Mehmet PAMAK

16 Temmuz 2012

ORTADOĞU VE SURİYE'DE YAŞANANLAR VE SORUMLULUKLARIMIZ

Suriye’deki Katliamın Sürmesinin ve Emperyalist Müdahalelerin Müsebbibi, İran ve Türkiye Yönetimleri ile Onlara Eklemlenen Müslümanlardır...

 Mazlum Müslüman Suriye halkına yönelik, kafir zalim Baas katliamı giderek soykırım boyutlarına tırmandırılmaktadır. Artık, günde yüze yakın kişinin katledildiği haberleri, yerini topyekun bombalama ve  katliamlarla kimi yerleşim merkezlerinin haritadan silinmesi haberlerine bırakmaktadır. Bir yılı aşkın zamandan beri sürdürülen bu büyük vahşete karşı itiraz ve tepkilerimizi ilk günden beri adaletle ortaya koymaya, mazlum Suriye halkına olan destek ve dualarımızı sürdürmeye çalıştık.

Ancak yandaş medya görmezden geldiği ve kartel dışında kalan ve çok tıklanan internet siteleri ile yazılı  ve görsel medyanın tamamı da, sistem içi demokratikleşme aşkına yandaş olmayı tercih ettiği için, bu yaptıklarımız sadece İLKAV, “İslam ve Hayat”, İktibas Dergisi”, kısmen de “Özgünyürüyüş”, “Islahhaber” 

vb kardeş  internet sitelerinde yer alma imkanı bulabilmektedir. Bu sebeple de, kamu oyunca yeterince takip edilememekte, haberdar olunamamakta, kimi Müslümanlar da zahmet edip bu sitelere bakmak gereği duymadıkları  için haberdar olamamakta, sonuçta bu konudaki tavrımız dedikodu konusu yapılmakta, tutumuzla ilgili spekülasyonlar ısrarla sürdürülmektedir.

Halbuki biz, adil şahid olma sorumluluğu taşıyan Müslümanlar olarak başından beri, bir yandan katil kafir Baas zulmüne karşı, bu zulmü tel’in edip mazlum halkın yanında adaletle yer aldık. İran devletinin İslami cumhuriyet iddiasıyla bağdaşmayan zalimden yana tavrını, Rusya ve Çin gibi emperyalist devletlerin bölgedeki projelerine paralel hareket ederek ortaya koyduğu adaletsiz tutumunu eleştirip kınayan bir yol izledik. İran’ı, adındaki İslamilik iddiasına sadakat göstermeye, Kur’ani ölçülere uygun adil bir tutum takınmaya, adil ve özgün projelerle, mazlum halkların hak ve hukukunu savunmaya, bölgedeki despotlara da, doğu ve batı  emperyalizmine de karşı çıkan adil şahidliğe  çağırdık.

Diğer yandan da, baştan beri takip ettiği hatalı  “ulusal çıkarcı” politikalarla, zalim Baas rejimine gösterdiği abartılı dostlukla onun akıttığı mazlum halkın kanına tıpkı İran yönetimi gibi eli bulaşan AKP hükümetini, hem bu yüzden eleştirip kınadık. Hem de daha sonra süratle Batı  emperyalizminin saflarına kayarak, emperyalist batılı devletlerin politikalarına eklemlenerek ve emperyalizmin katil ordusu NATO’yu her fırsatta müdahaleye çağırarak çok daha büyük katliamlara yol açmamaya ve bölge halklarını birbirine kırdıracak, Batılı  emperyalistlerin bölgeyi kendilerinin ve İsrail’in çıkarları  ekseninde yeniden dizayn edecekleri bir kaosa hizmet etmemeye çağırdık.

Ayrıca, İran’ı “ne yaparsa yapsın mazur ve meşru görme” alışkanlığı kazandıkları için, Allah’ın emrettiği “emri bil maruf ve nehyi anil münker”  sorumluluklarını terk etmiş, “zalimde olsa, mazlum da olsa kardeşini savunmaya” dair cahiliye anlayışına sürüklenmiş  kimi Müslümanların, kafir Baas rejiminin on binlerce masum Müslüman’ı ve mazlum insanı katletmesine rağmen onu desteklemek suretiyle, İslami değil, “İrancı” bir tutumla yanlış bir uca savrulmalarını  da eleştirdik. Aynı zamanda da, sistem içi demokratikleşmeye “aktif destek” aşkıyla, bazı “kazanımlar”  elde etmek “maslahat”ıyla, AKP politikalarına eklemlenen “İslami Kuruluşlar”ı da, diğer bir yanlış uca savrularak AKP politikaları  ekseninde yer almalarını eleştirip, bu yanlıştan dönmeye çağırdık. Üstelik, hem İran politikalarını eksen alanları  ve hem de AKP politikalarını destekleyerek iktidar ve yandaş  medya nezdinde akredite olup, yazılı ve görsel medyada kamu oyu oluşturma imkanına kavuşan “İslami Kuruluşlar”ı, hiç  değilse bu yandaşlığın kendilerine sağladığı imkanları kullanarak bir hayra vesile olmaya çağırdık. İki tarafı da, bölgede emperyalizmin işine yarayacak büyük bir kaosa hizmet edecek cepheleşme yerine, yandaşlığını yaptıkları İran ve Türkiye hükümetlerine birlikte baskı kurarak, kamu oyu önünde zorlayarak, bu kanı durdurmaya çalışmaları gerektiğini hatırlattık. İran ve Türkiye hükümetlerini, Suriye halkının kaderini belirleyecek iradesini serbestçe ortaya koyabileceği vasatı sağlamaya ve emperyalizmin bölgeye müdahale için kolladığı, beklediği ve hatta tahrik ettiği şartların oluşmasına fırsat vermemeye zorlanmaları için birlikte çaba göstermelerini önerdik ve bu konuda vebal altında olduklarını hatırlattık.

Ama maalesef, bir yandan doğu emperyalizminin bölgedeki işbirlikçisi katil kafir Baas rejimi alçakça katliamlarda ısrar ederek, hatta giderek tırmandırarak, diğer yandan da hem İran, hem Türkiye doğu ve batı emperyalizmine eklemlenmiş yanlış  “ulusal” politikalarında ısrar ederek, hem de onları  engelleyici, uyarıcı, ıslah edici çabalar ve ara buluculuklar  yapması gerektiği halde, bu “emri bil maruf” sorumluluğunu terk edip, cepheleşmeye katkı sunmakla yetinen “İslamcılar”  bu yanlış tutumlarında ısrar ederek, emperyalizmin bölgeye müdahalesinin şartlarını oluşturma vebalini hep birlikte omuzlamaktadırlar.

NOT: İran Dışişleri Bakanının bugün (15. 07. 2012) yaptığı son açıklamayla, katil “Baas hükümetiyle, muhalifler arasında arabulucu olmaya hazırız” demiş, oldukça gülünç ve anlamsız bir açıklama bu. Çünkü İran, katliamları destekleyen zalimden yana tutumuyla artık Suriye halkı nezdinde güvenilirliğini yitirmiştir. Bu sebeple ne İran, adil bir arabulucu olma niteliğini koruyor, ne de Suriye halkı  bunca kan döken bir Baas hükümetiyle görüşmeye yanaşır. İran eğer samimiyse, yapacağı şey, Suriye halkının güvenine sahip bölgedeki başka ülke yönetimlerini ya da bölgesel kuruluşları  araya koyarak, bu arabuluculuğu onlar üzerinden gerçekleştirmektir.

İşte bütün bu konulardaki, bir yılı aşkın zamandır söyleye geldiklerimizi, özellikle de 27. 04. 2011 – 01. 06. 2012 – 08. 06. 2012 Cuma Konferanslarımızın metinlerinden alıntılarla oluşturulmuş bir metni önemine binaen aşağıda paylaşmak istiyorum. Rabbimiz, bölgenin mazlum ve Müslüman halklarının yardımcısı olsun. Emperyalistlerin oyunlarını bozarak, katliamcı despotları devirerek sahici ve bütüncül adalete kavuşmalarını nasip etsin. Bizlere de, İslami ve insani sorumluluklarımızı yerine getirerek onlara yardımcı olmamızı nasip etsin.

İlk Kur’an Nesli Örnekliğinde Neden Galip Gelindi ve Neden İzzete Kavuşuldu?

Kur’an’a topluca sarılan ve Resulün örnekliğini, mücadele sünnetini esas alan ilk Kur’an neslinin öncülüğünde İslam ümmeti inşa edildi. Mekke’nin zorlu şartlarında Kur’anın rehberliğinde, resulün şahidliğinde, akıdevi ilkelerinden ve İslami kimliğinden taviz vermeden yetişen bu örnek nesil İslami toplumu, Medine’yi, İslami medeniyeti ve İslami adalet modelini oluşturdu.

Böylece özündeki cahiliye değer ve ölçülerini söküp atarak tevhidi olanı yerleştirerek özündekini değiştiren İslam toplumu hem Mekke’de, hem Medine’de izzete kavuştu. Çünkü  izzetin tamamı Allah’ın yanındaydı. Hizbullah olmayı  başaranlara, izzet ve onur, Allah’ın takdiriyle otomatikman geliyordu. İşte bu vahyi bilgi ve bilinçle hareket ettikleri ve her türlü  bedeli ödeme pahasına Allah’ın tarafında yer aldıkları  için, üstünlük, galibiyet ve izzeti hak ettiler.

