Şahin ÖZDAŞ

23 Eylül 2018

İTTEGULLAH!

Bundan 50 küsur yıl önceydi. İlçemiz halkı tarafından“yetim okulu” diye kavramlaştırılan “Erciş Devlet Parasız Temel Eğitim Yatılı Bölge Okulu’nda” okuyabilmek için babam beni, vefat eden amcamın nüfusuna kaydetmek suretiyle okula kaydımı yaptırabilmişti. Benim yetim olmadığım, amcamın üzerine kayıtlı olduğum köydeki ispiyoncular tarafından okul yönetimine bildirilince okuldan kovulmuştum. Rüşvet olarak yoksul babamın dişinden tırnağından ayırarak aldığı 15 hindinin ortasına oturarak at arabasıyla okula geri döndüm. At arabası hindileri müdür muavininin evinin önüne boşaltırken beni de okulun önünde bırakmış ve köye geri dönmüştü. Erkek olmama rağmen ilk defa fistan yerine pantolon, cihan ayakkabı dediğimiz lastik ayakkabı yerine ise boyalı potin dediğimiz ayakkabıdan giymiştim.

Okulumuzdaki talebelerin yüzde doksan dokuzu Kürt olmasına rağmen Kürtçe konuşmak kesinlikle yasaktı. Kürt anne ve babadan olmama rağmen evimizde Türkçe hâkim bir dildi. Okulun başlangıcında Türkçeyi iyi konuşmam beni okulun çalışkan öğrencilerinden biri yapmıştı. Hatta bir gün birinci sınıfın sonlarına doğru öğretmenimiz bir Kürt çocuğu tahtaya kaldırıp “E” harfi tahtaya yazmasını istemişti. Çocukcağız 7 veya 8 dişli bir “E” harfi tahtaya yazınca öğretmen sormuştu; “bu ne?” çocuk;“Öretmenim eva (bu) ‘E’ harfi”. Öğretmen iyice köpürerek “E harfi mi? Eş…oğlu eş… Bu tırmık lan” demişti.

İlk, İslam dinine giriş eğitimimi ilkokul döneminden önce yarım yamalak da olsa evimizde almıştım. Almıştım demeyeyim de kalbim dine ısındırılmıştı diyeyim. Özellikle kış aylarının adam boyu karlı ve soğuk gecelerinde köylülerimizin sırtlarını tezekle yanan sobaya doğru çevirerek yaptıkları sohbetler ve yudumladıkları demli çaylar üstüne babamın onlara okuduğu kitaplar hiç de unutulur gibi değil. Misafirlere çay servisi yaparken, Farisi dilden Osmanlıcaya çevrilmiş, babamın izahına muhtaç “Havarzemin, Seyyid-i Battal Gazi destanı, Kesik baş, Hz. Ali’nin Cenk Hikâyeleri, Hayber Kalesi” gibi heyecana kapılarak dinlediğim, uykumu kaçıran kitapların içi hurafeler dolu olmasına rağmen yine de bunlar evimizde Kur’an’dan çok daha öncelikli kabul gören, anlayıp dinlediğim kitaplardı. Zaman zaman yüzde bir bile olsa evimizde okunan “Kısas-ı Ahmediye, Siret” gibi Peygamberimizin yaşadığı olaylar, kalbimi İslam dinine açan, ısındıran kitaplardan sadece birisiydi. Kur’an-ı Kerim’e gelince; babamın hemen hemen günü birlik bir cüz okumasına rağmen ne kendisi anlamaya çalışmış ve ne de bizlere anlatabilmişti.

Galiba babam Erciş’in en büyük camisinde; cuma günü bir vaazda hoca efendinin birinden “İttegullah (Allah’tan korkun)” Arapça kelimesini manasıyla beraber duyunca çok etkilendiğinden olacak ki hafızasına kazımıştı. Evimizde manasını bana anlattığında beni bir ürperti almış, okula başlamadan önce soy ismimi ezberlemek yerine “İttegullah’ı” ezberlemek zihnimi etkileyici olarak daha kolay gelmişti bana.

