Mehmet PAMAK
ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -III-
İki hafta önce yayınlamaya başladığımız yazı dizisinin “Ülkede ve Bölgede Değişim Süreci ve Müslümanlar” ana başlığı altındaki üçüncü alt bölümünü bugün ilginize sunuyoruz. Bu bölümde Mehmet Pamak, güncelliğine binaen “Demokratikleşme Paketi” bağlamında değerlendirmelerde bulunup Müslümanların tutumunu ele alıyor. Rabbimiz hayırlara vesile kılsın. (İslam ve Hayat)
Ülkede ve Bölgede Değişim Süreci ve Müslümanlar (3)
Sistem İçi Demokratikleşme ile Sağlanan Görece Özgürlüklere Kavuşmak Sisteme Eklemlenmeye Yol Açmamalı
Gerek ülkede Batı seküler çizgisinde kalarak sistem içi değişimin gerçekleştirilmesi, hatta İslam’ı da bu çizgiye uyumlu bâtıl yorumlara zorlayarak oluşturulmaya çalışılan yeni statükonun kalıcılaşması, gerekse bölgeye sunulan modelin etkili olabilmesi için, sistem içi demokratikleşme adımlarıyla kitlelerin rahatlatılması gerekiyor. Bölgeye de örnek olması bakımından, sistem içinde kalarak değişimin başarılı bir modelinin ortaya çıkarılması için, kitlelerin on yıllardır süregelen zulümlerle, haksızlıklarla ilgili biriken tepkilerini yatıştırmak üzere, sistem içi taleplerinin bazılarını karşılayan görece iyileştirme paketleri uygulamaya konuyor. Böylece talepleri karşılanan kitleler ise, bu iyiliği yapan siyasi kadrolara şükran duygularıyla destekçi konumuna gelmekte ve onlar üzerinden sisteme eklemlenme eğilimi içine girmektedirler.
Son günlerde özellikle İslami kesimi mutluktan coşturan ve hükümet yanlısı söylemlere savuran son demokratikleşme paketinin değerlendirmesini yapmaya çalışalım.
Bilindiği üzere Türkiye’de kurulan sistem, İslam şeriatını tehdit ve düşman konumuna oturtup, ümmet bilincini dışlayarak ve hilafeti kaldırarak, laik batıcı Kemalizmi, Türk ulusalcılığını, pozitivizmi ve sekülerizmi içeren resmi ideolojiyi dinleştirip bütün topluma dayatınca; başlangıçta İslami kimlik, İslam hukuku/şeriatı, ümmet bilinci ve Müslüman halk ötekileştirilip, düşmanlaştırıldı. Tehdit ve düşman algısında 1. sıraya oturtuldu. Evet böylece, İslam şeriatı ve ümmet bilinci “irtica” olarak yaftalanıp, bu ortak değerlerin kaldırılması sonucunda da, İslam’dan boşaltılan ortak üst kimlik alanını doldurmak amacıyla Türk ulusalcılığına dayalı resmi din olan Kemalizmin İslam düşmanı laiklik anlayışıyla Batının seküler değerleri kutsallaştırılıp, bu resmi ideoloji bütün halklara bütün hayat alanlarında dayatıldı. Daha sonra bu tercihin kaçınılmaz sonucu olarak, Türk ulusalcısı resmi ideoloji önünde engel görülen Kürt kimliği, Kürt anadili de ötekileştirilip, düşman ve tehdit algısının 2. sırasına yerleştirildi. Çünkü aynı resmi dinin yani “ulusalcı laik Kemalizm”in diğer temel ayağı ise Türkçülük olduğu ve bütün kavimleri eşdeğer saygıdeğer konumda gören, adaletle kucaklayıp kardeşleştiren İslam ve ümmet bilinci dışlandığı için Kürt kimliği de İslami kimlik gibi ötekileştirilip dışlanmış ve aynı inkârcı asimilasyoncu politikalara muhatap kılınmıştır.
Sonuçta, sistemin ömrü sürekli bu iki kimlikten oluşturulan “iç düşman”a karşı savaşmakla ve bu savaş ortamında üretilen sorunlarla boğuşmakla geçti. Zaman içinde konjonktürel düşmanlar (Komünizm gibi) icad edilse de, ilk iki “düşman”a karşı teyakkuz hali ve çatışma süreklilik arz etti. Bu sebeple, sisteme ve devlete egemen oligarşi, kendisine iktidar, rant, çıkar sağlayan statükoyu değiştirme potansiyeli taşıyan bu iç düşmanlara karşı, statükoyu korumak refleksiyle, sürekli halkın özgürleşmesini engelleyici şiddete dayalı politikalar üretti. Darbe, çete, baskı, yasak ve çok boyutlu zulümler sistemin süreklilik arz eden karakteri haline geldi. Üst rütbeli kimi asker bürokratların liderliğindeki oligarşik despotizmin, resmi ideoloji dışındaki düşünce, inanç ve kimlikleri, özellikle de İslam’ı ve Kürt kimliğini ötekileştirip, şiddete dayalı inkarcı ve asimilasyoncu politikaları uygulamaya koyması sonucunda oluşan sorunlar, yeni pek çok sorunların da kaynağı haline geldi. Bu zulüm bataklığında, sorunlar çığ gibi yuvarlanarak toplumun üzerine çöktüler. Aynı kadroların çözümsüzlük dayatmalarıyla daha da büyüyerek ve sorunlar yumağı halini alarak, sürekli kriz ve bunalımlara kaynaklık ettiler.
İşte bu sebeple, sistem içi değişime öncülük eden kadrolar, öncelikle bu iki kimliğe yönelik on yıllardır sürdürülen baskı, yasak ve asimilasyon politikalarını güncel Batı kodlarıyla tashih etmeye ve gasp edilen haklardan şimdilik uygun ve gerekli bulduklarını iade ederek toplumu rahatlatmaya ve sistemle barıştırmaya çalışmaktadırlar. Bu değişim çabaları bir süreç olarak tanımlanmaktadır. Toplumun yeni itirazları, talepleri yükseldiği ve bu talepler alanında gerginlikler baş gösterdiği sürece, zaman zaman sistem içi yeni değişim paketleri açılmak suretiyle bu talepler de karşılanarak toplumun gazı alınmaya ve böylece yeni statükolar inşa edilerek sistemin ömrü bu suretle her seferinde bir daha uzatılmaya çalışılacaktır.
Son Demokratikleşme Paketindeki Görece Özgürleşme Adımları ve Müslümanlara Yönelik Devam Eden Hak İhlalleri
Son açıklanan demokratikleşme paketiyle, ağırlıkla yıllardır ötekileştirilip düşmanlaştırılan İslami kimlik ve Kürt kimliğine yönelik baskı, yasak ve asimilasyon politikalarından geri adımlar atılmakta, kimi haklar iade edilerek görece bir rahatlama sağlanmakta ve halkların desteği kazanılarak sistem içi değişim kalıcılaştırılmaya çalışılmaktadır. Ama aynı zamanda daha önce gasp edilmiş haklardan cüz’i bir kısmı iade edilirken, önemli bir kısmı da zamana yayılacağı ifade edilerek sürdürülmektedir.
Öncelikle İslami kimliği ilgilendiren (bunların bir kısmı etnik Kürt kimliğini de ilgilendirmektedir) hak iadelerine ve devam eden zulümlere dair bazı tespitler yapalım:
1 – İslami cemaat yasağı; Bu ülkede Hıristiyan ve Yahudi Cemaati kurmak ve bunlara dair hakları kullanmak Lozan anlaşmasıyla güvence altına alınmış olup, bağımsız İslam cemaati oluşturmak ve azınlık dinlerin sahip oldukları hakları kullanmak Müslümanlara yasaktır. Laik devletin laik Diyanet teşkilatının Müslümanları temsil ettiği dayatması yüzünden Müslümanlar devletten bağımsız bir cemaatleşme yerine ancak her türlü gelir, gider ve faaliyetleri laik devletin kontrol ve denetimi altında tutulan STK’lar biçiminde örgütlenebilmektedirler. Azınlıkların Kilise ve Havraları devletten bağımsız kendi yönetimleri altında dini ibadet ve ayinlerini yaptıkları mabedleri iken, Müslümanların Cami ve Mescidleri çok boyutlu olarak laik devletin işgali altındadır.
2 – İslami eğitim yasağı;İslami eğitimi yasaklayan tevhid-i tedrisat yasası zulmü devam ettiriliyor ve laik seküler eğitim programı Müslümanlara da dayatılıyor. Eğitim sisteminde resmi ideoloji kuşatması devam ettiriliyor.
3 – Laik Diyanetten bağımsız cami ve mescid açma yasağı sürüyor.
4 – Laik Diyanetten bağımsız Cuma namazı kılma yasağı sürdürülüyor. Diyanetin denetimi altında olan Camiler dışında Cuma namazı kılmanın yasaklanmasının son mağduru İLKAV Vakfı olup, Diyanetin kendi yasalarına bile aykırı olan ve Hanefi mezhebinin bir içtihadının istismarına dayandırılan bu yasakçı uygulama Danıştay tarafından da İslam düşmanı ideolojik bir kararla onaylanmış bulunmaktadır. Bu sebeple, bizler yıllardır “Cuma konferansları” çağrısı ile bir araya gelip Cuma nazmını da bu konferansı müteakiben kılmaktayız.
5 – Cami ve mescidlerin laik devletin denetimi, kontrolü ve yönlendirmesi altında olması gibi laikliğe de aykırı bir uygulama ısrarla sürdürülüyor.
6 – 2005 yılında AKP hükümetinin İçişleri Bakanlığıyla yayınlanan genelgeyle ihdas edilen Eğitim kurumlarında temel İslami kavramları kullanma yasağı getirilmiştir.Bunun kaldırıldığına dair bir genelge yayınlandığı duyulmamıştır.
7 - Azınlık dini cemaatlerin kutsal saydıkları günler olan Cumartesi ve Pazar günleri bu dinlerin müntesiplerinin çalışmaya, resmi dairelere gelmeye zorlanmaları Lozan anlaşmasıyla engellenmiştir, böylece aynı günler çoğunluk Müslümanlara da tatil yapılarak çalışma hayatı Batı kültürüne uyumlu kılınmıştır. Azınlıkların dini günleri resmi tatil yapılmışken, Müslümanların Cuma namazı kılmalarını kolaylaştıracak bir mesai saati düzenlemesi, mesela 3 saatlik bir izin verme uygulaması bile yapılmamaktadır.