İhlas ve samimiyetle Allah’a teslimiyet ve Hablullah’a topluca sarılarak Allah’ın taraftarları ve yardımcıları olmak tercih edilip, İslam’ın, Kur’an’ın hizmetkarları olununca, vaat edilen ilahi yardıma müstahak olundu. O zaman da, ilahi vaat tecelli etti, Allah’ın yardımı, rahmeti ve bereketi Müslümanların cemaatinin, ilk ümmet nüvesinin üzerine yağdı. Sonuçta da galibiyet, üstünlük ve izzet Müslümanların oldu.

Daha Sonraki Süreçte, Neden Mağlup Olundu ve Zillete Sürüklenildi

Çünkü uzun tarihsel süreçte Kur’an (mehcur) terk edilmiş bırakıldı. Allah’ın inzal edilmiş ipine (hablullah’a) topluca sarılmaktan uzaklaşıldı. Resulullah’ın (s) şahidliği, örnekliği ve mücadele sünneti terk edildi ve cahiliye yeniden üretildi. Tarihsel süreçte uydurulan ya da başka felsefe ve dinlerden alınan bid’at, hurafe ve İsrailiyatlar karıştırılarak farklı ipler üretildi. Bundan sonra, insanlar, Allah’ın ipi yerine, haktan unsurlar da taşıyan, hak-batıl karışımı “ılımlı” İslam algılarına (statüko dinleri) dayalı üretilmiş iplere çağırıldılar.

Bu uzun bozulma ve yozlaşma sürecinde, tevhidi nitelik kaybedildi, Kur’ani akıdeden uzaklaşıldı, ümmet olma vasıfları yitirildi, vahdet bozuldu,  sonuçta da parçalanma, bölünme ve dağılma kaçınılmaz oldu. Rabbimiz Enfal 46. Ayetinde; “Allah'a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir“ buyuruyordu ve bu ayetin işaret ettiği hale sürüklenildi.

Bu bozulma ve dağılma süreci sonunda, zayıf düşen, Allah’ın yardımına, rahmetine müsait halini yitirerek, gücünü  ve  izzetini kaybeden ve böylece sömürüye müsait hale gelen ümmetin üzerine işgalci emperyalist devletler çullandılar ve sömürgeleştirdiler, zillete düşürdüler. Böylece, 19. yy sonu ve 20. yy başında işgal ve sömürgeleştirme süreci başladı.

Sonra görece uyanış çabaları ve direnişler gündeme geldi. Sömürgeciler bu yeni şartlarda çıkarlarını  koruyup sürdürecek yeni bir proje üreterek onu uygulamaya koydular. Bölgeyi suni sınırlarla bölüp, ulus devletler kurdular, yetiştirdikleri işbirlikçilerine despot rejimler kurdurup onları destekleyerek doğrudan sömürge yerine dolaylı sömürgeciliği ikame ettiler. Türkiye’de ise başından itibaren dolaylı sömürgecilik yöntemi uygulandı. Filistin İşgali ise sürekli kılındı. İşgal topraklarında BM kararıyla kurdurdukları Siyonist terör devletini sürekli desteklediler.

Komünist Blokun Çöküşü ve İslam’ın NATO’nun Düşmanı İlan Edilmesi Üzerine Yeniden İşgaller Dönemi Geldi

Emperyalistlerin bölgeye hakim kılıp destekledikleri despot yönetimlere ve zulümlerine rağmen, İslami uyanış süreci devam etti. Artık despot yönetimleri ayakta tutmak batının  çıkarlarını da tehlikeye sokuyor. Patlamaya hazır hale gelmiş  mazlum halkların öfke birikimi kendiliğinden patladığında kontrolü ve yönlendirilmesi mümkün olmayabilir endişelerine yol açıyordu.

Ukrayna, Kırkızistan, Gürcistan vb ülkelerde, sekülerleşmiş toplumları Soros vakıfları gibi emperyalist amaçlı kurumların destekleriyle meydanlara döküp (renkli devrimler) Batı yanlısı değişimler gerçekleştirenler, Ortadoğu halkları için bu yöntemi rsikli gördüler. Çünkü bu bölgenin halklarının İslami kimlikle irtibatı güçlüydü, henüz sekülerleşmemişti.

Bu sebeple, 20. yy sonu ve 21. yy  başında yeniden işgal için bölgemize geldiler. Ve önce sopa politikasıyla bölge halklarını sindirip ezerek, arkasından da BOP projesiyle, kontrol altında laik demokratik batı yanlısı bir değişime zorlamak, yönlendirmek istediler. TC’yi de model olarak sundular. Olmadı, model de tutmadı. Çünkü o zaman İslam düşmanlığı  yapan radikal Kemalist laikliği esas alan Türk ulus devletinin, İslami ve Kürt kimliğiyle savaşı aktif durumdaydı. Bütün komşular düşman konumunaydı. Yüzünü Batıya, arkasını bölgeye dönmüş, kendi halkı ve bölge ile ilişkilerini düşmanlık statüsüne oturtmuş bir model, bölgeyi dönüştürecek bir model olamazdı. Buna benzer sebeplerle başarılı olamadı. İşgal de başarılı  olamadı, sonuçta direnişler karşısında bölgede tutunamayan emperyalist güçler, Irak’tan çekilme, bilahare Afganistan’dan çekilmeyi gündemlerine almak zorunda kaldılar. Bölgede oluşan bu boşluk, NATO’nun içinde önemli işlevler gören Türkiye ile doldurmak istendi. Böylece, NATO’nun da bölgede daha işlevsel hale gelmesi ve meşruiyet kazanması temin edilmek isteniyor.

Bush ve Neo-con’lar ile bir süre kullandıkları  sopa politikasıyla gerçekleştirmek istedikleri zora dayalı  değişim projesi BOP tutmadı ve başarılı olamadılar. Ama yandaş despot yönetimlerin miadının dolduğunu, çürüme, yozlaşma ve zulüm karşısında bölge halklarındaki patlamaya hazır  öfke birikimini de tespit ettiler. Artık batı çıkarlarını  da tehlikeye atan despot yönetimler yerine Batı yanlısı  demokratik yönetimlerle halkın rahatlatılması ve batı  çıkarlarının ve bölgedeki uzantıları olan Siyonist devletin güvence altına alınması gerekiyordu.

1 – Bölgedeki petrol, doğalgaz vb enerji yataklarının ve nakil yollarının denetim altında tutulması. 2 – Batılı emperyalistlerin bölgeye yerleştirip ileri karakol ve çıban başı olarak destekleyip kullandıkları İsrail terör devletinin güvence altına alınması. 3 – Kur’an’a sarılarak yeniden İslami dirilişin gerçekleşmesinin ve modern paradigmanın pençesinde kıvranan “yeni bir dünya mümkün” arayışı içinde adalet talebiyle meydanları dolduran dünya insanlığına Kur’ani bir modelin adil örnekliğinin sunulmasının engellenmesi.

İşte bu sebeplerle, kontrol edemeyecekleri bir ayaklanma meydana gelmeden, patlamak üzere olan bölge sosyal barajındaki birikimin drenaj kanalları açılarak rahatlatılması, batıya zararsız bir değişime doğru yandaş görece demokratik yönetimlerce yönlendirilmesi isteniyordu.

Bu korkuyla erken doğuma zorlamayı da gündeme alıp yönlendirmeyi programlarına aldılar ve hazırlıklara giriştiler. Bölgeden bir çok aydın, ilim adamı, din adamı ve genç Batıda eğitimden geçiriliyordu.

Ancak Tunus’taki bir gencin kendisini yakmasıyla kendiliğinden patlayan öfke, henüz batının da tam hazır olmadığı  bir zamana denk geldi, ancak Müslüman halklar ve İslami yapılar da hazır değildi.

Ayaklanmaya yol açan öfke birikiminin nedenleri

Batı destekli despot yönetimler on yıllardır devam ede gelen uzun süreçte Bölge halklarını açlık ve sefalete mahkum ederken, mazlum halktan kopuk, halka tepeden bakan lüks ve müsrif bir hayat yaşadılar, akraba ve yandaşlarını zenginleştirdiler. 1 – Akraba ve yandaş kayırmacılığına dayalı  büyük yolsuzluklara bulaşmaları, 2 – Ülkenin kaynaklarını  emperyalistler ve kendileri arasında paylaştırıp talan etmeleri, 3 – Fakir geniş halk kitlelerinin ise, açlık, sefalet, yoksulluk ve işsizlik cenderesinde kendilerini yakacak kadar bunalmaları, 4 – Buna rağmen halkların baskı, yasak, devlet terörü  ve çok boyutlu zulümlerle sindirilmesi, 5 – Üstelik emperyalizmin uşağı olan bu despotların Siyonist terör devleti İsrail’in yanında yer alarak mazlum Filistin halkına uygulanan işgal, kuşatma, ambargo ve katliamların zelil destekçileri konumunu tercih etmeleri ve bunun bölge halklarının onurunu kırması gibi bir çok sebep birleşince, önce Tunus’ta başlayıp, Mısır ile devam eden halk ayaklanmaları  kaçınılmaz hale geldi. İşte bu süreçte, despot yönetimlere isyan eden halklar, emperyalist ülkelerce laik liberal demokratik batıcı  sistemlere doğru yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Emperyalist ABD ve AB son ana kadar, bir yandan Firavun diktatörlüklerinin sopasını  meydanları dolduran halklara göstererek, bir yandan da laik liberal demokrat Batı yanlısı hükümetler kurmanın önünü  açma anlamında havucu uzatarak, mazlum halkları “ölümü  gösterip sıtmaya razı etmeye” çalışmaktadırlar. Türkiye modeli, nasıl Kemalist İslam düşmanı radikal laiklikten ılımlı  laikliğe, devletçi askeri vesayetten/bürokratik despotizmden liberal demokrasiye geçiyorsa ve yine de İsrail’i tanımaya ve çok yönlü  ilişkilerine devam ediyor ve ABD ile stratejik ortaklığını  sürdürüyorsa, bölge halklarına aynı modeli takip ederek Firavuni sistemden kurtulabileceklerini söylemek istiyorlar.

