Mehmet PAMAK

16 Ekim 2013

ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -IV-

Bir süredir yayınlamaya başladığımız yazı dizisinin “Ülkede ve Bölgede Değişim Süreci ve Müslümanlar” ana başlığı altındaki dördüncü alt bölümünü bugün ilginize sunuyoruz. Rabbimiz hayırlara vesile kılsın. (İslam ve Hayat)

Bölgedeki Müslümanlar, Demokrasi Kavramını Kullanmadan, Kendilerini ve Hedeflerini Sadece İslami Ölçülerle Tanımlayamıyorlar

Ülkemizde ve bölgemizde yaşanan değişim ve dönüşüm sürecinde, kendini İslam’a nispet edenlerin ve Müslümanların söylemlerinde; kimisi laiklik boyutuyla da içselleştirerek (AKP hükümetinde olduğu gibi), kimileri AKP modelini esas aldıklarını söyleseler de laikliği kabul etmeyip demokrasiyi olduğundan farklı tanımlayıp, seçimle hükümetlerin belirlenmesine indirgeyerek (Mısır İhvan hareketinde olduğu gibi), kimisi de ikisi arasında bir yol tutarak (Tunus NAHDA hareketinde olduğu gibi), genelde “demokrasi” vurgusu öne çıkmaktadır. Yani bölgedeki Müslümanlar siyasi mücadelelerini demokrasiye vurgu yapmadan özgün biçimde tanımlamaktan çekiniyorlar. Çok yakın zamanda TC Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, demokrasi ve bölgeye dair şu tespitlerini gündeme taşımış bulunuyor; “İslam'la demokrasi arasında bir ikilem yoktur. Zira her inanç ve kültürün kendisinde yer bulabildiği çoğulcu yönetim şekli hangi kökenden gelirse gelsin herkes için caziptir. Tarihte İslam toplumlarının en fazla önem verdiği değerler hak ve adaletin tecellisi, şeffaflık, devlet yönetimine katılım ve istişareleri gibi konular olmuştur. Bu değerler bugün de demokrasinin içini dolduran kavramlardır. Arap baharı, 'demokrasi ile İslam bağdaşmaz' diyen hurafeleri bozan tarihi bir gelişme olmuştur.”

Bölgede “demokrasi”nin sahiplenilmesinde ve Müslümanların bile kendilerini bu kavramla tanımlar hale gelmesinde en önemli etken, şüphesiz ki, kuşatılmışlık hali ve Müslümanların bu kuşatmanın sahiplerine kendilerini kabul ettirme ve engelleri aşma isteğidir. Bu kavramı artık içselleştirip seküler boyutuyla da sahiplenenler hariç, özellikle seçime indirgeyerek kullananlar bakımından, emperyalist ülkelere ve emperyalistlerin yerli işbirlikçileri olan askeri ve sivil bürokrasi, aydın, medya kesimlerine, liberal-sol siyasilere ve kuşatması altında oldukları yerli sisteme, kendilerini kabul ettirmek ve hükümet olabilmek için bu kavramı araçsallaştırmak, nihayet onların saldırılarından korunmak amacının belirleyici olduğu anlaşılmaktadır. Buna rağmen R. Gannuşi misali zaman içinde içselleştirip samimi olarak artık bu kavramı kullananlar da vardır. Ancak bütün bu sistem içi siyasal çabaların ortak bir yanı ise, ekonomi alanında hepsinin neo-liberal ekonomi politikalarına eklemlenme eğilimi içine girmeleri ya da küresel kapitalist sistemce kuşatılmış olmanın baskısı altında buna kendilerini mecbur hissetmeleridir.

Ancak, emperyalist Batılıları ve yerli batıcıları bu tür razı etme çabalarına rağmen, İslami kimlikli siyasi çabalar içinde olan Müslümanların İslami kimlikleri sebebiyle onlar tarafından dışlanıp düşmanlaştırılmaları devam ediyor. Yaklaşık 25 yıl içinde gerçekleşen bu tür demokratik zeminde sistem içi hükümet olma denemelerinden bazıları şunlardır; Tunus’ta Gannuşi’nin yurt dışına çıkmasıyla son bulan 1989’lu yıllardaki NAHDA denemesi; Cezayir’de 1991 seçimlerinde oyların %85’ini alan ve seçimlerin ikinci turunun yapılmasına bile fırsat verilmeyen FIS denemesi; Filistin’de 2006’da oyların %65’ini alan HAMAS ve en son da 2012’de Mısır’da halkın %52 desteğini alan İHVAN denemesi; aslında bunlara ilaveten, verdiği bütün tavizlere rağmen hâlâ kabullenilmeyen ve türlü entrikalarla kısa süre önce hükümetten düşürülen NAHDA’nın  en son denemesinde de (2013 yılında) ibret verici biçimde aynı düşmanlığa muhatap kılınmasını zikredebiliriz. Sonuç olarak ifade edelim ki,  Müslümanların belli ölçülerde ve kısmen de olsa İslami kimliklerini koruyarak sistem içi hükümet olma çabaları, verdikleri tavizlere rağmen kabullenilmemiş ve hep aynı düşmanlık duvarlarına çarparak hüsranla sonuçlanmış bulunuyor. Demokrasiyi seçime indirgeyerek sistem içi hükümet arayışı içine giren bu İslami hareketler ve taraftarları, her seferinde demokratik ülke olarak bilinen ülkelerin teşviki ve desteğiyle, yerli olduğu zannedilen devşirilmiş hain ordular ve yargı-polis bürokrasisi eliyle kanlı şekilde bastırılmış, sindirilmiş, dağıtılmış, yasaklanmış ve “demokrasi” zemininde katledilmişlerdir.

