Şahin ÖZDAŞ

01 Haziran 2018

TULUAT

Allah (cc) ecelini (zamanını) hayırlı ve uzun, ecrini de bol eylesin. Ahmed Kalkan hoca: “Gardiyanınız çatık kaşlı mı olsun, yere bakan yürek yakan cinsten mi? Boş verin zindandan çıkış yolu aramayı; siz gardiyanlarınızı seçin. Seçme hakkı senin. Aman ha birini seç, berikini seç, yoksa ötekisi gelecek. Seç, demokrasiye alternatifi düşünme! Düşünmeyin! Düşünmek sizin işiniz değil, acele karar verin, daha doğrusu sizin adınıza karar verenlere uyun, uyuyun. Allah’a isyan edeceksiniz, tamam da; baskı ile mi isyanı tercih edersiniz, ikna edilip razı edilerek mi; seçim sizin. Halkı kim daha çok oyalıyor, o daha çok oy alıyor. Ver oyunu gör oyunu!” diyerek, sağ olsun ne kadar da ufuk açıcı ironiler yapmış.

Evet, uyumak, uyutmak, oy almak, oyalamak adeta “tuluat” oyunu. Edebiyatta bir tiyatro türünün adı olan “tuluat” doğaçlama, doğmalar, doğuşlar gibi manalara gelir. Seçilen belli bir konuyu, önceden yazılmış herhangi bir metne dayanmadan, sahnede akla gelen sözlerle işleyerek canlandırma esasına dayanan bir oyun şeklidir. Oyun sahnede, anında buluşlarla ilerler ve neticeye ulaşır. Tuluatın güç ve ilham kaynağı; halkın geleneksel alışkanlıkları, görenekleri, cezp edici sözleri, türbeleri ve törelerinden alınır. Halkı güldürmek, eğlendirmek, üstündeki stresi atmak, zulmü unutturmak ve dahi halkı “uyutmak” için kullanılan bir orta oyunudur. Tuluatta oyuncular, demokraside ise siyasetçiler, seçilen konu ile ilgili konunun akışına uygun olan söz, tavır ve hareketleri ağız ve el çabukluğuyla hemencecik “sahnede” buluverir ve sahneye koyuverirler. Görüntü kirliliği olmasın diye de açık arazide oy-unlarını icra içinde, ezan okunurken sözlerini durdurup dinleyicileri hemen “uyutuverirler!” Taşıdığı özellikler ve motifler bakımından tuluatı demokrasi tiyatrosu, demokrasiyi ise tuluat oyunu olarak değerlendirmek mümkündür.

Ünlü tuluatçı Kel Hasan bir gün sahneye yeni bir oyun koymaya çalışıyormuş. Stajyer olan bir gence de rolünü tarif ediyormuş: “Ben bir elimde teneke, bir elimde süpürge sahneye çıkarım. Arkasından süpürgenin sapı ile senin sırtına beş-on tane vururum. Sonra beline bir tekme, yüzüne okkalı bir tokat…” Stajyer genç daha fazla dayanamayıp sormuş: “Peki efendim demiş, tamam anladım da ben ne yapacağım?” Kel Hasan, kendine has siyasetçi üslubuyla şu cevabı verir: “Sen mi? Sen hiçbir şey yapmayacaksın. Halk bizi alkışlayacak, biz yeniden başlayacağız…”

Galiba babam da siyasetten az çok anlıyordu. İran’a sınır olmamız hasebiyle çocukluk yıllarımda köydeki evimizin iki odalı duvarlarından birine, İran’dan getirilen “şahmaran”, birine “şahmaral”, diğer birine ise “şahinşah”ın resimleri büyükçe kilimler üzerine dokunmuş bir şekilde evimizin duvarlarına asılmış, evimizi süslemişti. Hele o heyecanla dinlediğimiz, bizleri “uyutmak” için, babamın bir siyasetçi üslubuyla okuduğu cenk hikâyelerinin başına Hz. Ali ismine atfen “şah-ı merdan” (mertlerin şahı) isminin getirilmesi babamı pek gururlandırırdı. Acep, ismimin “Şahin” konulması, babamın bu isimlere duyduğu özlemden kaynaklanmış olmasın? Zaten, 14 kardeşi okutmak ve “uyutmak” da her siyasetçinin harcı olmasa gerektir.