Biz Müslümanlar, despotizme karşı ayaklanan mustaz’aflar, mazlumlar Müslüman olmasalar da, iradelerine ipotek koyan ve zulmeden despotizme karşı onların Allah tarafından lütfedilen temel hak ve özgürlüklerinin savunucusu olmakla ve onların adalet ve özgürlük arayışlarını görece olumluluk olarak görüp, despotizmin yıkılmasına İslami ölçüler içinde katkı sunmakla mükellefiz. Allah’ın sosyal, siyasal dönüşüm yasasının, baskı ve zorbalıkla engellenmeden, doğal ortamda, fıtri niteliklerin özgürce kullanılmasıyla işlemesi sonucu, toplumların kaderleri üzerinde söz sahibi olmalarının ve layık oldukları sisteme ulaşmalarının  önünün açık olmasını isteriz. Bu imtihan dünyasında, iradelerin özgürleşip “dileyenin iman edip dileyenin de inkar edebileceği”  serbestiyet vasatına kavuşmasını ister ve bu vasatın oluşmasıyla çabalara destek veririz.

Şimdi Gönüllü Sekülerleşme ve Dönüşüm Süreci Teşvik Edilip, Yönlendiriliyor

Türkiye’de de, 28 Şubat darbesiyle sonuç  alamayınca, aynı patlamaya hazır sosyal yapının Türkiye’de de meydana geldiğini ve ilk değişimin burada meydana gelmesi ve bölgeye model olarak sunulması için değişik alternatifleri denediler, tutmayınca kontrollü biçimde, halkın büyük desteğini alan AKP kadrosunun önünü açmak zorunda kaldılar. Ve yönlendirmeye çalışıyorlar. Zora dayalı sekülerleştirme ve sopa politikaları  tutmayınca, gönüllü sekülerleşmenin önü açılıp, teşvik edilmeye ve siyasi ve ekonomik destekle ödüllendirerek yönlendirilmeye çalışılıyor. Emperyalist ABD ve Batı, miadı dolmuş  “bizim çocuklar”ının tasfiye edilmesine ve demokratikleşmenin önünü kontrollü biçimde açmaya destek veriyorlar. Artık Obama ile havuç politikası eşliğinde ve “model ortaklık”  adı altında, ülke ve bölge halklarının değerlerine daha yakın siyasi kadroların öncülüğünde Türkiye’de ortaya çıkan, bölgede de tutması daha mümkün olan yeni model üzerinden bütün bölgeyi mümkün olduğunca kontrollü biçimde değişime uğratmaya çalışıyorlar.

Tunus, Mısır ve Libya’da nasıl bir sonuca ulaşılacağı belli olmamakla beraber, Mısır’da ve Tunus’ta batı yanlısı  ordular tarafından ve batının ekonomik imkanlarıyla süreç  yönlendirilmeye çalışılıyor.

Türkiye’de bir ölçüde başarılı olmuş  görünüyorlar. Ilımlı laiklik ve ılımlı İslam’ın kesiştiği noktada, bireysel özgürlükler alanında görece iyileşmeler karşılığında, kamu alanına, ekonomik, siyasi, ve hukuki toplumsal alanlara Allah’ın müdahil olmasına fırsat verilmemesi gerektiğinde uzlaşıldı. Türkiye’de eşleri örtülü, kendileri bireysel ibadetlerini yerine getiren ve İsrail’e karşı söylemde de kalsa sık sık meydan okuyan ve bu sebeple Ortadoğu’da kahramanlaşan bir kadronun öncülüğünde laik liberal demokratik model bütün bölgeye hem Türkiye hükümeti tarafından, hem de Batı tarafından sürekli empoze ediliyor.

Ancak, Mısır ve Tunus’ta gelişmelerin nereye evrileceği belirsizliğini koruyunca, yeni ülkelerdeki ayaklanmalarda daha tedbirli davranmaya yöneldiler. Bu sebeple, SURİYE, YEMEN ve BAHREYN’e sıra gelince sürecin aynı şekilde işlemesine müsaade edilmedi. Yemen ve Bahreyn’de despot yönetimlere destek sürdü. ABD’nin bölgedeki önemli müttefiki Suudi Arabistan doğrudan askeri destekle, buralardaki halk ayaklanmalarını bastırması  için despotların yanında yer aldı ve Batı el altından destekledi. En sonunda Yemen’de despot liderin yönetimden çekilmesi ancak yandaşlarının devam etmesi sağlandı. Filistin de aynı  istikamete yönlendirilmeye çalışılıyor. HAMAS, liberal demokratik modele razı edilmeye ve bu amaçla laik ulusalcı Amerikancı, Batıcı FKÖ ve Abbas ile uzlaşmaya zorlanıyor.

Bölgenin Müslüman Halklarına, yönlendirmelere ve yanlış eğilimlere karşı uyarıcı  ve ufuk açıcı katkılarda bulunmalıyız

Bölgenin bütün halkları bilmeli ki, emperyalizm bölgedeki çıkarlarını sürekli kılmak adına, despot işbirlikçilerini feda edip, yeni projelerle aldatma çabası içine girecekler ve erdemli bir tavırla ayaklanan kitleleri yine kendilerinin razı  olacakları sistemlere doğru yönlendirmek için ellerinden geleni yapacaklardır. Bu tür bir yönlendirmeye açık eğilimler, yanılgıyla da olsa, bir süredir kimi bölge Müslümanlarını kendiliğinden etkisi altına almış bulunmaktadır. Bölgenin kimi öncü “Müslüman şahsiyetleri” tevil etmeye bile gerek görmeden, açıkça  “Ilımlı İslam”ı temsil ettiklerini söyleyebilmektedirler. İslam şeriatına dayalı, Allah’ın hükmüyle hükmeden bir adalet ve hukuk sisteminden yana olduklarını söyleyemiyor. Hz. Peygamber’in (s), bugünle mukayese bile edilemeyecek kadar zor şartlarda, hak-batıl karışımı “çoğulcu siyasi ortak yönetim” zemininde devlet başkanı olma tekliflerini reddetmesine rağmen, Türkiye’nin “İslamcıları” ve bölgenin kimi öncü Müslümanları, aynı ilkeli ve ihlaslı duruşu maalesef ortaya kayamıyorlar. Resulllah’ın (s) şartlarına nazaran görece daha az olan zorlukları  bahane ederek, hep birlikte Türkiye’de oluşturulan “laik –  liberal – muhafazakâr– demokrasi” modelini benimseyip, yücelterek, meşrulaştırarak yaygınlaştırmaya çalışıyorlar.

Mazlum halklar, dünyada izzeti, onurlu bir hayatı, sömürüden, zulümden, adaletsizlikten arınmış adil bir yönetimle yönetilmeyi ve ahirette kurtuluşu istiyorlarsa, tevhidi adalet sistemini talep edip egemen kılmaya çalışmaktan başka yol olmadığını  bilmelidirler. Bu sebeple de insanlara hayırlı ve merhametli olmak sorumluluğunu taşıyan biz Müslümanlar, karanlıklardan (zulümattan) aydınlığa ve adalete ulaştıracak tek kurtarıcı mesajı  her şart altında gündeme getirerek, mazlum halkların zulümatın gri tonlarında oyalanmamaları ve bir zulüm sisteminden bir başkasına savrulmamaları için uyarı görevimizi yerine getirmeliyiz.

O halde bölgenin mazlum halkları, karanlıkların koyusundan kaçarken, gri tonlara yakalanmamalı, laik demokratik liberal modele itibar ederek, yeni bir zulme muhatap olmamalıdırlar. Hepimizin yaratıcısı olan Rabbimiz, “şirk en büyük zulümdür”  ve “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kâfirlerin, zalimlerin ta kendileridir” buyurmaktadır. Hak ile batılın karıştırıldığı, sentezci, uzlaşmacı, “ılımlı” modellerde, şirki ve taguti nitelik devam etmekte ve dolayısıyla da, ilahi vahyi dışlayarak, insan heva ve zannının ürettiği anayasa, sistem ve modellerde haksızlık, adaletsizlik ve zulüm kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır. Zulümden sahici anlamda kurtulup, bütüncül gerçek adalete ulaşmak, ancak, bütün halkların ve insanların yaratıcısı olan ve hepsine adaletle en temel hakları lütfetmiş bulunan Allah’ın hükümlerine dayalı bir anayasayla ve ilahi vahyi esas alan bir sistemle mümkündür.

