Mehmet PAMAK
İSLAM’IN ARAÇSALLAŞTIRILIP LAİK “STATÜKO” İÇİN İSTİSMARINDA SON MERHALE -II-
İSLAM’IN ARAÇSALLAŞTIRILIP LAİK “STATÜKO” İÇİN İSTİSMARINDA SON MERHALE: TSK VE YARGI’NIN TÖRENLERİNDE DUA – II-
İslam Şeriatını Tehdit Sayan Laik Kemalist TSK’nın ve Laiklikle Hükmeden Yargı’nın Törenlerinde Yapılan Dualar, Dini Araçsallaştırmak Değil midir?
Geliniz Laik Cumhurbaşkanı ile laiklik ilkesine göre faaliyet göstermek, İslam’ı ve Müslümanları laik devlet adına denetim altında tutmak üzere Genelkurmay Bakanlığıyla birlikte aynı yasa ile kurulmuş Diyanet’in Başkanı Ali Erbaş’ın Yargıtay binası ve yeni yargı yılının açılışında ve TSK’nın yeni yerleşkesiyle ilgili törenlerinde yaptıkları açıklama ve duanın içeriğine İslamî ilkelerimiz zaviyesinden bir daha bakalım.
Önce Laik Cumhurbaşkanının Sözlerini İslamî İlkeler Çerçevesinde Değerlendirmeye Çalışalım
“Devletin Dini Adalettir” Sözü Doğru Anlaşılmadığı Gibi, Yanlış Amaçlara Hizmet İçin İstismar Edilmektedir
Laik Kemalist devletin, laik olmakla kalmayıp “laiklik İslam ile bağdaşır” iftira ve tahriflerini de yapmaktan çekinmeyen Tayyip Erdoğan söz konusu açılışta şunları söylüyor: “Kiminin Hazreti Ömer’e, kiminin Hazreti Ali’ye izafe ettiği bir sözle özetleyecek olursak, ‘Devletin dini adalettir.’ Eğer bir devlette adalet yoksa onun hangi sistemle yönetildiğinin, kim tarafından idare edildiğinin, vatandaşlarının hangi inanca veya milliyete sahip olduğunun bir önemi kalmaz, orada sadece zulüm hüküm sürer.”
Peki, adalet nedir ve ölçüsünü belirleme yetkisi nihaî anlamda kime aittir? Heva ve hevese göre yapılmış laik yasalarla bütüncül ve kuşatıcı bir adalet üretilebilir mi? Allah’ın, hayatın bütün alanlarını düzenleyen Şer’i hükümlerini reddeden ve hatta tehdit ve düşman sayan bir beşerî hukuk sistemi ne kadar âdil olabilir? Fahşa ve münkeri meşru sayıp Allah’ın emri olan Hak, ma’ruf ve iyi olanı dışlayan laik bir hukukla hükmeden laik yargının açılışında “Hz. Ömer ve Hz. Ali’ye” ve onların İslamî adalet anlayışına atıf yapmak, hem İslam’a hem de onlara hakaret değil midir?
Rasûlullah (s) zamanında Habeşistan’da insanlara zulmetmeyen bir hükümdar vardı. Bu sebeple, ilk hicret oraya gerçekleştirilmişti. Habeşistan Devletinin başında bir Hıristiyan olan Ashame bulunuyor ve başka ülkelerin yöneticilerine nazaran görece “adil” bir hükümdar olarak biliniyordu. İnsanlara fiilî zulüm yapmayan görece “adil” tutum o devletin “adalet devleti” olması için yeterli olsaydı, Hz Peygamber Medine’de devlet kurduktan sonra, Hicri 6. yılda tüm devlet başkanlarına İslam’a davet mektubu gönderirken, “Habeşistan Necaşi’si zaten ‘adil’ bir hükümdar” deyip ona davet mektubu göndermemesi gerekirdi. Hâlbuki Rasûlullah, onu da Allah’a, İslam’a ve Rasûl olarak kendisine tâbi olmaya davet etti.
Necaşi’ye gönderdiği mektupta Rasûlullah (s); “Seni tek olan Allah’a çağırıyorum ki onun hiç bir ortağı yoktur. O’na itaat konusunda karşılıklı yardıma (çağırıyorum); beni takip et, bana uy, bana gelen şeye iman et. Zira ben Allah’ın Elçisiyim. Bu duruma göre seni ve etrafındaki askerlerini Kaadir ve Azim olan Allah’a davet ediyorum. Nasihat ve sözlerimi kabul etmenizi tavsiye ederim.” diyordu.
Sadece Allah’ın dini İslam, imtihan dünyasında gerekli ve insan hayatı için olmazsa olmaz olan en önemli beş temel hakkı güvence altına alan hükümler vazetmiştir. Bu sebeple, İslamî adalet devletinin, “Can, Mal, Nesil, Akıl ve Din emniyeti”ni sağlanması İslam’ın yüklediği en büyük sorumluluğu ve en önemli hedefidir. Bu beş temel hakkı adaletle güvence altına almak ise, ancak herkesi yaratan, yaşatan ve öldürüp hesaba çekecek olan Allah’ın bu hakları güvence altına almak üzere inzal etmiş olduğu hükümlerini devlet yönetiminde belirleyici kılmakla mümkün olabilir.