Bugüne kadar yaşananlar açıkça ortaya koymuştur ki, Müslümanların, küresel seküler sistemin, modern paradigmanın kuşatması altında kendilerini çaresiz hissederek, onların kavramlarını “ödünç alıp”, kendilerince yeniden “İslam’a uygun” tanımlayarak, bu kavramla kendilerini tanımlamaları, kendilerini onlara kabul ettirmeye çalışmaları İslami yönteme aykırı düşüp Allah’ın yardımından da uzaklaştırdığı gibi, ayrıca emperyalistlerin hışmından da onları korumaya yetmemiştir. Yani verilen bu tavize rağmen, bu batılı kavram ya da model kendilerine koruyucu şemsiye de sağlamamış, hedefledikleri maslahat da gerçekleşmemiştir. Sonuçta ise, istisnasız biçimde bütün bu teşebbüsler, aynı emperyalist demokrasilerin ve yerli işbirlikçi orduların, laik liberal ve sol demokrat kesimlerin saldırısıyla acı kayıplar vererek bastırılmışlardır.   

Bu “demokratik” yelpazede,  bir uçta laik demokrasiyi bile İslam ile bağdaştığını iddia ederekve ekonomiyi, siyaseti ve hukuku seküler alan olarak gören ve bu kamu alanına hiçbir dinin müdahale etmemesi ve bu alanın bütün dinlere eşit uzaklıkta olması gerektiği gibi akıdevi sapma olan yaklaşımları benimseyen ve hatta bu yaklaşımın İslam ile de bağdaştığını iddia ederek yaymaya çalışan siyasi kadrolar yer alır. Maalesef bir çok Müslüman da bu hali göre göre, görece olumluluklar adına bu tercihe meşruiyet kazandıracak yandaşlıklara savrulur. Üstelik bölgeye model olarak sunulan ve böyle bir tercihin sahibi olan AKP, demokrasinin İslam ile bağdaştığını iddia etmeyi çoktan aşarak, laiklik olmadan demokrasi olmayacağını ve laikliğin demokrasinin güvencesi olduğunu söyledikten sonra, şimdi de artık laikliğin de İslam ile bağdaştığını iddia edecek noktaya gelmiş bulunuyor. Kısmen NAHDA önderi R. Gannuşi de bu tür eğilimler sergilemektedir.

Diğer uçta da demokrasiyi, buna hakkı olmasa da, doğru olmasa da farklı tanımlayarak (seçime ve denetim mekanizmasına indirgeyerek), seküler boyutunu ve laikliği reddederek ve iktidara gelmek için araçsallaştırmak suretiyle kullanan, ama İslami ilkelerine ve İslam şeriatına bağlılığını sürdürerek ve hatta hazırladığı anayasada bile yasamanın temel kaynağının şeriat olduğunu vurgulayan Müslümanlar yer alır. Bizce  bu eğilimlerin her  ikisi de daha önceki bölümlerde izah edilen deliller muvacehesinde yanlış ve İslam’a aykırı olmakla beraber, birinci uçtakiler akıdevi bir sapmayı oluştururken, diğeri yöntem konusunda hata ederek sistem içi hükümet arayışı yanlışına sürüklenmeyi ifade eder. Bu bakımdan, Mısırlı Müslüman kardeşlerimizin bu yanlışlarını Allah rızası ve Müslümanların maslahatı için ifade etmemize rağmen, onları kardeş bilip her türlü destekle yanlarında yer almaktan onur duymaktayız. Onların haklı olan zulme/darbeye/katliamlara karşı direnişlerinde dua ve eylemlerimizle, kamuoyu oluşturma çabalarımızla destekçileri olmayı, insani ve İslami sorumluluğumuz olarak görmekteyiz. Fecr-i kâzib olan yalancı devrim sonrası yanlış yapılan sistem içi hükümet arayışının hüsranla sonuçlanması üzerine başlayan ve istikamet ve tevhidi ilkeler korunursa fecr-i sadık’a, sahici bir inkılaba götürecek yolu açmasını umud ettiğimiz bu direniş ve katliamlar sürecinde bile, aralarından bazılarının yine yukarıda zikredilen maslahatı güderek hâlâ “demokrasi” vurgusu yapmasını da doğru bulmadığımızı ifade etmeyi sürdürürüz. Çünkü onların bunu yapması, Türkiye’deki yandaş TV kanallarının birisinde  şaşkınlık içinde bizzat şahid olduğum “Esma demokrasi için şehid oldu” iftirasının utanmadan atılmasına yol açabilmektedir.

İnançla Bağlantılı Taşıyıcı ve Tanımlayıcı Kavramlar, Nötr Olmayıp Dönüştürücüdürler

Gülay Göktürk Yeni Yüzyıl Gazetesindeki köşesinde yıllar önce şunları yazmıştı:  “insanlar sözcükler ve kavramlar aracılığı ile düşünürler. Terimler, kavramlar, sözcükler, jargonlar, pasif ve tarafsız değildir. Kendi başlarına dönüştürücü güçleri vardır. Kullanıldıkları andan itibaren kullanıcının düşüncesini etkiler ve dönüştürürler.”(Yeni Yüzyıl Gazetesi, 28.10.1997)