Türkiye’deki darbeci, çeteci katillerden, askeri vesayet ve malum tek parti despotizminden kaçarak liberal muhafazakâr demokrat olmak ne ise, Tunus ve Mısır’da Firavunun despotizminden kaçarken, bir başka batıl sistem olan laik demokrasiye, liberalizme sığınmak aynı şeydir. Halbuki sizler bunca bedel ödediniz, milyonlarca kişi meydanları doldurup, zulme itiraz etmenin onurunu kuşandınız, bunca kardeşinizi Firavunlarla mücadelenizde kurban verdiniz. Nasıl olur da buna rağmen, size bu büyük zulümleri yapanların arkasındaki emperyalistlerin sizi tevhidi yolunuzdan saptıracak ılımlı  batıl modeline kanabilirsiniz? Size ve tüm Müslümanlara yakışan Kur’an’ın rehberliğinden ve Resulün (s) önderliğindeki ilk Kur’an  neslinin örnekliğinden ayrılmamaktır. Türkiye’nin laik liberal muhafazakâr demokrat modelini örnek alacağınıza, sizi dünya ve ahret saadetine ve sahici, bütüncül adalete kavuşturacak olan İslami adalet sistemini kurarak, siz hem Türkiye’ye, hem bölgeye ve tüm dünyaya model olun da biz sizi örnek alalım.

Bu sebeple, bölgeye ve size gerçek adaleti ve izzeti getirecek olan İslami sistem talebinizden asla vazgeçmemelisiniz. Ülkenizdeki orduların subay kadrosu, bu firavunlarca yetiştirilmiş  olup, çoğu da Amerika’da eğitilmişlerdir. Orduların, sizin bundan sonraki hayatınız üzerinde belirleyici olmasına asla müsaade etmemelisiniz. Bilmelisiniz ki, Montesqueu’nün isabetli tespitiyle “az gelişmiş ülkeler, kendi ordularının işgali altındadırlar”.  İşte bu bilinçle geleceğinize sahip çıkın. Bütün bölgenin ve dünya insanlığının kurtuluşu için elzem olan vahye dayalı  İslami adalet sistemi modelini oluşturarak, tüm dünya insanlığı  için ışık olun.

Yeterince Özgürleşememiş  ve Bağımsız Düşünemeyen Zihinler, Karşıtlarına Sığınırlar

Küresel ve yerel sistemin, fiziki kuşatmasından, bedenimizi çevreleyen zindanından daha önemli ve daha etkili olan kuşatması ve zindanı, zihinlerimizde gerçekleştirdiği kuşatması  ve zihinlerimizin onun ideolojik paradigmasının zindanına hapsolması  halidir. Zihnen özgürleşmemiş olan ezilenler, ezenlerine öykünüp, onların kavram ve modellerinden başka çıkış olmadığı zannına kapılıp, daha fazlasına, özgün modeller oluşturmaya güçlerinin yetmeyeceğine inanırlar. İlkeli ve tavizsiz bir tevhidi duruşla Allah’ın yardımını hak ettiklerinde, normal şartlar altında olamayacak gelişmelerin Allah’ın yardımıyla gerçekleşebileceğine dair ilahi taahhüdü bile unutup, zihinlerini kuşatan seküler mantıkla verili sistem içi düşünmeye, sistem içi alternatifler aramaya daha yatkın hale gelirler. Zihinlerini kuşatan seküler paradigmanın düşünce kodlarını, kalıplarını taklitten kurtulup, özgün düşünce ve modeller üretme performansı gösteremezler. İşte bu yenilgi/mağlubiyet psikolojisidir.

İşte ülke ve bölge Müslümanları bu mağlubiyet psikolojisinden kurtularak, zihinleri kuşatan zindan duvarlarını yıkarak, manevi işgalleri aşarak, Hakkı layıkı ile temsil etme niteliğini ve Hakkı temsil etmenin özgüvenini kazanarak, özgün kimlik, ilke, değer, kavram ve modeline sahip çıkarak, insanlığın muhtaç olduğu tek alternatifi oluşturma, feraset, basiret, irade ve cehdini göstermelidirler.

SURİYE’de Yaşananlar, Sorumlular ve Sorumluluklarımız

Suriye’ye gelince, Mısır’da olduğu gibi, halkın büyük kısmının İslami kimliğinin daha belirgin olduğu ve İslami bir rejime doğru kayılabileceği endişesiyle, daha tedbirli davranıyorlar. Uzaktan seyretmeyi tercih ediyorlar. Libya’daki halkı  Kaddafi güçlerine iyice ezdirip Batı güçlerinin müdahalesine ve batı yanlısı bir yönetim kurulmasına razı hale getirince sonunda müdahale edip yönlendirmede daha etkin hale geldikleri gibi, SURİYE’de de Müslüman muhalif kesimleri despot Baas rejiminin katletmesine göz yumuyor ve halkın iyice ezilerek, can havliyle batının liberal laik projelerine razı olmasını bekliyorlar. Tuzağını  kurmuş insafsız bir avcı misali, halkın bu tuzağa sürüklenmesini, Batı vesayetine ve liberal laik demokratik TC modeline boyun eğmesini bekliyorlar.

Suriye halkı, sırf hür olarak insanca ve Müslümanca bir hayatı yaşamak istediği için, yaklaşık 30 yıldır, zalim despot Baas rejimi altında büyük acılar çekti, bedeller ödedi, katliamlara, sürgünlere, zindanlara muhatap kılındı. Ve bu büyük zulüm ve katliamlar, son bir yılı aşkın zamanda, özellikle de İran, Rusya ve Çin desteğinde, ABD, AB, BM vb nin göz yummaya dayalı dolaylı desteğinde, giderek bir soykırıma dönüşme riski altında tırmandırılıyor. Ayaklanan halkın Müslüman kimliği ve zaferi sadece Allah’tan bekleyen İslami bilinci, bu halkın seküler Batı modelini kabul etmesini sağlamak hedefli olarak, bu büyük katliamın dünyaca seyredilmesine yol açıyor.

İran’ın Adaletsiz Tutumu ve Büyük Vebali

İran, ulus devlet olmaktan ve ulusal çıkar putunu Kur’ani ilklere tercih etmekten vazgeçip, İslam Cumhuriyeti niteliğine geri dönmeli, Allah’ın emri olan ‘Adil Şahid’ olma sorumluluğunun gereğini geç de olsa yerine getirmelidir.

Bazıları, Suriye’deki ayaklanmanın, önce Suriye rejimini tasfiye edip İran’ı yalnızlaştırmak amacıyla emperyalist devletler tarafından desteklendiğini, esas hedefin İran olduğunu iddia ediyorlar. Emperyalizmin bölgeye yönelik proje ve planlarını  bizler de biliyor ve yıllardır bunlara dikkat çekip, bölge halklarını  uyarıyoruz. Peki emperyalizmin bu projelerini bildikleri halde, mazlum Suriye halkına on yıllardır zulmeden ve son bir yıldır da vahşi katliamlara muhatap kılan Baas diktatörlüğü ve bütün zulmüne rağmen 30 yıldır onu destekleyen, son katliamlara rağmen de desteklemeyi ısrarla sürdüren İran yönetimi, emperyalistlerin bölgedeki işbirlikçileri midir? Eğer böyle değillerse, emperyalist müdahaleye yol açacak bahaneleri neden üretiyorlar? Neden halka yapılan zulmü ve katliamı  durdurup, halkın kaderi üzerinde söz sahibi olmasının önünü  açarak, bu emperyalist müdahalenin bahanesini elinden almıyorlar? Neden dünya kamuoyu önünde, emperyalist müdahaleye çanak tutacak katliamları sürdürüyorlar? Neden İran, bölgenin mazlum halkını  katliama muhatap kılan alçak zalim Baas rejimini ısrarla destekleyerek, bu halkı, adalet talebini desteklemeyip çaresizlik içinde bırakarak, sözüm ona çok karşı olduğunu söylediği emperyalist devletlerin himayesine muhtaç ediyor?

Dünyadaki tek ve ilk İslam inkılabını (Geleneksel Şia etkisinden tam arınamadan da olsa) gerçekleştiren İmam Humeyni ve İran olduğu için hepimiz ve Şii olmayan bütün İslami kesimler umutlanarak sevdik, saygı duyduk ve destekledik. Hatta bu desteğimiz ve yakınlığımız sebebiyle, uzun yıllar bir çoğumuz, Humeynici ve İrancı damgası yedik. Halen de, İslam inkılabı  özelliği oldukça yıpranmasına, hatta yok olmaya doğru gitmesine rağmen, başta ABD ve İsrail olmak üzere emperyalist batıya karşı onun yanında olmaktan vazgeçmiş değiliz. Vazgeçmemiz de doğru değildir. Bizler Müslümanlar olarak, adil şahidler olmak ve her şartta mazlumun yanında ve zalimin karşısında yer almak zorundayız. Bu bağlamda, emperyalizme karşı İran halkının yanında olmaya devam etmek de sorumluluğumuz olmaya devam etmelidir. Haklı da olunsa, kızgınlıkla adaletsizliğe kayılmamalıdır.

Ancak, şunu 30 yılda acıyla gözlemledik ve açıkça tespit ettik ki, İran siyasi kadroları ve Şii mollaları, Allah’ın lütfettiği bu güzel imkanı heba ettiler. Hurafeci, bid’atçı geleneği Kur’an’la ıslah edip, Şii taassubunu aşamadılar. Bazı  kadroları, Şii olmayanları Şiileştirmeyi  hedeflemekten ve Şii hakimiyeti peşinde koşmaktan bir türlü kurtulamadılar.

