Mehmet PAMAK

04 Temmuz 2013

KUR'AN AYI RAMAZAN'A GİRERKEN

"İbadet" Kavramındaki Eksen ve Anlam Kaybı
 
Rabb'imiz, yaratılış gayemizin(1) "sadece kendisine ibadet (kulluk)" olduğunu açıkça ifade etmesine rağmen Allah'a kulluk ve ibadetin belirleyici olmaktan çıkarılıp, ikinci plana atıldığı, iman-amel bütünlüğünün parçalandığı, dünyevileşmenin anaforunda oradan oraya sürüklenen, anlamını ve istikametini yitirmiş bir hayatın insanlığı (Müslümanım diyenlerin çoğu da dahil olmak üzere) kuşattığı, öğüttüğü ve sonuçta kimilerini "esfele sâfîline"(2) ve kimilerini de zillete düşürdüğü bir süreci yaşamaktayız. Çünkü insanların, Allah'ın verdiği akıl nimetini ve diğer yeteneklerini kutlanarak, O'nun kevni ve vahyi ayetlerini idrak etmek üzere harekete geçmemeleri, kalpleri olduğu halde anlamak, gözleri olduğu halde görmek ve kulakları olduğu halde işitmek gayretini göstermemeleri ve adeta kendilerini Allah'ın ayetlerine kapatmaları, Kur'an'ın ifadesiyle onları "Hayvanlardan bile aşağı" konumlara sürüklemiş bulunmaktadır.(3) İnsanların bu şekilde kaynaktan kopmaları ve hatta namaz kılanların çoğunluğunun bile, sürekli okudukları Fatiha Suresi'nde, "Yalnız sana ibadet eder yalnız senden yardım dileriz, bizi doğru yola ilet!" dediklerinin farkında ve bilincinde olmadan okuyor olmaları, sonuçta yapılan ibadetlerin, amellerin, hedefini bulmasını engellemekte ve dinimizin yüklediği işlevlerini yerine getirmekten uzaklaşarak içi boş ve anlamsız ritüellere dönüşmelerine yol açmaktadır. Mesela, bilinç yoksunluğu sonucunda oruç; derinliğini, arındırıcı ruhi boyutunu ve sosyal işlevini yitirerek, perhiz yapmak gibi salt aç kalmaya, namaz ise; yine ruhi derinliğini, arındırıcı, kötülükten alıkoyup iyiliğe sevk edici işlevini yitirerek neredeyse jimnastik yapmak gibi şekli bir boyuta indirgenmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde, Rabb'imizin "tesettür" emri de, toplumun önemli bir kesimince Kur'an'dan, Resul'den ve takva boyutundan koparılarak, içi boşaltılarak forma indirgenmiş, cazibeyi ve ziyneti gizleme İşlevini kaybederek, tam tersine, modern bir form içinde cazibeyi arttırıcı bir işlev görmeye başlamıştır.
 
Halbuki, yaratılış amacımız ve imtihan konumuz olan "Yalnız Allah'a kulluk yapmak" ilkemiz, hayatımızı kuşatan, hayatımıza anlam ve derinlik kazandıran bir kavramı sürekli gündemde ve belirleyici noktada tutmamızı gerekli kılmaktadır ki, bu kavram, "ibadet" kavramıdır. En geniş ve en basit tanımıyla ibadet ise, Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla, O'nun vahiyle bildirdiği emir ve yasaklarına uymak, dini, hayatı, ibadeti ve itaati sadece Allah'a tahsis etmek, kısaca Kur'an'ın hükümleriyle ahlaklanmaktır.
 
Kur'an'dan uzaklaşma ve Rasulün güzel örnekliğinden kopuş, kaçınılmaz olarak ibadetlerin içini boşaltmış, anlam ve istikamet kaybına yol açmıştır. Böylece kulluk ve ahiret eksenli hayat tasavvurunun yerini, dünya ve "dünyanın süsleri" eksenli, seküler bir hayat tasavvuru almıştır. İslam ümmeti, kaynaktan uzaklaşma serüveni sonunda zillete düşmüş ve özgürlüğünü kaybetmiştir. Muhammed Kutub'un ifadesiyle "ümmet", manevi anlamda bir "Tih" imtihanından geçirilmektedir. İsrailoğullarının 40 yıl dolaşıp imtihan edildikleri Tih Çölü serüvenine benzetilen bu manevi "Tih"ten kurtuluş, ancak yeniden kaynağa dönmekle, vahyi yeniden belirleyici ve özne konumuna getirerek, vahiy merkezli, bir yeniden inşa hareketini başarmakla mümkün olabilecektir.
 