Allah (c), imtihan sebebiyle iman ve inkâr konusunda serbest bıraktığı[1] kullarının, özgür iradeleriyle kendi inançlarını ve hayat tarzlarını seçebilmelerini, beş temel emniyetin sağlandığı adalet vasatında kendilerini serbestçe gerçekleştirebilmelerini ve hesabını verecekleri dünya hayatlarını hiçbir baskı ve dayatmaya muhatap olmadan yaşayabilmelerini istemekte ve bu durumu inzal ettiği hükümlerle güvence altına almış bulunmaktadır. Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olan Müslümanlara düşen yükümlülük, iktidar olduklarında Allah’ın kullarına bu imkânı sağlayacak adalet vasatını vahyin belirleyiciliğinde inşa etmektir.
Müslümanların tarihinde ise, maalesef Muaviye’den sonraki süreçte “adalet” yerine, statükonun maslahatı belirleyici hale geldi ve “devlet” ile “devlete egemen olan” “mütref” ve “mele” takımının, yani statükonun ve ondan beslenenlerin güvenliği ve çıkarlarının korunması adaleti yaralayan ve hatta yok eden bir rol oynadı.
Emevi, Abbasi, Osmanlı devlet geleneğinde “adalet merkezli siyaset” yerine “güvenlik merkezli siyaset” öne çıkarılarak, “adalet” “maslahat”a kurban edildi. Devleti, daha doğrusu saltanatı korumak adına masum insanları katleden uygulamalara imza atıldı, hatta bu amaçla Allah’a isyan sayılacak kanunlar bile çıkarıldı. Mesela “Fatih Kanunnamesi”nde “Evladımdan her kime ki saltanat müyesser olursa, nizam-ı âlem için karındaşını öldürebilir. Ekser-i ulema dahi tecviz etmiştir. Gerektiğinde anınla amil olunur…” diye hüküm yayınlanmış ve hem de “bir kişiyi haksız yere öldürenin bütün insanlığı öldürmüş gibi büyük bir cürüm işlemiş olacağı”[2] hükmünü vazetmiş olan Allah’ın dini adına kardeş katline fetva verilmiştir. Bu yüzden, Devletin güvenliği ve saltanatın korunması için sultanlar kendi çocuklarını, kardeşlerini bile öldürmekten çekinmemişlerdir. Hatta henüz bebek yaştaki onlarca masum, bu zulüm yasasına dayanılarak katledilmiştir.
Siyasal alanda, İslam’ın “adalet, emanet, ehliyet/liyakat ve şûra” prensiplerine aykırılıklarla malûl saltanat sapmasına rağmen, zahiren Allah’ın hükümlerini esas almış olan ve İslamî devlet olarak bilinen süreçte bile Allah’ın hükümlerinden inhiraf edip Sultanların iradelerinin vahye aykırı da olsa belirleyici olabildiği “örfî hukuk” adı verilen alandan kaynaklanarak bunca zulümler yapılabilmiştir. Peki, İslam’ı ve Allah’ın şeriatını ilkesel olarak tehdit ve düşman ilan edip reddederek, tamamen hevaya dayalı şirk yasalarıyla hükmeden laik bir sistemde, sahici ve kuşatıcı bir “adalet”in üretilmesi mümkün olabilir mi? Asla olamaz ve patrikte de olamamıştır. Çünkü Lukman Sûresi 13. âyete göre, bizatihi kendisi “büyük bir zulüm” olan şirkin hâkimiyetinde bütüncül ve kuşatıcı bir adalet gerçekleştirilemez. Zulüm ise, kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkar.
Allah’ın Kullarının Hukukunu, Ancak, Onların Yaratıcısı, Sahibi ve Maliki Olan Allah’ın Vazettiği Hükümler Koruyabilir
En’am Sûresi 115 – 116 ayetlere göre ise, “Allah’ın kelimesi olan Kur’an doğruluk ve adalet bakımından tastamamdır”, demokrasilerde olduğu gibi insanların çoğunluğunun hevaya göre yaptıkları yasalar ise “zan ve yalana dayalı olup bu çoğunluğa uyanlar doğru yoldan ve adaletten saparlar.” Rabbimiz Hadid Sûresi 25. ayette, “Andolsun, biz elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler…” buyurmaktadır. Adaletin sağlanabilmesi için Allah’ın inzal ettiği Kitab’ın hükümleri ile vahiyle belirlenen mizanın/ölçünün uygulanması şarttır. Allah’ın vahyini dışlayıp uygulamadan kaldırarak zanna ve hevaya dayalı laik yasalarla hükmeden hangi devlet sistemi olursa olsun sahici ve bütüncül bir adaleti gerçekleştirmesi asla mümkün değildir. Evet, adaleti sağlayacak ve kamu alanını yönetecek kurallar bütünü devletin dinidir. Bu kuralları koyan da o devletin ilâhıdır.