İmam Humeyni zamanında var olan görece olumlu ümmetçi çizgiyi daha iyiye götürmek varken, daha kötüye yöneldiler. Şiilik taassubuyla Farisilik karışımı bir ulus devlet olmaya doğru kaydılar. “Ulusal çıkar” putunu, ümmet olmaya, diğer İslami kesimlerin hukukunu gözetmeye, kardeşlik hukukuyla bütünleşmeye, ümmetin maslahatını öne çıkarmaya tercih ettiler. Ve bu anlayışla ümmetin oluşumuna ve birliğine giden yolları tıkadılar. Keşke bu taassubu aşabilselerdi, keşke ümmeti yeniden inşa etmenin önündeki taassupları kaldırabilselerdi. Bu kadar yaşananlara ve artık onulmaz gibi görünen yaralara ve büyük güvensizliğe rağmen, hâlâ  İslami kimlik ve akıdevi Kur’anî ilkeleri belirleyici kılarak, gittikleri bu yanlış yoldan uzaklaşıp, Kur’an ahlakını kuşansalar ve samimiyetle bu istikamette çabalar gösterseler, inşallah Allah da rahmetini ihsan edecek ve inşallah bu yaralar kapanarak, yeniden ve daha güzel kucaklaşmaların önü açılabilecektir.

İran, işte bu anlayışla, 30 yıldır Suriye despot kafir yönetimini destekliyor. Önce, Hama katliamında on binlerce Müslüman’ın katledilmesini, on binlercesinin kaybedilmesini, zindanlara tıkılmasını, işkenceden geçirilmesini, bir milyondan fazlasının mülteci olmasını sadece seyretti ve Suriye ile stratejik müttefikliğini, dostluğunu sürdürdü. O zaman İslam inkılabının daha yeni olduğu, inkılabın geleceğinin daha önemli olduğu, yalnızlaştırıldığı dünyada Suriye’nin müttefikliğine ihtiyacı bulunduğu ve bu katliama müdahale edecek güçte olmadığı gibi mazeretlerin arkasına sığınılmıştı. Biz de sineye çekmiş ve susmuştuk.

Ancak, yaklaşık 30 yıl geçti ve Suriye’deki amansız zulüm sürdüğü halde, Müslüman kardeşlerinin hukukunu koruyacak, onları biraz olsun nefes aldırarak rahatlatacak tek bir adım atmadılar. Katil kâfir Baas diktatörlüğünü olduğu gibi kabullenip desteklemeyi sürdürdüler. Şimdi de, bugüne kadar yaklaşık 15 bin insanı katlettiği ve son zamanlarda Hama, Humus ve Hula başta olmak üzere, her gün artık yüzün üzerinde masum insanı (çocuk, kadın, yaşlı, hasta ayırmadan) katletmeyi sürdürdüğü halde, hâlâ kâfir katil Baas despotizmine ilkesiz, ölçüsüz ve ahlaki olmayan bir destekte ısrar ediliyor.

Halbuki İran yönetimi, Suriye mazlum halkının hukukunu da kendi hukuku gibi kabul eden ümmetçi bir yaklaşım ve kardeşlik duygusuna sahip olsaydı, bu kadar uzun bir süreçte, Suriye yönetimiyle bu kadar içli dışlı bir dostluk kullanılarak, halkın zulümden kurtarılıp daha insanca bir hayata kavuşturulması  için bazı adımlar atılabilir ve zamanla despotizm bitirilerek, halkın kaderi üzerinde söz sahibi olmasının ve Müslüman’ca bir hayata geçebilmesinin önü açılabilirdi. Ama bu akıllarına bile gelmedi. Ve bu konuda hiçbir çaba gösterilmedi ve milyonlarca Müslüman büyük acılar çekmeye devam ettiler, İranlı yönetimlerin gözleri önünde.

Kendisi için, özgürlük, adalet ve bunu sağlayacak İslam devleti isteyen ve bu amaçla Baas rejimine nazaran görece daha ılımlı despot zalim şahlık rejimini yıkmayı başaran İran İslam inkılabı yönetim kadroları, Suriye halkına aynı  hakkı tanımıyor ve onlara zulmeden kafir katil despot rejimi 30 yıl gibi uzun bir süre ısrarla desteklemeye devam ediyor. Yani İslam kardeşlik hukuku gereğince kendisi için istediğini kardeşi için istemekte zaaf gösteriyor. Üstelik kardeş Müslüman Suriye halkının Allah’ın hükmü yerine küfür hükümleriyle yönetilmesine destek verip, küfür sisteminin devrilmesini engelleyerek akıdevi savrulmalar yaşıyor.

Bütün bu yanlışlıklarına, hatalı ulusçu politikalarına rağmen, hâlâ iyi niyetle İran’ın adındaki İslami kimliğe, İmam Humeyni’nin görece daha ümmetçi çizgisine geri dönmesi, Kur’an’ın emirlerine riayetkâr davranması, vahyi ölçülere dönüş yapması, adil şahid olma sorumluluğunu kuşanması  ve bu büyük zulme destekçi olmaktan süratle uzaklaşıp arınma sürecine girmesi için dua ediyoruz. “Bir insanı haksız yere öldürmenin bütün insanlığı katletmek” (Maide 32) kadar büyük bir suç olduğunun, “bir Müslüman’ı kasten öldürenin ise ebedi cehennemlik olduğunun” (Nisa 93) bilincine varıp, bunları yapan kafir bir yönetime açıkça verilen desteğin kendisini de aynı konuma sürükleme tehlikesinden korkup tevbe etmek suretiyle, bölgede hızla tırmanan kardeş kavgası  zeminine katkıda bulunmaktan kaçınması için dua ediyoruz.

 Türkiye AKP Hükümetinin, Çelişkileri, Zaafları, Zikzakları ve Yüklendiği Vebal

 Türkiye yönetiminde yer alan AKP kadroları, yaklaşık 6-7 yıl boyunca Suriye despot rejimiyle çok samimi bir birliktelik oluşturmaya çalıştılar. Neredeyse birleşmeye doğru gidiyor havasındaydılar. Ortak bakanlar kurulu toplantılarına, sıfır sorun politikalarıyla vizesiz geçişe, hatta Erdoğan ile Esed aileleri birlikte tatil yapmaya kadar iç içe sarmaş dolaş olmuşlardı. 

Ama o sıralarda, Baas rejimin baskıları, zulümleri ve işkenceleri devam ediyor, on binlerce Müslüman zindanlarda zulüm altında, 2 milyona yakını da mülteci konumunda değişik ülkelerde büyük sıkıntılar içinde bulunuyorlardı. Bütün bunlar görülmedi. Kendi Baasçılarını, Kemalist darbecileri, Ergenekoncuları  tasfiye etmeye çalıştıkları süreçte bile, Suriye’nin Kemalist darbecilerini baş tacı edip, onlara yönelik ıslah edici tek bir çaba bile göstermediler. Bu süreçte, Suriye Müslüman halkının hukukunu düzeltmeye yönelik hiçbir çalışma, teklif ve uyarıda bulunmayı gündemlerine almadılar. Kendilerini Kemalist Baasçı darbecilerden kurtarmaya çalışırken, Suriye’nin Nusayri Baasçılarına meşruiyet kazandırma, onlara sempati kazandırma çelişkisini yaşadılar. Ancak, Ortadoğu’da ayaklanmalar başlayıp, Suriye’yi de etkileyince bazı reform taleplerini gündem yaptılar, ancak artık geç  kalmışlardı.

Daha sonra da birden, ABD, Batı ve NATO eksenli politikalara doğru hızla kayıverdiler. Bunun sebebi, NATO ve Batı  ittifakı içinde edilgenlikten ve işbirlikçilikten kurtulup özgün politikalar üretmede yeteri kadar inisiyatif geliştirememeleri olabilir. Bu yüzden, Türkiye’deki Batı yanlısı ılımlı  laik-liberal-demokratik değişimin ve modelin öncüsü AKP hükümeti ve Erdoğan, Libya’dan itibaren Batı etkisi altında sürekli zikzaklar çiziyor. Önce “NATO’nun Libya’da ne işi var müdahaleye karşıyım” açıklamaları yapıldığı halde, sonra müdahalenin öncü gücü içinde yer alıp, İzmir üssünü  LİBYA’ya müdahale eden NATO komutanlığına tahsis ediveriyor.

Şimdi ise, artık Türkiye’ye, katil NATO ordusu içinde daha önemli temsili konumlar (Genel Sekreterlik gibi) verilmeye çalışılıyor. Üstelik NATO’nun yeni konseptinde İslam ve Müslümanlar (Radikal adı altında düşmanlaştırılarak) hedef kılınmış bulunuyor. Yakın gelecekte, İslam düşmanı NATO’nun Kara Kuvvetlerinin İzmir civarında konuşlandırılacağı konuşuluyor. Afganistan’daki katil NATO işgalci ordusu içinde asker bulundurma sürüyor ve artık daha bir şevkle savunuluyor. TC Desteğindeki bu katil ordu tarafından her gün onlarca mazlum Afganlı sivil, kadın, çocuk katledilmeye devam ediyor. İsrail’e Gazze’de katlettiği 1500 masum insan için “one minute” tepkisi verilirken, Afganistan ve Irak’ta ABD ve NATO’nun katil ordularınca 2 milyon insan katledildiği ve halen de bu katliamlar devam ettiği halde bir kere olsun herhangi bir itiraz ve eleştiri yükseltilmemiştir. “Masum halkların topraklarını işgal edip, katliam yapmaya son vermezseniz NATO içindeki varlığımı sorgulayacağım” ya da “Afganistan’daki askerlerimi çekeceğim” bile denmemiş, tam tersini daha bir şevkle Batının yanında yer alınıp savunulmaya ve NATO içindeki konum büyük misyon olarak nitelendirilmeye başlanmıştır.