8 – Gayri Müslimlerin vakıflarına ait olup gasp edilmiş mallar doğru yapılarak iade edilirken, onlarla mukayese bile edemeyecek kadar büyük meblağlara ulaşanİslami eğitim ve Kur’an öğrenimi için tahsis edilmiş vakıf mallarının devletleştirilmesiyle yapılan çok daha büyük bir hak gaspına son verilmiyor.
9 – İlk okullardaki “and” saçmalığına, ideolojik beyin yıkama zulmüne, körpe zihinlere yönelik ideolojik saldırıya, genç ruhlara yönelik kirletme, yozlaştırma operasyonuna, 11 yıl da AKP hükümeti sürdürdükten sonra nihayet son verilmesi, zulmedenin zulmünden vazgeçmesi bağlamında şüphesiz ki görece bir olumluluktur. Ancak hem gecikmiş ve 11 yıl gibi uzun bir zaman da AKP hükümetince sürdürülmüştür. Üstelik hem de halen, “rahat- hazır ol” gibi askeri komutlarla başlatılan ve putperest ayinine benzeyen bayrak ve ulusal marş törenleri ve saygı duruşu saçmalığı da ısrarla sürdürülmektedir. Bunların hepsi önemli hak ihlalleridir. Ve yukarıda zikredilenlerin çoğunda olduğu gibi bu hak ihlallerine son vermek için de anayasa veya yasa değişikliği gerekmemektedir.
10 – Anayasa ve yasalarda hiçbir dayanağı olmadığı halde ideolojik baskı aracı olarak ve keyfi bir şekilde darbeciler tarafından ihdas edilen başörtüsü yasağı, maalesef özgürlük vadiyle iktidar olan AKP hükümeti tarafından da yaklaşık 11 yıl daha sürdürüldükten sonra nihayet ve ama yine kısmen kaldırılmış bulunuyor. Şüphesiz ki, bu da görece ve önemli bir olumluluk olmakla beraber, bazı kamu alanlarında (yargı, polis, asker) sürdürme kararı alınması da aynı yasakçı zihniyetin devamı olarak tepki gösterilmesi gereken bir tutumdur.
11- Laik devletin İslam şeriatına karşı mücadele eden ordusunda Müslümanlara ve resmi ideolojiyi, laikliği benimsemeyenlere zorunlu askerlik dayatması da önemli bir zulüm ve hak ihlali olarak sürdürülüyor. Üstelik AB’nin zorlamasına ve bazı bakanlarının da bu minvaldeki olumlu açıklamasına rağmen Başbakan, ya “zorunlu askerliği” kaldırmak ya da “vicdani red hakkı”nı tanımak gibi iki yoldan birini tercihe yanaşmamaktadır. Tam tersine, “ordumuz Peygamber ocağıdır ve her gencimiz bu kutsal askerlik görevini yapmalıdır” gibi açıklamalarla hem Peygambere iftira atmakta, hem de laik Kemalist, İslam Şeriatı karşıtı, “Atatürkçülük, Ulusalcılık ve Laiklik Ocağı” olan orduya da olmadığı bir hali yakıştırarak haksızlık etmekte, başta Müslüman gençler olmak üzere gençlere de zulmetmektedir. “Vicdani redde” böyle sert tepkiler verip herkesi “Kutsal görevini yapmaya” çağıran Başbakan, sıra zengin çocuklarına gelince 30.000 lirayı verebilme gücü olanlara “cüzdani redd”in kapısını kolayca açıvermekte, cüzdanı kabarık olanlar için “kutsal görev” sorumluluğu aklına gelmemektedir.
12 – Din özgürlüğünün gereği olarak memurlara(Yargı, polis ve asker haricinde) başörtüsü serbestisi getirildiği halde, “Asli Devlet Memurluğuna Atananların Yemin Merasimi Yönetmeliği” gereğince asli memur olurken yaptırılan yemin de İslam akıdesine aykırı olduğu halde sürdürülmekte ve din özgürlüğü ihlali yapılmakta, bu alanda yıllardır yapıla gelen büyük zulüm de devam ettirilmektedir.
İşte İslam akıdesine zıt ve benimsenmesi halinde şirke sokan muhtevasıyla o yemin;
"Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına, Atatürk İnkılâp ve İlkelerine, Anayasada ifadesi bulunan Türk Milliyetçiliğine sadakatla bağlı kalacağıma; … … Anayasanın temel ilkelerine dayanan millî, demokratik, lâik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarımı bilerek, bunları davranış halinde göstereceğime namusum ve şerefim üzerine yemin ederim."
Bir yandan Müslümanların memur ve milletvekili olmalarının önündeki engellerden birisi olarak görülen “başörtüsü yasağı” engeli “din özgürlüğü” adına kaldırılırken,diğer yandan memur veya milletvekili olmak için şart koşulan “yemin”in içeriğindeki, İslam dini yerine “Laik, Kemalist, ulusalcılık” resmi dinine bağlılık isteyen ve benimseyeni şirke düşürecek olan ifadeler üzerine yemin etmeye zorlanmaktadırlar. Üstelik memure ya da milletvekili bir hanım kalben imanını koruyarak baskılar sebebiyle kendini başını açmak zorunda hissederek bu batıl ameli işlediğinde günaha girerken, ikrah olmaksızın yemin metnindeki şirk dinine bağlılık ve sadakat sözünü söyleyerek akıdevi bir zaaf göstermektedir. Tabii ki, milletvekilinin yemine ilaveten bir de vahyi dışlayarak hevaya dayalı bir teşri fonksiyon görmesi, laik, seküler yasalar yapma mevkiinde bulunması dolayısıyla imanına şirk bulaştırması da ilave bir akıdevi sapmayı teşkil etmektedir.
İşte bu daha büyük zulümler, hem de laikliğin İslam ile bağdaştığı tahrifatı ile sürdürülürken, Müslümanların bu tür şirk amellerini başörtülü olarak gerçekleştirmelerinin önünün açılması, hem önemli bir aldatmaca, hem de büyük bir çelişki oluşturmaktadır. Bir başka büyük çelişki de başörtülü milletvekili olmanın savunucuğunu yapan Müslümanlar zaviyesinden yaşanmaktadır. Başörtüsü Allah’ın emri olduğu için başlarını açmak istemeyen Müslümanlar, örtülü olarak milletvekili olup şirk sisteminin kurallarıyla hükmetmeye ve şirk ilkelerine bağlılık yemini etmeye talip oluyorlar. Halbuki tıpkı başı örtmek gibi, Allah’ın hükmüyle hükmetmek de, küfür sözünü söylememek ve küfre bağlılık yemini yapmamak da Allah’ın emri, peki bu konulardaki dayatmalara, yasaklara, baskılara neden tavır koymuyor ve tartışmaya açmıyorlar. Bütün yapılan ve yapılmak istenen, başörtülü ya da Müslüman bireyi şirk sistemine eklemlemeye yönelik talepleri gündemleştirip, onları tartışmaktan ibaret kalıyor.
Ayrıca yukarıda sayılan ve halen sürdürülen büyük hak ihlallerinin önemli bir kısmı, TC Devletinin de altına imza attığı uluslar arası sözleşmelere de aykırı olduğu halde sürdürülürken, liberal, sol ve azınlık dinî kesimlerle ilgili olan daha küçük hak ihlalleri için raporlar hazırlayıp uyarılar yaparak tepki veren Batılı devletler, Kuruluşlar ve ülkedeki yandaşları da Müslümanlara yönelik tüm bu hak ihlallerine yıllardır göz yumarak, eleştirmeyerek destek vermektedirler.
Tabii ki, AKP hükümeti halkın değerlerine ve haklarına saygı bakımından geçmiş tüm hükümetlerin tamamından çok daha görece olumlu bir pozisyonda bulunmaktadır. Hatta diğerlerinin döneminde gasp edilmiş hakların bir kısmını gasp etmeyi sürdürse de, hiç değilse bir kısmını iade etme çabası göstermesi bakımından da, diğerlerinin tümüyle bile mukayese edilmeyecek ölçüde görece özgürlükçü bir çizgiyi temsil etmektedir. Bu sebeple sistem içi değişimci AKP hükümetinin bu hakkını teslim etmek, görece hayırlı işlerini olumlu bulup teşvik etmek, İslami şahsiyetin adil olma sorumluluğunun önemli bir gereği olarak ihmal edilmemelidir. Üstelik AKP hükümetinin alternatifinin, yıllardır sürdürülen bu kapsamlı baskı, zulüm ve yasakları aynen sürdürmek isteyen eski statüko yanlısı askeri vesayetçiler, resmi ideolojik despotlar olduğu da açık bir gerçektir. Biz Müslümanlar da, şüphesiz vakıayı doğru okumak ve görece olumlu olanla daha şedit zalim olanı ayırmak, Mümtehine 8 ve 9. ayetlerde zikredilen tutumları bu iki kesime karşı dikkate almak durumundayız. Mümtethine 9’da, bizimle dinimiz hakkında savaşan ve bizi yurtlarımızdan çıkarmak isteyen açık ve şedit kafirlere karşı tam bir uzaklaşma ve düşmanlıkla beri olma çabamız gündemleşecektir. Mümtehine 8’de zikredilen, bizimle dinimiz konusundan savaşmayan ve bizi yurdumuzdan çıkarmaya çalışmayan barışçı olanlara karşı, Rabbimiz bizi “iyilik” ve “adaletle” davranmaktan sakındırmadığının bilinciyle hareket edilecektir. Bu sebeple, AKP politikalarında insanların ve Müslümanların hayrına olanları görece olumlu bulduğumuzu söyleyip teşvik edici bir tutum sergileyebiliriz. Ayrıca onların görece olumlu uygulamalarından dolayı muhatap oldukları zulümlerde ise zulmedenlere karşı, AKP’den ayrışık bağımsız Kur’ani konumuzu koruyarak ve bunu açıkça izhar ederek, yani yandaş konumuna, AKP’nin ve politikalarının savunucusu durumuna düşmeden, sadece adaletin gerektirdiği tavırları da yine açık İslami kimliğimiz altında ortaya koyabiliriz.
Ancak, bugün AKP yönetimindeki laik devletin hem uzun yıllar, son dönemde kısmen ıslah edilmeye çalışılan zulümleri yapması ve üstelik bunlardan önemli hak gasplarının da halen sürdürülüyor olması, hem de zaten hakkımız olan bir halin gecikerek iade edilmiş olması bakımından, yapılanlar abartılacak bir gelişme olarak da görülmemelidir. Aksi takdirde abartılı değer verenlerin bu tutumları, sonuçta aşırı mutluluk duygusallığıyla zalimlere meyletmelerine yol açmaktadır. Üstelik aynı zalim devletin gasp ettiği ve halen de iade etmeye yanaşmadığı daha çok sayıda hakkımız da söz konusuyken. Rabbimiz ise, “Zalimlere meyletmeyin yoksa size ateş dokunur” (Hud 113) uyarısını yapmaktadır. Halbuki, laik devlet gasp ettiklerinin tamamını iade etse bile, hatta İslam devletinde gayrimüslimlere tanınan bütün haklar biz Müslümanlara da tanınsa bile, (ki bu laik demokratik devletlerde mümkün değildir), yine de bizler Allah’ın hükmüyle hükmeden Müslümanların adil yönetiminden başkasından razı olamayız ve benimseyerek, isteyerek itaat edemeyiz.