M. Kemal döneminin bakanlarından olan H. Ali Yücel’in öncülüğünde köy çocuklarını, düzene ehlileştirmek için ilk olarak Ankara’nın Temelli ve Hasanoğlan ilçelerinde 1939 yılında “köy enstitülüleri” kurulmuştur. Öğretmenimiz Köy Enstitüsü mezunlarının ikinci kuşağına ait, İslam inancına devamlı hakaret eden ateist birisiydi. Böyle olmasına rağmen yine de İlkokul dördüncü sınıfta babamı taklit ederek namaz kılmaya başlamıştım. Ramazan aylarında ise orucumu hiç aksatmazdım. Oruçlu olduğum günlerin birinde lavaboda su içen öğrencinin birine çocuk aklımla “Ramazan Ayında su içilmez, Allah (cc) seni Cehenneme atar, ittegullah!” dediğimde, o anda lavaboları temizleyen “Cığal”(Kürtçe hayvan adı) lakaplı okul hademesi (hizmetli) tarafından öğretmenimize şikâyet edildim. Öğretmenimizin iri kıyım “Öküz Eko” lakaplı öğrenci vasıtasıyla ağaçtan kırdırıp sınıfa getirttiği kalın bir yaş çubukla abartısız yarım saat beni dövdüğünü, hatta o kadar ki dayak yüzünden halsiz kalıp makat üstüne plastik çöp sepetinin içine düştüğümü hatırlıyorum.

Öğretmenimden dayak yerken sürekli “ittegullah öretmenim! İttegullah!” diyerek çığlık attığımı, halsiz düştüğümde ise “ittegullah, ittegullah!” diyerek sayıkladığımı hatırlıyorum. Ne bileyim öğretmenimin dinsiz/imansız birisi olduğunu. Ben “İttegullah” dedikçe o sonunda Allah (cc) (lafzatullah) ismini duyuyor ya! Her duymasıyla daha da hiddetlenerek dayağın şiddetini de gittikçe artırıyordu. Bir taraftan küfür eşliğinde ağaçla hadsiz hesapsız dayak yerken, öbür taraftan da çöp sepetinin içinden çıkmaya çalışıyordum. Nihayet bayılmışım. Teneffüste “Arvasi” soyadlı iki kardeşin başımı ve yüzümü soğuk suyla yıkamalarından sonra ancak kendime gelebilmiştim.

Allah’tan (cc) korkan bütün öğretmenleri tenzih ederim. Alınmasınlar ama zannedersem 81 Milyonluk Türkiye’de benden daha fazla öğretmenine lanet okuyan bir kişi daha bulunmaz. 8 yılımı o Parasız Yatılı Okulda nasıl harcadım havsalam almıyor ve düşündükçe saçlarım diken diken oluyor. İlkokulu bitireli 50 yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen çektiğim o işkenceler, yediğim dayaklar aklıma geldikçe hala daha ürperiyorum. Böyle okul, böyle müdür muavini, böyle öğretmen mi olur? Topunun canı cehenneme. Suçum ne? “Tahta sıra (masa)üzerinde namaz kılmak, din içerikli konuşmak.”

Hiç unutmam, ilköğretim dönemimde en çok koktuğum iki kişiden birisi öğretmenim, diğeri ise M. Kemal’di. Parasız Temel Eğitim Yatılı Bölge Okulunda okuduğum yıllarda sınıfımızda tam da önümüzde duran M. Kemal’in kocaman çerçeveli resmine bakarak“çalıştığımızı görünce yüzü güler, çalışmadığımızda bize kızar” gibi kitapta yazılı şiiri okur ve sonra duvardaki resme bakıp sağa sola giderken “gerçekten öyle, istediğim tarafa gideyim yine de beni görüyor” zannına kapılarak korkardım.