Gerçekten de böyledir. Kavramlar, terimler ait oldukları zihniyetin rengini yansıtırlar ve kendileriyle beraber o düşünce dünyasını da taşırlar. Bu bakımdan hangi dünya görüşünün kavramlarını esas alıyorsanız  bir süre sonra bunların dönüştürücü etkisi sebebiyle siz de o dünya görüşünün yaklaşımlarını benimser hale geliyorsunuz. Adeta bu kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkıyor. O bakımdan yıllardır yazıp söylüyoruz: “Ey Müslümanlar batı düşüncesinin ürettiği inançla bağlantılı, onların seküler ideolojilerini temsil eden kavram, model ve değerleri esas alarak kendinizi ifade etmeye kalkışmayın. Demokrasi, laiklik, ulusalcılık, modernizm, post modernizm, sivil toplumculuk, çoğulculuk, rasyonalizm, hümanizm vb. tüm  batı kavramları şirke bulaşmış batı zihniyetinin ürünleridir, bunlardan uzak durun, bunlar nötr kavramlar değildir. Bir süre içinde farkında bile olmadan kullanıcılarını değiştirip dönüştürürler. Bizler Müslüman’ız, kendimizi ancak kendi özgün kavram, değer ve ölçülerimizle ifade etmeliyiz. Aksi takdirde bizi biz yapan değerlerimizden uzaklaşıp, biz biz olmaktan çıkarız” diye uyarmaya, kendimizi de bu anlamda sorgulamaya çalışıyoruz. 

Batı seküler zihniyetinin, kendi ideolojik zemininde ürettiği en masum gibi görünen kavram “insan hakları” kavramıdır. Bu ise, batının henüz düşünmeyi bile yasak saydığı dönemde Kur’an ayetleri ve Rasulullah’ın uygulaması ile muhteva itibariyle en mükemmel şekilde İslam’ın ortaya koyduğu bir anlayış olup, “Hukuku’l İbad” (Kul Hakları) adı altında ifade edilmiştir. Ayrıca,  insan ve hak kavramları, batıda henüz konuşulamazken Kur’anda doğrudan ifade edilmiş ve İslam tabiri caizse bu iki kavram üzerine bina edilmiştir. Bu bakımdan öncelikle Kur’anın yaklaşık 1450 yıl önce gündeme getirdiği “insan” ve “hak” kavramlarının oluşturduğu “insan hakları” kavramı bu anlamda İslam’ın kavramı olarak düşünülebilir. Buna rağmen “insan hakları” terkibiyle ifade edilişi ilk Batı’da kullanıldığı için, neredeyse bu kavramı kullanmaktan bile endişe ettiğimi ifade etmeliyim. Ancak, Kur’an’ın özgün iki kavramının bir araya gelişiyle türeyen bu kavram, her seferinde özgün referanslarımıza dayalı özgün muhtevasının altının bir vesileyle mutlaka çizilmesi ve seküler insan hakları anlayışından ayrışan akıdevi boyutuna da dikkat çekilmesi kaydı ile Müslümanlarca da  kullanılabilir diye düşünüyorum.

Bu kavramı kullanırken sözünü ettiğim duyarlılığı göstermeyen bir çok Müslüman insan hakları savunucusu, zaman içinde “seküler insan hakları hukuku” ile “İslam hukuku” arsında hiçbir çelişki olmadığını, tamamen örtüştüklerini iddia edecek savrulmalar yaşadılar, liberal demokrat ya da sosyalist kimliklerle İslam’ı sentez yapacak konumlara sürüklendiler. Liberal ve sol çevrelerle ilkesiz biçimde kurdukları ilişkiler ve kompleksle onların kavramlarını ölçüsüz biçimde kullanma eğilimi zamanla kendilerini dönüştürdü ve onlara benzemelerine yol açtı. Bu bağlamdaki dönüşüm önce kurucu genel başkanı olduğum Mazlumder’de başladı, yıllara sari uyarılarıma rağmen bu yolda ısrar edilince hem bu çevreyi hem de irtibatta olan başka çevreleri zamanla liberal, demokratik değişimlere sürükledi. Aralarında akıdevi farklılıklar olan İslami insan hakları ile Batının seküler insan hakları anlayışı arasında fark olmadığını söylemeye ve bu çevrelerle söz konusu “ortak” haklar anlayışında bütünleşip ortak bildirilere imza atmaya başladılar.  Böyle olunca, Kur’an hükümlerine göre sapıklık olan eşcinselliği, lezbiyenliği, çıplaklığı/vücut teşhirini de insan hakkı sayan sapkın anlayışlara savruldular. Rabbimiz izin verirse “İslam ve İnsan Hakları, Müslümanların İnsan Hakları Mücadelesi Teori-Pratik” adıyla bir kitap çalışmamı da inşallah yayınlamaya çalışacağım. İşte bu kitapta bu konuda çok sayıda belgesel örnek yer alacaktır.

Gülay Göktürk, söz konusu yazısında devamla şunları yazıyordu; Bu yüzden, bugün örtünmeyi demokratik bir hak olarak savunan her insan, ‘demokratik hak’ sözcüğünü kullandığı anda, demokrasi dünyasının kavramlarıyla düşünmeye başlamış ve o dünyanın bir parçası olma yolunda adım atmış demektir. ‘Demokratik hak’ kavramı bir kez zihne girdi mi, zihin bir kez bu kavramın ışığı ile aydınlandı mı, artık o aydınlığın zihnin karanlıkta kalmış bütün köşelerine sızması, yıllardır sorgulanmadan istiflenmiş bütün dogmaları sarsması kaçınılmazdır ve bence bu insan zihninin yaşayabileceği en mutlu silkiniştir”