Mümin kişi için iman ve salih amel ilişkisi “koparılamaz bir bütün”ü teşkil eder. Birisi yoksa diğeri de yok olur. İman olmadan salih amel olmaz, zahiren salih gibi görünseler de Allah nezdinde bir anlam ifade etmez ve bütün ameller boşa gider. Çünkü şirk koşanların amelleri boşa gitmiştir.[3] İman eden birisi de bu imanın ispatı mahiyetindeki salih amelleri sürekli terk ederse ya imanı sahih değildir ya da günaha yönelmiştir. İman etmiş olan birisi bile, eğer imanın gerekli kıldığı amelleri süreklilik arz eden biçimde terk ederse, günahın kuşatması altına girerek “ebedî cehennemi” hak eder, yani imanı yok olur.[4] Çünkü, tabiri caizse imanın gıdası, imanı yaşatan şey salih ameldir.
Aynı şekilde devlet zaviyesinden de “tevhid ve adalet bir bütündür” asla ayrılamaz. Tevhid yoksa, yani devlet yönetiminde, kamu alanında yalnız Allah’ın hükmü esas alınmazsa, asla adalet gerçekleşmez. Adalet yoksa da tevhidten uzaklaşılmış ve başka ilahlar devreye girmiş demektir. Bu hâl, en büyük zulüm olan şirkle yönetimin başlamış olmasının işaretidir. Yani mü’min şahsiyet için “iman olmadığında salih amelin olamayacağı, salih amel olmadan ise imanın da yok olacağı” kaidesi, devlet zaviyesinden de şu şekilde geçerli olup “tevhid olmadığında adalet, adalet olmadığında ise tevhid yok olacak” demektir.
Tıpkı mü’min ve Müslim gibi. Her mümin iman ettiği değerleri hayata hâkim kılarak yani hayatında Allah’a boyun eğip teslim olarak aynı zamanda Müslim olur, olmak zorundadır. Müslim olmayan kişi ise, zamanla mü’minlik vasfını da yitirir. Mü’min olmayan da amelleri salih vasfı kazamayıp boşa gideceği için Müslim olamaz. Devlette de Allah’ın mutlak hâkimiyeti (tevhid) esas alınmadan sahici ve bütüncül bir “adalet” asla üretilemez. İslam’ı esas almayan ve Allah’ın hükümlerini kamu alanına hâkim kılmayan bir devlet asla “adalet devleti” olamaz.
Bütün insanları yaratan, imtihan için dünyaya gönderen, rızık verip yaşatan ve sonra da öldürüp kendine döndürerek hesaba çekecek olan, yani bütün insanların Sahibi, Mâliki, İlahı ve Rabbi olan Allah’ın hükümleri, bütün kullarının hukukunu sahici, bütüncül ve kuşatıcı bir adaletle gözeten mutlak âdil hükümlerdir. Evrendeki diğer bütün varlıklar “tav’an ve kerhen” (isteseler de istemeseler de) tek İlah olarak Allah’a, sadece Allah’a secde/itaat ettikleri için[5], evrendeki işleyişte muhteşem bir ahenk, her şeyin yerli yerinde olduğu muhteşem bir adalet, gözlerin hiçbir çatlak ve düzensizlik bulamayıp yorgun düşeceği göz kamaştırıcı muhteşem bir düzen ve barış söz konusudur.[6] Eğer, imtihan sebebiyle serbest bırakılan insan da özgür iradesiyle aynı şekilde tek bir İlah olarak yalnız Allah’a itaat ederse, heva, şeytan ve tağutlardan oluşan birçok ilaha itaatten kurtulup yaratılış gayesine uygun biçimde yalnız Allah’a kulluk yaparsa, yalnız yaratıcısının “emrinden olan şeriatına uyarsa”[7] aynı barış, adalet, muhteşem düzen ve ahenk insanın hayatında da ortaya çıkacak ve böylece evren ve fıtratla da uyum oluşacaktır. Altını bir daha çizelim ki, ayrım yapmadan bütün kullarının en temel haklarını lütfeden de Allah’tır. Bu temel hakları en ileri derecede koruyacak adil hükümleri vazeden de ancak ve sadece O’dur.
