Mehmet PAMAK
NEDEN, HAK ÖLÇÜLERLE UYARAN MÜ’MİNLERİ DIŞLAYIP İMANINA ZULÜM BULAŞTIRANLARI “VELİ” EDİNDİK?
Bismillâhirrahmânirrahîm
Âyet ve hadislerle büyük önemi ortaya konduğu ve aykırı davranışlar hakkında uyarılar yapıldığı halde, bugün, münkere yönelenlere ya da değişik ilkesizliklere sürüklenenlere daha bir defa bile “emr-i bil maruf nehy-i ani’l münker” yapmadan, onları hoş görüp yaptıklarına rıza gösterircesine, onları uyarma mecburiyeti hissetmeden birliktelik kurulmaktadır. Üstelik böyle olması gerektiği savunulmakta ya da münker işleyeni bir defa uyarmayı yeterli görmekte ve karşısındaki bu uyarıyı dikkate alıp kendini düzeltmediği ve bu yanlış hâl üzere olmayı sürdürdüğü halde birlikte olmaya devam edilmektedir. Neden bu hale gelindi?
Neden “Emr-i bil Ma’ruf Nehy-i ani’l Münker” Görevini Yapanları Dışlayıp Islah Çabasını Engelledik?
Bir toplum içinde, ellerinde imkânlar olduğu halde, sırf bazı insanlarla iyi geçinmek, bu insanların tepkilerini çekmemek için veya bazı dünyevi beklenti ve hesaplar uğruna, münker işleyenleri veya Allah’ın dininin muhtevasını saptırmaya sebep olanları, Hak adına batıl söz ve eylemleri icra edenleri, temel ilkelere aykırı davrananları eleştirmekten ya da “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” görevini yapmaktan, yani ıslah edici fonksiyon ifa etmekten kaçınanlar, uzun vadede hem kendilerinin hem de tüm toplumun helakına katkıda bulunduklarını neden düşünmez oldular? Bu görev, işte bu kadar önemli ve son derece ciddiye alınması gereken, kaçınamayacağımız bir sorumluluk değil midir? Mü’min olmanın en tabii bir sonucu ve çok önemli bir gerekliliği bu sorumluluğu yerine getirmek değil miydi?
Peki, bizler neden bu görevi îfâda bu kadar zaaflı bir konuma sürüklendik? “Emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker” gereği bir eleştiriye muhatap olan eğer Müslüman ise, rahatsız olma ve “bana neden böyle eleştiri (nehy-i ani’l münker) yapıyorsun?” deme hakkı olabilir mi? Nefsine zor gelse de, yapacağı tek şey, eğer ma’ruf tavsiyesi ya da münker eleştirisi, vahyin ölçülerine mutabık değilse, ma’ruf ya da münkerin tespitinde isabet edilememişse, deliliyle ve ilmî olarak bunu ortaya koymaktır. Yoksa bağırıp çağırmak ya da eleştiriyi yapan kardeşimizi dışlayıp düşmanlaştırmak değil. Velev ki yapılan uyarı ve eleştiri konusunda ya da münker tespitinde isabet edilememiş olsun veya bu alanda muhayyerlik bulunsun, yani aynı konuda farklı yaklaşım da mümkün olsun, buna rağmen uyaran mü’mine Allah rızası için gösterdiği çaba dolayısıyla dua etmek mi yoksa dışlayıp nefsani tepkiler vermek mi İslam ahlakının gereğidir? Neden hepimizin bildiği bu hakikate uygun bir ahlak geliştiremeyip Müslümanların savrulmalarına, çözülüp dağılmalarına yol açtık ya da birlikte olmalarına engel olacak güven sarsıcı konumlara sürüklendik? Bu tür nefsanî tavırlarla kardeşlikleri tüketip vahdetin önünü tıkadığımızı, sonuçta da Allah’ın razı olacağı konumdan uzaklaştığımızı neden akledemiyoruz?
Neden, çağlar üstü olan Kur’an’ı tarihte bir döneme hapsetmeye kalkışan “tarihselcilik” fikrini savunanları, neden imanına “zulüm” bulaştırmaya yol açan “laik parti kuruculuğu”, “laik parti üyeliği ve destekçiliği”, “ulusalcılık”, “kutsal devletçilik” gibi birçok bâtıl anlayış ve amellere savrulanlara kucak açtık? Üstelik bu hallerini meşru göstererek İslam’a ve İslamî mücadeleye de zarar verenleri bile “veli” edinip baş tacı eder hale nasıl geldik? Üstelik bunların yazılarını dergi ve haber sitelerimizde yayınlayıp çevremize yayarken ve onlara kendi bünyemizde konferanslar verdirirken, neden bâtıl “eski dostluk”ları kutsayıp İslam kardeşlik hukukunu ikinci plana atarak en temel ilkeleri çiğnemekten çekinmez olduk?
