Mustafa BOZACIOĞLU
07 Nisan 2015
TURNUSOL KÂĞIDI
‘Müslümanım’ diyenlerle Müslüman olanları ayırsak bile, genel olarak hepimizi kuşatan bir ‘medeniyet’ sorunumuz olduğu kesin! Bunu ister şehirleşme, ister beşeri münasebetler özelinde ele alalım sonuç değişmiyor.
Bir iletişim sorunu yaşıyoruz! Buna diyalog problemi de diyebilirsiniz. İstişare meselesi de! Bırakınız ‘öteki’ni, berikilerle, kendi aramızda dahi tahammül sıkıntısı yaşıyoruz. Ne anlama derdindeyiz ve ne de dinleme! İlle de ‘ben/benim dediğim’ merkezli bir dayatma içerisindeyiz.İlke, ideal, iddia da olsa bunların bir genel geçer tanımı, sınırı olur, olmalıdır. Kimin ne adına ahkâm kestiği bile muamma! Herkesin kendince, meşrebince, içinde bulunduğu etkileşim havzası muhayyilesi içinde bir düşünmesi taşınması söz konusu! Farklı etmenlerin etkisi altında yönlendiriliyoruz. Bir kuşatma altındayız. Tanımlarımız ve tariflerimiz belli belirsiz! Kendi algı dünyamız kadar! Olayları bırakın, kişi endeksli bir tavır içerisindeyiz. Olgulara, arka planlara nüfuz edemiyoruz. Planlı programlı hareket edemiyoruz. Ufkumuz yok! Bakış açımız dar! Günlük, anlık düşünüyor; günü kurtarmanın(!) hesabını yapıyoruz. Gündemimiz kendimize ait; kuşatıcılıktan, mükellefiyetlerimizden yalıtılmış durumda! Bu bir tarafa dayatılan, ısıtılarak tekraren önümüze sunulan gündemlerle cebelleşiyoruz! Tarafımız belli belirsiz! Net değil. Bizlerde nitelikli değiliz! Bertaraf oluşumuz bundan.Bilgi ile imamın, iman ile amelin, amel ile Allah’ın rızasının, ibadet ile salih amelin, akıl ile kalbin, akıl ile vahyin, dünya ile ahretin arasındaki zorunlu irtibatları kestiğimizden beri iflah olamıyoruz. Rabbimizin birleştirilmesini emrettiği ilişkileri ters yüz etmişiz! Algı ve tahayyül dünyasında yaşıyoruz! Gerçeklerle, hakikatle irtibatımız kopuk. İletilen dini eklemelerle, çıkarmalarla bulanık, karışık hale getirmişiz. Zan ve vehimlerimizin peşinde oyun ve oynaştayız. Frenlerimiz boşalmış durumda! Yanlış bir yarış içerisindeyiz. Bunun neticesinde de boş bir başarı beklentisindeyiz.Doğrularımızı çoğaltacak, yanlışlarımıza ‘dur’ diyecek bir davetçi kimliği geliştiremedik! ‘Mü’min ve Müslüman’ olmak dışındaki kimlikleri üste çıkarıp kişilik meselesi haline getirdik. ‘Kardeşlik hukuku’ bir temenni olmaktan öte işlev görmüyor! Ne tevhid’e gereğince vakıfız; ne adaletimiz kaldı, ne şecaatimiz!Bu söylem biçimi uzar gider de şimdilik iktifa eder diye düşünüyoruz. Herkes bu listeyi uzatıp kısaltarak, farklı tasnifler tapabilir. Genelde her kesimin, hepimizin muzdarip olduğu, bir şekilde dillendirdiği bu ve benzeri hususlar, öncelikle kendimizde görmemiz gereken kusurlar olarak değil de dışımızdakileri(!), biraz da işin içine ‘hidayet’ temennileri de eklenerek betimlediğimiz, tasvir ettiğimiz söylemler olarak kalmaktadır ne yazık ki!Üzerimize toz kondurmuyoruz! Kendimizi ‘hallice’ görüyoruz! ‘Acaba’ deyip şöyle bir kendimizi muhakeme zahmetinde bulunmuyoruz! Doğrularımızı, dosdoğru bir şekilde, hikmetle, en güzel tarzda sunacak bir tutum geliştirmemiz gerekiyor. Doğrulara şahitlik etmek, örnekliği en güzel şekilde yapmak daha doğru! Usulümüz yok! Üslup sorunumuz çok! Dışlamaya çok meyilliyiz, kalamaya, yaftalamaya da! Sözlerimiz ok, kalemlerimiz kılıç gibi de maalesef yönü farklı! Hedef tutturulamıyor, zira hedef yanlış seçiliyor! Kaş yapayım derken göz çıkarıyoruz! Sanki işin muhasipliği bizlere teslim edilmiş, elimizde bize dair bir berat varmış gibi hareket ediyoruz!Tek yekûn içinde yazılıp çizilmek, sayılara, niceliklere hapsolunarak davranmak, itaat ilişkilerini kişileri kişilere köle kılma yöntemi imişçesine, kişilikleri zedeleyerek, hiçe sayarak ‘ben’ idrakini köleleştirerek algılamak kimlerin ekmeğine yağ sürüyor, bir düşünelim! ‘Ben’ idraki bencillik, ‘ene’ değildir! ‘Biz’ şuuru, bu özgüvene, idrake, bilince sahip, özgün bireylerin tek yürek gibi davranması sürecinin adıdır.