Kaynaklardan Kopuş ve Muharref Gelenek
 
Ümeyyeoğulları'nın hilafeti saltana çevirmeleriyle başlayan siyasi alandaki inhirafın önü alınamayıp, saltanatın kalıcılaşması ve bu sürecin muharref bir geleneği üretmesi sonucunda, özellikle H. 6. ve 7. yüzyıldan itibaren ümmeti içten içe çürüten cahili sapmalar, sosyal çürümeyi hızlandırdı, düşünceyi donuklaştırdı ve Müslümanları giderek vahiy merkezli bir toplum olmaktan uzaklaştırdı. Bu süreçte üretilen "zalim sultana itaat", yanlış "tevekkül" ve "kader" anlayışları toplumun zindeliğini, direniş azmini yok ederek, bu yanlış gidişe dur deme imkanlarını da ortadan kaldırdı. Sahih bir geleneğin olumlulukları, gelenekçiliğin ve giderek de muharref bir geleneğin çürütücü tesiriyle kuşatılmaya başlandı. Hint mistisizminin, Yunan felsefesinin ve Hıristiyan manastır kültürünün ürettiği pek çok hurafenin, İslam inanç ve düşüncesinin içine taşınması suretiyle, İslam dininin arılığını yok eden sapkın anlayışlara ulaşıldı. Allah'ın, Kur'an'da, akletmeyi ve ilim tahsil etmeyi emretmesine rağmen, kurumsallaşmış tasavvufun, "aklı ve ilmi terk etmedikçe hakikate ulaşılamaz" yalanıyla, şeytanın ve zannın at oynattığı bir atan olan "keşf ve ilham" alanında uydurulan bilgilere dayalı bir din anlayışını öne çıkarması bu büyük sapmanın en büyük sebebini teşkil etti. Aklın ve iradenin devre dışı bırakılıp, Allah'ın yasakladığı "kör taklit"in ve "meyyit gibi teslimiyet"in esas alınması sonucunda dinde tahrifin ve sapkınlığın önü iyice açıldı. Egemen güçler tasavvuf şeyhlerini payanda kıldılar, şeyhler de milyonlarca insanı "rabıta" ve "meyyit gibi teslimiyetle kendilerine bağladılar ve böylece İslam coğrafyasındaki halkları koyun gibi gütmek kolaylaştı. Halkların, sorgulama, itiraz ve direniş vasfı köreltildi. Halklar bu süreçte giderek sürüleştirildi. Din alanında kaynaktan beslenmeyen, önderlerden intikal eden yanlış bilgileri sorgulamadan taklit eden niteliksiz yığınlar ortaya çıktı. Özellikle, "içtihat kapısını kapatan" taassubun sonucunda, düşünmenin, akletmenin ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek yeni fikir ve projelerin üretilmesinin önü iyice kesilince, sonraki toplumların sorunlarına yüzyıllar öncesinin fetvaları ile cevap verilmeye kalkışılmasının doğurduğu çözümsüzlük ve bunalımlar da bu bozulma sürecini hızlandırdı. Sonuç olarak, tarihten devralınan muhkem değerlerin yerini, giderek, bozulmuş, vahiyle çelişen, tevhidi kökünden koparılmış değerlerin oluşturduğu muharref gelenek aldı. Bugün gelinen noktada, artık toplumun ve Müslümanım diyenlerin önemli bir kısmını içine almış bulunan "geleneksel İslâm", iyice bulanıklaşıp, tevhidi netliğini kaybetmiş, geleneğin ürettiği pek çok bidat ve hurafe ile malûl eklektik bir "İslâm" anlayışını ifade etmektedir. Sultanların, egemenlerin halkı uyutup kolayca yönetmek için kullandıkları, "afyon" rolü oynayan din de, işte bu tevhidi kökünden koparılmış din anlayışıdır.
 
Sahih olmayan din anlayışının toplumu kuşatır hale gelmesiyle, Müslüman toplumlar, tevhid ve adalet toplumu olma özelliğini ve zindeliğini kaybederek, cahili toplumlar haline dönüşüp, bugünkü zelil konumlara sürüklenmişlerdir. Batı sömürgeciliğinin İslam coğrafyasını teslim alması, sömürgeleştirdiği ümmetin çocuklarını ulus toplumlar halinde bölüp istediği gibi yönetmesi gibi musibetler, hep bu cahilleşme sürecinin yol açtığı sonuçlardır. Sömürgeci emperyalistler, kendi elimizle tahrif ettiğimiz dinimizi bile, kendi "sağ" ya da "sol" ideolojilerine payanda olarak kullandılar. Bu süreçte, İslam coğrafyasının değişik yerlerinde, Müslümanlar kendilerini "sağcı" ya da "solcu" olarak tanımlamaya yöneldiler. 19. ve 20. yüzyıldan itibaren, bazı Müslümanların ana kaynağa yönelerek, sahih bir İslam anlayışına ve tevhidi bilince ulaşmaları ile başlayan yanlış din anlayışlarını ve emperyalist ideolojileri sorgulama süreci, egemen küresel emperyalistleri ve yerli işbirlikçilerini korkutup, yeni tedbirler almaya sevk etti.
 