Geçen gün Ortaokul altıncı sınıfta okuyan “Ali İmran” ismindeki oğlum karşıma geçip de:“Babacığım okul açıldı, sökül paraları” demeseydi belki de ilköğretim dönemimi hatırlamayacak, İlkokul öğretmenimi nefretle, bela okuyarak anmayacak ve “Oğlum Ali İmran bu okulda acaba namazlarını nasıl kılacak?” diye bir kez daha Milli Eğitime sitemimi yenilemeyecektim. Koca 2000 kişilik okullarda bilgisayar salonları, kütüphane, laboratuvarlar, konferans salonları, spor salonları, müzik odası gibi sosyal faaliyetlerin yürütülebileceği yerler ayrılır da, çocukların namaz kılabilecekleri sınıf büyüklüğünde bir mekân ayrılamaz mı? Milli! Eğitim sorumlularından hiç mi bir Allah’ın (cc) kulu çıkıp da “Yahu kardeşim! Biz hangi ülkede yaşıyoruz? Babanıza ait bir ülke mi burası? Bu reşit olmuş çocuklar nerede ve nasıl namazlarını kılacak? Nasıl karma karışık oturabilirler? Bizler yönetici ve birer eğitmen olarak Allah (cc)’a nasıl hesap veririz?” diyerek kendisini ve yetkilileri sorgulamaz mı?

Eski mektep ve medreselerimizin yerini alan cumhuriyet sistemindeki okullarla, öğretmen ve öğrencilerin durumları “kanayan bir yara olarak” aleni ortada durmaktadır. Eğitimsiz bu sistem öğretmen ve öğrencileri kendi içyapılarında da mağdur ederek adeta sefilliğe terk etmiştir. Hani nasıl derler “bir dokun, bin ah işit”. Dokunmaya ne hacet! Ya da yarayı kaşımanın ne anlamı var? Ebette ki vardır. Çünkü bu devletin okulları bizim vergilerimizle hayat bulurken, çocuklarımıza da bilinçli bir şekilde dünyevileşmeye doğru adım attırılmaktadır. Okullarda maneviyattan yoksun, eğitimsiz millisi bol devletin başında bulunan başlar neden hala daha hal çaresine gitmiyorlar/gidemiyorlar.

Adını milli koydukları uyduruk, kıytırık bayramlarda hiçbir işe yaramayan, hiçbir konuyu çözüme kavuşturamayan saatlerce maval okumalar “reşit” olmuş kız ve oğlanların folklorik dans figürleriyle arz-ı endam ederek, eğilip bükülmeleri, inip kalkmaları ve yine zikir halkaları! içinde müntesiplerin def çalarak dönmeleri “kültür ve irfan yuvası” mektep ve medreselerin ne hale geldiğinin belgesidir. İlkel birtakım ilkeler sisteminin eğitmenleri olan, kendinden bile mahcup, mütevazı, mahzun “baba şefkati” misaliyle sevecen olması gereken öğretmenlerimizin ne hale düşürüldüğünü görmemek için kör olmak lazım. İslam dinine yabancılaştırılmış bu çocukların alması gereken inanç ve değerlerden soyutlayarak uyguladıkları “eğitim politikası”, öğretmen ve öğrencileri aslolan hedefinden saptırmış, her tarafına geçici dövme yapan“acaba hangi inanca mensup bunlar?” dedirtecek kadar bir seviyesizliğe düşürmüştür.

İmanın vicdanlara hapsedildiği günümüzün veba mikrobu demokrasi ve laiklik düzenlerinde öncelikle “bila kaydu şart”la egemenlik kayıtsız şartsız milletindir denilerek, bilinçsiz bir bilincin öncülüğünde muzır kişilerin sayısı gittikçe artırılmıştır. Muzır kişiler; yani arızalı, etrafına zarar ziyanı dokunan, akılsız, ahlaksız, aşağılık kişiler. Eskilerimiz “Aklın terazisi bozulmadan elin terazisi bozulmaz” demişlerdir. Aklın ölçüsünün bozulabileceğini çok uzaktan etrafı müşahede ettiğimizde bile bu muzırları her tarafta rahatlıkla görebiliriz.