‘Vurun abalıya’, ‘söyletmen, vurun’ tarzı etkileşimler kamplaşmalara, bölünüp parçalanmalara zemin hazırlıyor. Bizler ki sözü dinleyip en güzeline uymakla mükellefiz, söyleyecek sözü olana verilecek kulağımız olmalıdır. Hele bu Müslüman kardeşimizden geliyorsa, daha pür dikkat dinlemeli, anlamaya çalışmalıyız. Olacaksa itirazımız, argümanlarımızı incitmeden, beliğ bir şekilde, delilli ispatlı sunmalı; süreci, iletişimi, etkileşimi sekteye uğratacak tavırlardan kaçınmalıyız. Alıcılarımızı ona yöneltmekten çekinmemeliyiz. Yanlışımız gösterildiğinde, memnuniyet içinde şükranlarımızı sunacağımız bir özgüvene sahip olmalıyız. Eleştiriye açık olabilmeliyiz. Eleştiri ile karşılaştığımızda hemen gardımızı alıp savunmaya geçmemeliyiz. Hesabî değil hasbî davranmalıyız! Adam kapma yarışından kurtulmalıyız! İnsanların görüşlerine değer vermeli, bunları rahat bir şeklide paylaşabileceği vasatları hazırlamalıyız. Birbirimizin kurdu değil, koruyanı, kollayanı olmalıyız. Kazancımızı/kazanmayı başkalarının kaybı üzenine kurgulamamalıyız. Yüzde yüz haklı olduğumuzu düşünsek bile, îsar ile, empati ile, o tarafın bakış açısını da hesaba katarak davranmalı, bir ihtimal üzerinden hareketle de olsa açık kapı bırakabilmeliyiz.Konumuzu güncel bir gündemden örnekleyerek, yanlış anlaşılmayı da göze alarak tamamlayalım: Suriye meselesinin yakınımızda cereyan etmesi onu biraz öne çıkarsa da bunun tüm Müslüman coğrafyalarını saran, uzağımızda(!) olduğundan pek farkına varamadığımız benzer acılardan, ateşlerden ayrı ele alınması bir sorundur. Elhak oradaki ölümlerin iç acıtıcı tarafı yadsınamaz, bizim için bir ölüm bin ölümden farklı değildir, birinin haksız ölümü insanlığın ölümüne işaret eder. Lakin birilerinin bu acıyı öne alarak, bir şeyler söylemeye çalışanları topun önüne alarak, o acılardan üzüntü duymuyor vehmi ile köşeye sıkıştırmaya çalışması, itham etmesi ne kadar acıdır! Bir ölümün okumasını bir bakış açısı ile yaparak, bu hal ve gidişatın daha nice ölümlere kapı aralayabileceği ihtimaline dikkat çekenleri yaftalamak belki de başka bir ölüm hali olsa gerektir. Ölümden, vahşet boyutunda cinayetten ızdırap duymayan, bırakınız Müslüman olmayı, insan bile değildir. Keza, yapılan yardımlar üzerinden, karşı(!) tarafın, eleştirdiklerinin ne yapıp ettiğini bilmeden, bunları bir baskılama vesilesi kılmak başka ve daha büyük bir sorundur. Dualarını esirgeyen, ellerinden geleni ardına koyan mı var?! Birilerini ‘ulusal refleks’ gösteriyor diye itham ederek, buralarda sanki ümmeti/İslam milletini kuşatırcasına bir etki ve yetki ile hareket ediliyormuş havası oluşturmak nasıl bir duygudur? Yüzde yüz haklı da olsanız, sözünüzün üstüne söz söyleyeni aforoz etmek hangi kitapta yazıyor. Eleştirdiğiniz dili aynen kullanarak hareket etmek kişiye haklılık katmaz! Güneşe/uzaya göç var da bir kalan bu kimseler mi? Siz sel oldunuz aktınız da bu insanlar damlalarını mı esirgediler? Kalemleri kılıç gibi, sözleri ok gibi kullanmak, kime ne kazandıracak? Bırakınız mahsusen yazıları, sadece yorumları ele alıp birer tez konusu kılsak, alınacak nice dersler çıkacaktır. Birilerinin dahli olsun olmasın, yaşanan gelişmelerin akabinde sizin de, karşınızda gördüğünüzün de en azından fiili olarak dışında gelişen bu olaylar neticesinde birileri bir taşla peşinen kuşları vurmuş oluyor. Birbirine tos vuranlar (Malik bin Nebi’nin ‘kırmızı pelerin’ metaforu) bunu marifet zannediyorlar! Duvara/birbirlerine tosladıklarının farkında değiller! Zulmün grisi olmaz, ehveni hiç olmaz! Sopa politikası nasıl iç etmeye yönelikse, havuç politikası da aynı amaca hizmet etmektedir. Bedenin köleliği kadar zihinlerin köleliği de