Küresel korsanlar ve yerli işbirlikçileri, sömürü ve zulme dayalı sistemlerinin sonunu getirecek tevhidi bir uyanışın önünü kesmek ve adeta İslam'ı alternatif olmaya zorlayan tarihi sürecin yönünü değiştirip, dünya insanlığının tek kurtuluş umudu olan İslâm'ı, alternatif olmaktan çıkarmak üzere çok yönlü tedbirler almaya yöneldiler. Bir yandan, ümmet içindeki tevhidi uyanış ve direniş öbeklerini, "terörist" diye damgalayıp şiddete dayalı terörist politikalarla yok etmek, diğer yandan da -gerek yerli ilahiyatçı akademisyen ve entelektüelleri kullanarak, gerekse kendi yetiştirdikleri müsteşrikleri seferber ederek- İslam dini adına egemen sistem ve batı medeniyeti ile uyumlu "Protestanlaştırılmış" yeni bir İslam anlayışı, bir "modern İslam" üretmek istemektedirler. Bu yolla pek çok modern bidat ve hurafe İslam içine taşınarak, asırlardır zalim egemenlere itaati sağlamada önemli katkıları olan "geleneksel İslam"ın artık yetersiz kalması, "modern İslam"la aşılmaya çalışılmaktadır.
 
Bozulma Sürecinin Türkiye Boyutu
 
Türkiye'de yaşayan halklar da ümmetin yaşadığı bu cahilleştirici süreci hem de fazlasıyla yaşayarak, Kur'an'dan ve Resulün (s) güzel örnekliğinden uzaklaşmış, böyle olunca da yapılan ibadetler, çoğunlukla içi boşalmış ameller haline dönüşmüştür. Yukarıda bahsedilen saltanat döneminde oluşmuş muharref geleneğin, özellikle de tasavvufun sağladığı kirlenme ve kaynaktan kopuşun sonucunda Kur'an; anlamadan tecvitle okunup hatim indirilen, ya da ölülere okunan, hayatı belirleme özelliği kaybettirilerek, belirlenen bir kitap haline dönüştürülmüştür. Kur'an'a uygun olmayan ve Resulün güzel örnekliği ile mutabakatını kaybetmiş "geleneksel İslam"; tevarüsen atalardan alınıp yaşanan bir "atalar dini" hüviyetini kazanmış bulunmaktadır. Tıpkı İbrahim (as)'den yüzyıllar sonra, Mekke cahiliye toplumunun, İbrahim (as)'den tevarüsen intikal eden, haccetmek, kurban kesmek vb ibadetleri dejenere ederek oluşturdukları şirk dinîni, "atamız İbrahim'in dini" diye nitelendirmeleri gibi.
 
İslam coğrafyasında yaşananlara ilaveten, Türkiye'nin Cumhuriyet döneminde ise, jakoben batıcı bir kadro eliyle, şiddet de kullanılarak, halkın İslami kimlik ve değerlerini tamamen yok etmeye yönelik bir medeniyet değiştirme projesi dayatılmış, halkın İslami kimlik ve kültürüne karşı top yekun bir savaş açılmıştır. Seksen yıldır sürdürülen bu zulüm projesine rağmen, toplumun yeniden köklerini, kimliğini aramasının önüne geçilememiş, ancak, sömürgecilerin bile yapmaya cesaret edemeyeceği "harf inkılabı", "pozitivist eğitim" dayatması ve diğer sindirme ve yıldırma politikaları ile yeniden kaynağa dönüşün önü kesilmeye, tehdit ve zulümlerle engellenmeye çalışılmıştır. Muharref geleneğin etkisinde kaynaktan koparak, istikametini ve sahih din anlayışı ile mutabakatını büyük ölçüde yitirmiş olan geleneksel din anlayışı, modern despotizmden son darbeyi yiyerek tabiri caizse minder dışına atılmıştır. Böylece, Kur'an'dan uzak bir din anlayışı ve içi boş, şekilden ibaret yüzeysel ameller, atalardan gelen muharref din kültürü seviyesinde yaşanırken, kaçınılmaz bir şekilde, sistemin dayattığı modern kültüre, seküler düşünceye yenik düşülmüştür.
 