Gülay Göktürk’ün bu yazısı, İsmet Özel’in “Kadınların örtünmesi demokratik bir hak değildir” başlıklı yazısına cevaben yazılmıştır. İsmet Özel söz konusu yazısında şöyle yazıyor.; “Tesettür hem erkekler hem de kadınlar bakımından İslam dinine mahsus bir vecibedir. Kedisi için İslam düşüncesinin sosyal hayatta etkin kılınmasını hedef  alarak seçmiş birinin örtünme hakkını her demokratik toplumun temel hak ve hürriyetlerinden biri sayarak, saydırmaya kalkarak savunmaya geçmesi tutarsızlığın daniskasıdır.” “Hedef İslam düşüncesinin toplumda etkin kılınması ise, anlayış ve duyuş başta olmak üzere bütün toplumun kurumları ve yapısı itibariyle İslami, dönüşüme uğraması öngörülerek hareket ediliyorsa kadınların örtünmesinden bir ‘demoratik hak’ olduğu gerekçesiyle bahis açmak… tutarsızlıktır. Örtünmeyi demokratik bir kazanım sayanlar bu kazançları karşısında hangi bedeli ödediklerini bilmelidirler. Demokratik toplum örtünmeyi demokratik bir hak sayanlardan bu hakkı kendilerine tanıyan kuruluşların ve o kuruluşların yer aldığı düzenin militanca  savunmasını yapmalarını beklemektedir. Onlara alkollü içecek kullanmasalar bile, gelip ayran içtikleri bu barın temizliğine katkıda bulunmalarını  onarımına katılmalarını istemektedir. Giderek barın düşmanlarına karşı girişilen savaşta görev almalarını önermektedir. Onlara örtülü olarak oturmaya hak kazandıkları bu barın geliştirilmesi, yaygınlık kazanması,  atılım yapması için hangi tasarılara sahip olduğunu sormaktadır.”

İsmet Özel’in yaptığı bu haklı uyarı, Gülay Göktürk tarafından son derece sert bir tepki ile karşılanıyor. Gülay Göktürk, tesettür yasağına karşı onurlu bir mücadele veren kızlarımıza destek verirken daha başlangıçta diyetini isteyen bir yaklaşımı  geliştiriyor ve bu haklarını, nötr olmayıp dönüştürücü fonksiyonu olduğunu bizzat kendisinin de itiraf ettiği  “demokratik hak” olarak talep etmelerini öğütlüyor. “Demokratik hak” talebiyle ortaya çıkan başörtülü kızların, demokrasi dünyasının kavramlarıyla düşünmeye başlamalarından itibaren o dünyanın bir parçası haline geleceklerini “demokratik hak” kavramının onların zihinlerine girmesi ile onların zihni, düşünsel ve değerler alanlarında bir dönüşüme uğrayacaklarını, zihinlerde yer alan “dogma”ların, yani vahiy ile gelen temel değişmez sabitelerimizin  yani “nass”ların değişmeye başlayacağını ve bunun insanın en mutlu silkinişi olduğunu ifade ediyor. Kur’an’dan ve onun değişmez, değiştirilemez sabit değer ve  ölçülerinden soyutlanmalarına sebep olacak demokratikleşme karşılığında başörtü mücadelesine destek veriyordu. 

Gülay Göktürk aynı yazısının devamında ise şunları yazıyordu; “… başını örtmek isteyen milyonlarca kadını demokrasi dünyasının dışına itmek onların bu kavramı kullana kullana kendi iç dönüşümlerini yaşamalarını  engellemektedir”

Görüldüğü üzere bu ifadeler de son derece ard niyetli bir yaklaşımı ve bekleyişi oraya koymaktadır. Çünkü Gülay Göktürk, bizim neye, ne için inandığımızı sorgulamadan ve bizim kafamızdaki nass’ları değiştirme planları yapmadan, bizi mevcut inancımızla, olduğumuz gibi kabul  ederek ve her şeye rağmen bizim temel haklarımızı savunmaya yönelmemektedir. Tam aksine bizi değiştirip dönüştürmeyi, Allah tarafından farz kılınan, emredilen dini bir vecibeyi bu bağlamından soyutlayıp “demokratik bir hak”  olarak nitelememizi istemekte ve bu suretle nötr olmayan  batı dünyasının kavramları ile bizi dönüştürmeyi planlamakta ve  ancak  bu ard niyet ve ön yargılı destekle belki bir hakkı elde edeceğimizi ama bizim biz olmaktan çıkacağımızı, Allah’ın değişmez değer ve  ölçülerinden soyutlanarak demokratikleşeceğimizi ummaktadır. Bu  gerçekten  son derece zalimane ve çirkin bir yaklaşımdır.

Bu art niyetini yazısının devamında daha da  açıyor: “Bu gençler bu düzen içinde diledikleri  gibi yaşama hakkını kazanırlarsa, bu  düzenin kurumlarını savunacaklardır”.

Hatta bugün demokratik hak olarak başörtüsünü savunan kızlarımızın, bu kavramın zihinlerine girmesiyle yaşayacakları dönüşüm sonucunda, bir süre sonra onları şeriatın hakimiyetine çağıranlara karşı da demokrasi bayrağını açarak itiraz edeceklerini de vurgulamaktadır. Yıllardır Müslümanların başta başörtüsü olmak üzere kimi haklarını savunur görünen bir seküler yazar bile bizleri böylesine dönüştürmeyi hedefleyen bir art niyetle hareket etmekte ve amacına ulaşmak için “demokrasi” kavramının dönüştürücü etkisinden yararlanmak istemektedir. Nitekim o yıllardan bu yana söz konusu kavramı kullanarak haklarını savunan pek çok başörtülü, aydın-yazar konumundakiler dahil, maalesef demokratikleşme istikametimde zihinsel bir dönüşüm yaşamışlardır. Ve hakikaten İslam şeriatına çağırdığımız bir çoğu çoğulcu demokrasi vurgusuyla, seküler liberal sol dostlarıyla ortak yönetimlerin kurulması gerektiğini savunur hale geldiler. Bu sebeple öteden beri bizim de ifade ettiğimiz gibi demokrasi gibi inanç temelli taşıyıcı dönüştürücü kavramlar Müslümanlarca kullanılmamalıdır. Aslında karşı tarafın da bu tür kavramları kullanmamızı önerirken, teşvik ederken nasıl bir dönüştürme planı yaptığının fark edilmesi için bu örneği nakletmek istedim.