“Şahmaran”; saçları sarışın, genç bir kızın kuyruğunda dokuz yılanbaşı hepsinin de ağzı açık, insanı yiyecek gibi bakıyorlar, sanki hemen “ya sev ya da evi terket” diyecekler gibi korkunç bir vaziyet. “Şahmaral”; güzel bir akarsu başında yavru geyiklerin (maral) su içişi, anne geyik havayı koklar gibi yukarı bakar vaziyette, etrafı gelecek tehlikelere karşı (ümmetinin imamı, anası, halifesi pozisyonunda) yavrularını kolaçan etmesi. “Şahinşah (Kralların Kralı)resmi de; İran’da inkılap gerçekleştiren imam Humeyni’nin çürüğe ayırdığı sakıt “Şah M. Rıza Pehlevi’ninaile resmi. Rıza Pehlevi’nin üçüncü ve son karısı “Şahbanu (Farah Pehlevi)hatunun ve uşaklarının resimleri büyükçe bir kilim üzerine dokunmuş olarak evimizin duvarına asılmış halde ne işi vardıysa! Yoksa bu da bizi uyutmak için miydi? Hala daha anlamış değilim. Babam bu resme baktığında “Avrada bak! Bir de yanında tertemiz giyinmiş uşaklarına bak! Avrat var, arpa unundan aş yapar; avrat var buğday unundan keş yapar”derdi. Tuluat oyunlarındaki veciz sözleri de pek sever, yürekten bağlandığı “demirkırat (demokrat)”  partisinden de asla vazgeçmezdi. Her ne zaman parti geçmişinden bir hikâye anlatmaya başladığında sözlerine “zamanın bahrinde (denizinde)” diye başlardı. Zannedersem “dehrinde” deseydi başlangıç cümlesine daha uygun düşebilirdi. Çünkü dehr: Başı sonu belli olmayan zamanın bütününe verilen addır.

Çocuklarım anne tarafından Denizlilidir. Orada ölen birine “ıramatlık” derler. İşte benim tek parti dönemini de gören ıramatlık babam kitap okumayı pek severdi. Kur’an-ı Kerim’den hemen hemen her gün bir cüz kadar okumasından daha ziyade İran menşeli Farisi dilde yazılmış bolca İsrailiyat ve hurafelerle dolu kitapları heyecanla okurdu. Hele o ballandırarak demirkırat (demokrat) partisini anlatışı vardı ya apayrı bir âlemdi. Yol bilmez, iz bilmez okur-yazar olmayan anacığımı bile “demokrat” partili yapmıştı. Adnan Menderes’e olan bağlılığı yaşlılığında “çoban sülüde” daha da pekişmişti. Zaman zaman “At” tarafından çifte yemesi bile babamı uslandırmamıştı. Gerçi “Şahbanu” hatunu tanıdığı kadar “Nazmiye” hanımı pek tanımazdı, tanısaydı acep onun için ne derdi? Bazen de (demokrat partisinin devamı olarak bildiği ‘At simgeli’ Adalet Partisi için)“bak oğlum” diye söze başlardı; “Demirkırat partisinin başındaki Demirel; demir gibi sağlam aynı zamanda dini bütün, çok mübarek bir zattır ha! Demirel bize Cenabı Huda’nın bir ihsanıdır. Nankör olmamak lazım” derdi. Derdi demesine de, “kolaylaştırılmış olan Kur’an’ın” anlamıyla buluştuktan sonra çoktan “nankörlüğüm” başlamıştı bile.