İnsanların yaptığı yasalar ise, hep egemen sınıfların, oligarşilerin, yasa yapan kurumların üzerinde etkili olan grup ve güçlerin, tabi aynı zamanda yasa yapanların kendi hevaları (nefsanî arzu ve istekleri), öncelikle kendilerinin çıkarlarını gözetmekten asla soyutlanamaz, böyle bir zulümden asla arındırılamaz. İşte bu sebeple de insan hevasına göre yapılan yasalar mutlaka başkalarının hukukunu ihlal eden adaletsizlikler üretir. Hiçbir yasa koyucu grup, sınıf ya da kişi, herkesin hukukunu herkesin Rabbi olan Allah kadar asla gözetemez ve bu yüzden de “şirk en büyük zulüm” olarak mutlaka yeni zulümler üretir ve hep egemenlerin çıkarlarına uygun yasalar yaparak mustaz’af kitlelere zulmeder. Bu sebeple, ülkeyi laiklikle yani insan hevasının ürünü yasalarla yöneten, üstelik “laiklik İslam ile bağdaşır”, “din bireyseldir”, “paranın/ekonominin dini imanı olmaz” iftira ve saptırmalarıyla, mutlak, sahici ve bütüncül adaletin tek kaynağı olan İslam’a da zulmeden Tayyip Erdoğan’ın, “adalet” hakkında konuşmaya hakkı da yüzü de haddi de olmamalıdır.
Düşmanın İdeolojisini, Seküler Kültürünü, Laik Hukukunu Taklit Edenler Onlara Benzediler. Bilinmelidir ki, Bâtıl Yollarla, Hak Olan Hedefe Ulaşılamaz
Aynı toplantıda Tayyip Erdoğan, “Aliya İzzetbegoviç’in “Biz savaşı öldüğümüzde değil, düşmanlarımıza benzediğimizde kaybederiz.” sözünü asla unutmayacaklarını vurgulayarak şöyle devam ediyor: “Bu nedenle haktan, hukuktan asla vazgeçmeyeceğiz. Amaca giden her yolu mubah gören anlayışı reddediyoruz. Doğru ve düzgün amaçlarımıza, doğru ve düzgün araçlarla ulaşmaya devam edeceğiz. Adaleti sadece adliye binalarına, duruşma salonlarına tahsisli bir kavram olarak görmeyeceğiz. Üstat Necip Fazıl’ın dediği gibi; ‘Adalet, hakkı yerine koymaktır ve sade mahkemelerde değil, hayat ve muamelelerin her şubesinde aranması gerekli başlıca şarttır.’ Evet, adalet hayatın her alanında, toplumun her kesiminde, devletin tüm görevlerinde aranmalı ve titizlikle yerine getirilmelidir.”
Bütün bunları, laik-Kemalist bir sistemin laiklikle, hevaya göre yapılan şirk anayasa ve yasalarıyla hükmeden, üstelik bununla da yetinmeyip “laiklik İslam ile bağdaşır” iddia ve iftirasında bulunarak toplumun İslam algı ve anlayışını da tahrif edip sekülerleştirmeye/Protestanlaştırmaya çalışan bir siyasi lider söylüyor. Üstelik kendi 20 yıllık dönemi de dâhil bâtıl sistem olarak yüz yıldır bu söylediklerinin tam tersini yapıyorlar. Begoviç’ten alıntı yaptığı tespitin tam tersini yaparak savaşta kovduklarını iddia ettikleri Batılı işgalci düşmanlarının yoz kıyafetlerini, seküler sapkın kültürünü ve şirk hukukunu ve laik yasalarını olduğu gibi ithal edip tam anlamıyla her yönüyle önce Kemalist yönetici sınıf olarak tam anlamıyla ve bütün yönleriyle düşmanlarına benziyorlar, sonra da bütün ülkede terör estirerek bütün bu sapkın laik kültür, kıyafet ve yasaları zorbalıkla bütün Müslüman halklara da dayatıyorlar. Yani Erdoğan’ın alıntı yaptığı sözün muhatabı bütün TC yönetimleri ve onları destekleyen kitlelerdir ve hepsi düşmanlarına benzeyerek kaybedenlerden olmuşlardır.
Anglosakson laikliğini içselleştirip İslam’la sentez etmeye kalkışan Tayyip Erdoğan, “…haktan, hukuktan asla vazgeçmeyeceğiz. Amaca giden her yolu mubah gören anlayışı reddediyoruz. Doğru ve düzgün amaçlarımıza, doğru ve düzgün araçlarla ulaşmaya devam edeceğiz.” diyor ama yine tam tersini yaparak en büyük zulüm olan şirkle, yani “ilahı heva olan laik yasalarla” hükmederek adil bir yönetime ulaşabileceği büyük yanılgısını yaşamaktan kurtulamıyor.
“Adalet, hakkı yerine koymaktır ve sade mahkemelerde değil, hayat ve muamelelerin her şubesinde aranması gerekli başlıca şarttır.’ Evet, adalet hayatın her alanında, toplumun her kesiminde, devletin tüm görevlerinde aranmalı ve titizlikle yerine getirilmelidir.” diyor ama hayatın bütün alanlarına laik şirk yasalarını egemen kılmak suretiyle, ancak vahye dayalı yönetimlerce sağlanabilecek olan adaleti hayattan kovarak yine tam tersini yapıyor. Diğer taraftan Erdoğan, “Hak’kı yerine koymak adalettir” deyip doğru bir tanım yapıyor, ama bu sözle bâtılı aklamaya çalışıyor. “Yaratmak da emretmek de hüküm de yalnız Allah’ın”[8] yetkisinde olduğu halde bu yetkiyi hevaya, laik parlamentoya ve devlete vermek “en büyük zulüm” olmuyor mu?