Ayrıca hatırlayalım ki, 1990’lı yıllardan beri pek çok CIA ve RAND raporlarında da yer alan, kendilerince “radikal” olarak tanımladıkları tevhidi uyanış süreci bakıyesini dönüştürmek amaçlı önerilerden bazıları da; “kredi ihale verin ticaret yapsınlar, zenginleşsinler”, “demokratik zemine çekin siyaset yapsınlar” şeklindeydi, Özal döneminden itibaren bu konuda epey adım atıldı, AKP döneminde ise zirveye çıktı. Tevhidi uyanış süreci bakıyesi pek çok Müslüman “kredi, ihale kaptılar” ve “mücahidler müteahhit oldu” diye anıldılar, bir çokları da siyasette önemli mevkilere geldiler ve demokrasiyi seküler boyutuyla bile özümseyip büyük dönüşümler yaşadılar.

Bu vesileyle bir daha vurgulamalıyız ki, kavramlar önemlidir ve hele de inançla bağlantılı, o inancı bütüncül olarak temsil eden taşıyıcı kavramlar ait oldukları paradigmanın, düşüncenin, dinin bakış açısını, dünya görüşünü, zihniyetini, hayat tarzını da bu kavramları kullanan muhataba taşıma fonksiyonu görür ve zamanla onu dönüştürme etkisi yaparlar. Bu sebeple her din ve ideoloji, müntesiplerini kendi özgün inancını temsil eden kavramlarıyla düşünmeye, kendini bu özgün taşıyıcı, tanımlayıcı kavramlarla tanıtmaya ve muhataplara da bu özgün kavramları kullanarak mesajını ulaştırmaya çağırır ve yönlendirir. Kavramlar bu bakımdan çok önemlidir. Özellikle kavramların batıl inançla bağlantılı ve inancı temsil konumundaki taşıyıcı temel kavramları asla kullanılmamalı, İslam’ın içine ve Müslüman zihinlere taşınmamalıdır. Doğrudan inancı temsil etmeyip farklı tanımlamayla kullanıma müsait olan diğer teknik kavramlar ya da yönetim enstrümanları mahiyetinde olanlar, mesela (yönetimleri belirlemek için) seçim, anayasa, parlamento, hükümet, insan hakları, hatta özgürlük vb kavramlar İslami bir tanıma kavuşturulmak, seküler olandan ayrıştırılarak İslami hedeflere uygun olarak gündemleştirilmek kaydıyla kullanılabilir. Ayrıca ihtiyaç halinde ve vahyin doldurmadığı bir alan için yeni kavramlar da üretilebilir, ama yeni üretilen kavram inzal edilmiş temel taşıyıcı kavramların yerine konacak ve onu tasfiye sonucunu doğuracak muhtevada olamaz. O halde Müslümanlar, hiçbir sebep veya şarta göre değişmeden, ilkeli bir tutumla kendilerini ve düşüncelerini sadece İslam’ın temel taşıyıcı ve inşa edici kavramlarıyla tanımlamalı, tanıtmalı ve açıklamalıdırlar. Hiçbir sebeple, inançla bağlantılı ve o inancı/felsefeyi/ideolojiyi temsil eden taşıyıcı, dönüştürücü batıl kavramları ödünç alıp kullanmaya kalkışmamalıdırlar.

İşte kavramların bu büyük ve dönüştürücü, inşa edici etkileri sebebiyle Rabbimiz, kavramları kullanırken çok hassas davranmaya yönlendirmiştir. Mesela bu bağlamda yaklaşık aynı anlama gelen ve ikisi de kök anlamı itibariyle masum olan iki kavramdan birisi, Yahudiler tarafından tahrif edilerek farklı ve kötü bir anlamda da kullanıldığı için, müminlerin Resulullah’a (s) hitap ederken “raina” demeyin “unzurna” deyin diye uyarmıştır. Bugün ise bazı Müslümanlar, kökü itibariyle kötüyü ve şirki ifade eden, başka bir dinin/ideolojinin/felsefi görüşün temel taşıyıcı kavramı olan “demokrasi”yi, kendilerince masum bir tanımlama yükleyip seçime indirgeyerek onu Allah’ın dini İslam için kullanıyorlar. Halbuki, bu konuda ufkumuzu açan vahyi örnekteki, kökü ve özü itibariyle masum olan “raina” sırf Yahudiler kötü bir anlama da çektikleri için Resule hitapta kullanılması yasaklanıyorken, nasıl olur da kökü ve özü itibariyle şirki ifade eden münker bir kavram, İslam ile bağdaştırılabilecek iyi bir tanımlamayla da olsa Müslümanlarca İslam için kullanılabilir? 