Evet, şahlardan bahsedince aklımıza neler gelmiyor ki; 1 Şubat 1979’da milyonların katıldığı bir karşılamayla İran’a dönen imam Humeyni İran tarihine yeni bir sayfa açıyordu. Kendi egemenliklerini mazlum insanlara karşı silahıyla, servetiyle, şanıyla, şöhretiyle kabul ettirmek ve kendilerinin karşı konulamaz üstünlüğünü ispatlamak derdinde olan güç sahibi kral şah ve generalleri İran halkının şereflilerini zelil etmeyi kendilerine hedef edinmişlerdi. Bu bilinçle ülkesine dönen Humeyni, Şahı ülkede yakalayamamış amma Şahın kaçamayan generallerini hava alanında yakalayıp astırmıştı. (Bizim 28 Şubatçıların kulakları daima çınlasın, onlar müebbet hapisle serbest” (ne tuhaf, anlaşılmayan bir cümle!) Gerçi Şah paçayı sıyırmış, nafile bir çaba ile ülkeden kaçarak ABD’ye sığınmıştı (dikkat! Şeytan her zamanki gibi, o günlerde yine görevde), iki hafta sonra İran’da hükümetten destek alan gruplar ABD Büyükelçiliğini basarak 50’den fazla Amerikalıyı rehin almış ve rehinelere karşılık Şah Rıza Pehlevi’nin İran’a iade edilmesini istemişlerdi. Bu isteğin kabul edilmemesine karşın, ABD’den ayrılarak Panama’ya giden Şah, Enver Sedat’ın çağrısı üzerine Kahire’ye geçmiş ve 1980 yılında pespaye bir durumda orada ölüp gitmişti. Bunları niçin anlattım? Tabi ki hariçten gazel okumak için değil, sadece Nâbi’nin gazeli için: “Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz. Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz. Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde. Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz.

Oy, uyutma, uyuklama, siyaset, şah, at, silah, avrat, demokrat derken yine dönüp geldik nemenem demokrasiye. Hani doğuştan kör olan birine ‘Kuğu’dan bahsetmişler ya! İşte, “Kuğu şöyle güzeldir, böyle zariftir, böyle bembeyazdır.” Adam beyaz rengin nasıl bir şey olduğunu görmediği için, biraz ‘tarif’ edilmesini istemiş. Karşı taraftakiler de, “beyaz, yani kar gibidir işte” demişler. Adam, kar da görmemiş ki. Yine anlamayınca “tıpkı beyaz bulutlar gibi” demişler. Adam sormuş; “bulut nasıl bir şey?”,“tarladaki beyaz pamuklar gibi” diye cevap vermişler. “Peki, pamuk nasıl bir şey?” deyince, bu kez de “Kuğu gibi” cevabını vermişler. Yani dön babam dön Kuğuya gelirsin. Bir insan renkleri hiç görmemişse, bilmiyorsa o insana Kuğuyu nasıl anlatacaksın? “Döner döner, Kuğuya gelirsin.” Hatta bizimle aynı havayı teneffüs edenler demokrasi ile tanışmışlar,  yaşamışlar ve biliyorlar da, kör de değiller. Ne demişler? “görenedir görene, köre nedir köre ne?” Biz yine de demokrasiyi anlatmaya devam edelim.

Demokrasi; “demos-kratos” sözcüklerinin birleşiminden oluşmuş “halk hâkimiyeti” anlamına gelir. Bu kelime dilimize yabancı olup, lügatimize sonradan girmiş, bize kadar gelmiştir. Demokrasi; insan fikrinin ve zihninin mahsulü olup toplumu yönetmek için oluşturulan bir felsefenin adıdır. Sahipleri onu belli bir müsemmanın adı kılmış, kendilerinde bilinen bir anlam için seçmişlerdir. Dolayısıyla her ne kadar günümüzde demokrasi için halkın, halk tarafından halk için idaresidir diye bir tanım yapılmışsa da, asıl olan bizim demokrasiden ne anladığımızdır. Demokrasi denilince kısaca aklımıza gelen; ya halkın yönetimi, ya halkın efendiliği,  ya halkın hükmü (egemenliği), ya halkın iktidarı, ya da halkın otoritesidir.