Diğer yandan, Malatya Kürecik, Filistin’deki işgali sürdüren ve giderek genişletmeye çalışan ve mazlum halka yönelik katliamları yapmaya, ambargo ve kuşatmalarıyla zulmetmeye devam eden İsrail’i koruma kalkanının merkezi kılınmış bulunuyor.

Siyonist İsrail’i, İran’ın olmadığını  ve olmayacağını da söylediği nükleer füzelerine karşı koruyacak olan Kürecikteki NATO füze kalkanı, neden İsrail’in var olan yüzlerce nükleer başlıklı füzelerine karşı, hem de İsrail terör devletinin sürekli İran’a saldıracağını  açıkça söylemesine ve bu konuda yüzlerce sabıkası olmasına rağmen İran’ı da korumaya almıyor? Türkiye, bu konuda İran’a karşı saldırgan İsrail, ABD ve NATO katillerinin işbirlikçisi olmayı kabul etmiştir. İran yerine olsanız ne yapar ve nasıl tepki verirsiniz? Adil şahid olma iddiasında olanların, Suriye despot katil rejimini desteklediği için İran’ın karşısında uyarıcı  bir tavır koyması, eleştirmesi ve kınaması gerektiği gibi, bu konuda da haklı olan İran’ın yanında yer alması  ve Türkiye hükümetinin bu işbirlikçiliğini ve zulme payanda olmasını  kınaması gerekmez mi?

Üstelik Türkiye AKP hükümeti, Mavi Marmara katliamı, Gazze katliamı ve ambargosu konusunda tek bir özür dileyici ve düzeltici adım atmadıkları halde, İsrail’i İran’a karşı koruyucu kalkan Küreciğe yerleştiriliyor. Tıpkı “One miniute” dedikten sonra, hiçbir taviz almadan, Gazzeye yönelik ambargoyu kaldır talebi gibi basit bir talepte bile bulunmadan, İsrail terör devletinin 20 yıldır kapısında beklediği OECD üyeliğini hediye olarak onaylamaktan çekinmediği gibi.

Bugünler Mavi Marmara katliamının yıldönümü. Bu vesileyle aziz şehidlerimize rahmet diliyor, katilleri ve işbirlikçilerini lanetliyoruz. İki yıldır komadan çıkamayan Uğur Süleyman kardeşimize de dua ediyoruz. Rabbimiz onurlu ailesine sabır ve güzellikler yağdırsın, kendisine de dünya ve ahreti için en iyi ve en güzel olan sonucu takdir etsin inşallah.

Bir başka dikkat çekici hususu daha vurgulamak isterim: NATO’nun İslam düşmanı emperyalistlerin katil silahlı  gücü olduğu ve Afganistan’da nasıl bir vahşeti, nasıl bir ahlaksızlığı ve nasıl bir insandışılaşmayı temsil ettiği, bölge halkının ödediği acı faturalarla apaçık ortaya çıktığı halde, hata en son Libya’da nasıl hukuksuzluklara, katliamlara imza attığı görüldükten sonra, Erdoğan, Suriye sınırındaki bir iki küçük sınır ihlalini bile hemen NATO’yu müdahaleye çağırmaya ve 5. Maddenin işletilmesini istemeye vesile kılabiliyor.

Bir hafta içinde arka arkaya iki emperyalist toplantı Türkiye’de gerçekleşiyor

1 – 31 Mayıs günü gerçekleşen BM gözetiminde Türkiye ve İspanya Başbakanlarının eş başkanlığını  yaptığı “Medeniyetler Arası İttifak” toplantısı:  İslam adına, resmi alanda yaşanan batı ile uzlaşma çabaları, bu toplantılarla sürdürülüyor. Laik Kemalist Batıcı, İslami kimlik, tesettür ve İslam şeriatıyla savaşmayı, şimdi de bizzat Erdoğan’ın ağzından kamu alanından Allah’ın hükümlerini dışlamayı esas almış, üstelik bu tercihini meşru sayan bir Türkiye, nasıl oluyor da İslam medeniyetini ve İslam’ı temsil iddiasıyla Batı medeniyetinin karşısında masaya oturabiliyor? Ama maalesef uzun süredir bu konuda da, Müslümanlarda bir suskunluk var. Kimse bu aykırılığa, İslam’ın İslami olmayan, laik liberal demokrat olan bir devletçe temsiline karşı itiraz etmiyor.

Beşir Atalay bu inisiyatif hakkında şunları  ifade ediyor: “BM inisiyatifi olan bu proje 2005 yılında Türkiye ve İspanya'nın eş başkanlığında başlatılmış olup…  İttifakın bugünkü dostlar grubu, 108 ülkeyi ve 23 uluslararası  ve bölgesel örgütü içermektedir. Bu kadar küresel bir proje haline gelmiştir''. ''Medeniyetler İttifakı Girişimi'nin birinci misyonu, kolektif bir siyasi irade oluşturmak, kültürler arası  anlayış, ülkeler halklar ve toplumlar arası işbirliğini geliştirmeyi amaçlayan bir ortak eylem örgütlemektir. Özellikle odaklandığı  nokta, batılı ve Müslüman toplumlar içinde ve arasındaki ilişkileri geliştirmek, süregelen gerilim ve anlaşmazlıkları gidermektir.”

Sivil alanda ise, “Dinler Arası Diyalog”  çalışmaları aynı hedefe yönelmiş, dinler ve kültürler arası uzlaşmayı hedeflemiş bulunuyor. Ancak nedense, bu iki inisiyatifin toplantıları sonunda, bgüne kadar tek bir kez dahi, Afganistan, Irak, Çeçenistan, Filistin, Pakistan, Somali, Sudan, Bahreyn, Yemen ve Suriye’deki katliamları durdurmaya ve despot yönetimleri, işgalci ABD; Batı ve NATO’nun katil ordularını kınayıp mahkum etmeye ve dünya kamu oyunu mazlum halklardan yana olmaya çağıran bir ortak açıklama yapılmadı, yapılmıyor, yapılmayacak. Bir kez olsun, bu işgalleri ve katliamları  gerçekleştiren emperyalist devletler ve NATO benzeri katil orduları,  “insanlık suçu işlemekle, soykırım yapmakla” suçlanmıyor ve bu büyük zulümlerinden vazgeçmeleri gündeme getirilmiyor, dünya kamu oyu bu işgal, istila, sömürü ve zulümlere karşı ayağa kalkmaya teşvik edilmiyor, çağrılmıyor. Sanki bütün dünya güllük, gülistanlıkmış gibi farklı dinlerin din adamları, kanaat önderleriyle bir araya gelinip barış şarkıları söyleniyor. Yapılanların hepsi, dünya kamu oyunu aldatmaya yarayan, emperyalistlerin ve emperyal projelerinin de işine gelen göz boyama ve oyalamadan ibarettir.

2 – Diğer toplantı ise, 7 Haziran'da İstanbul'da düzenlenecek bakanlar düzeyindeki Terörizmle Mücadele Küresel Forumu toplantısıdır. Gazete haberlerine göre, “Türkiye ABD ile köktendinci avına çıkıyor! Türkiye ve ABD, Arap Baharı  çerçevesinde otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş başlatan ülkelerde 'terörle mücadele' amacıyla yeni bir girişim başlatıyor. Diplomatik kaynaklara göre, Küresel Terörizmle Mücadele Forumu olarak adlandırılan yeni girişim, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton eş başkanlığında BM 66. Genel Kurulu marjında 22 Eylül'de yapılacak toplantıyla başlayacak ve bu süreç ileriki dönemlerde de sürecek. Hillary Clinton, Libya, Mısır, Tunus gibi otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş  sürecindeki ülkelerde kökten dinci terörist olduğu iddia edilen kişileri engellemek amacıyla başlatılan forum çerçevesinde militanların takibinde strateji paylaşımı, bu ülkelerdeki tehdit ve zafiyetleri belirleme konusunda beraber çalışılacağını ifade etmişti.”  (Kaynak: AA)

İşte NATO başta olmak üzere, ABD, AB ve diğer uluslararası kuruluşlarla gerçekleştirilen tüm ilişkiler, AKP hükümetinin, nasıl bir emperyalist işbirliği içinde olduğunu ve bölgenin Müslüman halklarına neler kaybettireceğini ortaya koyan önemli göstergelerdir.

Suriye konusunda dünyanın tutumu

Son günlerde Humus’un Hula isimli ilçesinde çok büyük ve vahşi bir katliam gerçekleştirildi. Baas-Esed cuntasının askerleri ve Şebbiha isimli çeteleri tarafından vahşice katledilenlerin çoğu çocuk ve kadınlardan olmak üzere 76 insandı. Ayrıca Hama’da 19 kişi katledilmişti. Halep, Dera, Kuneytra, Tartus, Lazkiye ve Şam’ın banliyölerinde işlenen cinayetlerle birlikte toplamda bu Cuma 115 insanın ölümüyle bitti. Elektrik, su, gıda, ilaç, doktor ve daha pek çok zaruri ihtiyaçtan mahrum bırakılmış ve kendini savunacak silahlardan da mahrum bir halk topyekun yok edilmeye çalışılıyor. Hem de tıpkı, Sreprenitza’da olduğu gibi BM gözlemcilerinin gözetimi altında yaşanıyor bu acımasız katliamlar.