Sistemler Toplumsal Dönüşüm ve İnkılapla, Hükümetler ise Seçimle Değişir

Sistemin değişimi ve sistem içi değişimle ilgili temel bir ilkeyi, bu vesileyle bir daha vurgulayalım: Bilmeliyiz ki, sistemi değiştirmeyi hedefleyenler, toplumsal dönüşüm/inkılap süreci ve sonrasında insani, sosyal, hukuki alt yapılarını, taşıyıcı, sevk ve idare edici kadrolarını, inkılabı destekleyip ayakta tutacak kitle desteğini oluştururlar ve bu zemine yeni sistemin paradigmasını, modelini oturturlar. Ondan sonra da, artık halkın işlerini var olan bu paradigma, kural ve kurumlarla yürütecek hükümetler değişse de sistem devam eder. Yani sistemler, toplumsal değişim ve inkılapla, sistem içi hükümetler de ümmetin/halkın iradesini yansıtacak seçimlerle değişirler. Yoksa 4 yıllık sürelerde yapılacak seçimlerle değişecek her hükümet yeni bir sistem getirip, mevcut olanı yıkamaz. Bu hem sosyal bakımdan imkansızdır, ilahi değişim yasasına aykırıdır. Hem de teknik olarak mümkün değildir. Çünkü bir sistemin ortaya çıkması için, toplumsal, kurumsal, hukuksal, insani ve sosyal alt yapısının oluşup oturması, işlerlik kazanması için öncelikle toplumun özündekini değiştirmesini de içeren uzun bir süreç gerekmektedir. Bu sebeple, Müslümanların seçime indirgeyerek de olsa demokratik yöntemle sistem içi hükümet olmaya yönelmesi, zulmü geriletmek, görece özgürlüklere kavuşmak gibi kısa vadeli kazanımlardan ibaret kimi taktik ihtiyaçlar uğruna, toplumu dönüştürüp vahiyle inşa ederek sistemi değiştirmeye yönelik stratejik hedefi ıskalamasına ve Allah’ın yardımını hak edecek istikametin korunmasında zaafların oluşmasına yol açmaktadır.

İslami sistem, ne darbeci yöntemle tepeden dayatmayla gelir, ne şiddete dayalı silahlı mücadeleyle gelir, ne de sistem içi demokratik yöntemle sağlanacak hükümet değişimiyle gelir. Bu durum, Kur’an’ın bildirimlerinden çıkan sonuçta da, Hz. Peygamber (s)’in önderliğinde ilk Kur’an neslinin Mekke-Medine sürecinde bıraktığı yoldaki işaretlerle ortaya konan örneklikte de açıktır. Pratikte ise, İslami sistemin darbeyle gelmeyeceği, Pakistan’da Ziya ül-Hakk’ın (tabii ki Ziya’nın İslam algısı ne kadarsa o kadarına bile razı olunmamıştır) ve Sudan’da ise Turabi’nin liderliğinde Beşir’in hüsranla sonuçlanan darbe örneklerinde apaçık ortaya çıkmıştır. Ziya ül-Hakk’ın öldürülmesini müteakip Pakistan halkının asılan Zülfikar Ali Butto’nun kızı Benazir Butto’yu seçmesi, bu halkın İslami yönetime değil de seküler bir yönetime müstahak olduğunu, darbeyle İslam’ın dayatılamayacağını göstermesi bakımından ibret verici olmuştur. İslami sistemin/yönetimin demokrasiyle sistem içi hükümetleri ele geçirerek olmayacağı da, yine hem merhum Mevdudi’nin  kurduğu partinin sonuç alamaması bir yana, var olan güzel tevhidi düşünsel birikimin bile yıpranmasına yol açmış olmasıyla ortaya çıkmış, hem de FIS, HAMAS ve İHVAN örnekliğinde acı kayıplar ve ödenen büyük bedellerle ispat edilmiş bulunmaktadır.

Ama bugün Müslümanlar, Suriye ve Mısır’daki gerçeklikten kalkarak, mevcut sistemler içinde “Müslümanların önünde ikisi de meşru olan iki yol vardır” diyerek bu yolların; birincisinin “silahlı mücadele yöntemiyle rejimleri yıkmak”, diğerinin ise, “sistem içi demokratik siyasal mücadeleyle sistem içinde kazanımlar elde ederek toplumu değiştirmeye çalışmak” şeklinde açıklamalar yapabiliyorlar. Halbuki, Mısır ve Suriye’deki ihvan kardeşlerimizin yanlış bir içtihatla ya da zaruretler sebebiyle kendilerini mecbur hissederek bu tür yollara başvurmaları hali, bu yolların İslami sisteme götürecek hak yöntemler olarak nitelenmesine yol açmamalıdır. Ayrıca aynı kesimlerce, nedense aynı tür katliamlara başvurdukları halde Mısır’daki darbecilere karşı şiddete başvurmayan bir direnişi desteklerken, Suriye’deki despota karşı silahlı mücadeleyi doğru bulabilmektedirler. Biz ise, emperyalistlerden silah istemek ya da emperyalistlerin Baas katilinin hiç değilse kendilerine yönelik hava saldırılarını önleyecek bir müdahale yapmalarına muhtaç olmak durumu söz konusu olmayacaksa, Müslümanların birliği, örgütlenmesi, kadrosu ve silah gücü yeterliyse İslami otoritelerini oluşturup şura ile karar almışlarsa, karşı tarafın ve kendilerinin askeri güçlerini doğru değerlendirip galibiyet ihtimali yüksek olduğu sonucuna ulaşmışlarsa silahlı mücadelenin doğru olabileceğini, aksi takdirde Mısır’lı Müslümanlar gibi katliamlara karşı bile silahsız direnişte bulunarak despotları zor duruma düşürme yolunu uygun bulduğumuzu söylüyoruz.

Görüyor ve biliyoruz ki, aslında Mısırlı darbeciler de Suriye’li İhvan’dan çok daha güçlü, örgütlü  ve çok daha fazla halk desteğine sahip olduğu halde silaha, şiddete başvurmadan direnen Müslümanların silaha baş vurmasını tahrik edip, buna yol açmasını umdukları provokasyonlara bile başvurmaktadırlar. Çünkü silaha başvurdukları takdirde ihvan’ın bütün öncü kadrolarını katletmeye yönelik yaygın bir silahlı müdahaleye ve çok daha büyük katliamları kolayca gerçekleştirmelerine gerekçe oluşturacaklardır. Zaten bütün dünya kamu oyu da, böyle bir halde yani İhvan şiddete başvurduğunda, tıpkı Suriye’deki katliamları seyrettikleri, hatta dolaylı da olsa destekledikleri gibi, Mısır’da yapılacak böyle bir katliamı da suskunlukla karşılamaya hazır bulunuyor. Ama Mısırlı İhvan’ın, katliamlara rağmen ferasetli bir tavırla şiddetten uzak durması bu oyunu bozmaktadır. İnşallah Rabbimiz ömür ve imkan verirse daha sonraki bölümlerde bu konudaki geniş açıklamaları ortaya koymaya çalışacağım.