Üstelik bir de sırf bu tür ilkesizlikler sebebiyle bizi Allah için ve ilmî ölçülerde uyaran, “emr-i bi’l ma’ruf, nehy-i ani’l münker” görevini yapan kardeşlerimizi neden düşmanlaştırdık? Rabbimiz, Hz. Lukman (as)’ın oğluna nasihatini bize naklederken “Ey oğlum, namazı dosdoğru kıl, ma’rufu emret, münkerden sakındır ve sana isabet eden (musibetler)e karşı sabret. Çünkü bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir.” (Lukman, 31/17) buyurmaktadır. Görüldüğü üzere, “emr-i bi’l ma’ruf, nehy-i ani’l münker” görevini yapanın başına musibetler gelebileceğine, sert tepkilerle karşılaşabileceğine işaret eden bir ifadeyle âyet, “başına gelecek olan musibetlere sabret” diye bitmektedir. Evet, maalesef bu hakikat biz Müslümanlar içinde de tezahür etmekte ve kardeşlerimizin Allah’ın bu emrini yerine getirmelerine tahammül edemeyip dışlayıcı ve irtibatı koparıcı tepkiler verebilmekteyiz. Bu husus hepimizi çokça düşündürmeli ve İslamî ölçü ve ahlakla bağdaşmayan bu yanlıştan bir an önce kurtulma çabası içine girmeli değil miyiz?
Kendimizi sorgulayalım, neden dinimize zarar vereni bile yakın dost edinip üstelik uyarılara rağmen bu yanlışta ısrar ederken, bize haklı eleştiri yapılmasını nefsimize yediremeyip bu görevi yapanı hasım olarak görme çelişkisine bu kadar kolay sürüklenebildik? Hatta öyle ki, sırf bu tür “İslamî ilkelere aykırılıklar sebebiyle bize haklı eleştirileri” olan bir mü’minin ismi de var diye Müslümanların ortak açıklamasını bile kendi haber sitemizde yayınlamayacak kadar, İslamî ölçülerle asla bağdaşmayacak uçlara neden bu kadar kolay sürüklendik? Üstelik aynı haber sitemizde, yayınlamadığımız mü’minlerin ortak açıklamasının ele aldığı aynı konuda, eski bir Diyanet İşleri Başkanının, laik parti müntesibi tarihselci bir akademisyenin vb. savrulmuş kesimlerin yazı ve açıklamalarını rahatlıkla yayınladığımız halde böyle yapmış olmamız, çok daha büyük bir ilkesizlik ve savrulma değil midir?
Neden Yapmadıklarımızı Yazıp Söylemeye Devam Ettik ve Allah’ın “Kardeşlerinizin Arasını Islah Edin” Emrini Unuttuk?
Bütün bunları yaptığımız halde, bir de hâlâ Müslümanlar arası “ilkeli olmak, ahlâk, âdap, tevhid ve vahdet” konularında yazılar yayınlamaya devam etmemiz ne anlama gelmektedir? Rabbimiz, Kur’an’da bu duruma düşmekten alıkoyacak uyarılarda bulunmamış mıydı? “İnsanlara iyiliği emrediyor da kendinizi unutuyor musunuz? Bir de Kitap okuyorsunuz. Hiç mi aklınızı kullanmıyorsunuz?” (Bakara, 2/44). “Yapmayacağınız bir şeyi söylemek Allah katında nefret edilen bir şeydir.” (Saf, 61/3). Evet, bu tür Âyetleri okuyup bildiğimiz halde, hâlâ bu tür yazıları yazarken, “bütün ilkesizliklerine ve ölçüsüzlüklerine rağmen her zaman kendilerini haklı görüp asla hata kabul etmeyen” zaaflı bir tutuma sürüklendiğimizi niye fark etmiyoruz?
Halimizin kendi yazdıklarımızla bile taban tabana zıt konumda olduğunun, farkında bile olmamamızın sebebi nedir? Üstelik yazdıklarımızın tesirini de yok edecek derecede yaşanan bu büyük çelişkilerin arka planını neden sorgulamaz hale geldik?
Neden “muvahhid” olarak bilinenlerimiz bile, “mü’min kardeşi, Allah ve Rasûlünün emrine uyarak ma’rufu emrettiği ve yanlışını eleştirip doğruyu tavsiye ettiği” için onu dışlayıp “imanına şirk bulaştıranları” ona tercih eder hale geldik? Neden “muvahhid” olarak bilinenlerimiz dahi, nefsini/hevasını esas alma anlamına gelebilecek bu tür davranışları, sanki ahiret ve hesap yokmuş gibi kolayca yapar ve ısrarla sürdürür hale geldik?