Batı emperyalizmi, zalim yönetimlere verdiği destekle, despotizmin ve zulme dayalı politikaların İslam aleminde süreklilik arz etmesine katkıda bulunmakta, Müslümanların özgürleşmesini, insan haklarına sahip olmasını engellemekte, kaynaklarını talan ederek sefalete mahkum etmektedir. Böylece, Müslümanların, okumalarına, ilim tahsil etmelerine, kaynaklara dönerek düşünce üretmelerine ve yeni bir inşa hareketini başlatmalarına, bizzat, sözde "özgürlük" ve "demokrasi" havarisi Batı tarafından engel olunmaktadır.
 
Ramazanın Mübarek Oluşu Kur'an Sebebiyledir
 
Yukarıda ifade edilen bozulma ve kaynaktan uzaklaşma süreci, bütün ibadetlerde olduğu gibi Ramazan algısında da önemli sapmalara yol açmış bulunmaktadır. Rabb'imiz, Kur'an'ı, "Bin aydan daha hayırlı olan kadir gecesinde"(4), Ramazan ayında indirmeye başladığını beyan etmektedir. "O Ramazan ayı ki, insanlara yol gösteren, hakkı batıldan ayırma ölçüsü ve hidayetten belgeler taşıyan Kur'an onda indirilmiştir..."(5) ayetiyle de Ramazana değer ve anlam kazandıran olaya vurgu yapılmıştır. O halde, Ramazan'ın ve Kadir gecesinin değerli ve mübarek oluşu, insanlığı kurtaracak mesajın bu ay ve bu gecede indirilmesinden kaynaklanmakta ve bu değere bizzat Kur'an işaret etmektedir. Bu açıklama sonucunda her günün ve gecenin Kur'an'a uygun olarak ihya edilmesi için seferber olunmalıydı. Buna rağmen yüzyıllar süren, kaynaktan kopuş ve bozulma süreci sonunda, Ramazan ve Kadir gecesi içi boşaltılarak yüceltilmiştir. Böylece, anlamın tüketilmesi sonucunda içeriksiz formları yücelten bir süreç başlamıştır. Bu süreç, vahyin özne olmaktan çıkarılmasına, bu durum da insanların rehbersiz kalmasına, hak ile batılı ayıramaz konumlara sürüklenilmesine yol açmıştır.
 
Gelinen noktada, "Müslümanım" diyenlerin büyük çoğunluğu, Kur'an'ı hayat dışına çıkarırken, pek çok bidat ve hurafeyi Kur'an'ın getirdiği dinin yerine ikame edip kutsallaştırmalardır. Ramazan ayı ile Kadir gecesini de, vahiyden soyutlanmış bir kutsallıkla ihya etmeye yönelmişlerdir. Kadir gecesini ve hele çoğu bidat olan diğer "kandil geceleri"ni kutlamak ve sonradan icat edilmiş bu gecelere has ibadetlerle ihya etmek, ne Kur'an'da ne de sahih sünnette yer almadığı halde, ısrarla ve yaygın olarak bu hal yaşanırken, Kadir gecesi inen ve bu geceye anlam ve değer kazandıran Kur'an ise terk edilmiş bulunmaktadır. Yani insanları, zulumattan nura çıkaracak Kur'an'ın İndiği ay ve gece, Kur'an'dan soyutlanınca, karanlıklara götürecek bidatlerin icra edildiği zeminler haline dönüştürülmüştür.
 
ANAR'ın Ekim 2003'te yaptığı bir anketin sonuçlarına göre; Türkiye'de Ramazan orucunu düzenli tutanların oranı % 63,6, ara sıra tutanların oranı 9621,4, hiç oruç tutmayanların oranı ise %15 olarak tespit edilmiştir. Bu tespite göre içinde yaşadığımız toplumun %85'inin oruç tuttuğu anlaşılmaktadır. Aynı anketin sonuçlarına göre; yine Ramazan ayında teravih namazı kılanlar toplumun %30,6'sını, Cuma namazı kılanlar %32,2'sini, beş vakit namaz kılanlar ise %24,5'ini teşkil etmektedir. Kur'an okuyanların oranı ise ibret verici bir oranda olup, %23,6'dır. Ki bunların büyük bir ekseriyeti de, anlamak ve onunla amel etmek üzere değil de, hatim indirmek, haz duymak, ecir kazanmak ve ölülerine bağışlamak üzere Kur'an okumaktadırlar.
 
Milliyet gazetesinin yaptırdığı ve "Türban Dosyası" adıyla yayınladığı anket sonuçlarına göre; başörtüsü örtenlerin içindeki düzenli namaz kılanların oranı %58,6 olarak tespit edilmiştir. Hatta tamamen dini inancı sebebiyle başını örtenlerin oranı ise %70 olarak tespit edilmiştir.
 