Burada kısaca özetleyecek olursam, gayri İslami bir rejimde despot ve zalim yöneticiler eğer Müslüman halka dayanılamayacak zulümler yapıyorlarsa, tabii ki İslami cemaat/toplum oluşmuş, birlikteliğini sağlamış, şuraya dayalı otoritesini belirlemiş, savaşacak kadrosu, yeterli silah gücü varsa ve sonuçta Müslümanların kırdırılmayacağı, despotizme karşı galip gelineceğine dair galip zan şura’da oluşmuşsa, işte o zaman kendini savunarak despot yönetimin devrilmesi ve katliamlarına, zulümlerine son verilmesi amaçlı silahlı müdahale doğru olur. Yüzyıllardır İslam alimlerinin önemli bir kısmı da bu şartları aramışlardır. Ancak yine de eğer toplum müstahak değilse, buna uygun öz dönüşümünü yaşamamışsa, bu müdahaleyle despot rejim yıkılsa da İslami adalet sistemi gelmeyebilir. Bu durumda Müslümanlara düşen görev, sistem içi demokratik yöntemle hükümet olmaya çalışmak yerine, despotizmin devrilmesiyle oluşacak görece özgürlük ortamından yararlanılarak toplumu vahiyle dönüştürme ve inşa eksenli çabalarda yoğunlaşmak olmalıdır.

Aynı şekilde sistem içi demokrasi yöntemiyle siyaset yaparak hükümet olunduğunda da (eğer İhvan örneği engellenmeseydi), toplum tevhidi istikamette öz dönüşümünü yaşamamışsa yine hayatı kuşatan bütüncül İslami sistem gelmezdi. Ancak, bu konuda çalışıp toplumu vahiyle dönüştürüp inşa edecek Müslümanlara alan açabilirdi. Ama eğer fırsat verselerdi bile bu durumun, görece olumluluğu yanında, Müslümanların sistem içi iktidar ve rant kavgasında, demokratik zeminde kirlenme ve yozlaşmalarına yol açma riski de vardır. Üstelik bu risk görece olumluluk avantajını ortadan kaldırabilecek boyutlara da ulaşabilir.

Bu bakımdan Müslümanlar, pek çok kesimin katıldığı despotizme son verme amaçlı halk ayaklanmaları misali kaotik ortamlardan sonra, tüm kurum ve kurallarıyla egemen sistemin, özellikle de emperyalizmin işbirlikçisi orduların, yargı ve polisin tam kuşatması altında sistem içi hükümet olmaya talip olmaktan uzak durmalıdırlar. Yeni oluşacak görece özgür ortamlardan istifade ederek İslami inkılabın zeminin hazırlamaya yoğunlaşmalıdırlar. Nitekim ihvan öncüleri de yaptıkları açıklamalarda hata yaptıklarını anladıklarını ifade etmişlerdir;  Müslüman Kardeşler'in liderlerinden Salih Sultan, “hata ettik” diyerek Mısır halkından özür dilemiştir. Özgürlük ve Adalet Partisi'nin web sitesinde yayınlanan yazıda Sultan, halkın kabul etmediğini belirttiği hükümlerin içerisinde Mısır'ın eski başkan yardımcısı ve eski istihbarat şefi Ömer Süleyman'la görüşmelerinin, Hüsnü Mübarek'in devrilmesinden sonra kademeli reformlar için silahlı kuvvetlerin üst konseyiyle diyaloga girmelerinin hata olduğunu ifade etmiştir. “Mısır halkından özür dileriz” başlığıyla verilen özür açıklamasında birçok 'devrimci' ve bağımsız grupların reddetmesine rağmen sorumluluk alma konusunda hatalı olduklarını ifade etti. (Egypt Independent)

Ayrıca Muhammed Mursi'nin danışmanı Muhammed Kazzaz da yaptığı açıklamada; ‘Tüm yaşananlardan ders çıkardık. Süreç boyunca ve sonrasında nerede hatalar yaptık diye düşündük ve bunları aramızda konuştuk. Şunu itiraf etmeliyim ki dünya İhvan iktidarına hazır değildi. Belki de biz erken davrandık. Şartların daha da olgunlaşmasını beklemeliydik diye kendi kendimize sorduğumuz oldu. Bir başka eleştiri noktamızda ‘iktidarı gereğinden fazla bizim gibi düşünmeyen ve Mısır’da değişime ve yeniliğe direnenlerle paylaşmamızdı. Sayın Mursi’de dahil olmak üzere tüm İhvan yöneticileri olarak yumuşak bir geçiş stratejisinde ittifak etmiştik. Sonuçlara baktığımızda bu içtihadımızın yanlış olduğunu gördük’ ifadelerine yer verdi. (Haksöz Haber).

Görüldüğü üzere İHVAN temsilcileri bile (Türkiye’deki, İhvan’dan fazla İhvancılara göre daha doğru ve daha ferasetli değerlendirmeleri, hem de en çok bedel ödedikleri süreç devam ederken yapabiliyorlar), doğru bir tespitle, ayaklanma süreci ve sonrasında sistemin kurumlarıyla, özellikle de ordu ve eski statükonun temsilcileriyle Mübarek’in devrilmesini müteakip yapılacak reformlar konusunda diyalog kurmakla, görüşmeler yapmakla ve“şartların olgunlaşmasını beklememeden” “sorumluluk almak konusunda acele davranmakla hata ettiklerini” açıkça ifade etmektedirler.