Suriye’de artık her gün yüzü aşkın insan katlediliyor ve tüm dünya uzun süredir seyrediyor. Üstelik artık günde yüze yakın insanın katledilmesi, fazla dikkati çekmeyen ve tepki görmeyen, utandırıcı bir sıradanlaşmaya muhatap olurken, sadece bir köyün ya da kentin toptan haritadan silinmesine yönelik zulümler tepki alabilmektedir. Yeni yeni utanma belası ve dünya kamu oyunu aldatmaya yönelik olarak bazı ülkeler Suriye elçilerini sınır dışı etmeye başladılar. Bunca katliama karşılık bunun ne anlamı var? Neden uluslararası kuruluşlar kuruluş  gayelerine uygun yaptırımları karara bağlamıyorlar? Uluslararası  toplum ise sadece açıklamalar yapmak dışında hatırı sayılır hiçbir şey yapmadı. Hatta uluslararası toplum ekonomik yaptırımlara Irak, Lübnan ve Rusya’nın uymadığını biliyor. Esad rejimi hâlâ silahlanıyor ve bu ülkeler kanalıyla işlerini yürütüyor.

Libya konusunda, Rusya ve Çin’i bazı imkanlar karşılığı olarak da olsa ikna edenler, burada aynı şeyi yapmayarak, Rusya ve Çinin vetosunu bir mazeret olarak kullanıyorlar. Çünkü bölge halklarının kendilerine her bakımdan muhtaç  hale gelmeleri için iyice ezilmelerini, ülkelerinin tarümar olmasını  ve kapitalizme yeni kazanç kapılarının açılmasını  ve halkların liberal laik demokrat batı yanlısı rejimlere razı olmasını bekliyorlar. Küresel kapitalist sistemin siyasal ve ekonomik modeline razı hale gelmelerini temine çalışıyorlar.

Silahlı müdahaleyi bölge halkları da istemiyor, ama onlar bunu da istemelerini bekliyorlar. Bu sebeple, silahlı  müdahaleye gerek kalmaksızın Baas rejimini pes ettirecek yaptırımların kararlarını almaktan bile imtina ediyorlar. BM Güvenlik konseyi yaptırım kararını bırakın, katliamları kınama kararı  bile alamıyor.

İran, Türkiye ve Bölge Müslümanların Sorumlulukları

Bu kadar açık bir zulüm ve emperyalist oyun karşısında, İran, zalimin safında yer almaktan ve kendisinin de kaybedeceği sonuçlara yol açacak biçimde emperyalist orduların bölgeye gelmesine zemin hazırlamaktan vazgeçmelidir. Türkiye’de NATO’nun ve ABD’nin, Batının katil ordularının Afganistan, ırak ve Libya’da nasıl katliamlara ve yıkımlara yol açtığı gerçeğini unutarak, ikide bir NATO’yu göreve çağırmak aymazlığından, işbirlikçiliğinden utanmalıdır. Hele de Türkiye’deki generallerin neredeyse büyük ekseriyetinin Baas zihniyetine sahip olduğu gerçeğini hatırlamalı  ve böyle bir savaş halinde NATO’nun da askeri olan bu generallerin askeri vesayet rejimini tekrar kurup, bizzat AKP kadroları başta olmak üzere bu toplumun dindar insanlarına çok büyük acılar yaşatabilme potansiyel tehlikesini teşkile devam ettiklerini göz ardı etmemelidirler.

İnsafsız bir avcı gibi pusuda bekleyen Batı emperyalizminin tuzağını, oyununu boşa çıkarmak, oldukça geç kalınmış olsa da, hâlâ elleri Suriye halkının kanına bulaşmış İran ve Türkiye hükümetlerinin elindedir. Yaptıkları yanlıştan dönüp ele ele verip zalim yönetimi başına gelecek büyük felakete karşı uyararak ikna edebilirler ve böylece emperyalist müdahaleye gerek kalmadan sorunu çözecek ortak bir projeyle halkın iradesini serbestçe kullanarak kaderi üzerinde söz sahibi olmasının zeminini hazırlayabilirler. Böylece hem giderek bir mezhep çatışmasına ve bölünmeye kadar gidebilme tehlikesinin baş gösterdiği ortamı da bu barış zemininde yumuşatabilirler, hem de bölgenin zulme uğrayan halklarının zor durumda kalarak batılı emperyalistlerin kucağına düşmesini engelleyerek emperyalist yönlendirmeleri boşa çıkarmış olurlar. Bunu başarmaları halinde, belki de bugüne kadarki haksızlıkları sebebiyle kendilerine karşı duyulan kinin, öfkenin bir nebze de olsa yatışmasına da zemin hazırlamış olurlar.

Aksi takdirde, bu ahmakça politikalar, ulusal çıkar ve mezhepçilik putları uğruna yapılan büyük yanlışlar sonucunda, Allah korusun, bölgemiz, mezhep çatışmaları da dahil büyük bir savaşa sürüklenebilecek, büyük kan akıp, herkesin kaybettiği bir ortamda da, el altından buna sebep olmuş emperyalist devletler bölge halklarını kurtarmak gibi kamuflajlar altında bölgeyi işgal edip, İsrail’in de arzu ettiği istikamette bölgeyi yeniden şekillendirip, hegemonya ve sömürülerine yol açacak yeni bölge düzeninin kuracaklardır. İnşallah Allah, bölge yönetim kadrolarının bu ahmaklıkları, beyinsizlikleri yüzünden bütün bölge halklarının büyük acılar çekeceği bu kötü senaryonun gerçekleşmesine fırsat vermez. Bunun için hepimizin sorumlu olduğumuzu unutmamalıyız. İtiraz eden, mazlumun hukukunu savunan, zalimleri ve işbirlikçilerini uyarıcı, bölge insanına ve İran ve Türkiye’ye tehlikeyi hatırlatıcı  sesimizi yükseltmeli ve yanlış politika sahiplerini uyarmalı, hepimiz, zalimlere karşı mazlum halkların yanında yer almalıyız.

Türkiye’de Yandaş medyada Akredite Olan “İslami Kuruluşlar”ın Sorumluluğu

Bizler de susarak, adil şahidlik sorumluluğumuzu yerine getirmeyerek, aynı zulmün dolaylı destekçileri konumuna sürüklenmekten kaçınmalı, aksi takdirde bizim de hesap günü zorlanacağımızı unutmamalıyız. Suriye üzerinden bağnaz taraflar haline gelmeden, emperyalizmin işine gelecek cepheler halinde parçalanmadan, bir kavme olan kinimizin bizi adaletsizliğe sürüklemesine fırsat vermeden adil şahidler olmaya çalışmalıyız. Mümkün olduğunca, oluşan tarafları da anlamaya çalışarak, her tarafın doğrularını destekleyip yanlışlarına karşı  çıkarak, cepheleşmelere engel olmaya ve yaşanan büyük zulmün sona erdirilmesine katkı sunmaya çalışmalıyız.

Özellikle, sistem içi demokratikleşmeye aktif destekçi rol aldıkları için yandaş medyada akredite olan ve bu sebeple yaptıkları çalışmalar haber yapılarak kamu oyu oluşturma imkanına sahip bulunan, kendilerini “İslami Kuruluşlar” olarak tanımlayan çevreler; yazarlarını, aydınlarını, akademisyenlerini, kanaat önderlerini bir araya getirerek, hep birlikte İran ve Türkiye hükümetlerinin kapılarına dayanarak büyük sorumluluklarını ve ağır veballerini hatırlatan ciddi sesler vermelidirler. Bu ateş bölgemizi kuşatmadan, emperyalistler bu sefer de kurtarıcı rolünde bölgemize gelmeden, bu sorumluluk yerine getirilmeli, gerekirse bu heyet Tahran’a medya eşliğinde gidip, bu ağır vebali yüklenmemeleri konusunda İran hükümetini ve Ankara’da da AKP hükümetini İslam dünyası önünde baskı altına almalıdırlar

.Halklar Kaderleri Üzerinde Söz Sahibi Olmalıdır

Biz Müslümanlar, Allah’ın sosyal yasası  gereğince toplumların kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olmasını,  özündekini değiştirmesine paralel olarak Allah’ın takdiriyle yeni durumlara ulaşmasını sağlayacak bu yasanın işleyişinin önünü açık tutacak görece de olsa adalet ve özgürlük vasatına sahip kılınmasını isteriz. Bu bağlamda, despotların, oligarşik zorbaların halkın iradesini baskı altına alarak ipotek koymasına, topluma tepeden ideoloji ve model dayatılmasına karşı çıkarız. İsteriz ki, toplumlar özlerinde var olanı özgür iradeleriyle hangi istikamette değiştirirlerse, onlara layık olacakları  o sistemin Allah tarafından takdir edilmesine dair ilahi yasa, hiçbir zorbanın ipoteği, vesayeti ve engeli olmadan işlesin.