Sistem içi görece olumlu değişimi yürüten laik demokratik hükümetin, birçok alanda farklı zulüm, haksızlık ve adaletsizlikleri sürdürdüğü gerçeğinden de hareketle, ayrıca İslami adaleti sağlama konumundan da uzak laik seküler yönetimiyle, İslam’dan ve Müslümanlardan ayrı ve uzak bir konumu söz konusudur. Üstelik “laiklik ve demokrasinin İslam ile bağdaştığını, dinin bireysel olduğunu, ekonominin/paranın dini ve imanı olmadığını” sürekli vurgulayarak, bizim de müntesibi olduğumuz Allah’ın dini İslam’ı tahrif etmek, toplumun İslam algısını liberal kapitalist sisteme uyumlu ve laiklikle bağdaşır sapkın yorumlara zorlayan tutumunu da görerek, toplum ve Müslümanlar nezdinde meşrulaştıracak yandaşlıklar oluşturmamak, destekler vermemek, dolaylı olarak bu tahrifatına da katkıda bulunmamak gerekir. Bu sebeple, devam eden zulümleri sebebiyle hükümeti ve yaptıklarını eleştiren kesimlere karşı, ayrışık durumunu vurgulamadan ve diğer zulümlerini gündemleştirip itiraz etmeden, İslami kimlik ve ilkelere göre adil olanı ve onların tahrifatını vurgulamadan, hükümetin görece olumluluk olarak yaptıklarının bile savunuculuğunu Müslüman şahsiyetler üstlenmemelidir. Çünkü böyle bir durum, hem İslami kimlik ve ilkeleri temsil edenlere yakışmaz, hem laik demokratik sistemin parti ve hükümetlerinden bağımsız kendi tevhidi hattında yürümesi gereken İslami mücadeleye zarar verir, kirletir. Aynı zamanda, yapılan görece olumluklara abartılı sahiplenme ve savunmalar, bu hükümetin toplumun İslam algısını tahrif edip dönüştürme ve sisteme eklemleme etkisini daha da artırır. Hem de sistem içi hükümetlerin kaçınılmaz zulüm ve haksızlıklarının faturasının İslam’a ve Müslümanlara kesilmesine sebep olmak gibi bir vebal altında kalınır.
Bir kardeşimiz “Demokratikleşme paketi” ve onu yetersiz bulup eleştirenler hakkında şunları söyleyebiliyor: “Yaşadığımız ülkede birilerini memnun etmenin ne kadar zor olduğuna hepimiz şahit oluyoruz… Ne yazık ki risk oluştuğunda gerek AK Parti kitlesinin, gerek muhafazakâr kesimin, mütedeyyin insanların ve hatta radikal denilen Müslümanların ifade edilen insani ve İslami haklarının arkasında yeterince duracağını ifade etmek zor. 28 Şubat’tan bu yana direnişe şahitlik eden yüreği ve bilinci kavi insanlarımız dışında yaşanan pasif izleyicilik bunun ispatı. Bu paketteki açılımların büyük bir kısmı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve yakın arkadaşlarının çabaları ve riski üstlenmelerinin sonucu. İster istemez insan hakları ve özgürlükler yolunda yeni kazanımlar elde etmek için güçlerini ve içinde oldukları merhaleyi gözetme hali söz konusu. Bu açıdan da pakette yer alan maddeler, kimileri tarafından eksik karşılansa da ve bazıları “değişen bir şey yok” dese de kamusal alanda yasakçı zihniyetin geriletilmesi açısından önemli ilerlemeyi ifade etmektedir”.
Böyle bir tavırla sahiplenme ve savunmalar bu ölçüde gerçekleşince, aynı çevreden bir başka kardeşimizin de yine böyle bir sahiplenme ve savunma yazısının altına bir okuru şu yorumu yazabilme cesaretini kendinde bulabiliyor:
“Yıllardır üniversite önlerinde bağırdık, eylemler yaptık, job yedik, okullardan atıldık, daha yakın zamanda son paketin kırıntısı bile olamayacak sadece okullarda başörtüsü serbestliği bahanesiyle neredeyse kapanması istenen parti şu anda devrim niteliğinde paket açıkladı.Yıllardır bu ülke halkına kan kusturan asker vesayeti şu an hapiste, yargı önünde hesap veriyor. Radikal Müslümanlık, özelde tevhidi Müslümanlık etiketi ardında, normal zamanlarda ortalıkta görünmeyen, ne zaman ülkede bir seçim havası estiğinde ortalığa sökün eden, muhtemelen yakın zamanda yeniden görünmesi muhtemel belli kesim oy vermenin şirkliğinden küfürlüğüne kadar pek çok ahkam kesecekler, ortalığı toza dumana bulayacaklar… Yapan kişilerin yaptıklarından en sonuna kadar istifade ediyoruz, yapılanlara güzelleme yapıyoruz da acaba en basitinden bir oy verdik mi?... Demem o ki, Ergenekon sürecinden en son pakette ülke özgürlüğüne sınırsız katkısı olacak hizmetlerine yazmaktan öteye daha somut katkı vermenin zamanı gelmedi mi?... Yoksa hâlâ Ak Partinin bırakın şer cephesinin engellemeleri yanında, ülkeye kazandırdığı hakları özgürlükleri sonuna kadar kullanıp oy vermek küfürdür demeye devam mı edeceğiz?”
Şirk sistemi içinde görece özgürleşme çabaları abartılı bir biçimde yüceltilip, tam anlamıyla sahiplenilip büyük övgü, mutluluk ve sevinçle kamu oyuna duyurulur ve hatta yetersiz bulup eleştiren diğer muhalif kesimlere karşı “demokratikleşme paketi”nin savunuculuğu üstlenilirse. Bir yandan muhalif kesimler nezdinde adil şahid ve davetçi misyonunuzu yitirirsiniz, temsil ettiğiniz İslami kimliğe de zarar verirsiniz. Diğer yandan da, sizi takip edenler, bu kadar “iyi” olarak yüceltilen, savunulan, takdir edilip meşruiyet kazandırılan siyasi kadroya destek vermek, oy vermek, bütünleşmek konusunda daha ileri adımları atıp sistem içi siyasete eklemlenirler ve sizden de bunu beklerler, yapmadığınızda ise sizi çelişkili bulurlar.
İslam Sisteminde Gayrimüslimlere Tanınan Haklar, Laik Demokratik Sistemlerce Müslümanlara Tanınmamaktadır
Bu kadar takdir edilip sahiplenilen ve hatta diğer kesimlere karşı savunuculuğu yapılan “Demokratikleşme paket” ile iade edilen hakların, İslami sistemlerde gayrimüslimlere verilen hakların çok gerisinde olduğu, hatta mevcut sistem içinde gayri Müslimlere tanınan haklardan bile geri olduğu bilinmeli ve abartılmamalıdır. Bizler egemen şirk sistemlerine bu durumu hatırlatıp gasp edilmiş tüm haklarımızın iade edilmesi gerektiğini gündemleştirmek yerine, verilenle mutlu olup bu politikayı üretenleri savunma konumuna sürüklenmemeliyiz.
Bu bağlamda şunları ifade edebiliriz; İslam’ın diğer kesimlere tanıdığı temel hak ve özgürlükler ne ise, gayri İslami sistemler ve anayasaları da, insan haklarına saygılı oldukları konusundaki iddialarıyla tutarlılıkları adına Müslümanlara en azından bu hakları tanımalıdırlar. Bu fıtri ve insani bir gerekliliktir. Eğer insan olunduğu ve insan haklarına, insan onuruna saygılı ve bağlı olunduğu iddiasında samimilerse, asgari fıtri ortak payda ve insani tutarlılık bunu gerektirir. Biz Müslümanların bir anayasa hazırlamamız gerektiğinde ise, inşallah vahye uygun olarak anayasa yapacağız ve gayrimüslimlerin Allah tarafından lütfedilmiş haklarını, tıpkı Medine Vesikası uygulamasında Resulullah’ın (s) yaptığı gibi, tek taraflı olarak tanıyıp güvence altına alacağız. Bunu hem Allah güvence altına almış bulunuyor, hem de bizler O’na teslimiyetimiz gereğince söz veriyor, taahhüt ediyoruz.
Allah’ın sosyal değişim yasası işlemeli, toplum neye layıksa onunla yönetilmeli. Müslüman, batıl olan bütün versiyonları reddedip sadece hakkı gündemde tutmak sadece ona çağırmakla mükelleftir. Bize rağmen yapılacak ve gasp edilmiş haklarımızdan bir kısmını iade eden bir görece özgürlükçü anayasa hazırlandığında iade edilen haklarımızı kullanmak doğal hakkımızdır. Bunun karşılığında, kendimizi kimseye müteşekkir ve borçlu hissetmemiz gerekmiyor. Resulün (s) Mekke şirk sisteminin yaptığı kimi ilaf (anlaşmalardan) faydalandığı, eman müessesesini kullandığı gibi biz de bugünkü şirk anayasa ve yasalarında yapılacak değişikliklerle getirilecek görece özgürlükleri, zaten fıtri olarak temel haklarımız olup gasp edilmiş olan haklarımızın bir kısmının bu vesilelerle iade edilmesi halinde bu haklarımızı kullanırız. Halk cahili bir anayasaya müstahaksa o anayasaya kavuşacaktır, ancak Müslüman hangi şartlarda olursa olsun, daha zalim bir cahiliye anayasası (cahiliye hükmü) yerine daha az zalim bir cahiliye anayasasına/(hükmüne) razı olamaz, teşri’e iştirak anlamında onun hazırlanmasına katkı sunamaz. Sadece eman isteme babından temel haklarını isteyebilir, yada bu hakları ve İslami sistemde Müslüman olmayanlara tanınan hakları hatırlatarak, onların zulümlerini ifşa edip halk önünde tutarlılıklarını test edecek gündemler oluşturabilir.