Bütün bu tespitler ortaya koymaktadır ki, toplumun yaklaşık %85'i Kur'an'ın emrettiği orucu tutarken, ancak %23'ü -onların da büyük ekseriyeti Allah'ın emrettiğine mutabık olmamak üzere- Kur'an okumaktadır. Bu sebeple de, hem Kur'an algı ve anlayışında, hem de buna bağlı olarak ibadet ve oruç algısında büyük sapmalar ortaya çıkmış, tüm ibadetlerde olduğu gibi oruçta da muhteva, anlam, değer ve istikamet kaybı meydana gelmiş bulunmaktadır. Aynı sebeple, verilen önem bakımından da ibadetler arasında farklılıklar ortaya çıkmış, mesela nafile ibadet olan teravih namazı farz olan namazın çok önüne geçirilebilmiştir. Ramazan ayında toplumun %30'u teravih namazı kılarken, ancak %24'ü beş vakit farz namazı kılmaktadır. Kur'an emrettiği için tesettüre uyup başını örtenlerin ancak %70'i aynı Kur'an'ın emrettiği beş vakit namazı kılmaktadır. %85 oruç tutanların çok büyük ekseriyetinin, aynı zamanda Allah'ın emrettiği şeriat hükümleri ile yönetilmeye karşı olduğu da, çeşitli anketlerden ve bizzat yaptığımız tespitlerden anlaşılmaktadır.
 
Halbuki, Kur'an'ı anlamak ve öğüt almak için okuyan ve Kur'an'ı merkeze alan bir inancın sahibi olan bir toplum olsaydı ( ki Kur'an bunun için indirilmişti), Kur'an'ın; "Sonra seni de bu emirden bir şeriat üzerinde kıldık; o halde ona uy ve bilmeyenlerin nevalarına uyma."(6) ayetinden haberdar olarak, İslam şeriatının bütün hayatı kuşatan hükümler vazettiğini bilecek, ya iman ya da inkar edecek, ama Kur'an'ın bazı hükümlerini şekli ibadetler seviyesinde de olsa yerine getirip, diğer bir kısmına da karşı çıkan çelişkili bir sapmaya sürüklenmeyecekti. Yine Kur'an'ı okuyup, öğüt alan bir toplum olsaydı, Yahudilerin Kitabın bir kısmını uygulayıp bir kısmını uygulamamaları üzerine kendilerini ikaz eden Allah'ın şu ayetinden de haberdar olacaktı; "... Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne İnanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında aşağılık olmaktan başka bir şey değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına atılacaklardır..."(7) Halkımız, Kur'an'ı gereğince okusaydı, indiriliş amacına uygun olarak, O'nu anlamak, öğüt almak ve yaşamak gayreti içinde olsaydı, şüphesiz bu ayetin de farkına varacak, Allah'ın emir ve yasaklarını vazettiği hükümlerin ya da ibadetlerin bir kısmını yerine getirip, diğer bir kısmını terk ederek, Kitaba imansızlık anlamına gelecek zelil konumlara düşmeyecekti.
 
Kur'an'a Yaklaşımda Geleneksel ve Modern Sapmalar
 
Geleneksel ve modern bozulma süreçlerinde üretilen Kur'an'a yanlış yaklaşımları kısa başlıklar halinde belirtecek olursak, şunları ifade edebiliriz:
 
1- Kur'an'ı, anlamadan ve salt ecir kazanmak üzere ve hatim indirmek amacıyla okumak,
 
2- Kur'an'ı, kendimiz için değil de ölüler için, ya da ölülere hediye etmek amacıyla okumak,
 
3- Kur'an'ı, tecvitli ve teganni ile ve sadece haz duymak için okumak,
 
4- Kur'an'ı, sadece bilgi edinmek ve entelektüel boyut kazanmak için okumak,
 
5- Kur'an'a fal açmak için yaklaşmak ya da onu bir şifre kitabı olarak görmek,
 
6- Kur'an'ı nesneleştirerek, kendi ön yargılarını tasdik ettirmek üzere ona yaklaşmak,
 
7- Kur'an okurken, metinle alakasız bâtini yorumlara kapı aralamak,
 
8- "Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr ederek" Kur'an'a yaklaşmak,
 
9- Kur'an bütünlüğünü gözetmeyen, "parçacı yaklaşım"da bulunmak,
 
10- "Kur'an anlaşılmaz, Kur'an ve sünnetten din öğrenilmez" ön yargısıyla Kur'an'a yaklaşmak,
 
11- Kur'an'ı indiği ortamdaki hayattan yani Resulullah (s) in güzel örnekliğinden koparan ve bu sebeple bu günkü hayatla da bağını kurmakta zorlanan "mealci" yaklaşımda bulunmak,
 
12- Kur'an'ı tarihe gömmeye, hükümlerin tarihselliğini ve bugün değiştirilmesi gerektiğini iddia ederek, modernizme mutabık bir İslam oluşturmaya çalışan "tarihselcilik",
 
13- Kur'an'ı anlamsız ve işlevsiz kılmaya sebep olacak, herkese göre anlamı değişen bir kitap olarak görmeyi öneren "rölativizm" (izafilik).
 
