerledikçe ve bilinç yükseldikçe, İslamî tonu daha yüksek statükolara doğru değişim yaşanmış ve her yeni statüko daha duyarlı İslamî kesimleri dönüştürüp statükoya eklemleme işlevi görmüştür.

İslam Şeriatı Karşıtlığının Simgesi TSK ve Yargı’da Yapılan Dualar, İslam’ı Kullanarak “Allah ile Aldatma” Projesinin Son Merhalesidir

Seküler emperyalist Batı’dan ithal edilen ya da TC Parlamentosunda yapılan, sonuçta hepsi de ilahlaştırılan beşerî aklın ve hevanın ürünü olan laik yasalarla hükmeden yargı sisteminin en üst kurumlarından birisi Yargıtay’ın yeni hizmet binasının ve yeni yargı yılının açılışında ve TSK’nın bütün kuvvet komutanlıklarını bir araya toplayan “Ay-Yıldız Projesi”nin temel atma töreninde Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’ın konuşma ve duaları, tam anlamıyla İslam’ı araçsallaştırmanın ve laik sistem için istismar etmenin zirvesini oluşturmaktadır.

İslam şeriatına karşıtlığın simgesi konumundaki Atatürkçü laikliğin silahlı bekçisi TSK ve laik yasalarla hükmeden Yargının törenlerinde artık Diyanet İşleri Başkanının dua etmeye başlaması da “laikliği benimsemekle kalmayıp diğer Müslüman toplumlara da ısrarla teklif eden” Cumhurbaşkanının yeni camiler açması, camilerde Kur’an okuması ve sloganik kimi İslamî atıflara daha fazla yer vermesi de statüko dininin İslam’ı istismar anlamındaki çıtasını biraz daha yükselterek, daha fazla kitleleri laik Kemalist devletten, laik iktidardan ve bâtıl sistemden razı hale getirtmeyi hedefleyen yeni bir hamlesinden ibarettir.

Buna rağmen, bazı laik Kemalist kesimler, laik Kemalist sistemlerine hizmet için İslam’ın kullanıldığını ve toplumun bu tür ritüellerle bâtıl sistemden razı hale getirildiğini, ahmaklıklarından ve bağnazlıklarından dolayı anlamamakta ve “laik sistem elden gidiyor” tepkisi göstermektedirler.

Laikçilerin aklı, “statüko dini”in, “dindarları” “Allah ile aldatarak” kendi laik sistemlerini ayakta tutmaya yaradığını kavramaya yetmemektedir. Pozitivist bağnazlıkları ve dogmatik şartlanmış zihinleri, onları kör taassupla ve ahmakça bakmaya sevk etmekte ve “laiklik elden gidiyor” yaklaşımından ilerisini görememektedirler. Bu yüzden de “toplumu Allah ile aldatıp laik sistemi dindarlara benimsetenlerin bu araçsallaştırma sürecinde İslam’ın kimi motiflerinin ve Allah’ın ismini gündeme getirmelerinden” bile rahatsız olmaktadırlar. Küfürlerinde o kadar inatçı ve tavizsizdirler ki, laik rejim lehine “Allah ile aldatmak” amacıyla bile olsa Allah’ın adının anılmasından razı olamıyorlar. Ancak inanmadıkları ve isminin anılmasından bile rahatsız oldukları Allah (c), onları yarattığı ve rızıklandırıp yaşattığı gibi öldürdüğü zaman cesetleri camiye götürülüp musalla taşına konulunca aynı inadı sürdüren pek çıkmıyor ve bu konuda sahtekârca davranılıyor. İçlerinden, “ben ölünce cesedimi camiye götürüp cenaze namazı kılmayın, cenazemde de Allah’ın adını anmayın, beni doğrudan gömün ya da yakın” diyen pek çıkmıyor ve bu konudaki büyük ikiyüzlülük böylece sürüp gidiyor. Galiba, bir tek Aziz Nesin, cenaze namazının kılınmasını istemeyen ve küfründe samimi tek ateist olarak tarihe geçmiş bulunuyor.

Müslümanların çoğunluğu da İslam’a atıf yapılsın, âyetler okunsun da nerede ve ne amaçla okunursa okunsun değerli bulup hoşnut olma ve o hali savunma ilkesizliğini, bilinçsizliğini ve ahmaklığını sergilemektedirler. Referandumda oy verme kararı veren tevhidî uyanış süreci bakiyesi grupların Rum ordusuna asker yazılmakla kalmayıp bu kafayla tezkere bırakacaklarını söylemiştim ve maalesef öyle oldu. Bu sebeple de artık bağımsız ve özgün düşünme kabiliyetlerini kaybettikleri için, Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’ın ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslam’ı araçsallaştıran tutumlarını ilkesizce sahiplenip laikçilerin karşısında edilgen biçimde karşı cephe oluşturmaktan başka bir şey düşünemiyorlar.

Hâlbuki İslam’ın sabiteleri ve akîdevî temel ilkelerinin ölçüleriyle ve imanla mutmain olmuş kalbin gözüyle bakıldığında, laik Kemalist sistemi meşrulaştırmaya ve dindar kitlelere sevimli gösterip benimsetmeye dair bu araçsallaştırma ve istismar çok açık olarak görülebilecek boyuttadır. Ancak Müslümanlar, ilkeli olmayı, olayları ilkelerle değerlendirmeyi terk edip eklemlendikleri muhafazakâr-demokrat iktidarın yaptıklarında bir hikmet arama zaafına düştüklerinden ya da bağnaz laiklerin azgın tepkilerine karşı çıkma refleksiyle tepkisel davranışlarla edilgen biçimde gündeme dâhil olduklarından beri hakikate kör bir konumda bulunmaktadırlar.

Bu yüzden de sağcı laik iktidar suret-i hak’tan görünen istismarcı açıklamalarla İslam’ı laik politikalarına kolayca alet edebilmekte ve Hak ile bâtılı karıştırıp laik sistemi grileştirerek Müslümanları sistemle barıştırma ve bu istikamette dönüştürme çabasıyla “beş vakit namaz kıldığını” ve “dindar” olduğunu söyleyenlerin bile %70’ini laikleştirmiş, toplumsal yozlaşmanın zirveye çıkmasına yol açmış bulunmaktadır. Üstelik tüm bu dönüştürme ve yozlaştırma politikasında, “Allah ile aldattığı” Müslümanların “aktif desteği”yle başarılı olmaktadır.

 

Dipnotlar:

 

[1] A’raf: 7/60,66,75

[2] Vakıa: 56/45