Siyasi bir sapma olan saltanat dönemi de dahil olmak üzere, İslami bir toplumda yaşayan gayrimüslimler, vahyin ve sünnetin belirleyiciliğinde asgari aşağıdaki temel hak ve hürriyetlere ve bunları hayatta yaşama imkânını hep sahip olmuşlardır. Bu hakları Müslümanlara tanıması imkansız olan ve dünyadaki demokratik hiçbir ülkede de bugüne kadar o ülkenin Müslümanlarına tanınmamış olan aşağıdaki haklar, velev ki Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığında biz Müslümanlara tanınsa bile yine de şirk sistemi devam ettiği, vahiy yasa ve hukuk üretmenin temel referansı haline getirilmediği sürece razı olmamız mümkün değildir. Böyle bir hükümete, sırf bu hakları sağladığı için, Kur’an’ın bizden olan emir sahiplerinin Allah’ın hükümleriyle hükmetmeleri haline tahsis ettiği itaati göstermek ve duygusallıkla meyletmek, İslami kimlik ve tevhidi ilkelerimizle bağdaşmaz..
İslami sistemde gayrimüslimlere tanınan hakların önemlilerinden bazıları şunlardır:
1 – Vatandaşlık hakkı:Irk, dil, kültür farkı gözetmeden temel haklar alanında eşit vatandaşlık statüsü verilir. Farklı dinlerin müntesiplerinin vatandaş olabilmek ve vatandaşlık haklarından faydalanabilmek için İslam’a bağlılık sözü vermeleri gerekmemektedir. Laik demokratik ülkelerde ise, laik seküler kurallar dayatan anayasaların İslam’a aykırı hükümlerine bile bağlılık, sadakat sözü verilmedikçe vatandaşlık hakkı tanınmamaktadır.
2 – Can ve mal emniyeti:Müslümanlar gibi, gayri Müslimlerin can ve mal güvenliği de İslami adalet devletinin garantisi altındadır. Demokratik ülkelerde, “radikal” diye tanımlanıp düşmanlaştırılan Müslümanlar, şiddete bulaşmasalar da potansiyel suçlu muamelesi görmekte ve bu hak konusunda sorun yaşamaktadırlar.
3 – Din ve ibadet hürriyeti:Hiç kimse, "Dinde zorlama yoktur", “dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin” ayetleri gereği olarak Müslüman olmaya zorlanamaz. Herkes dilediği dine inanmakta ve o inancının gereği olan ibadetleri yerine getirmekte, ibadethanelerini açıp, ayinlerini yapmakta serbesttir. Demokratik laik ülkelerde Müslümanlara, egemen seküler sistemin laik ideolojisi, hevaya dayalı yasa ve kuralları zorla dayatılmaktadır. Batıda bile laik anayaysa sadakat sözü vermeyen Müslümanlara vatandaşlık hakkı tanınmamaktadır.
4 – Askerlik yapmama hakkı:Gayrimüslimlerin, Can, mal, akıl, nesil-namus ve din, ibadet, hak ve hürriyetleri Müslümanların güvencesi altındadır. Egemen sistem İslam olduğu için Müslüman olmayanlar, inanmadıkları bir dinin hakimiyetini savunmak ve o uğurda ölmek zorunda bırakılmamışlardır. Çünkü bu en büyük zulümdür. Ve bugün Türkiye’de Müslümanlara yönelik olarak bu zulüm işlenmektedir.
5 – Eğitim ve öğretim hürriyeti:Din ve ibadet hürriyetinin bir gereği olarak, Gayri Müslimler, dini inançlarını çocuklarına serbestçe öğretebilecek ve kendi din ve kültürlerine göre çocuklarını eğitebileceklerdir. Kendi eğitim ve kültür müesseselerini özgürce kurup faaliyet gösterebileceklerdir. Bu hak da pek çok laik demokratik ülkede (Türkiye dahil) Müslümanlara kullandırılmamakta, bir kısmında da kısmen kullandırılmaktadır.
6 – Hukukî özerklik hakkı: Yine din ve ibadet hürriyetinin kaçınılmaz bir gereği olan Hukuki Muhtariyet’in doğal bir uzantısı olarak gayrimüslimlerin, aile hukuku, miras hukuku, borçlar hukuku gibi özel hukuk, şahsi ve medeni hukuk davalarına, mensup oldukları dinin kurallarına göre kendi cemaat mahkemeleri bakabilecektir. Bu hak da hiçbir laik demokratik ülkede Müslümanlara tanınmış değildir.
7 – Namus – nesil emniyeti:
8 – Seyahat etme, iş bulma, çalışma, mülkiyet edinme, ticaret yapma hakkı:
9 – Özürlülük sebebiyle sosyal refah, yaşlılık ve fakirlik güvencesi
Son Demokratikleşme Paketi ve Kürtlere Yönelik Sistem İçi Görece İyileştirme Çabaları
Allah’ın şeriatına karşı açılan savaş sonucunda Kemalizm dini kendisini Türk ulusalcılığı üzerine oturtunca, bu resmi dinin dili olarak saydığı Türkçeyi de resmi kurumlarda, eğitimde, basın yayın hayatında ve hatta uzun yıllar sokakta da dayatmayı ve diğer dilleri de yasaklamayı önemli bir vecibe olarak görmüştür. Bu bağlamda, tıpkı Türkçe gibi Allah’ın saygıdeğer ve korunması gereken ayetlerinden olan Kürt dili yasaklanmış, yıllarca süren yasak sürecinde Kürtçe konuşanlar, yazanlar ağır cezalara çarptırılmış, Kürt kimliği asimilasyon ve şiddete dayalı politikalarla yok edilmeye çalışılmıştır. Halbuki, insanlar kendilerini ancak dille ifade edebilir, ancak dille, kelime ve kavramlarla düşünce üretebilir ve bu düşüncelerini de ancak bu vasıta ile açıklayabilirler. Bu konuda en önemli fonksiyonu da anadiller görmektedir. Çünkü çocuk daha ana rahminde iken anadiliyle muhatap olup tanışır ve onu içselleştirerek dünyaya gelir. Ondan sonra da ilk kelimeleri annesinin dilinden öğrenip, dünyaya o kelimelerle bakar, o kelimelerle öğrenir, tanımlar ve düşünmeyi, konuşmayı o kelimelerle gerçekleştirir. İnsanların kendilerini geliştirme, ifade etme, düşünce üretme ve yaymalarının en önemli aracı olan diller ise, ancak eğitimde, kültürde ve yazıda kullanılarak kendilerini yeniden üretebilir ve geliştirebilirler. Bu sebeple 85 yıldır ana dilde eğitimin yasaklanması sebebiyle, resmi dil dışındaki diller gelişme ve yaşama imkânından mahrum bırakılarak, düşünceyi ve tefekkürü dumura uğratan büyük bir zulmün altına imza atılmıştır.
İşte başta İslami kimlik sonra da Kürt kimliği olarak belirlenen bu iki “iç düşman”a karşı takip edilen şiddet eksenli inkâr, asimilasyon politika ve uygulamalarıyla, katliamlar, işkenceler, faili meçhuller, yargısız infazlar, köy yakmalar, göçe zorlamalar, mecburi iskânlarla büyük, yaygın ve derin zulümler gerçekleştirilerek ülke tam bir zulüm bataklığına dönüştürüldü.
Bu sebeple bilinmelidir ki, şirk sisteminin en temel düşmanı yüzyıllarca halkların arasında kardeşliği tesis etmiş olan İslami kimliktir, İslam şeriatıdır ve ümmet bilincidir. Çünkü kavmi ve dini diğer kimliklere adil bir zeminde yaşama ve kendini gerçekleştirme imkânını en sahici biçimde tanıyan sadece bütün insanların Rabbi olan Allah’ın dini İslam’dır. Bu sebeple, farklı kimlikleri, kutsadıkları Türk kimliği ve seküler Batı kültürü içinde eritmeyi hedefleyen bir resmi ideoloji dayatmak isteyenlerin ilk karşı çıkıp ortadan kaldırmak istedikleri şey İslam hukuku oldu. Bu birinci kimliğin ve onun adil hukuku olan İslam şeriatının reddedilmesi ikincil olarak ve bu ilk reddediş sebebiyle Kürt kimliğinin de reddine yol açmıştır ve Kürt sorununu doğurmuştur. Bu sebeple, birinci mesele çözülse, yani İslami kimliğin reddinden ve İslam hukuku/şeriatı ile savaşmaktan vazgeçilip, İslam’ın adalet sistemi tekrar tesis edilse, Kürt sorunu da otomatikman çözüme kavuşabilecektir.
Bu bakımdan, Kürt sorununun da temel, kalıcı, sahici ve adil çözümü için, öncelikle ve mutlaka İslami kimlik sorununun çözülmesi, bütün kavimleri adaletle kucaklayıp, eşit haklara sahip kardeşler kılan İslami sistemin kurulması ve tabii ki, Türk ulusalcısı resmi ideolojinin ve dayandığı modern paradigmanın döktüğü kanlar ve yaşattığı acılarla beraber tarihin çöplüğüne atılması gerekmektedir. Onun için, Kürt, Türk, Arap bütün Müslüman halkların, aslında bu sorununun da en köklü çözümünü sağlayacak İslami mücadeleyi öncelemeleri gerekmektedir. İslami adalet sisteminin kurulması taleplerini öne çıkarıp, bu amaç doğrultusunda, insanları hemcinslerine kul olmaktan kurtarıp sadece yaratıcıya kulluğa ulaştırarak insanlık onur ve şerefine kavuşturacak olan Kur’an vahyiyle toplumu yeniden inşa etmeye yönelmeleri, tüm bölge halkları için, hem dünyada adaleti hem de ahrette kurtuluşu getirecek en akıllıca tercih olacaktır.
Ama İslami adalet sistemine ulaşana kadar zulmün devam etmesi beklenemeyeceğine göre, sistem içi görece özgürleşme ve kimi hakların iadesi de önemlidir ve görece olumluluktur. İşte son demokratikleşme paketi de, bu anlamda atılmış ve görece iyileşmeyi hedefleyen adımlar olarak değerlendirilip teşvik edilmelidir.
Kürt Sorununun Çözümünde Sistem İçi Çabalar ve İslami İnkılabi Yöntem Neyi Hedefliyor?