Kur'an'a yanlış yaklaşımların dejenere edici tesirinden kurtulabilmek için, Rabb'imizin bizzat Kur'an'da ifade ettiği doğru yaklaşımı yakalamak mecburiyetimiz vardır. Önyargılarımızdan arınmış olarak, bütünlüğünü İhmal etmeden ve Resulullah'ın güzel örnekliğini, şahitliğini de dikkate alarak, Allah rızasını kazanmak amacıyla bir an önce okuyup, anlamak, öğüt almak ve hayata taşımak üzere Kur'an'a yaklaşmak gerekmektedir.
 
İzzeti Yanlış Yerde Arayıp Kur'an'ı Terk Etme
 
Kur'an pek çok ayetinde, insanları, esas indiriliş maksadına uygun bir biçimde kendisini okumaya ve öğüt alıp, hükümleriyle amel etmeye çağırmakta, mü'min olmanın ve kurtuluşa ermenin de ancak böyle mümkün olabileceğine dikkat çekmektedir.
 
"Gerçekten Allah'ın kitabını okuyanlar, asla zarara uğramayacak bir ticareti umabilirler."(8) Kitabı okumak, anlamını düşünmek, anlamak, öğüt almak, etkilenmek, onunla amel etmek gibi bütün boyutları kapsar.
 
"Sonra Kitabı, kullarımız arasından seçtiklerimize miras bıraktık..."(9) Bu seçilmişliğin ve mirasçılığın, Kitaba varis kılınanlara bir şeref bahşetmenin yanında büyük bir sorumluluk yüklediği de unutulmamalıdır. Ancak Kitaba iman eden, onu okuyan ve onunla amel edenler, Kitaba varis olma şerefine nail olabilmektedirler.
 
"Bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış, Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı korkutucu olarak (gönderilmiştir). Fakat çokları yüz çevirmiştir; onlar işitmezler."(10) Okunup bilinmek ve gereğince amel edilmek üzere indirilmiş, müjdeleyici ve uyarıcı kılınmış Kur'an eğer okunmazsa bu işlevini görebilir mi? Tabii ki göremez. Bu sebeple Rabb'imiz bu anlamda Kur'an okumayanları, O'ndan yüz çevirmiş olarak kabul etmektedir. Biz de toplum olarak, Kur'an okumayı, anlamayı ve öğüt almayı terk edeli, bir nevi Kur'an'dan yüz çevirme konumuna sürüklenerek, Allah'ın rahmetinden uzaklaşmış ve bu günkü zillete düşmüş bulunmaktayız.
 
"O, mü'minler için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir yerden çağrılıyorlar."(11) Kur'an'ın, mü'minler için yol gösterici kılavuzluk yapabilmesi de, başta şirk olmak üzere kalplerdeki kirlerden arınmayı sağlayabilmesi ve kalpteki hastalıklara şifa olabilmesi de, O'nun, ancak öğüt almak ve anlayıp da bir an önce hayata geçirmek amacıyla okunmasını gerekli kılmaktadır. Ama ne yazık ki, Kur'an'a çok uzaklardan bakan toplumumuz, inanmayanlar için ifade edilen "Onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlar için bir körlüktür." konumuna sürüklenilmiştir. Çünkü işitme, görme ve anlama yetenekleri Kur'an'ı anlamak için seferber edilmemektedir.
 
 "Andolsun biz Kur'an'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?"(12) Böylesine apaçık bir uyarıya rağmen, öğüt alıp düşünmemiz için kolaylaştırılmış olan Kur'an'ı, okumamak, ya da anlamadan ölülere okumak, haz duymak için okumak durumuna sürüklenmiş olan bir toplumun hidayet bulması ve kurtuluşa ulaşması mümkün olabilir mi?
 