Aklını vahye araç kılmadan amaç haline getirip ölçüsünü kaçıran; şu teröristler, şu komünistler, şu kapitalistler, şu ateistler, şu anasını babasını kesip biçenler, şu hayâdan yoksun it gibi park ve bahçelerde birbirine girmiş mahlûklar, şovenistler, hırsızlar, dolandırıcılar, sarhoşlar, uyuşturucu müptelaları, kapkaççılar, katiller, zombiler, caniler, zaniler… Bu zalimleri kim nerede ve nasıl yetiştirdi? El cevap; kardeşim bunlar gökten zembille inmedi ki! Bu it otaranları kedi, köpek, put seviciliğine alıştırıp onlara uşak yapan beşeri düzenin ta kendisidir. Çünkü bu düzenin eğitimsiz eğitimi insanımızın aklını bir ölçüye tabi tutmadan, rotasını şaşırtmış, aklını başından alıp duygularına, istek ve arzularına kul köle yapmış, anında patlayacak serseri mayın haline getirmiştir. Onun için aklı ölçüde tutacak bir amaca teslimini sağlamak, acilen elzem kılınmıştır. Çünkü aklın; kendi ölçümünü yapabilmek için bir metreye, bir mezuraya ihtiyacı vardır, işte o metre vahiydir, işte o metre Kur’an’dır.

Aklını kaçıran, aklını başına almayan muzır kişilerin, şirk dinleri tarafından insanlığa zararlı olacak şekilde kullanılmasını ancak vahiy önler. Örneklemek gerekirse akıl atomu bulmayı, iman ise onu insanlığın yararı için kullanmayı öğretir. Şunu unutmamak gerekir ki iman; Atom ve Nötron bombasını yapan insanın muazzam emniyet anahtarıdır. Dolayısıyla vahye İmanın olmadığı bir yerde her an herkesin muzır kişiliklerce kazaya kurban gitme ihtimalinin olduğunu göz ardı etmemek lazımdır.

Akılları gasp edilen çocuklarımıza verilecek en önemli şeyin “dünyevi bir rütbe” olduğu öğretilerek doktor, eczacı, subay, avukat, futbolcu, manken, şarkıcı, artist, spiker olursan; metresin, mersedesin olur, çok paran olur, evin, araban, yazlığın olur, her şeye talip olabilirsin. Dünyadaki yegâne amacının “diploma” almak olduğu sistem tarafından kafalarına nakşedilerek “al sana bir diploma, en önemli şey budur, işte paraların bu, mevkiin de şudur. Daha da talep edeceğin bir şey varsa bunlarla onları da hemen bulabilirsin” diye öğretilerek it ölülerinin karıncaları yollarından saptırdığı gibi, insanlar ulvi gaye ve doğruluktan saptırılmıştır. Böylece diplomasını alan dünyada aranılanı bulduğunu zannetmiş ama mutluluğa götüren sonsuz hikmetlerden mahrum kaldığının farkına dahi varamamış ve dünyasını “hiçler” uğruna heder etmiş, kaybetmiştir.

Bizleri vahiyle tanıştırmaya götürdüğünü sandığımız yollar üzerinde; evliya menkıbeleri, tayyi zaman, tayyi mekân, uçan, kaçan, yalan, dolan, kurnazlık, adam kayırma, zevk ve eğlence çeşitleri, kadın boşama ve siyaset hakkında o kadar çok şey biliyoruz ki, bilmediğimiz ve tanışamadığımız tek şey “değişmeyenler” yani “Vahyin ölçüleri.” Evet, bakıyoruz, okuyoruz fakat anlamıyoruz. Belki de biliyoruz ancak idrak edemiyoruz. Subay oluyoruz, doktor oluyoruz, öğretmen, doçent, profesör oluyoruz, şu oluyoruz, bu oluyoruz ama irfanı bilmiyoruz, ahlakı bilmiyoruz en önemlisi de akletmediğimiz için vahyi hiç bilmiyoruz. Bilmediğimiz gibi “cahil cesaretli olur” misaliyle, bilmediğimizden de korkmuyoruz. Neden? Çünkü evvelinde din eğitimini ret, yanında besmelesiz eğitimi davet, sonrasında ise gelsin lezzet, şekavet ve şehevât.