Hak ve adalet, ancak ve sadece Allah’ın emri ve şeriatıdır ve ancak Allah’ın hükmünün hâkimiyetiyle ikame edilebilir. Erdoğan dâhil laik Kemalist sistemin bütün yöneticileri ise, laik yasalarla hükmedip Allah’ın hükmünü dışladıkları için, zulüm derecesindeki görece farklılıklarla da olsa sonuç olarak “büyük zulüm” yapmaktan kurtulamıyor. Buna rağmen, uydurdukları maslahatları temel ilkelerin önüne geçiren birçok Müslüman bile, Erdoğan yönetimindeki Türkiye’nin, artık “tağut” olmaktan uzaklaştığını ve “adil devlet” niteliği kazandığını iddia edebilecek savrulmalar yaşadılar.
Bu yüzden, genel olarak “Müslümanlar”, hatta tevhidî uyanış süreci bakiyesi gruplar bile bu süreçte Erdoğan’ın ve Diyanet başkanının İslam’ı araçsallaştırıp laik kemalist sistemi dindar kesimlere benimsetmek için istismar etmesinden rahatsız olmak yerine, tam tersine memnun olup sahiplenerek laiklerin bağnaz tepkilerine karşı yeni statüko dinini savunma pozisyonuna düşmekten rahatsız olmuyorlar. Bir yandan Erdoğan, İslam’ı araçsallaştırarak “dindar” kesimleri laikleştirmeye, laik sisteme eklemlemeye çalışırken, diğer yandan birçok bilinçli Müslüman da pragmatizme sürüklenip kendilerince bazı maslahatlar uğruna bunca tahrifatı yapan bir siyasî liderin peşinden savruluyorlar. Bu yüzden de “laiklikle İslam’ın bağdaştığına” giderek daha büyük kitleler ikna oluyorlar.
Genel olarak Müslümanların zihinleri, kültürel bir kuşatma ve işgal altında olduğu için modern paradigmanın eleştiri ve onay kalıplarıyla düşünüyorlar. Oysa Batı’daki gibi Kilisenin Allah adına tahakkümü ve bu baskıya karşı yapılan mücadele sonucu Kilise-Devlet ayırımına giden laikliğin üretildiği şartlar, İslam’ın hâkimiyetinde asla söz konusu değildir. Her şeyden önce, İslamî devlet, teokratik devlet değildir. Yani Allah adına ve Allah’ın temsilcisi olarak ruhban sınıfının yönetimi değildir. Diğer taraftan teokratik devlette, yöneticiyi/ruhbanı ilahî iradenin dünyadaki temsilcisi kabul edip ilahlaştıran anlayışta, yönetilenler yöneticilerin edilgen, itaatkâr kulları konumuna indirgenip ezilmektedir. İslamî yönetimde ise, yönetimleri sınırlayan, onları halkın karşısında zayıflatıp hizmetkâr konumuna indirgeyen, ümmeti ise ilahî vahyin hükümleriyle yöneticileri hesaba çekme ve gerektiğinde görevden alma konumuna yükselterek güçlendiren, ama ümmetin de keyfi davranmasına müsaade etmeyen bir adalet sistemi söz konusudur. Bu sebeple, Batının egemen seküler kültürünün etkisi altında kalmadan, İslamî ölçü ve değerlerimizle bakılabildiğinde bu tür yanlış sonuçlara sürüklenilmeyecektir.
Bir kısım Müslümanlar da, “Siyasetle akıdeyi karıştırmamak gerekir, siyaset içtihadî bir alandır”, “Akîdede siyah ve beyaz üzerinden konuşulur, siyasette grinin tonları üzerinden konuşulur” diyerek siyasetle akîdeyi ayrıştıran, siyasetin pür ictihâdî bir alan olduğunu vurgulayan söylemler geliştirebilmekte, hevaya-şirke dayalı anayasa ve hukukuyla laik Türkiye sisteminin tağûtî bir sistem olmadığını bile ifade edebilmekte ya da laik rejimlerle yönetilen devletlerin de “âdil devlet” olabileceği düşüncesini gündemleştirebilmektedirler.