Daha önce de kısaca ifade ettiğim üzere bu sorunun çözümü ve kanın durması için neler yapılmalı sorusunun cevabı iki boyutta ele alınabilir. Birincisi, Batılı kodlara göre inşa edilmiş mevcut sistemin, kurulduğu konjonktürün etkisiyle oluşan faşist yapılanmasının çağdaş Batının görece özgürlükçü kodlarına göre ıslah edilmesi suretiyle yapılabilecek, sistem içi görece ve nispi bir iyileştirmedir. Zulmün azalması ve insanlarımızın kanlarının akmasının bir an önce durması şüphesiz ki ertelenemeyecek bir aciliyetle kısa vadeli çözümleri de gerekli kılmaktadır. Bu bakımdan birinci çözüm, mevcut sistemin içinde bir alternatif olarak, zalime zulmü durdurma ya da azaltma çağrısı yapmayı öne çıkarmaktadır. Bu konudaki çabalar, sistemin, hiç olmazsa ait olduğu Batı dünyasının ulaştığı görece olumlu hak ve özgürlük anlayışı çerçevesinde de olsa bu sorunun yol açtığı ıstırapları kısa vadede durdurmasını, bir an önce zulüm politikalarına son verme eğilimine girmesini ya da azaltmasını sağlayabilir. Şu anda AKP hükümeti tarafından gerçekleştirilen de, işte bu anlamda sistem içi bir iyileştirme çabası olup, görece bir olumluluğu temsil etmektedir.
İkincisi ise, gerçek, kalıcı ve adil çözümü ihtiva eden İslami alternatifin gerçekleştirilmesidir. Bu ise, zulmün doğumuna yataklık yapan seküler paradigmaya dayalı sistemin toptan reddedilip, yerine bölge halklarının özdeki kimliğine ve köklerine de ait olan ve hepsini adaletle kucaklayıp kardeşleştiren, ilk Kur’an neslinin Mekke-Medine sürecinde oluşturduğu özgün tevhidi modele dayalı olarak yeni bir inşayı gerçekleştirmek ve vahyin ölçülerini hâkim kılacak adalet sistemini kurmaktır. İslami ölçülerle toplumsal bir inkılabın yaşanmasına dayalı bu çözüm, uzun vadeli gibi görünse de, aslında en sahici, en kesin ve en adil tek çözüm olmak bakımından, zulmün kesin ve köklü bir biçimde sona erdirilmesine giden en emin ve bundan dolayı da en kısa yoldur. Bu inkılabi çözüm yolunda, egemenleri ikna ve razı etmek gerekmemekte, toplumu teşkil eden halklar kaderlerine el koymaktadırlar. Zalim egemenlere rağmen, halklar kaderleri üzerinde söz sahibi ve belirleyici olmaktadırlar. Edilgen olmaktan çıkıp iradeleriyle kaderlerini belirleyici hale gelmektedirler. Halklar, özlerindekini vahiyle değiştirmek suretiyle layık olacakları adalet sisteminin yaratıcı tarafından takdir edilmesinin sebebini hazırlamakta, bugün egemen olan güçlerin ise, Allah’ın takdiriyle kurulacak bu adalet sitemini engellemeye güçleri yetmemektedir.
Sahici ve Kalıcı Adil Çözüme Kadar Mazluma Nefes Aldıracak Kısmi Çözümlere de İhtiyaç Var
Gerçek ve kalıcı adil çözüm olan İslami sistemin kurulmasına kadar, tabii ki zulmün devamına seyirci kalınamaz. İslami davet, eğitim ve insan haklarını savunma amaçlı kuruluşların seferber olmasıyla, bir yandan mazlum halkın yok edilmek istenen İslami kimliğiyle yeniden buluşmasına vesile olunmalı, İslami kardeşlik ve ümmet bilinci için sahih bilgilenme ve bilinçlenmeye zemin hazırlanmalı, bir yandan da zulmü ve zalimi ifşa ederek, zalime karşı mazlumdan ve haklarından yana tavır koyma çabaları sürekli gündemde tutulmalıdır. Böylece hem halk mazlumdan yana zalime karşı bilinçlendirilmeli, hem de zalimler geri adım atmaya zorlanmalıdırlar.
Egemen oligarşi, on yıllardır yaptığı zulüm ve haksızlıklar sebebiyle mazlum Kürt halkından özür dilemeye ve gasp ettiği tüm hakları iade etmeye zorlanmalıdır. Irkçı, ekonomik ve kültürel tüm ayrıcalıklara, baskı, yasak ve engellemelere son verilmesi için çaba gösteren sistem içi çözüm arayışları yüreklendirilip teşvik edilmelidir. Ancak bilmeliyiz ki, heva ve zanna dayalı modern ya da post modern seküler değerler ve seküler mantık, sisteme ve siyasi, hukuki, sosyal, kültürel yapıya ve eğitime yön vermeye devam ettiği sürece, çıkarcı, dünyevi hesap eksenli yaklaşımlar, nefsani, egoist tutumlar, tahakküm arzuları, hevanın yönlendirmeleri sürecek, ulusalcı eğilimler sürekli beslenecek ve farklı kavimlere ait bu tür eğilimler sürekli birbirlerinin zayıf halini kollayacaklardır. Fırsatını bulunca, kendisini güçlü hissedince de, derhal harekete geçecekler, güçlü taraf diğerini kendi çıkarlarına göre ezmeyi, bastırmayı, sömürmeyi, kendinden saydığını diğerinin aleyhine kayırmayı mutlaka yeniden deneyecektir. Ve sonuçta, birbirine tahakküm etme mücadelesi ve zulüm asla bitmeyecektir. Çünkü heva ve hevesin ilahlığında zanlara dayalı fikirlerin, yani en büyük zulüm olan şirkin egemenliğinde bazı zulümlerden geri adımlar atarken yeni zulümlere sürüklenmek kaçınılmazdır. Ancak ahiret eksenli, kulluk ve ibadet eksenli bir hayat tasavvuru, ahrette verilecek hesap bilinci, kul hakkı duyarlılığı ve İslam kardeşliğinin hasbi derinliğiyle, sevgi, saygı, kardeşi için fedakârlık, merhamet ve adalet kavramlarının yönlendiriciliğindeki kuşatıcılıkla, Allah rızasını gözeten adanmışlıkla, vahyin ölçülerini, hükümlerini belirleyici kılan İslami bir sistem ve ümmet bilinciyle soruna köklü, kalıcı ve adil çözüm getirilebilecektir.
İki Müslüman toplum arasındaki ırk asabiyetinin tek ilacı; birleştirici, taraflara onur kazandırıcı ve tüm cahili kalıntılardan, sapmalardan arındırıcı bir fonksiyon gören İslam dini ve bu dinin adalete ve eşit hukuka dayalı kardeşliği olduğu açıktır ve tarihi uygulama ile de ispatlanmıştır. Ancak buna rağmen, daha baştan yaptıkları seküler-laik-ulusalcı tercihle İslam’ı siyasal, hukuki ve ekonomik toplumsal hayattan dışlayan taraflar ise (Devlet ve PKK), Kur’an hükümlerine ve İslam Şeriatına dayalı bu nihai, adil ve kalıcı çözüme kapalıdırlar, hatta düşmandırlar.
Ancak, şirk sistemi devam etse de hiç değilse zulmünü azaltacak sistem içi değişimle görece bir özgürleşme sağlama çabası içindeki değişimci güçlerin İslami kimliğe ve Kürtlere yönelik baskı ve yasaklarda kısmi geri adımlar atmak istemeleri de teşvik edilecek görece bir olumluluktur. Bu ülkede bir yandan sistemin iç çürümesi, başta Kürt’üyle, Türk’üyle vd kavimleriyle Müslümanlar ve sosyalist Kürt ulusalcıları olmak üzere sistem muhalifi kesimlerin mücadeleleri, ödedikleri bedellerin, çekilen acıların birikimi sonucunda yıpranan sistemin, dış konjonktürün katkı ve desteği de oluşunca değişim ihtiyacı duyması söz konusu olmuştur. Ergenekon davasıyla, radikal Kemalistlerin İslam karşıtı laikliğini ılımlılaştırma, Kürt kimliğine yönelik tutumlarını yumuşatma, şiddet yanlısı emekli kadrolarını tasfiye ve muvazzaf kadrolarını da bu istikamette terbiye süreci başlatılmış ve bunun öncülüğünü de, şartların zorlamasıyla ve liberal-sol kesimin desteğinde AKP-Gülen koalisyonu üstlenmiş olsa da, bunun arkasında küresel güçlerin yer alıp destekledikleri de bir gerçektir.
Kemalist TC treni, emperyalist devletlerin istasyonundan kalkmış ve batı yanlısı bir istikamete yönelerek, hep Batının seküler, kapitalist, laik, ulusalcı rayları üzerinde yoluna devam etmiştir. Hep Batı istikametinde ilerleyen Türkiye treninin, batıdaki gelişmeleri takip edip dinamik bir taklidi gerçekleştirememesi sebebiyle, her geri kalışında ve Batının yeni görece özgürlükçü konumunu taklit etmek isteyen kadrolar iktidar olduğunda, aynı laik, ulusalcı, seküler ve kapitalist kodlar korunarak, görece özgürlükçü yeni Batı standartlarını da kazandıracak bir ray değiştirmesi sağlanmakta ve böylece Batı yanlısı sistemin ömrü uzatılmaktadır. Ancak bir yandan da önceki sistemin baskıcı zulüm politikalarından bunalmış, haksızlıkların, adaletsizliklerin zirveye çıktığı faşist dönemlerin uygulamalarına artık dayanma gücü kalmamış, sisteme ve Batıya düşmanlığı tırmanmış, isyana ramak kalmış olan kitlelere görece bir özgürleşme imkânı da getirilerek, bu görece özgürleşme ve gasp edilmiş hakların kısmi iadesi karşılığında, bu kitlelerin yerel ve küresel sisteme entegrasyonu yeniden temin edilmiştir. Bugün gelinen noktada ise, halk kitlelerinin eski statükonun zulmünden en çok bunaldığı ve en fazla kitlesel tepkiyi verebilecek hale gelmeleri sebebiyle, daha kapsamlı bir sistem içi değişim gerçekleştirilmektedir. Bu sefer genelde daha geniş kesimleri, özelde ise muhaliflerden en fazla tepkiyi biriktirenler olarak İslami kimlik ve Kürt kimliği sebebiyle zulme uğrayan kesimleri de razı edecek ve sisteme eklemlenmelerine yol açacak değişiklikler yapılmaya çalışılmaktadır.
Yeni pakette Kürt halkının ana dilde eğitim hakkının özel okullarla sınırlı olarak tanınması görece olumlu bir adım olmakla beraber, bu halkın da verdikleri vergilerle oluşan devlet bütçesinden ya da yerel yönetimler bütçelerinden finanse edilecek alanlardaki eğitim haklarının verilmemiş olması önemli bir eksiklik olup, tamamlanmayı beklemektedir. Ayrıca sistemin kepçeyle gasp ettiği hem İslami kimlik, hem de etnik kimlik haklarının, bu hükümetçe çay kaşığı ile uzun vadeye yayılarak iade edilmeye çalışılması, var olan zulümleri sürdürmek bakımından onu da ikincil derecede de olsa gâsıp ve zalim konumuna oturmaktadır.