sorundur, hatta daha ağırdır! Orada (bu bile incitici bir ifade farkındayım; orası bura idi daha yakın zamanlarda!) zulüm olduğu, kesif bir vahşetin yaşandığı bir vakıadır; coğrafyalarımızın hemen her köşesinde kan ve gözyaşı akmaktadır. Biz oralara ‘orası’ dediğimizden beri yeniğiz! Bundan memnun(!) olmak olası mıdır? İçimiz kanıyor aynı zamanda! Bizler buna mahkum muyuz? Bu bizim kaderimiz midir? Bizim burada laf ile de olsa dövüşmemiz, o kardeşlerimize bir ilaç sunmuyor, çare olmuyor. Aksine sorunu kronikleştiriyor. Olaya sessiz kalmakla, başka noktalara dikkat çekmekle itham edilenler, inanıyorum ki kendini işin içinde görenler kadar acı ve ızdırap çekiyor ve haksız çıkmayı haklı çıkmaktan tahmin edilemeyecek kadar çok tercih ediyorlardır. Uğradıkları zulüm ve vahşet özelinde muhalif unsurları, halkın kıyamını, her ne şekilde olursa olsun illa da natoculuğa, ABD-İsrail tezgâhına alet olmaya bağlamak ne kadar sadra şifa olabilir? Defakto/fiili bir durum burada hesap kitabı askıya aldırarak, insanları farklı süreçlere sevk edebilir. İran’ın ablukaya alınması, bölgenin başka figüranlarla kuşatılması, böl parçala politikalarına fırsat sunulacak (kalkan projesi!) ABD özelinde şer güçlerin hile ve entrikalara dikkat çekilmesi, onları hadi bırakınız İran’ın tarafında yer almayı Esedçilikle, Rusya ve Çin’in tezgâhına gelmekle suçlanmaları da çözüme katkı sunacak yapıcı bir değildir! Süreçte genel hatalarla, İran’ın hatalarını dillendirmek niçin farklı olsun? Birilerini Şebbiha ilan etmek de, Natocu kılmak da size paye kazandırmaz, bunu vebali ağırdır. Empati ile hareket ederek, muhatabı anlamaya çalışmak, dinlemek, hatalardan ders alarak tekrarlanmaması için bir iletişim dili oluşturmak gerekiyor. Şu tabloda kaybeden yine biz, hep biz oluyoruz! Ölüme sevinen, işkenceye öykünen zihin İslam’ın ışığından nasiplenmemiş demektir! Orada ölen benim, biziz! Buralarda ise devreye giren ‘benimiz/egomuz’! Sonra buralar, sair coğrafyalarımız süt liman mı? Güllük gülistanlık mı? ‘Kendi himmete muhtaç dede..’ misali! Niçin vakıayı birbirinden kopuk, lokal ve de dönemsel olarak ele alıyoruz ki?! Allah tüm zalimlerin, en koyusundan, en grisine kadar belasını versin! Lakin bela okumakla değil, bu iş, bizler üzerimize düşeni yaparsak, Allah’ın zalimlerin belasını mustaz’afların elleriyle vermesi şeklinde olacaktır! Mustaz’aflık da Kur’ana müracaat edilerek takdir edilmelidir!Oyunu bozalım, oyuna gelmeyelim, aynı delikten defaatle ısırılmayalım diye hassasiyet gösterenlere de bir kulak verelim, anlamaya çalışalım, ötekileştirmeyelim. ‘Bu fiili durumu lehte bir sürece nasıl kanalize edebiliriz’ kaygısı taşıyanları da anlamaya çalışıp ötekileştirmeden… Bu hal, tek taraflı olarak, yüzde yüz haklı olsak(!) dahi sonuçta kaybettiğimiz, kazananı olmayan, en azından hiç birimizin lehine olmayacak bir sürece evrildi ne yazık ki! Bakınız, Filistin meselesi, idealize amaçlarla yola çıkan kardeşlerimizin canları akabinde bir ‘özür’ ve ‘tazminat’ söylemine indirgenerek, zalimlere, siyonist işgalcilere faklı bir meşruiyet alanı açılması, yanlış bir kulvara çekilerek unutturma, sıradanlaştırma durumu ile karşı karşıya! Aynı okumayı burada da yapabiliriz; en azından mezhepçilik hastalığının nüksetmesine vesile olma pozisyonuna gelmesine ne demeli?! Zaten bölük pörçük olan halimizi daha da küçük parçalara ayırarak, yenilir yutulur hale gelmemeye dikkat edelim, en azından. Yanlış yapanları usulünce uyaralım, uyarılara da kulak tıkamayalım. Tuzak kuranların tuzaklarını başlarına geçirecek uyanıklıkta olalım. Usulünce ve usturuplu olarak, meselelerimizi enine boyuna masaya yatırarak konuşabilelim. Aklımızı başımıza alalım. Kinimizi, öfkemizi asıl yöneltilmesi gerekenlere tahsis edelim.Allah encamımızı hayreyleye!