Bütün bu gelişmeleri Erdoğan’ın laiklik anlayışı ve laiklikteki ısrarı ile birlikte değerlendirmekte fayda var. Erdoğan’ın Mısır halkına yönelik sözleri şöyle: “Türkiye’de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir.” “Ben Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umarım ki Mısır’da yeni rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir.” “Bu süreçte inanıyorum ki Mısır halkı ülkede demokrasinin güçlenmesi için laik bir anayasayı benimseyecektir. Laik anayasa, ülkenin daha demokratik hâle gelmesini sağlar ve bu sayede devlet, ülkedeki bütün dinlerin mensuplarına eşit mesafede yaklaşır.”[9]
Hâlbuki dünyanın hiçbir ülkesinde ve hiçbir zaman diliminde, bütün dinlere eşit mesafede duran ve hepsine aynı dinî özgürlükleri tanıyan, laik demokratik bir devlet yoktur ve olmamıştır. İslam hepsinde horlanıp dışlanmış ve İslam’ın, saltanat sürecinde bile gayr-i Müslimlere tanıdığı hak ve özgürlükleri Müslümanlara da tanıyan tek bir laik demokratik model ortaya çıkmamıştır.
Batı tarafından Türkiye’ye telkin edilen model “İslam ile laikliğin bağdaştırılması”dır. Başbakan Erdoğan da tıpkı danışmanı olan tarihselci ilahiyatçılar gibi, bütün dinlere eşit uzaklıkta olan bir laikliği benimseyerek Mısırlılara laikliği tavsiye edip “laikliğin demokrasinin teminatı olduğunu” söylüyor.
Laik demokratik sistemler, ne kadar haklara riayet etseler de, görece özgürlük ve parça adalet sağlasalar da, Allah’ın hükmüyle hükmetmedikleri sürece, şirk, zulüm yönetimi ve en fazla “tağûtî sistemin” gri tonlarını teşkil ederler.
Hele Türkiye’deki gibi, şirk hükümleriyle hükmetmeyi sürdüren, hedef olarak da görece kimi özgürlükleri tanısa da böyle laiklikle hükmetmeye devam edeceğini beyan eden, hatta bununla da yetinmeyip bu laik modeli diğer Müslüman halklara da öneren, tepki gelince de, “laiklik İslam ile bağdaşır aksini iddia eden varsa beni ikna etsin” diyecek kadar laikliğin Anglosakson versiyonuna ikna olmuş olan yönetimler, tabii ki tağûtî yönetimlerdir.
Daha önce de ifade ettiğim üzere, bu süreçte ülkede ve bölgedeki tevhidî uyanış süreci bakiyesi kesimlerin önderleri, yazarları, aydınları, siyasetçileri büyük ekseriyetle ya küresel projeler gereği bölgeye dayatılmak istenen liberal demokratik, laik modellere doğrudan eklemlenmekte ya da belirledikleri maslahatlar/çıkarlar gereği ehven-i şer olarak nitelendirip rıza göstermenin İslamîliği konusunda yeni fıkıh arayışlarına yönelmektedirler. Bir kısmı da, İslam’ın siyasal model ve kavramlarının olmadığını, bu sebeple mecburen “bâtıl kavram ve modelleri ödünç alarak bu merhaleyi geçirmek zorunda olunduğunu, başka çare olmadığını” iddia ederek demokrasiye razı olmak gerektiğini ifade edebiliyorlar.
Tevhidî uyanış süreci bakiyesi kesimlerin önemli bir kısmı demokrasiyi Batılı içeriğiyle içselleştirmiş durumda, bir kısmı da ilahî vahyin belirleyiciliği yerine heva ve zannın hâkimiyeti anlamına gelen bu bâtıl kavram ve modelin içeriğini halkın yöneticilerini seçme ve denetleme mekanizmasına indirgeyen yeni bir tanımla benimsemiş bulunmaktalar. Bazıları da, hak olan hedefe bu günkü imkânlarla ulaşamıyoruz, o halde bu süreçte küresel hegemonyayı elinde bulunduran modern paradigmanın razı olacağı bir modeli bâtıl da olsa merhale olarak tercih edebiliriz deme noktasında bulunuyorlar.
Hâlbuki, Hak olan bir sözü bâtıl bir zeminde istismar edip kullansa da Erdoğan’ın da zikrettiği gibi “Hak olan bir hedefe bâtıl yollarla asla ulaşılamaz.” Erdoğan bile, tersini yapsa da şu doğru sözü naklediyor ve “Amaca giden her yolu mubah gören anlayışı reddediyoruz. Doğru ve düzgün amaçlara, doğru ve düzgün araçlarla ulaşmak” gerekir diyor. Şüphesiz ki, hedefin hak ve doğru olması yetmez, takip edilecek yolun da hak ve doğru olması gerekir.