Müslümanlar olarak, bu tür savrulmalar ve âdeta düşmanlığa kadar giden ihtilaflar karşısında, adaleti sağlamak için üzerimize düşeni yapmak, “iki taraf arasında ihtilafı çözmeye ve İslamî ölçülere göre yanlış yapan kim ise onu tespit edip ıslah etmeye çalışmak” için neden gerekeni yapmıyoruz ya da yapamıyoruz? Sonuçta ihtilaf çözülmüyor ve yanlışı yapan ıslah olmuyorsa, haklı olanın yanında yer alıp “nefsini İslamî ilke ve ölçülerin önüne geçirmiş” olanlara karşı adil şahidlik sorumluluğumuzla tavır koymak ve haklı olanın yanında yer almak ahlakını neden kaybettik? Bütün bunların da, Müslümanlar arası güveni sarstığı, tevhidde vahdet sağlamalarını engellediği, sonuçta da yeni bölünme ve parçalanmaları körüklediği neden fark edilmez oldu? Böyle bir tutumla birbirine bile güven vermeyen Müslümanların, dâvetin muhataplarına güven vermesinin mümkün olmadığını, neden idrak etmiyoruz?
Üstelik birbirlerinin ilkesizliklerini, ölçüsüzlüklerini “idare-i maslahatçılık”la görmezden gelip idare etmek tutumunun, mü’minlerin vahdetine engel olmanın yanında, bu tür ilkesizliklerin yaygınlaşmasına yol açarak daha yaygın, daha büyük bir çürümeye yol açma tehlikesini bünyesinde barındırdığı neden fark edilmiyor? Ayrıca böyle İslam ahlakına aykırı tutum ve davranışlarla, nefislerin ön plana çıkması ve nefsanî geçimsizliklerin, ayrışmaların artması gibi zaaflar yaşanırken, Müslümanların vahdet içinde olamayacakları ve davetin muhatapları üzerinde de olumlu bir etki bırakmayacakları, neden görülmez? Bu zaaflarla malûl olanların taşıdıkları mesajın da muhataplar üzerinde tesirli olamayacağı gerçeği ve sonuçta da bu büyük vebalin ağır sonuçları neden düşünülmez oldu?
Ölüm Hakikati ve Hesap Gününe Dair Bilincimiz, Neden Bizi Bu Tür İlkesizliklerden Alıkoyamıyor?
Galiba, biz davetçi mü’minler de en kesin ve en çarpıcı hakikat olan ölümü ve hesabı yeterince tefekkür edemez olduk ki, bu tür ilkesizlikleri ve kardeşlerimize küsmeyi, hatta düşmanca sayılabilecek tavırları, uzun yıllar sürdürmekte bir beis görmez olduk. Tevbe etmenin, haksız yere düşmanlaştırıp dışladığımız kardeşlerimizle helâlleşmenin faziletini, yanlıştan dönmenin erdemini unuttuk. Neden böyle oldu ve neden bu hale sürüklendik?
Hani bizim, “takvayı hakkıyla kuşanarak Müslim olarak ölmeye çalışmamız” (Âl-i İmran, 3/102) gerekmiyor muydu? İmanın ispatı için “Allah’ın azabından sakınıp emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilinci” olan “takva”yı kuşanmak, bizi kardeş yapan Rabbimizin Âyetlerini hayat düsturu edinmek, Kur’an’ın ve Rasûl’ün ahlakıyla ahlâklanmak gerektiğini yeterince içselleştiremedik mi yoksa?
Neden bu derece “takva”ya zıt hallere, vahyin belirlediği kardeşlik hukukunu çiğneyen konumlara kolayca sürüklendik? Nefsimizden taviz vermeye zorlanırken, davamızdan ve ilkelerimizden bu kadar kolay taviz verebilir hale nasıl geldik? Neden nefislerimiz bu kadar kolayca bizleri etkisi altına alıp İslamî ilkelerimize aykırı amellere yönlendirebilir oldu?
İçinde yaşadığımız, kendisini Müslüman olarak tanımlayan ama cahiliye kültürüne saplanmış toplumu ıslah etmek için tevhidî davetle sorumlu mü’minler olarak, birbirimizi bile vahiyle ıslah edemeden nasıl olacak da toplumu vahiyle ıslah edip Kur’anî bir inkılâp yaşamasına vesile olacağız? Nitekim olamamaktayız ve her geçen gün daha da geri gitmekteyiz. Bu hali görüp başımızı öne eğmeyecek miyiz? Tevhidî uyanış sürecinde 40 yıl geçtiği halde, bu zaaflarımız sebebiyle hâlâ kuşatıcı bir birliktelik ve kardeşlik oluşturamamış olmanın hesabını nasıl vereceğiz?
Lütfen bu tür soruları çoğaltıp kafalarımızı çatlatırcasına “neden…? neden…? neden…?” diye haykırarak tekrarlayalım ve nefislerimizi sarsarak ölmeden önce hesaba çekelim ki, hesap günü kahredici faydasız pişmanlıklara düşmeyelim.