Önemli bir yanlışlık da, Kürt halkının gasp edilmiş temel haklarının iadesinin, gasp edenlerce hiçbir şart ileri sürülmeden tek taraflı olarak yapılması gerektiği halde, PKK ile pazarlık görüntüsü altında ve kimi şartlar koşarak ve kepçe ile çalınmış hakları zamana yayarak çay kaşığı ile iade etmesi, hem Kürt halkına yönelik yeni bir haksızlık ve zulüm oluşturmakta, hem de PKK’ya Kürt halkı üzerinde vesayet oluşturma konumu kazandırmaktadır. Halbuki PKK Kürt halkına yapılan zulümler sonucunda ortaya çıkmış, zulüm bataklığında büyümüş, güç kazanmıştır. Onun varlığını sona erdirmek için bile en etkili yöntem gasp edilmiş temel hakların bir defada ve pazarlıksız, ön şartsız iade edilmesi ve bugüne kadar yapılan bunca zulümler için de hem Kürt halkından hem de tüm Müslümanlardan laik devlet adına özür dilenmesi insani bir gerekliliktir. Tabii ki, böyle özür dileyici insani bir tutum da, sistem içi görece iyiliği temsil etmeleri bakımından ancak AKP hükümeti kadrosundan beklenebilir.
Ama maalesef AKP hükümeti de, gasp edilen hakları iade etmede çeşitli gerekçelerle ayak sürümekte, özellikle PKK ve uzantısı çevrelerin bazı şartları yerine getirmeleri halinde parça parça bu adımların sürdürüleceği imajı oluşturulmaktadır. Bu ise, PKK gibi Müslüman Kürt halkının değerlerine yabancı, hatta düşman bir kadronun, “işte bu hakları biz can feda mücadeleyle söke söke alıyoruz, biz olmasak bu hakları da alamazdınız” deme imkanı sunularak Kürt halkı üzerinde vesayet tesis etmesine katkı sunulmaktadır.
Tabii ki bizler, İslami kimlik ve Kürt kimliğine yönelik düşmanca tutum, baskı ve yasaklardan geri adım anlamına gelecek sistem içi görece özgürleşmeyle, bu gasp edilmiş haklarımızın kısmen iadesini de bir imkân ve görece olumluluk olarak değerlendirmeliyiz. Ancak, zaten bizden gasp edilmiş olan hak ve imkanların kısmen bize iade edilmesi karşılığında AKP-Gülen koalisyonu üzerinden küresel ve yerel tağuti sisteme eklemlenmeden, sadece Rabbimize şükür ve hamd ederek zaten bizim olan bu imkânları da kullanmalıyız. Sonuçta, bir yandan esas zalim ve gerçek faşist iktidar olmayı sürdüren Kemalizmin zulmüne karşı adalet mücadelesi verip, tasfiyesini teşvik ederken, bir yandan da yerine ikame edilmek istenen yeni sekülerleştirme, dönüştürme projelerini ve yerli değişim çabalarıyla eski statüko yerine ikame edilmeye çalışılan ve görece olumluluklarına rağmen şirk ve zulüm sistemi olmayı sürdüren laik liberal demokratik yeni statükoyu da ifşa edip karşısında durmalıyız. Ve bu zeminde tevhidi stratejimizi hiç terk etmeden Kur’an’i akıdeye davet, şahitlik, eğitim ve adalet mücadelemizi ilkeli bir biçimde sürdürmeli ve toplumun önünde, gerçek adalet ve kurtuluş yolunu gösteren SAHİCİ tek alternatif olduğumuzu göstermeliyiz.
Sistem İçi Taleplerle Sınırlı Siyasi Söylem, Savrulmaya, Eklemlenmeye Yol Açıyor
Müslümanların demokrasiyle imtihanı, ibretlik gelişmelere, tevhidi uyanış süreci bakımından önemli kayıplara yol açarak devam ediyor. İçimizi acıtan, üzüntülere gark eden ilkesel yanlışların olağanlaştığı ve yaygınlaştığı, bu yüzden halimizi sorgulayıp dersler çıkarmamızı gerektiren, “emri bil maruf ve nehyi anil münker”i çok canlı ve diri bir uygulamayla aramızda yaygınlaştırmamız gereken önemli bir kırılma sürecinden geçmekteyiz.
Bu imtihan ve kırılma sürecinde “karşıtına sığınarak var olma” çabasının yeni versiyonu şu iki şekilde tecelli etmektedir.Birincisi demokrasiyi içselleştirip bir model olarak benimseyen “Müslüman demokratlar” adını alan kesimlerin varlığıdır. İkincisi ise, demokrasiyi kendine göre bir seçme ve denetleme yöntemine indirgeyip benimsemeye katkı sunan ve birinciyle örtüşen zaaflarına rağmen, hala felsefi, ideolojik ve hayat tarzı boyutuyla gayri İslami olduğunu da söylemeye devam ederek, şimdilik görece bir rahatlama ve daha kolay çalışma imkanları sunması bakımından tercih edilebileceğini, kendi modelimizi üretemediğimiz bahanesiyle ödünç olarak ve “müspet” olan yanıyla, şura ile örtüştürmek suretiyle kullanılabileceğini söyleyenlerin varlığıdır.
On yıllardır hep iktidar partilerine yaslanarak, sisteme eklemlenme ve hep iktidarlardan bir takım taleplerde bulunarak ve verdikleri ile yetinerek, vermedikleri için de “ne yapsınlar, güçleri yemiyor, bu kadar yapabiliyorlar, daha fazla destek verelim inşallah o zaman yaparlar” diye mazeretler üretip ileriye yönelik beklentilere erteleyerek, bir türlü kendi gündemini oluşturup sistemi, iktidarları ve toplumu bu gündemler üzerinden düşündürmeyi, tartıştırmayı başaramayan bir edilgenlikle sistemin kimi partilerinin ardınca sürüklenen Müslümanlar yaygınlaştı. Bu tür süreçlere en son eklenen ve “İslami kuruluşlar” adı altında birlikte hareket eden kesimlerin büyük çoğunluğu, tıpkı referandumda yaptıkları gibi sistemin partilerinde yer alıp oy vermeye çağırıyorlar ya da görece olumluluk olarak ortaya çıkan kimi politikalarından etkilenerek onları sahiplenmeye, desteklemeye ve savunmaya doğru savruluyorlar. Müslümanlar, sistem içi hak talepleriyle yetinip, sistemi kökten değiştirmeyi gündem yapmaktan uzak durdukça, gasp edilen haklar alanında da çok azını geri alabilmekte, onlarla da mutlu olup, hakları iade edenlere övgüler yağdırıp, verilene razı olmayan diğer kesimlere karşı da AKP hükümetinin medyadaki savunuculuğunu üstlenmektedirler.
Üstelik tevhidi kesim diye nitelenen ve artık büyük kısmının geleneksel olandan farkı kalmayan gruplardan pek çok “İslamcı aydın, yazar” akredite olarak sürekli medyada yer aldıkları halde, bu imkanları Kur’an’ı gündemleştirmeyi ve şirk sistemini, hükmettiği şirk hukukuyla, laik anayasasıyla, başta İslami kimliğe, İslami hayat tarzına, İslami eğitime yönelik olmak üzere bütün baskı ve yasaklarıyla tartışmaya açmayı tercih etmiyorlar. Ellerine geçen medyatik imkanları, böyle temel bir tartışma için kullanmayı akıllarına bile getirmeyenler, bütün haklarımızı verse de razı olamayacağımız seküler sistem tartışması üzerinden bütün insanlara adalet vadeden Kur’an’i mesajı gündeme oturtmak yerine, sistem içi talepleri gündemleştirmekle ve onları görece karşılayan sistem içi hükümetleri savunmakla yetiniyorlar. Kimisi nihai hedef olarak, kimisi de merhale olarak bu sistemdeki yerimizi, kazanımlarımızı ve imkanlarımızı nasıl genişletiriz ve bunu sağlayacak hükümete nasıl destek oluruz, ona yapılan eleştirilere karşı nasıl savunma yaparız ve onun açtığı alanları kullanarak sistem içi imkanlardan nasıl daha fazla yararlanırız konusuna yoğunlaşmış görünüyorlar.
Sistem içi değişim yerine, Kur’an’la önce toplumu, sonra da sistemi kökten değiştirmeyi hedeflemesi gereken inkılabi ruhu kaybedip, kimilerinin mevcudu görece değiştirerek, kimi imkanlarını arttırma, görece özgürlüklere ulaşma merhaleciliği, kimilerinin de aynı zamanda iktidar ve ranttan bir an önce ve daha fazla pay kapma yarışı içinde olması böyle bir edilgenliği kaçınılmaz kılmış bulunuyor.Bu bağlamda bazı Müslümanlar, şirk sistemini ve cahiliye toplumunu veri kabul ederek, Müslüman bireyi, bazı İslami duyarlılıklarını koruyarak, hatta geliştirerek bu sistem içinde nasıl yaşatırız, bazıları da kimi İslami görünürlüklerimizden taviz vermeden şirk sisteminin parlamentosunda küfre bağlılık yemini nasıl ederiz, şirk hükümleriyle hükmetme makamlarında nasıl yer alırız, nasıl zengin olur ve refahtan payımızı nasıl arttırırız, kapitalist kazanç tarzına ve tüketim kültürüne nasıl uyum sağlayıp konforumuzu nasıl arttırırız hesabının peşine düşmüş görünüyorlar.
İşte “İslamcı”lığın kaçınılmaz sonu budur.İslam’ın ve İslami mücadelenin bütüncüllüğünü, ubudiyetin bütünlüğünü, vahyin sosyalleşmesi, ahlaklaşması konusunun önceliğini ihmal ettiren, daha ziyade bu bütünlükten koparılmış siyasal söylemi öne çıkararak, İslam’ı siyasal bir ideoloji boyutlarında ele alan “İslamcılık” kaçınılmaz olarak bu duruma sürüklemektedir. Çünkü bu siyasal ideolojik yaklaşımın taşıyıcıları, öncelikle sosyalleşmeyle toplumsal sosyal dönüşümü gerçekleştirerek, sonuçta siyasal sistemin de değişimine yol açacak vasatı oluşturmaya yönelik kulluk ve ahiret eksenli bütüncül tevhidi bir mücadele yerine, verili şartlarda iktidar eksenli ya da sistem içi kazanımlar eksenli seküler bir haklar mücadelesini öne çıkardıkları için, bu savrulma kaçınılmaz olmaktadır. Daha ziyade sistem içi taleplere endeksli etkinliklerle, ağırlıkla siyasal içerikli sloganlarla gündeme takılı kalanlar, gerek bu talepleri karşılayan, gerekse siyasal söylemlerde onları aşan tutumlar sergileyerek daha çok ve daha medyatik siyasal duruşlar üreten ve sloganlar atan sistem içi değişimci siyasetçilerin kuşatması altına girmeleri kaçınılmazdır. Çünkü daha güçlü ve daha medyatik olanın siyasal duruş ve söylemi, ister istemez kulluk bütünlüğünü ihmal edip siyasal talep ve söylemlere yoğunlaşanları da kısa sürede kuşatma ve hatta onlara öncülük yapma konumuna gelebilmektedir. Üstelik bu edilgenliğe sürüklenen söz konusu kesimler artık sistem içi siyasetçilerden brifing alarak, onların politikalarını meydanlarda ve medyada savunma misyonunu üstlenebilmektedirler.