Ancak hedefinin hak ve adalet olduğunu iddia etse de şirk hükümleriyle hükmeden Erdoğan iktidarı, hem laiklik ve kemalizmin “Müslüman” ve “muhafazakâr” kesimlere en fazla benimsetildiği ve resmi ideolojinin kitleler nezdinde normalleştirildiği bir dönem oldu hem de bu amaca da hizmet etmek üzere İslamî kimi unsurların sistemin içine ve kurumlarına en fazla taşındığı, en fazla istismar edildiği bir süreç oldu. Bu büyük dönüşüm ve yozlaşma süreci, Cumhurbaşkanının camilerde ve sair devlet kurumlarında Arapça Kur’an kelimelerini telaffuz ettiği (hayatla bağı koparılmış Kur’an okumaya “kıraat, tertil ya da tilavet” denemeyeceği için bu kelimeyi kullandım), laikliği ve demokrasiyi İslamî göstermeye yönelik cümleler kurduğu, Allah’a isyanı temsil eden kurumlara Allah’ın adını kullanarak dua ettiği, son zamanlarda bu politikasına Diyanet İşleri Başkanının dualarını da kattığı bir süreçtir. Güvenilir anketler de kitlelerin Allah ile aldatıldığı bu sürecin, “dindar” ve “muhafazakâr” kesimlerin laik sisteme en fazla eklemlendiği süreç olduğunu ortaya koymaktadır.
Laik yazar Mehmet Y. Yılmaz bile, “Yargıtay binasının açılışında bile dua eden devlet ricali görüntüsünün verilmesinin siyasi boyutu da var elbette… İslam, yönetici elitin elinde, bütün yönetsel beceriksizlikleri ve kamu kaynaklarının yağmalanmasını örten bir şal haline getiriliyor.” diyerek, aslında iktidarın kitleler gözünde kendini aklamak, haksızlıklarını, yolsuzluklarını, yönetim zaaflarını örtmek, kitleleri aldatarak yanına çekmek amacıyla İslam’ın araçsallaştırıldığı gerçeğini görebiliyor. Bu açık gerçeği, tevhidî uyanış bakıyesi grupların öncülerinin görmemeleri ve bu büyük istismarı yapanları desteklemeyi sürdürmeleri, son derece üzücü, düşündürücü ve ibret vericidir.
Vahye Dayalı Bir Sistemi Kurmayan Devletler,“Daha Adil Başka Bir Dünya” İnşa Edemezler
Son zamanlarda Tayyip Erdoğan da “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” kitabını dünyaya sunarak, sözüm ona küresel karşıtlarının bu arayışına cevap vermeye kalkmakta, ancak aynen onlar gibi modern paradigmanın laikliğini içselleştirip vahyin belirleyiciliğinden uzak düşmesi sebebiyle, insanlığa “adil bir dünya görüşü ve modeli sunmaktan” çok uzaklarda oyalanmaktadır. AKP ve lideri gibi, laik partilerle sisteme eklemlenen çevreler de, İslam’ı modernite ile uzlaştırmaya çalışan tarihselci modernistler de, post modern rölativistler ile Müslümanlığı bireysel hayata indirgeyip kapitalizmle bütünleşenlerden oluşan “Modernist İslam algısı” da modernitenin üstünlüğü kompleksiyle ona yaranmacı, sığınmacı ve uzlaşmacı bir tutum içinde olup, İslamî olanı ona uydurmaya çalıştıkları için alternatif üretebilmeleri söz konusu olamamaktadır. Çünkü dünyayı kuşatan bu büyük yozlaşmaya son verip kurtarıcı modeli inşa edebilmek için öncelikle yapılması gereken; sömürücü, çürütücü ve zillete sürükleyici küresel egemen olan modern paradigmayı, laikliği, demokrasisi, kapitalizmi ve sosyalizmiyle kökten ve toptan reddedip tağutlardan ve tağûtî sistem ve ideolojilerden bağımsızlığını ilan etmek gerekmektedir. Sonra da dünyayı, ahiret ve kulluk eksenli bir tasavvurla vahye dayalı sahici temeller üzerine ve adaletin tek kaynağı olan Kur’an’ın ölçüleriyle yeniden inşa etmek gerekmektedir. Dünyada da ahirette de iyiliğe götürecek tek hakikat işte budur.
Batı’da “küresel karşıtları”, “başka bir dünya mümkün” sloganıyla “daha adil bir dünya” arayışı için ortaya çıkıp kapitalizme, emperyalizme, küreselleşmeye itiraz edenler, fıtrî özgürleşme temayülü gösteren, modern ifsadı içselleştirmek istemeyen, insanı yeryüzünde mutlak egemen görmeyen, Hümanizma’yı sorgulayan yeşil hareket, tarihin mutlak ilerleme çizgisi üzerinde gitmediğini, sömürü, yozlaşma ve zulmün giderek arttığını görerek de modern dönemin çürütücü yüzünü teşhis edebiliyorlar. Bu fıtrî özgürlük arayışının temsilcileri, yeryüzü ile barışık yaşamak arzusundaki, insanın değerini, üretimi ya da tüketimi ile ölçmeyen, insan ötesi yüce bir değerin-fıtratın var olduğunu sezen, ancak vahye ulaşmadığı için de bunu tam olarak teşhis edemeyen ve bir türlü yolunu bulamayan bir çizgide çaresizce oyalanıyorlar.