Demokrasiyi; Allah’ın (cc) yarattığı insan üzerinde tasarruf etme hakkının, otoriterliğinin karşısına çıkarılmış bir yönetim felsefesi olarak tanımlayanlar olduğu gibi, yine buna dayalı olarak demokrasiyi bir “din”, partileri de demokrasinin “mezhepleri” olarak tanımlayanlar da mevcuttur. Demokrasi, bunlar gibi birçok tanımlamanın ortak paydasından da anlaşılacağı üzere açıkçası bir “dini” ifade eder. Din ise; hayatlara tarz vermekgibi çok şümullü bir içerik taşır. Esasında hayatın düzeni; iman ve amel ile bir bütünlük arz eder. Dolayısıyla iman edilen dinin öncelikli görevi; sadece vicdanlara hapsedilemeyip, vazettiği amellerle de hayata bir düzen getirmektir. Ancak kişi; “ben de dindarım, dinimi yaşıyorum” diyerek yaşadığı hayatın belirli alanlarındaki idareyi birtakım varlıkların veya egemen güçlerin emrine bırakarak onlara “dininin yaşam alanına” müdahale hakkı vermesi, destek verip onaylaması, yaşadığı dinin hangisi olduğunu ispat eder.

Öyleyse demokrasi dini; halkı daha üstün bir efendi bulunmayan bir efendi kılmaktadır. Hâkim olan onun otoritesi, yürürlüğü söz konusu olan onun hükmüdür. Geçerli olan onun idaresi, bağlayıcı olan onun yasalarıdır. Saygın olan onun kanunları, yüce olan onun egemenliğidir. Demokratik sisteme göre; halkın hükmünü bozacak, halkın emrine karşı gelecek hiç kimse yoktur. Halk yaptığından sorulmaz. Halkı sorgulayacak halkın üstünde bir egemen de yoktur. Demokrasi için “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir (halkındır.)” denilir. Ancak İslam’a göre ise “Egemenlik kayıtsız şartsız âlemlerin Rabbi'ne aittir. Başka hiçbir kişi, odak veya kurumun egemenliği kayıtsız ve şartsız değildir. Diğer egemenlik alanları ve hakları, yüce Allah'ın egemenliğine tabi olmakla kayıtlıdır. (25/06/2008 tarihinde İslam ve Hayat’tan “ortak akıl hareketine” açıklama. İslam nizamına, ibadet ve şeriatı ihtiva eden yasalar bütününü koyan Allah (cc)’tır. Öyleyse Müslüman; Allah’tan (cc) başka hayatı üzerine kanun koyan, hüküm belirleyen, güven veren, ibadet edilen, her şeyden çok sevilen, tazim edilen, kayıtsız şartsız egemenlik sahibi olan hiçbir kimseyi veya hiçbir zümreyi ilah kabul etmeyen  demektir. Rabbimiz (cc) 6/57. Ayetinde “… Hüküm (egemenlik) ancak Allah’ındır. O gerçeği açıklar ve O ayırd edici hükmü verenlerin en hayırlısıdır.”(Ayrıca, 5/44-45-47-50, 6/62, 10/65,12/67, 31/27, 41/15, 48/7… Ayetler)

Seyyid Kutub; ifadelerinde demokrasiden fazla bahsetmez. Bunun yerine  çoğu kez “demokrasi” kavramını ya ”batı” kavramı içerisinde ya da “kapitalizm” kavramı içerisinde değerlendirir. Onun için “batı ve doğu ya da demokrasi veya komünizm aynı şeydir. Mü’min bu iki dünya görüşünden de akide ve nizam olarak uzaklaşmadıkça kurtuluşa eremez” der. Tüm beşeri sistemler gibi demokrasiyi de, Allah’ın (cc) ilahlık sıfatına müdahale eden bir sistem olarak görür. Dolayısıyla demokrasilerin halk egemenliği fikrine karşı; “İnfazla görevli bulunan kimse, hiçbir zaman hüküm koyma kudretine malik değildir. Çünkü hüküm koymak sadece Allah’a (cc) mahsustur. Beşer hayatında ulûhiyet makamının tezahürü hüküm vazetmek ile ortaya çıkar. Hiçbir kimsenin o makama özenmesi, kullardan bir kulun kendi kendine ulûhiyet makamını istemesi asla caiz değildir.”(Fi zilâl-il-Kur'an, c. II, s. 53) Yusuf El-Kardavi de; demokrasi konusunda; “Özellikle parlamentoların Allah’ın egemenliğine doğrudan meydan okumanın ötesinde bir şey olmadığını” ifade eder. Demokrasinin piri olan Jan JackRusso “doğruyu söylemek lazımsa; insanlar kendi kendilerine kanun yapamazlar. Bize kanunlar verecek ilahlar lazım” der. Eflatun ise “demokrasinin, şarlatanlar düzeni” olduğunu söyler.