Kur'an, insanlığa rahmet ve hidayet vesilesi olması, kurtuluşa götürecek bir rehberlik fonksiyonu görmesi ve bu amaçla da hakkı batıldan ayırma kabiliyetini kazandırması için indirilmiştir. Allah'ın muradı, insanları karanlıklardan Nura çıkaracak ölçüleri taşıyan vahyin, yine Allah'tan temiz olarak dünyaya gelmiş fıtratla buluşup, insani ve İslami şahsiyetlerin istikamet üzere inşa edilmesidir. Yeryüzünde halife(13) kılınarak onurlandırılan, arzda Allah'ın emirlerine göre tasarrufta bulunmak ve bir imtihan ve tekamül sürecini yaşamak üzere emaneti yüklenen(14), hakikatin mesaimi tüm insanlara tebliğ etmekle yükümlü kılınan insanın, bu sorumluluğunu yerine getirebilmesi için Kitabı okumak ve onun hükümleriyle ahlaklanmak mecburiyeti vardır. Bu sebeple Allah, ikisi de kendisinden gelen fıtrat ile vahyin dünyada buluşup bütünleşmesini, ikisinin arasının kesilmemesini, tevhitle bağın koparılmamasını emretmektedir.(15) Ancak bugün gelinen noktada, maalesef Kur'an devre dışı bırakılarak, halifelik misyonunun gereğini yerine getirmekten uzaklaşılmış, yüklenilen emanete ihanet edilmiştir. Yaratılış amacının, halifelik misyonunun ve yüklendiği emanete riayetin tabii bir gereği olarak, vahye uygun bir hayatı inşa etmek durumunda olan insan, bu sorumluluğunun gereğini yerine getirmekten uzaklaşıp, emanete ihanet ettikçe, toplumlar kaçınılmaz olarak çürümeye ve çok yönlü bir yozlaşma ve çöküntüye sürüklenmişlerdir. Kurtuluş yolu; insanı ve toplumu vahyin belirleyiciliğinde yeniden inşa, tevhit ve adaleti ikame etmek suretiyle emanete riayet etmekten geçmektedir. Allah'tan korkup, Peygamber'in (s) "Rabb'im gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terk edilmiş olarak bıraktılar."(16) şikayetine muhatap olmaya sebep olacak Kur'an'ı terk edilmiş bırakma konumundan kaçınmaktan geçmektedir.
 
"Andolsun, size, (bütün durumlarınızı kapsayan) zikrinizin ( şan ve şerefinizin ) içinde bulunduğu bir kitap indirdik. Yine de akıllanmayacak mısınız?"(17) Evet bize, Kur'an'la, ahlakımızı belirleyici, bize şan ve şeref kazandırıcı hükümler, değerler, ölçüler indirildi, hâlâ akledip de şerefimize sahip çıkmayacak mıyız? İzzetin, onurun tamamı Allah'ın yanındayken(18) ve izzeti yanlış yerlerde aramanın yol açtığı zilletten kurtulmak için Kur'an'a ve Rabb'imize tam teslimiyet gerekiyorken, bu konuda hâlâ tereddütlü davranmayı sürdürecek miyiz?
 
Yanlış Ramazan Algısının Yol Açtığı Çözülme
 
Büyük bozulma süreci sonunda bugün gelinen noktada, pek çok ibadetin içinin boşaltılması ve anlamını yitirmesi gibi, oruç da böylesine bir eksen kaymasına ve anlam kaybına uğramış, muhafaza edilen form ise, yanlış zeminlerde, yanlış istikametlerde ve yanlış tezahürlerle ortaya konulmaya başlanmıştır. İbadet, itikaf, arınma ve sosyal boyutunu giderek kaybetmiş, nefsi, siyasi, ticari şov ve reklam aracı haline getirilmiştir. Dini bir vecibe ve ibadet boyutu ikinci plana atılarak, folklorlaştırma ve eğlence eğilimli bidatlerle dejenere edilmiştir. Ramazan ayında kurulan sergiler, çadırlarda İcra edilen eğlence programları, havai fişek gösterileri ve müzik programları gibi pek çok, oyun ve eğlence ağırlıklı etkinlikler, Ramazan'ı giderek temel ekseninden daha fazla uzaklaştırmaktadır. Böylece, Kur'an, ibadet, rahmet ve arınma ayı olan Ramazan, tıpkı taklit edilen Batının paskalya ve karnavallarını andıran bir festival boyutuna sürüklenmektedir. Bu durum, birey ve toplumun giderek daha fazla çürüyüp çözülmesine, dünyevileşip yaratılış gayesinden uzaklaşmasına yol açmaktadır. Sonuçta bu dünyevileşme, birey ve toplumun, fıtri değerlerini koruyup vahiyle bütünleştirerek yüceltmesine, olumlu istikamette tekamül etmesine engel olmaktadır.
 
Aslında gerçek oruç; yemek, içmek, cinsellik vb nefsi arzularımıza, temel ve vazgeçilmez ihtiyaçlarımıza karşı, Allah'a teslimiyetimizin bir gereği olarak ve sadece
 
O'nun emri sebebiyle, kendi irademizle mukavemet etme eylemidir. Yaratıcımızla, hemcinslerimiz diğer İnsanlarla ve nefsimizle olan ilişkilerimizde ortaya çıkan olumsuzluklardan arınma duygularımızı ve çabalarımızı güçlendiren tevhidi bir eylemdir bu. Özümüzde tevhidi bir inkılabı gerçekleştirmenin, birey ve toplumun öz dönüşümüne ivme kazandırmanın güçlü bir vesilesidir. Zaaflardan arınmanın, Rabb'imiz için mahrumiyetleri ve güçlükleri göğüsleyebilmenin ve zorluklara mukavemet gösterebilmenin eğitimidir.
 