Fıtrî arayışa rağmen, Batı paradigmasını ve seküler düşünce kodlarını aşıp fıtratla vahyi buluşturamayanların bu büyük çürümenin müsebbibi olan modern paradigmaya alternatif ve küresel ifsadı durduracak bir çözüm üretmeleri mümkün değildir. Çürümenin müsebbibi olan aynı paradigmanın kodlarıyla düşünen bu çevrelerin, fıtrî, vicdanî sorgulama sonucunda kimi haklı eleştiriler, itirazlar ortaya koysalar da, kimi fıtrî arayışlara yönelseler ve kimi parça doğruları yakalasalar da sahih bilginin tek yazılı kaynağı Kur’an’a sırt çevirdikleri için, tabii ki bütüncül bir doğru çözüm üretmeleri beklenemez. Aynı paradigmanın düşünce kalıpları ve kodları hâlâ onların da düşüncelerini belirlemeyi sürdürdüğü için, parça doğrular üzerine inşa ettikleri çözümler de aynı sistemi rötuşlayıp yeniden üreterek onun ömrünü uzatmaktan başka bir işe yaramamaktadır.
İnsanlığın tek kurtuluş umudu, korunmuş vahyin toplandığı ve insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, insanlığa onur ve şeref kazandıracak tek kurtarıcı mesajı barındıran Kur’an’a çağıran ve vahiyle insanlığı arındırıp yeniden inşa iddiası taşıyan ihya ve ıslah çizgisidir. Vahyin ilk muhataplarının oluşturduğu modeli esas alarak, çağın Kur’an toplumunu inşa etmek, insanlığa şahidlik yapacak hayırlı vasat ümmeti vahiy ekseninde ve Kur’an nesli öncülüğünde oluşturup kurtarıcı mesajı bütün dünya insanlığına ulaştırmak isteyenlerin hattıdır. Evet, Kur’an’ı merkeze koyarak nihaî anlamda tek belirleyici kılan, Rasulün (s) örnekliğini, şahidliğini, mücadele sünnetini ve ilk neslin oluşturduğu ümmet nüvesi olan ilk Kur’an toplumunu model alarak geliştirilen çağımızın Kur’an toplumunu oluşturma ve Hak mesajı geleneksel ve modern cahiliyenin kirliliklerinden arındırarak Allah’tan geldiği gibi insanlara ulaştırma çabası, insanlık önünde tek kurtarıcı alternatifi teşkil ediyor. Ama maalesef, bu alternatifi temsil edenler de dünya insanlığına sunabilecekleri ciddi projeler oluşturma noktasından, henüz çok uzakta bulunmak gibi bir vebali taşımaktadırlar.
Erdoğan’ın öncülük ettiği “muhafazkâr demokrat”lar ise, kapitalizmi ve laikliği İslam ile sentez etmeye çalışan bir ifsadın temsilcileri olarak, bırakın dünyadaki fıtrî “daha adil bir dünya” arayışına cevap üretmeyi, vahiyden uzaktaki bu insanların bile gerisine düşen bir büyük yozlaşmayı yaygınlaştırmaktadır. Çünkü Batı’daki “Küresel Karşıtları” en azından samimi bir fıtrî arayış ortaya koymakta, ancak vahye ulaşamadığı için sonuç alamamaktadır. Erdoğan ve destekçisi olan Müslümanlar ise, evlerinde, ellerinde, dillerinde ve hatta kimilerinin zihinlerinde Kur’an olduğu halde, vahye ihanet ederek, Batıdaki fıtrî arayışların kurtulmaya çalıştıkları modern sapkın paradigmanın ürettiği laiklik ve demokrasinin peşinde koşmaktadırlar. Üstelik aydınlığı temsil eden vahyin gösterdiği tek kurtuluş yolunu bu karanlık yollarla karıştırıp sentez ederek, insanları yeni bir aldanmaya sürükleyecek gri yollar üretmektedirler. Bu bakımdan da, insanlık için yeni bir hüsran sebebi olacak hak-bâtıl karışımı bu sapmayı aydınlık diye sunmak bakımından daha tehlikeli ve daha aldatıcı durumdadırlar. Bu kirlenmeden etkilenen birçok Müslüman da Batı’daki samimi arayışa model olup yol göstereceklerine, onların bâtıl model ve kavramlarını ödünç almak ve ehven-i şer aldatmacalarıyla seküler modellerle oyalanmak sebebiyle, kendileri hidayete muhtaç konuma düşmüş bulunmaktadırlar.
Dipnotlar:
[1] Kehf, 18/29.
[2] Maide, 5/32: “…Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur…”
[3] En’am, 6/88; Kehf, 18/105.
[4] Bakara, 2/81.
[5] Nahl, 16/49, 50; Ra’d, 13/15; Al-i İmran, 3/83.
[6] Mülk, 67/3, 4.
[7] Casiye, 45/18.
[8] Â’raf, 7/54.
[9] http://www.haber7.com/dis-politika/haber/784550-erdogan-muslumanim-ama-laik-degilim