Demokrasi dininde; Allah’ın (cc) muhkem hükümleri; kendilerine noksansız bir şekilde halkın yetki verdiği vekillerin görüşlerine ve keyiflerine göre kontrole, bakışa, eklemeye, eksiltmeye, fazlalaştırmaya, iptal edilmeye, onaylanmaya, silinmeye, bozulmaya, dışlanmaya, her daim kabul ve redde açıktır. Eğer isterlerse kabul ederler, isterlerse de reddederler. Örneğin, Allah (cc); eşcinselliği, sütkardeşi ile evliliği, zinayı, kumarı, faizi, içkiyi kesinlikle haram kılmıştır. Demokrasi dininde ise bunlar serbesttir. Allah’ın (cc) bunlar gibi kesin hükümlerine rağmen, kendi arzuları doğrultusunda yetki vererek seçtiği vekilinin imamlığında“yasaklanmasını onaylayacak mı,  onaylamayacak mı?” diyerek parlamenterler meclisine bırakmayı kabul eden kimsenin İslam dinine aidiyetlik durumunu sorgulaması gerekir. Rasul (sav): “Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki, arzusunu İslam’a tabi kılmayan kimse iman etmiş olmaz.”(İbn-i Kesir, ııı/490) Adına ister halk meclisi, ister millet meclisi, ister yasama meclisi, ister temsilciler meclisi, isterse de başka bir şekilde isim verilsin. Oysa bunların hepsi de sadece bir müsemmanın ismidir. Muhakkak ki Allah (cc) doğru söylemiştir. (12/40, 40/62, Hatem-i Tai’nin oğlu Adiyy bin Hatem kıssası ve ayet 9/31 ve …)

Demokrasi dininde; hükümleri emreden, kutsal sayan, insanlar için bağlayıcı kılan merci Allah (cc) değil, aksine ismi parlamento olan, konuşan ve tapınılan puttur. Putlar helak olsun diye put kıran İbrahim “ardından geleceklere belki dönerler diye” (43/28)kelime-i tevhidi bırakmıştır. Muhammed (as) da İbrahim’in (as) ardından gelen put kıranlardan biridir. Allah O’nu, insanları bu kelimeye davet etmesi, bu kelimeye dönmeleri ve bu kelime uğruna onlarla mücahede etmesi için göndermiştir. Bu kelime muazzam bir kelimedir. Hatta Rasuller’in (a.s.) tümü bu kelimeyle gönderilmiştir. Bu kelime hüküm koyma hakkını Allah’tan (cc) başkasına vermemenin de bir adıdır.  Elbette hüküm koyma hakkını başkasına vermenin bir cezası olacaktır. Bu mücazatın sebebi ne ola ki? diyerek anlamayanları Rabbimiz 40/12. Ayetinde şöyle ikaz etmiştir: “İşte bunun sebebi şudur: Sizler, bir olan Allah’a çağırıldığınız zaman inkâr ettiniz. O’na ortak koşulduğunda (O’nun yetkisi başkalarına verilince) inanıp onayladınız. Artık hüküm, yücelik ve azamet sahibi olan Allah’ındır.” (ve 42/21…) Rabbimiz yine 2/205. Ayetinde; O iş başına geçince (hâkimiyeti ele geçirince, eline yetki geçtiği zaman),yeryüzünde fesat çıkarmaya, insanın ürününü ve neslini yok etmeye çalışır: Ama Allah fesadı sevmez.” buyuruyor.