Resulullah (s)'ın örnekliğinde ve Kur'an'ın bütünlüğü içinde sunulan bu doğru Ramazan ve oruç algısından sapılarak ortaya çıkmış ve salt aç kalmaya indirgenmiş yanlış Ramazan ve oruç anlayışı ise, bu olumlulukları sağlamak ve toplumun çürümesini durdurup, ıslah edici bir fonksiyon görmek bir yana, çürüme ve çözülmeyi arttırıcı katkılarda bulunmaktadır. Böyle yanlış bir Ramazan anlayışı, imanlarda ortaya çıkan büyük zaafları giderememekte, ahlakta ve şahsiyetlerde meydana gelen bozulmayı tedavi etme fonksiyonunu ifa edememektedir.
 
Oruç da dahil bütün ibadetlerimiz, bir yandan imanımızın, davranışlarımız ve ahlakımız üzerindeki tezahürleri, ürünleri olarak ortaya çıkarken, diğer yandan da imanımızı besleyen, güçlendiren bir fonksiyon da ifa etmektedirler. Oruç da bu anlamdaki katkılarıyla iman ve iradeyi güçlendirici, Allah'a, insanlara ve nefsimize karşı sorumluluk bilincini temin edici bir işleve sahip bulunmaktadır.
 
Sonuç Olarak
 
İtikaf ve ibadet boyutuyla Ramazan, nefsi arındırma, iradeyi güçlendirme, öze yönelik bir sorgulama ve vahiyle hayata yeniden çeki düzen verme, kişinin kendisini bilme ve yenileme çabasına zemin hazırlama vesilesi kılınmalı, ümmetin ve insanlığın sorunları, ıstırapları konusunda duyarlılıkları arttıran, yardımlaşma, dayanışma eğilimlerini besleyen bir fonksiyon ifa etmelidir. Tevhidi bir inkılaba, bireysel ve toplumsal dönüşüme ivme kazandıracak çabalarımızı ve iradelerimizi güçlendirmeye yönelik bir eğitim işlevi görmelidir. Kulluk ve ahiret bilinciyle, sorumluluklarımızı hatırlayıp yeniden kuşanmamıza, direniş azmimizi arttırmaya vesile kılınmalıdır.
 
Kur'an ayı olan bu ayda Kur'an sürekli gündem olmalı, Resulün güzel örnekliği ve mükemmel şahitliği bizi eğitmeli, ümmetin ve insanlığın kurtuluşuna vesile olacak vahyin mesajının yaygınlaştırılmasına yönelik çabalar ivme kazanmalıdır. Söz konusu cahilleşme sürecine rağmen, halkımızın çoğunluğunun iyi niyetli olduğu dikkatten uzak tutulmadan, dışlayıcı ve tebliğ üslubuna yakışmayan tutumlardan uzak durularak, merhametle ve adaletle Kur'an'ın mesajının ulaştırılması için samimi gayretler gösterilmelidir, İçi boş ve forma indirgenmiş %85'lik oruç tutma, aslında bir bozulma göstergesiyken, tebliğde bir ortak payda olarak öne çıkarılıp, davetin götürülmesine vesile kılınarak, bir musibetin hayra dönüştürülmesinin aracı kılınmalıdır. Ümmetin bu zelil konumdan kurtulmasına vesile olacak, küresel küfre ve zulme karşı, küresel intifadayı gerçekleştirecek ve yeniden ümmetleşmeyi sağlayacak Kur'an neslinin inşasına yönelik çabalar her Ramazanda gözden geçirilmeli, yeni projeler ve yeni umutlar üretilerek, bu çabalara yeni boyutlar kazandırılmalıdır.
 
Dipnotlar:
 
1- Zâriyat Suresi, 56
2- Tin Suresi, 5
3- A'râf Suresi, 179
4- Kadir Suresi, 1-3
5- Bakara Suresi,185
6- Casiye Suresi, 18
7- Bakara Suresi, 85
8- Fatır Suresi, 29
9- Fatır Suresi, 32
10- Fussilet Suresi, 3-4
11- Fussilet Suresi, 44
12- Kamer Suresi, 22
13- Bakara Suresi, 30
14- Ahzap Suresi, 72
15- Bakara Suresi, 27
16- Furkan Suresi, 30
17- Enbiya Suresi, 10
18- Nisa Suresi, 139
 
(Not: Bu yazı, yazarın "Ramazan ve Kur'an" adlı kitabından derlenmiştir.)