Toplumlar, ister zulümatın/karanlıkların koyu tonlu kulvarlarından gri tonlarına doğru değişip buna layık olsunlar, isterse de zulümatın bütününü reddedip Nur’a (aydınlığa) sıçrama yapan köklü bir inkılabı yaşayarak İslami adalet sistemini hak etsinler. Sonuçta da, imtihan dünyasında bu konudaki ilahi yasanın işleyişiyle, lâyık oldukları yönetime, hiçbir zorbanın engellemesi olmadan, özgür iradeleriyle yapacakları  tercihle kavuşabilsinler. Bu bakımdan, şedid zulüm ve katliamların sürdüğü süreçlerde, öncelikli sorumluluğumuz, zalime karşı mazlum halkların, imtihan dünyasında tercihlerini özgürce yapacakları  adalet vasatına kavuşturulması, zulüm altından kurtarılarak, Allah’ın tüm kullarına lütfettiği temel haklara kavuşturulmalarıdır.

Bizler Mazlum Halk Gayrimüslim, Zalim Kendini İslam’a Nispet Eden Kadrolar da Olsa, Yine de Zalime Karşı Mazlum Halkların Hukukunun Savunucusu Olmakla Mükellefiz

Mevcut daha zalim statükonun büyük, derin, şedit ve yaygın zulmü ve daha hoyratça, daha azgınca sömürüsü, işkenceleri, katliamları ve halkın kaynaklarını çalarak geniş kitleleri fakirliğe, açlığa mahkum etmesi açık bir gerçekliktir. Muhalefetin içinde, laik, liberal, sosyalist ve gayrimüslimlerin de olduğu iddia edilerek, desteklediğini muhalefet de liberal demokratik Batı yanlısı bir sistem kuracak denilerek, mazlum halka destek vermemiz sorgulanmaya kalkışılıyor. Bilinmeli ki, biz mazlum kim olursa olsun mazlum halkların hak ve hukukunun savunucusu, zalimin de hasmı konumunda bulunmakla mükellefiz. Bizler adil şahid olmakla görevli Müslümanlar olarak, hiç kimseye zulüm ve katliam yapılmasına razı olmayız. Hatta Suriye yönetici kadroları  Müslüman olduklarını söyleseler ve namaz kılsalardı, ama zulme sapıp kafirlere de zulmetselerdi, kendini İslam’a nispet ettiği halde gayrimüslimlere zulmeden bu yöneticilere karşı çıkıp mazlum gayrimüslim halkların hukukunu adaletle savunurduk.  

Allah herkesin Rabbidir  ve herkese adaletle muamele edilmesini emredip, her insanın imtihan dünyasında kendisini özgürce gerçekleştirmesi için lüzumlu adalet vasatını ve temel hakları güvence altına alan hükümler vazetmiştir. Bu sebeple İslam’a göre, Hak’kı temsil edenlerin, hakkın hükmüyle adaletle yönetenlerin, batıl kesimler üzerinde velayet/yönetme hakkı  vardır. Ancak batılı temsil edenlerin Müslümanlar üzerinde velayet/yönetme hakkı yoktur. Çünkü Müslümanlar, gayri Müslimlerin de Rabbi olan Allah’ın, onların da hukukunu ve imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirmelerine fırsat veren temel haklarını, dini özgürlüklerini güvence altına alan adil hükümleriyle hükmedecek, yöneteceklerdir.

Allah, imtihan sebebiyle, “dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin” diyerek, kullarını dünyada serbest bırakmış, yanlış tercihin hesabını ahrette soracağını  bildirmiştir. Dünyada ise, inkar eden kullarının da adaletle muamele görmelerini sağlayacak adil hükümler vaz etmiş ve bu adaleti ikame etme sorumluluğunu da mü’min kullarına yüklemiştir. Bu sebeple, mü’minler Allah’ın hükümleriyle yönettikleri zaman, herkese adaletle davranacaklardır. Batıl din ve ideolojilerin müntesipleri yönettikleri zaman ise, heva ve zannın ürünü ve egemen olan grupların çıkarlarını gözetme zaafından hiçbir zaman kurtulamayan ve şirk olması hasebiyle en büyük zulüm olma vasfını taşıyan adaletsiz beşeri yasalarla yöneteceklerdir. Bu sebeple, gayrimüslimler, İslami adalet sisteminde, kendi sistemlerinde bile bulamadıkları sahici bir adalete kavuşacaklardır. İşte bu hakikati de tüm dünya insanlığına iyice anlatmalı ve bu adaleti temsil eden doğru şahidlikler yapmalıyız.

Bölgemizde Adil Bir Model Oluşturarak, Fıtri Bir Adalet Arayışıyla Tüm Dünyada Meydanlara Çıkan Mustaz’af Kitlelere, Vahyin Adil Şahidliğini Yapmalıyız

Bir yandan, yaşanan bu büyük zulmün sona ermesi için, zalim katil ve kafir Baas rejimine ve benzeri despot rejimlere karşı, bölgenin hak ve adalet için ayaklanan mazlum halklarının yanında yer almaya devam edeceğiz. Diğer yandan, emperyalist tuzak, oyun ve projeleri, planları deşifre ederek bozmaya çalışmak için çaba gösterirken, ayaklanan kardeş halkları ve öncü  Müslüman kardeşlerimizi de bu konuda uyarıp, Kur’ani istikameti göstermeye yönelik çabalarımızı sürdüreceğiz. Ayrıca, bütün bölgemiz halklarına ve dünya insanlığına; zulümden, fesaddan kurtuluşun, hak ve adalete kavuşmanın ve izzete ulaşmanın yolu olan Kur’ani inkılaba, tevhidi dönüşüme ve Kur’an nesli projesine dikkat çekmeye ve bu hususta üzerimize düşeni yapmaya devam etmeliyiz.

İslam coğrafyasında farklı mezhep ve anlayışları; öncelikle bölgemize egemen olan zulme, despotizme, adaletsizliğe, hukuksuzluğa, ifsada ve emperyalizme karşı güç birliği yaparak mücadele etmeye, kendi aralarında ise, iyi komşuluk ilişkileri ve barış içinde yaşamaya, aralarında adaleti ikame etmeye çağırmalıyız. Zamanla, Kur’an ve sünneti belirleyici kılan bir anlayışla, dinin sabitelerinde ve Kur’ani akıdede kardeşleşmeye doğru adımlar atmalıyız. Bölgenin kendini İslam’a nispet eden farklı kesimlerini, tarihsel süreçte üretilmiş farklı ipleri bırakarak, hep birlikte ve topluca Allah’ın inzal edilmiş ipi olan HABLULLAH’a tutunmaya çağırmalıyız. Öncelikle yüz yıllardır terk edilmiş bıraktığımız Kur’an’a ve Resulün sahih sünnetine dönmeli, çağımızın Kur’an neslinin yetiştirerek, bu neslin öncülüğünde ümmeti ilk Kur’an neslinin örnekliğinde vahiyle yeniden inşa etmeliyiz. Böylece ortak Kur’ani akıdede kardeşleşerek bölgenin ve tüm insanlığın muhtaç olduğu İslami adalet devletini kurmalıyız.

 Dünya insanlığı büyük bir bunalımdan geçiyor. Mustaz’af büyük kitleler, can havliyle fıtri bir arayışla “başka bir dünya mümkün” sloganıyla meydanlara fırlayıp adalet arayışı içinde zulüm sistemine baş kaldırıyorlar. Ama modern paradigmanın kodlarıyla kuşatılmış sekülerleşmiş  zihinleriyle bu yeni âdil dünyayı üretemiyorlar. Çünkü  vahiyle bütünleşmeyen fıtrat, tek başına bütüncül ve sahici adaleti üretemez. Onun için bu sorumluluk, vahiyle fıtratı  buluşturan Mü’minlere aittir.

Dünyanın ekonomik ve siyasi krizlerle sarsıldığı, sosyalizmi ve kapitalizmi, laikliği ve demokrasiyi üretmiş olan modern seküler şirk paradigmasının iflas ettiği, oluşturduğu zulüm ve sömürü bataklığında bunalan dünya insanlığının fıtri bir adalet ve özgürlük arayışıyla meydanları doldurduğu bu süreçte, konjonktürel şartlar ve tarihi gelişmeler, insanlık için tek kurtarıcı mesajı ve bütüncül sahici adaletin ölçüsünü ihtiva eden İslam’ı alternatif olmaya zorluyor. Evet tüm bu küresel gelişmeler adeta İslam’a alan açıyor, Kur’ani inkılabın zeminini hazırlıyor. Adeta tarih, bir yandan İslam’ı alternatif olmaya zorlarken, bir yandan da insanlığın gündemini de İslam’a doğru yönlendiriyor. Yeter ki, hidayet rehberi Kur’an’ın mesajını insanlığa sunmak üzere, Peygamber (s)’in bize şehid/şahid/örnek/model olduğu gibi, bizler de takvamızı kuşanıp, hakkıyla cehd ve gayret göstererek, insanlığa şehid/şahid/model olacak güzel, ilkeli, onurlu ve ahlaklı bir örneklik oluşturabilelim.

 Eğer bizler ilk neslin yaptığı gibi samimi bir teslimiyetle Kur’an’a topluca sarılarak, ortak akıdede vahdet oluşturarak, Allah’ın dininin yardımcıları ve Hizbullah olma vasfını kazanarak vaat edilen ilahi yardımı üzerimize celp edecek sorumluluklarımızı yerine getirebilirsek, inşallah Allah’ın rahmeti ve yardımı üzerimize yağacak, bu zillet ve mağlubiyet sona erecek ve ilk dönemdeki izzetli günler yine gelecektir. Rabbimiz, bu konuda üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmeyi ve mübarek rızasını kazanmayı hepimize nasip etsin. Bizleri mü’min olarak yaşatsın, mü’min olarak öldürsün inşallah.