Mevdudi; “Bugün Müslüman ülkelerde müezzinin beş vakit tekrarladığı ‘Eşhedü En-Lâilâheİlallah…’ sözleri bir kulaktan girip diğer bir kulaktan çıkıyor ve kimse en ufak bir canlılık göstermiyor. Zira ne bu sözleri söyleyenler söylediklerini biliyor, ne de bunları dinleyenler bu sözlerin gerçek anlamını anlayabiliyorlar. Fakat emin olun, bu sade sözlerin, dünyada var olan bütün batıl düzenleri yıkıp yerlerine Hak ve hukuka dayalı bir nizam kurma azim ve taahhüdünü ifade ettiklerini anladıktan sonra, Müslümanlar böyle susup durmayacaklardır. Siz başkalarıyla kavga etmez ve savaşa girmeseniz de, dünya sizinle savaşmaya gelecektir.”(Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesive Hz. Peygamber, Pınar Yay. Ank. 1984. Cilt 2. S. 404)

Esasında demokrasi; insanları sandıklarda ve sahnelerde “uyutmak” için kullanılan bir vasıta, şeytanın emperyalist ilhamlarından birisi, insanları sömürmek için uydurulmuş bir din, insanları kendi kendilerinin “rabbi“ olarak tescilleme yarışı ve Kel Hasan’ın karakterini yansıtan tuluat oyunundan başka bir şey değildir. Halk yine sahnede stajyer genç rolünde “yüzü gözü morarmış bir vaziyette” yer alacak diye tam düşünürken, demokrasinin oyunlarından “derdim geçim, öyleyse seçim” olan tuluat oyunu yine çarçabuk sahneye konuldu. Bakalım halktan kimler bilet alacak, kimler nereye dönecek ve kimler şamar oğlanına dönecek?

Türkiye Cumhuriyeti devletinin kaygan zemini üzerinde kızaklarıyla siyasi mücadeleye atılanlar her an alacakları “darbelerle” darağacına çarparak durdurulabileceklerini bildiklerinden sürekli buhran ve korkunun esiri olmuşlardır. Egemenlerin koyduğu kurallar içinde, birtakım “uzlaşmacı tavırlarla” ön kabullere bağlı kalınarak, resmi ideoloji güçlerinin önünde bağlılık yeminleri eden iktidar mevkiindeki kişiler; “İslam dininin yansımasının görünümü” uygulama, tutum ve davranışlara niyetlenseler bile bunlar sınırlı kalır ya da mutlaka sınırlandırılır. Hâkim güçlerin koyduğu kanun ve kuralların karşısında; onlarla uzlaşmayı esas almaya yönelik bir uzlaşmacı siyaset tavrı takınılarak birtakım ilke ve inkılâplara bağlı kalınacağına yemin billâh ederek iktidara gelip de bir şeyler yapabileceklerini sananlar ancak kendilerini, bunun yanında da toplumu yanıltırlar.

Dolayısıyla kuvvetler ayrılığı prensibinin olduğu ve bunun hâkim güçlerce istendiği gibi kullanıldığı laik, demokratik düzenlerde İslam nizamı üzere yaşamak isteyenlerin “hayat tarzlarına” hareket alanı açmaya çalışan siyasi iktidarların yapacakları hiçbir şey olamaz. Bir rejimin en tepe noktasında vazife almaya koşan hükümetlerin yönetile geldikleri o rejimi (veya dini) temellerinden uzaklaştırmaya vesile olacağı kanaati yüzde sıfır ihtimal bile değildir. Bu nedenle siyasetle uğraşma heveslisi bütün siyasi partilerin de özü itibariyle sistemin bir parçası oldukları görülmelidir.