Besmeleyle başlanılan eğitimde ne vardı? Neler yoktu ki; medreseler vardı, davaları vardı, duaları vardı. İdadî veya Sultanî’ler vardı, Arapça ve Farsça dilleri vardı. Kur’an-ı Kerim dersi, Din Bilgisi, Hadis, Fıkıh, Kelam vardı. İlim, hayâ, ar, namus, edep, irfan, terbiye vardı. Bütün okullarda cemaatle kılınan beş vakit namaz vardı, niyaz vardı, din vardı, iman vardı. Medreseler İbn-i Hazm, İbn-i Teymiyye, Birûnî yetiştirdi, üniversiteler kimi yetiştirdi? Medreseler Cevdet paşa, Mehmed Akif yetiştirdi, üniversiteler kimi yetiştirdi? Medreseler Itri, Dede efendi, Hacı Arif Bey, Münir Nurettin Selçuk yetiştirdi. Ya üniversiteler…

Hayat son derece acımasız ve bir o kadar da kısadır. Evet, çok kısa olmakla birlikte Allah’ı (cc) razı edecek kadar da uzundur. Rabbimiz Fatır Suresinin 37. Ayetinde: “Onlar cehennemde: Rabbimiz! Bizi (buradan)çıkar da Salih amel işleyelim diye feryat ederler. Onlara: Sizi orada (dünyada)öğüt alacak bir kimsenin öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı? Üstelik size uyarıcı da geldi. O halde (azabı)tadın. Artık zalimler için bir yardımcı yoktur”denilir.

Onun için ölüm; romantik aşk peşinde koşan “amcası, kızımız daha çok küçüktür, daha liseye gidiyor! Yaşı kaç ki, eğlenceden de zevkini alsın da gözü açık gitmesin” diyen anne ve babaları darmadağın eder, üzer, ezer ve geçip gider. Çocuklarımızı “kanla, irfanla kurulan bir cumhuriyetin çocuklarısınız” diyerek onları kan edebiyatıyla, hamasi duygularla beslenen kişiliksiz ve kimliksiz birer robot, kan görmeyi seven birer yamyam, nefsinin her isteğinin peşinden koşan sefiller olarak yetiştirecek olanlara “eti senin kemiği benim” gibi bir teslimiyetten Müslüman şahsiyetlerin beri olması gerekir. Allah’ı (cc) tanımayı, Allah’ın (cc) kelamı olan Kur’an-ı Kerimi anlamayı, haramı, helali, Peygamberimizin (sav) hadislerini, ibadetleri, adapları, sevgiyi, saygıyı öğreten birer kişilik sahibi olarak yetiştirmek için öncelikle kendi çabamızın olması, “Elhamdülillah, ben de Müslimim, ben de Allah’a teslim oldum” diyen, İslam dinine mensup bizleri elbette ki mutlu eder. Onun için zaman geçip gitmeden, eyvah deyip pişman olmadan önce çocuklarımızın yetişmesini, bizzat ilkesiz ilkecilerden beklemek yerine kendimiz yetiştiriciler olup çocuklarımıza çevre olduğumuzda güzel bir ticaret yapmış oluruz.

Bir ticaret yapamadım,

Nakdi ömür oldu heba,

Ağlayıp sızlayıp nadan eyledim,

Yola geldim… Lakin kervan göçmüş bihaber.