Ayrıca sistem içi taleplerle sınırlı siyasi söylem, zamanla bu talepleri karşılayacak görece bir iyileşme yapılırsa bununla yetinmekte ve bu tür görece kazanımlar üzerinden sisteme eklemlenme, sistem içi değişime aktif destek verip o kulvarda rol üstlenmeye başlama zaafına sürüklemektedir. Halbuki, sistemi aşan, sistemi kökten değiştirmeyi ya da sistemin vermesi asla mümkün olmayan köklü talepleriyle kendi gündemini oluşturup diğerlerini bu tartışmalara çekenler, bu temel strateji istikametinde ilkeli bir mücadeleyi sürdürürken, sistem içi değişimle bir takım haklar verildiğinde de bundan fazla etkilenmeden, köklü tevhidi değişim talepleri istikametinde devam ederler. Bu tür devrimci kesimleri, sistem verdiği tavizlerle kendi alanına çekme imkanını yakalayamaz. Çünkü talepler, köklü ve tamamının verilmesi sistemin kökten değişimini gerektirecek taleplerdir.
Mesela Müslümanlar, sürekli şirk sisteminin şirke dayalı laik eğitim programları uygulayan okullarına başörtülü girmeyi, kısmen de şirk ilkelerine bağlılık yeminiyle girecekleri tüm kamu alanında başörtülü görev yapmayı gündem yapmışlardır. Hem de 3-4 yıl süreklilik arz eden eylemlerle. Halbuki batı standartlarında bile en temel hakları olan İslami eğitim hakkını bu kadar sürekli gündemleştirselerdi, hem istikameti korumuş sistem içine savrulmamış, hem de hiç değilse bu tür yasaklar kalkarak başörtülü okuma hakları çoktan verilmiş, hatta belki İslami eğitim hakkı konusunda da ciddi bir mesafe alınmış olurdu.
Aynı sığ ve sistem içi talepleri gündemleştirme, imam hatip liseleri için de söz konusu olmuştu. İslami eğitim hakkını gündemleştirmek yerine, İmam Hatip Liselerine razı olanlar, sonuçta onu bile ellerinden kaçırmışlardı. Sonra da, aynı sistemin görece özgürlükçü başka bir partisi tarafından geri iade edildiğinde ise, “eşeği önce kaybettirilip sonra buldurularak sevindirilen fakir” misali çok sevinmiş ve mutlu olmuşlardı. Hele bir de üstüne “Kuran” ve “Siyer” dersi de verilince, kimileri laik sistem içinde olunduğunu unutarak “asr- saadet”e ulaştık” diyecek kadar ileri laflar edebilmişlerdi. Aynı şey parlamentoya şirkle hükmetmek üzere ve şirke bağlılık yemini yapmak üzere başörtülü girmenin gündem yapılıp da, şirke bağlılık yemininin, şirk hükümleriyle hükmetmenin tartışmaya açılmaması konusunda da yaşanmıştır. Bu sebeple, sürekli sistem içi görece hak ve özgürlük taleplerine dayalı siyasi söylem ve eylemlerle oyalananlar, giderek sistem içi düşünmeye ve artık “ehveni şer”i bile kabul etmeye, demokrasiyi ödünç ve geçici olarak ya da despotizme alternatif olarak kabul etmenin faydasını ve gereğini gündem yapmaya başlamışlardır.
Halbuki bu tür savrulma ve eklemlenmelerden korunmak ve istikameti her şartta korumak için, sistem dışı bir söylem ve tevhidi bir strateji çerçevesinde talepler çıtasını hep en temel ve köklü Kur’ani değişim çizgisinde ve sistemin vermesinin kolay kolay düşünülemeyeceği noktada tutan bir mücadele tutarlılığı gözetilmelidir.
Resulullah (s) ve ilk Kur’an nesli; çıtayı hep en üst seviyede, hakkın batılı yok etmesi ve üstünlük kurması, uzlaşmasız, sentezsiz bir biçimde hakkın hakim kılınması seviyesinde tutarak, “ehven-i şer’i gündemine almadan, hep Hakkı hakim kılma iddiasını gündemde tutarak, sistem içi taleplerle oyalanmadan cahiliye sistemiyle tam bir uzlaşmazlık içinde mücadele ettiler. Ebu Talip’in emanından istifade etse de, onun taraftarı olmadan, onun sistem içi çabalarına aktif destekçi olmadan, Batıl modeli ve inanç bağlantılı kavramlarını ödünç almadan, asla daha az kötü diye ayrım yapıp batılın bazı versiyonlarını tercihe yanaşmadan Mekke-Medine sürecinde tevhidi ilkeleri hayata geçirerek yürüdüler. Taguti sistemin nadiyesine (meclisine) alternatif nadiye (meclis) oluşturmayı ve Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyi ertelemeden, Mekki ayetlerde vurgulandığı gibi “yaratmanın da emretmenin de Allah’a ait olduğu”(Araf 54), “Allah’ın emrinden oluşan şeriatıyla hükmedilmesi gerektiği” (Casiye 18), “İnsanlara hepsinin Rabbi olan Allah’tan başkasının hükmüyle hükmedilmesi halinde, O’nun dinde izin vermediği şeyleri yasa haline getirenlerin ilahlaştırılıp Allah’a şirk koşulmuş olacağı” (Şura 21) hakikatini haykırmayı tavizsiz sürdürerek, böyle bir sistemi hedeflediklerini vurgulayarak ve açıkça ortaya koyarak hareket ettiler. Çünkü hükümranlık tamamen Allah’a aittir (Tegabun/1), sadece kozmik hakimiyet O’nun değildir, yeryüzündeki hakimiyet ve hüküm de O’nun yetkisindedir, yani göklerdeki ilah da, yerdeki ilah da O’dur (Zuhruf 84). O’ndan başka ilah yoktur, dünyada da, ahrette de, hamd O’na mahsus, her iki hayatta da hüküm O’na aittir ve sonuçta O’na döndürüleceğiz” (Kasas 70) dediler. Sonuçta da, kıyamete kadar gelecek müminlere güzel bir model ve örneklik oluşturdular.
İşte bu bilinçle çıtayı, sistem içi görece olumluluklara razı olmayacak, sistem içi taleplere indirgenemeyecek en yüksek noktaya koydular. Bu sebeple de sistem içinde çoğulcu bir modelle “devlet başkanı” teklifi bile bu hedef ve talep çıtasının altında kaldı ve reddedildi. Evet bütün kuşatılmışlığa, çaresizliklere, imkansızlıklara, zulümlere, işkencelere, katledilmelere, zayıflığa ve bir avuç insan olmalarına rağmen, önlerine gelen; devletin başı olma, devleti birlikte yönetme, zenginleşme vb tekliflere onurlu bir red cevabı vererek cahiliye sistemiyle uzlaşmadılar, bütünleşmediler. Allah'ın hükümlerini esas almayan cahiliye meclisi/nadiyesi Darün Nedvelere girmek ve mü’minlerin gördükleri zulümleri bu yolla azaltmak için sistem içinde oyalanmak yerine, Allah'ın hükümlerini esas alan İslami alternatif nadiye/meclis oluşturup mü'minlerin şurasını kurmakta ve her şeye rağmen tavizsizlikte ısrar ettiler. Cahiliye sisteminden ve şirki esas alan kurumlarından beraatlarını ilan ederek uzaklaştılar, Nuh (as) gibi tevhid gemisini inşa etmeye, alternatif İslami yapıyı inşaya yoğunlaştılar. Sistem içi araçlardan, sadece İslami kimlik ve şeriata ters düşmeden, hududullahı aşmadan kullanabileceklerini, karşılığında hiçbir taviz ve taahhütte bulunmadan kullandılar. Sistemi revize ve reforme etmeye değil, sistemi kökten değiştirmeye ve bu amaçla öncelikle toplumun özündekini tevhidi istikamette değiştirmesine vesile olma sorumluluklarını yerine getirmeye çaba gösterdiler.
Bugün sistem içine savrulup, görece bir takım imkanlara kavuşma, daha rahat mücadele vasatı elde etme arzusuyla ve bu baptan kimi beklentilerle sistem içi demokratikleşmeye eklemlenme, uzlaşma, taviz verme misali öneriler, şirk sistemine yönelik olarak doğrudan Müslümanlarca gerçekleştirilmektedir. Halbuki Mekke’de, iktidar, rahatlık ve zenginlik imkanları talep edilmeden sunularak karşılığında uzlaşma ve taviz isteme önerileri, Müslümanları baskıyla, şiddetle çözemeyen şirk sisteminden Resulullah’a (s) gelen taleplerle gündemleşiyordu. Yani bu tür imkanlara dair talepler, Resulullah’tan ve Müslümanlardan şirk sistemine yönelmiyordu. Bugün ise, ilk neslin örnekliğine uygun olarak Müslümanların tavizsiz bir biçimde Kur’ani ilkeleri, vahye uygun talepleri gündemleştirip dikkati çekerek, muhatap kabul edilmeleri, ciddiye alınmaları ve o boyutlarda baskı ve şiddete maruz kalmaları ve bu baskılara rağmen kahramanca ve fedakarca bir direniş ortaya koymaları söz konusu olmadığı gibi, ilk neslin örnekliğinde olduğu gibi şirk sistemini uzlaşma arayışlarına zorlayacak bir örneklik de oluşmuş değildir.
Bu sebeple de, şirk sistemince ciddiye alınmadıkları, muhatap kabul edilmedikleri gibi, çok beğendikleri ve onun üzerinden sisteme eklemlenme sürecine girdikleri AKP hükümetince bile, referandum sonrası meşhur balkon konuşmasında “evet” oyu verenlere teşekkür faslında ciddiye alınmamış, muhatap kabul edilmemişlerdir. Bu yüzden önce ABANT toplantılarıyla başlayıp, bugün tevhidi kesimin önemli bir kısmını da içine alan bir boyutta, doğrudan Müslümanlar şirk sistemine uzlaşma teklifleri sunmakta, sentez arayışlarıyla, eklektik adlar ve söylemlerle sistem içinde bir şeyler kapma arzularını izhar etmekte, kendi kendilerine gelin güvey olmakta, yeni değişimci kadrolar üzerinden sisteme yaklaşmaya çalışmaktadırlar.