Çünkü bütün beşeri sistemler; hesap gününe hazır olma, hesap verme konularında kendisinin destekçisi konumundaki halka bir yol göstermezler, bilgilendirmezler, zaten bu konularla ilgilenmezler de. Üstüne üstlük halkın İslam hakkında az da olsa doğru dürüst bildiklerini ya karıştırır ya da geri alırlar. Yönetilen halk kendisini bulmaya yeltenip; tevhidin ikamesi, yönetme, ölüm ve dirilme konularında kaçak olarak ya da akıl ederek az da olsa bilgi edindiklerinde “Allah (cc) karşısında konumum ne?, ”Tağut kim, düzen ne, cihad ne, tek vekil kim, hangi hüküm, hüküm kimin, hâkim kim?” Gibi soruları cüretle sormalarına meydan bile vermezler. İllaki bunları soracağım diyenleri de ya zindanda ya da darağacında selamlarlar.

Müslümanlar, İslam’ın, Allah (cc)’a teslim olmak, itaat etmek, boyun eğmek, sulh, selamet ve huzur bulma anlamlarına geldiğini ve Rasul’ün  (sav) vahiy yoluyla Allah (cc)’tan aldığı Kur’ân-ı Kerim’de belirlenen “İnanış, yaşam ve yönetim biçiminin” adı olduğunu çok iyi bilirler. Bu nedenle Vahye dayanan bir dinle insan zihninden ve hevasından çıkmış olan bir dinin bağdaşabileceğini asla düşünmezler. Zaten düşünmeleri mantıken de uygun değildir. Çünkü bu gibi beşeri rejimlerde hâkimiyetin temel dayanağı “halk iradesi”, İslam’da ise “Vahiydir.” İslam nizamı; yalnızca kalp ve zihinlerde taşınan, vicdanlara hapsedilmiş inanışlar, duygular manzumesi olmayıp “Siyasetin genel çerçevesini belirler. Siyaset de; vahyi değerler sistemiyle şekillenerek pratikteki yerini alır.”

Aslında siyaset; sadece insan toplumunu yönetmek demek de değildir. Koşularda atı idare eden seyisin yaptığı da bir siyasettir. Ama asıl tehlikelisi, eski tarih kitaplarında kullanılan “siyaset” terimidir. Bir savaş anlatılırken, “yaman siyaset oldu haa!” ibaresi görülürse, o gün, her iki taraftan da binlerce insanın kellesi gitmiş demektir. Eğer “demokrasi ha demokrasi” edebiyatıyla siyasetçiler “yaman siyaset” yapacaklarsa, halkın belindeki tahterevalliyi kullanarak aşağı yukarı hareketlerle halk uyuşturulup yönetimi geçici bir süre sağlayabilirler. Ancak tabandan gelen ve “adalet” isteyen halkın belinin acısı dayanılmaz bir hal aldığında ve üstüne üstlük bir de kamçı yediğinde tevhidi arayışta bilinçlenen bir halkın amelleri “yaman siyaset” sonuçları doğurabilir de.

Kısacası ortada kökten farklı iki dünya görüşü vardır. Birisi meşruiyetini “el-Hakk’tan”, diğeri ise “halktan” almaktadır. Hak yerine kuvveti, fazilet ve muhabbet yerine menfaati, yardımlaşma ve dayanışma yerine cedelleşmeyi, dinde uhuvvet bağı yerine kavmiyetçiliği ve ulusçuluğu esas alan batı medeniyeti bugün modern tuğyanı temsil etmektedir.

Kutub; din ve dünya ayrımı yaparak Allah’ın yeryüzüne hâkimiyetini yasaklayan, buna rağmen “Müslümanım” diyerek onların içinde yaşadıkları demokratik, laik, sosyalist vs. sistemlerin tatbikatından dolayı ortaya çıkan sorunların hallini İslam’da arayanlara; “Önce İslam’ın bütün hayata hükmetmesini sağlayın, sonra da kendisine zıt nizamların odaya çıkardığı meseleler hakkında değil, kendi tatbik edilişinden meydana gelecek olan hayat meseleleri hakkında fetvasını isteyin” diyor ve onun (İslam nizamının) tatbik edilmediği cemiyetlerin ıslahatından “ona ne!” diyor. (İslami Etüdler, Hilal Yay. Ank. 1967, s. 86) Dolayısıyla İslam’ın bu zalim, sapkın ve beşeri Roma kültürleri ile birlikte anılması, birleşmesi, ona tabi olması veya onun değerlerinin ve yapısının İslam dininde yer alması asla mümkün olamaz.