Esasında temel prensipte bizim ve çocuklarımızın; yaşantımızın çoğunda sözü geçen, söz sahibi olan heykeller, saygılar, marşlar, resimler, isimler, günü birlik hayat programımızın çoğunu içine aldığında itirazımızı yükseltmez “Buna da eyvallah” diyerek kabul ettiğimizde akıl sorunumuz bir göz açıp kapamak gibi kısa bir zaman dilimi içinde bize de sorulacak sorumuz olabilir. Açıkçası, neyi hevamıza uyarak, isteyerek kabul ediyorsak dinimiz de o olur, bunun adı da kısaca şirk dinidir. Şirk dinleri boş hevesleri, özlemleri ilah edinerek İslam dinine alternatif hale getirilmiş ve bunlara taptırmak için uydurulmuş her türlü yaşam biçimi, bütün doktrinler, ideolojiler ve hayat felsefelerinden oluşan dinlerdir. O halde komünizm de bir şirk dinidir, kapitalizm de bir şirk dinidir, laisizm de, freudizm de, konfüçyüsizm de, Budizm de bir şirk dinidir. Kemalizm de.

Şimdi “hortlayan ilkeli!” Kemalistlerle, İslam dininin “hırlayan” düşmanlarına seslenmek istiyorum. Elinizi serpuşunuzun üzerine koyup azıcık düşünün bakalım. Çünkü düşünmek beraberinde sorgulamayı getirir. İnsanların düşünüp sorgulamasını istemeyenler onları akılsız hayvanlar yerine koyarak istedikleri gibi güderler.Peki, 100 yıldır kim kime baskı uyguluyor? Kim kime dinini dayak zoruyla, işkenceyle deli gömleği gibi giydirmeye çalışıyor? Serpuş kalktıysa akılda mı yok, vicdan da mı yok? Yoksa siz hesap gününe inanmıyor musunuz? Mülk Suresinin 8-10. Ayetlerinde“Sizi uyaran bir peygamber daveti size ulaşmadı mı?” şeklindeki soruya muhatap olduğunuzda “Evet, doğrusu bize uyarıcı bir peygamber gelmişti; fakat biz onu yalanlamış ve Allah'ın bir şey gönderdiği yok; siz olsa olsa, bir dalalet içindesiniz! demiştik”pişmanlığıylaKeşke söz dinleseydik (vahye kulak verseydik)ya da aklımızı kullansaydık, şimdi bu alevli ateşin ahalisi içinde olmazdık”demeden önce, yol yakınken şimdiden Allah’tan (cc) aklınızı başınıza alıp çalıştırmayı niyaz edin ve kendinize gelerek hemen tevbe etmeye gayret edin, ki bu dalaletinizden vazgeçmiş olasınız.

Evet, kendinize geliniz! Çoğunluğu ölçü kabul etmeyiniz, çoğunluğa tabi de olmayınız. Çünkü çoğu insanlar kalabalıklara uyar ve toplumun inandığı şeye inanır, birlikte yaşadığı kimseler veya geçmiş nesiller neyi kabullenmişse onlar da hiçbir delil aramadan, düşünüp taşınmadan, sorgulamadan, vahye tabi olmadan aynısına uyarlar. O yüzden şunu iyi biliniz ki; yıkılması gereken putlar içinde toplumun çoğulculuk putu, “gelene ek”ten yapılmış gelenek putu, ataların yolunu kutsallaştırma putu en büyük putlardır. Bu putlar Allah’ın (cc) izniyle çok kısa bir zamanda tepe taklak olarak yerle yeksan olacak ve tarihin çöplüğünde yerlerini alacaktır. Bu dediğin kesinlikle olmaz derseniz ne diyebilirim ki? O zaman bırakın yakamızı, sizin dininiz size, benim dinim bana.

İşte böylece günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovalayıp asırlar heder edilerek geçip gitti. “Horlayan” Müslüman kimlikli toplumların çok büyük bir kısmı “sürü” gibi güdülüp gidiyor. Ve bu durumu peşinci mağlubiyet psikolojisiyle hala daha “böyle gelmiş böyle gider, kaderimiz” diye hafızalarına kazımaya devam ediyor. Kendisini Müslim addeden bizlere gelince; metodumuzu Kur’an’dan ve sünnetten aldığımız gün Allah’ın izniyle İslam yeryüzüne hâkim olacaktır. Yine de bu yolda çok dikkatli olalım kardeşler! Sakın ha! Dikkat edelim ki batının ideolojileri bizim İslam’ımız olmasın.