Önce geleneksellerle başlayıp sonra tevhidi kesimi de kuşatan, sistem içi geçici rahatlamaları, kazanımları, görece imkanları hedefleyen eklemlenmeler, sistem içi iktidarlara bağlanan umutlar, bir partiden diğerine sürüp gidiyor. Büyük vaatler ya da beklentilerle biri geliyor, o bir kısım kazanımlara vesile oluyor onunla yetiniliyor. Sonra bir diğerine geçiliyor, böylece sürüklenilip gidiliyor. Sonuçta belli ölçüde de olsa biriken inkılap ruhu, bu tür kırılma anlarında sürekli ve her dönem eritilmiş yozlaştırılmış, sisteme eklemlenip bitirilmiş oluyor. Her seferinde yeni bir ruh ve birikim oluşuyor, sonra o da aynı akıbete düşmekten kurtulamıyor. Müthiş bir imtihan yaşanıyor.
Menderes, Demirel ve Özal dönemlerinde, daha çok geleneksel kesimler, sisteme entegre olmuşlar ve karşıtına sığınarak var olmaya çalışmışlardır. Şimdi ise, artık tevhidi uyanış süreci öbekleri, önce refah sonra AKP üzerinden aynı serüveni yaşamaktadırlar. Ancak geleneksel kesimlerde, sadece en tepedeki bir kısım kadro sistem içi siyaset ve siyasi kadrolarla ilişki kurmakta, taban ise tamamen cemaatin gelenekleri ve hizmet alanlarında kalarak siyasi mücadelenin dışında durmakta, böylece cemaatler bir yandan destekledikleri siyasi iktidarlardan imkanlar devşirirken, diğer yandan da var olan ilkeleri çerçevesinde kendilerini koruyarak yol alıyorlardı. Şimdiki tevhidi öbekler, zaten bir avuç olan tabanlarıyla bir bütün halinde sürekli meydanlarda sistem içi taleplerle ve tamamen sistem içi değişime endeksli siyasi söylem, eylem ve sloganlarla haşir neşir olunca, bu kesimler bir bütün halinde sistem içi siyasi mücadeleye indirgenen bir zihni değişim de geçirerek, köklü talep ve Kur’ani değişim eksenli uzun soluklu mücadeleden, tevhidi stratejik yürüyüşten (her biri farklı ölçülerde de olsa) koparak, kısa vadeli sistem içi arayışların, taktik kazanımların kuşatması altına girmektedirler.
Bu bağlamda son demokratikleşme paketi sonrasında gündeme gelen ve görece olumluluk olan gelişmeler karşısında, tevhidi uyanış süreci bakıyesi kesimlerde yine büyük bir heyecanla sahiplenme, abartılı biçimde yüceltme, devrim olarak niteleme eğilimi öne çıkıyor. Hatta seküler Kürt ulusalcıları bile sistemle laiklik ve Batı kültürü eksenli anlayışa sahip olmak gibi büyük bir ortak paydaya sahip olmalarına rağmen, talep ve hedef çıtalarını görece yükseklere yerleştirdikleri için, bunun altında verilenlerin hiçbirisi onları uzlaşma noktasına çekemiyor. Bizim kesim diyeceğimiz arkadaşların talep çıtası ise, yukarıda örneklerini verdiğimiz üzere yerlerde süründüğü için bu taleplerin karşılanması onları kolayca mutlu ediyor, duygusal etkilenme sonucunda da değişimci kadrolara abartılı biçimde sahip çıkıp eklemlenmelerine yol açabiliyor.
Sistemin Zulümlerine İtirazla Temel Haklarımızı Gündemleştirirken Dahi, Şirk Sistemine Kökten Karşıtlığımız ve İslami Adalet Sistemi Hedefimiz Vurgulanmalıdır
Müslümanlar tarafından, sistem içi değişimcilere, İslam’ın insanlara tanıdığı temel insan haklarını, fıtri insani erdemler gereği olarak ya da altına imza attıkları uluslararası sözleşmelere sadakat göstererek bütün kesimlere tanıma sorumlulukları hatırlatılabilir. Aksi takdirde de, bu zulümlerini ifşa ve zulme itiraz ederek mazlumun hakkını savunma anlamında laik anayasa hazırlayanlara uyarılarda bulunulabilir. Böylece, hem değiştirmek istediğimiz sistemi ve zulümlerini, ifşa ve itiraz etmek suretiyle davetimizin muhatabı topluma tanıtarak, despot şirk sistemine yönelik muhalefet bilincini yükseltip yaygınlaştırarak toplumsal dönüşüme katkı sunma, hem de zalimleri ve zulümlerini gerileterek davetçi ve davetin muhatabı arasındaki ilişkinin daha özgür bir ortamda kurulup gelişmesine zemin hazırlama, bu suretle halka ve davetçi kadrolara alan açma imkânı bulabiliriz.
Asla mümkün olmayacak bir durum gerçekleşse ve sivil halkın tamamının, farklı bütün kesimlerin iştiraki ve uzlaşmasıyla yapılan, tam bir toplumsal sözleşme hüviyeti kazanan anayasa bile olsa, temel hak ve özgürlüklerin önünü en ileri derecede de açsa, temel haklara daha fazla riayet de etse, yine de biz mü’minler İlâhî vahyi esas almayan bir anayasayı benimseyemeyiz, razı olamayız, yapımına fiilen iştirak edemeyiz.Allah'ın iradesini ve hükmünü/şeriatını, anayasa ve yasa yaparken teslim olunması gereken nihai otorite olarak kabul etmeyen hiçbir anayasa ve yasa düzenlemesini, gasp edilmiş bütün haklarımızı da iade etse yine de meşru göremeyiz ve asla oy vererek veya başka bir biçimde, şirke dayalı teşrî'ye iştirak edemeyiz. Çünkü, ne kadar özgürlükçü olursa olsun, cahiliye toplumu tarafından, İlâhî vahyi dışlayarak hazırlanan sivil anayasalar ve kimi hakları iade eden yasalar da, sonuçta bilmeyenlerin hevasının ürünü seküler tâğutî anayasa ve yasalardır.
Biz Müslümanlar, Allah'ın tüm kullarına tanıdığı temel hakların en mütekâmil güvencesi olacak ve tüm insanların, halkların imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirme imkânı bulabilecekleri adalet ve hukuk ortamını sağlayacak olan İlâhi vahye dayalı İslâm anayasasını savunuyoruz. Şiddete dayanmayan, merhameti, adaleti ve herkesin cennete gitmesi için çırpınışı temsil eden tevhidî davet, şahidlik ve eğitim çabalarımız sonucunda Kur'an'la toplumsal inkılabı hedefleyen tevhidî daveti temsil ediyoruz. Bilmeliyiz ki, ya Allah'ın vahyi, Kur'an'ın hükümleri ölçü alınarak meşru bir anayasa yapılacak ya da bunun dışında bilmeyenlerin heva ve zannının ürünü bütün anayasalar ne kadar özgürlükçü olurlarsa olsunlar tâğutî olmaktan kurtulamayacaklardır. Müslüman için, yasaları ve anayasaları yaparken, hukuku, hakları belirlerken; vazettiği hudut, ölçü, emir ve istekleri mutlak anlamda esas alınıp belirleyici kılınması gereken nihai otorite ve nihai hüküm sahibi sadece Allah'tır.
Bugün yaşadığımız toplum İslâmî bir toplum hüviyetinde değildir. Bu sebeple laikler ve ılımlı laikler, muhafazakar demokratlar güç sahibidir, inisiyatif onların elindedir, toplum onların şirke dayalı sistemlerine layıktır, o halde onlar kendi şirk anayasalarını yapabilirler. Bu sebeple onlar, bizim de Rabbimizce lütfedilen fıtri, insani temel haklarımızı güvence altına almak sorumluluğunu taşımaktadırlar. Biz ise, İslam’ın hakim olduğu bir ülkede Müslüman olmayanlara tanınan temel hakları bizlere tanımaları gerektiğini, hiç değilse insani, fıtri erdemler ve değerler çerçevesinde gündemleştirebiliriz. İslâmî sistemde gayrimüslimlere tanınan bütün hak ve özgürlükleri, onların da laik sistemlerinde bize tanımalarını hatırlatarak tutarlı ve insani davranmalarını söyleyebiliriz. Sistem içi değişimle verilebilecek talepler, kimi zulümlere, baskılara ve yasaklara karşı gösterilecek tepkiler gündeme getirilirken bile, her seferinde en temel talep ve istikamet, Kur’ani değişim, “Allah’ın hükmüyle hükmetme” ve “yaratmanın da emretmenin de Allah’a ait olduğu” bilinciyle, hayatın bütün alanlarının vahiyle düzenlenmesine dair bütüncül İslami hedeflere vurgu da mutlaka gündemleştirilmelidir. Yani bu süreçlerde bile, Allah’ın hükümleriyle hükmedilen İslami adalet sistemi dışında sahici ve bütüncül adaletin sağlanmayacağını ve bizim Kur’ani bir inkılap soncunda bu hedefi esas aldığımızı ve bunun dışında sistem içi görece iyileşmelerden razı olmayacağımızı da mutlaka vurgulamalıyız. Ayrıca talep edilen haklar alanında yapılacak görece olumlu değişiklikler hatırına laik anayasaların ve kimi hakları iade eden seküler yasaların yapılmasına iştirak edemeyiz, destekçisi olamayız. Sistem içi bu tür demokratik çabaları sürdürenlerin taraftarı da olamayız, olmamalıyız.
Biz de, ancak toplumsal tevhidi dönüşüm sonucunda yaşanacak inkılapla İslam toplumu oluşup İslami adalet sistemine müstahak olduğunda, yani inisiyatif sahibi olduğumuzda vahyin ölçülerine uygun, vahiyle bütünlük arz eden insani, fıtri değerleri de dikkate alan İslami anayasamızı hazırlarız. Ki beşeri ölçülerle hazırlanmış hiçbir anayasa, din ve ırk ayrımı gözetmeden Allah’ın bütün kullarının haklarını mutlak bir adaletle güvence altına alan ve bütün insanlara bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilmelerinin adalet ve özgürlük zeminini sunan böyle bir anayasanın seviyesine yaklaşamaz.