Toplum yönetiminin kökten değiştirilmesi, hâkim güçlerin koydukları kurallara aldırmaksızın, onların kurulu düzen ve sosyal yapılarını ifade eden sistemi temelden yerle bir etme hedefine ve kendi değerlerine göre yeni bir dünya kurma azmine yönelik, “İnkılâpçı tavır” takınılmadıkça sınırların aşılması veya aşındırılması düşünülemez.

Müslümanlar, mevcut beşeri düzen temsilcilerinin başarılı olması beklentisi içine girerek onların çokluklarından fayda, eksik olmalarından zarar görecekleri evhamına kapılıp korkarak; aman ha o gelirse, gelecek, gidecek gibi dünyevi birtakım hesaplar içine giremezler. Beşeri düzenin devamından yana kabuller kutsandığında birtakım menfaatleri gereği asla sevinmezler. Tekrar dirilmelerinde esas korkulacak “… Çok çetin (zor)bir günün” (54/8) olduğunu bilir ve ona göre bir tavırda karar kılıp, dünyevi sonucu yalnızca Allah’a havale ederler. Bundan sebep; ibadetler ve hayat âlemlerin Rabbi Allah (cc) için olduğunda, netice ne olursa olsun dünyevi kazanımlar olmasa bile ölümde, hesap gününde yalnızca Allah’ın (cc) kendileri için takdir ettiklerinin daha güzel olacağına iman ederler.

Ben bir Müslümanım ve yalnızca Allah’a (cc) güveniyorum. “Beni yaratan O, hüküm sahibi O, hâkim olan O, yöneten O, üzerimdeki tasarruf hakkına sahip olan yalnızca O, beni öldürecek O, bizler sonunda O’na döndürüleceğiz” düşüncesinde zerre-i miskal şüphede kalıyorsak yapacağımız tek şey; bugün sahip olduğumuz akidemizi Kur’an-ı Kerimin ışığında tekrar tekrar sorgulamak ve yeniden gözden geçirmektir. Gözlerimizi açtığımız ortamda ve ellerimizi attığımız en yakın yerde bulduğumuz şeyin, en doğru şey olduğu saplantısından derhal kurtulmalıyız. Yalınızca tam bir teslimiyetle Allah’a güvenerek Allah’ın hükmünü kalbi, kavli ve ameli olarak talep ettiğimizde, birtakım dünyevi zincirlerden kurtulduğumuzu işte o zaman anlayabileceğiz demektir. Demem şudur ki; “beşerin izimli ve izinli düzenlerinde yaşamaya mahkûm edilerek, zincirlerinden başka kaybedeceği hiçbir şey olmadığını anlayanlar ancak düzeni değiştirirler. Ona da adam lazım, adam gibi adam, tevhid ehli adamlar lazım, gerisi laf-ı güzaf.

Vanlı olmam hasebiyle çok uzun yıllar önce dinlemiştim: Zamanın dehrinde demokrasi yönetimini içselleştirmiş, çokta hoşgörülü, eli tespihli, başı takkeli “Numan” isminde bir Van valisi zat varmış. Devletin bürokrasi ve muktedir sınıfında konuşlanmış herkese yağ çekmeyi pek sever, onlara; “Sizler seçkin yönetici ve direktif verici konumda yaratılmışsınız. Asiller ve savaşçılar çalışmaz ve harp etmezler” dermiş. Bazen de “bakan” beylere mektup yazıp isteklerini sıraladıktan sonra mektubun altına şu imzayı atarmış; “Hâk-i pây-iniz, def-i hacetiniz, Valiyi Van, Numan.”Zamanımızda Numan gibilerin sayısı da az değildir hani.

Dua buyurunuz.