Dünyadaki En Büyük ve En Yaygın Zulümlerin, Sömürülerin, Katliamların Arkasında Hep Demokratik Ülkeler Yer Almıştır

İnsanlık Kur’an’ın aydınlığına ve İslam’ın adaletine muhtaç bulunuyor. Tüm dünya modern paradigmanın ürettiği modern cahiliyenin kıskacında, zulüm, sömürü ve adaletsizlik bataklığında çırpınıyor. İşgal, sömürü, katliam ve despotizm her yanda egemendir. Önce despotları çıkar karşılığı destekleyerek, bugün de yine aynı saikle değiştirip yerine gelecek olanı yönlendirmeye çalışarak, emperyalist demokrasiler dünya insanlığına her yanda kan kusturuyor. Yolsuzluk, yoksulluk, açlık, sefalet, ahlaksızlık, yozlaşma, bunalım küreselleşti. Rabbine yabancılaşıp fıtratını bozan modern insan hayvandan aşağı konumlarda yer alıp, liberal demokrasilerin şemsiyesi altında seküler fesadı küreselleştirdi, insani değerleri, insanı tüketti.

Buna rağmen Müslümanlar, kendilerine on yıllarca zulmeden despotları da var edip destekleyen emperyalizmin rejimi olan demokrasiyi, ya seküler muhtevasıyla kabullenip çoğulcu modeli esas alarak ya da farklı tanımlayıp seçime indirgeyerek sahipleniyorlar. İlim sahibi olanlar bile “denize düşen yılana sarılır”, “Ne yapalım başka çaremiz mi var” diyebiliyorlar. “Bizim kavram ve modelimiz yok, onların kavram ve modellerini ödünç almak zorundayız” ya da “ehven-i şer’i seçmemiz fıkhen mümkündür”, zaten “hüküm Allah’ın demek hüküm ümmetindir demektir”, “şura da demokrasi anlamına gelir”, “Arapça kullanmak zorunda mıyız, şura yerine demokrasi diyoruz” ifadeleriyle demokrasi yönünde yapılan yanlış tercihler için zorlama yorumlarla meşruiyet zemini oluşturmaya çalışıyorlar. Tevhidi uyanış süreci bakıyesinin en iyileri bile bunları söyleyebiliyorlar, demokrasiyi seçime indirgeyen yanlış tanımlamayla kullanarak sistem içi hükümet arayışlarını meşrulaştırma çabası içine girebiliyorlar. Feraset, basiret yok oldu, şu veya bu tarzda batılın peşinde sürükleniliyor. Karşıtına sığınarak var olmaya çalışılıyor. İnsanlığı kurtaracak alternatif olan Kur’ani modeli üretme sorumluğunu taşıması gerekenler, zalimlerin modellerine meylediyorlar.

Halbuki, hiçbir maslahat veya şartı bahane ederek tevhidi stratejik yürüyüşümüzü erteleyemeyiz ve İslami mücadelenin gereği olan tavizsiz, uzlaşmasız duruşumuzu terk edemeyiz. Hak ile batılı karıştıran gri tonlara, sistem içi demokratik mücadeleye yandaş olup eklemlenemeyiz. Hak ile batılın karışımı bir durumu İslami mücadelede bir merhale olarak göremeyiz. Hedefin hak olması gerektiği gibi istikamet korunarak yürünecek bu hedefe yönelik her merhalenin de hak olması gerekir, hakkın ne kadarının gerçekleştirilmesi mümkünse o kadar, ama Müslüman eliyle yada desteğiyle gerçekleşen mutlaka hak olmalıdır. Müslüman için temel ilke şudur; hayatın hiçbir alanında ve ömrün hiçbir zaman diliminde Allah unutulmayacak, devre dışı bırakılmayacaktır. Müslüman bilir ve inanır ki, ister hayatın bütününde, isterse bir parçasında, kamu alanında, devlet yönetiminde, ekonomide, siyasette, aile hayatında, Allah’ı unutana Allah da bizzat kendilerini unutturur ve fıska düşüp yoldan sapmaları kaçınılmaz olur. (Haşr–19)

Böylece fıtratla vahyin arası kesildiği, Allah’tan gelen bu iki şeyin dünyada buluşup bütünleşmesi engellendiğinde, yani insan Allah’ı unuttuğunda ve vahiyden yüz çevirdiğinde Allah’da kendisini unutturunca, insanın fıtratına ve Rabbine yabancılaşması başlar. Sonuçta da, kendine ve Rabbine yabancılaşmış azgın beşer türü, haddi aşıp tuğyan ederek, tagutlaşarak arzda fesad çıkaracaktır. Hayatın bazı alanlarında Allah’ı unutarak, bu alanları Allah’ın hükümlerinden soyutlayanlara, Allah’ın zikrinden, Kur’an’ından yüz çevirenlere, hevalarını, arzularını belirleyici kılanlara, bir şeytan musallat edilecek ve bu şeytanlar onları yoldan çıkardıkları halde, onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını zannedeceklerdir. (Zuhruf 36-37). Ve bu sebeple de kendilerine “arzda fesad çıkarmayın” dendiğinde, onlar kendilerinin “ıslah ediciler olduklarını” iddia edeceklerdir. (Bakara 11-12). Bu açık deliller ortaya koymaktadır ki, Müslüman şahsiyet ve toplum; kamu-özel, bireysel-toplumsal, sosyal-siyasi-ekonomik-hukuki olarak ayırmadan hayatın bütün alanlarında Allah’ı unutmamak, Allah yokmuş gibi davranmamak, bütün hayat alanlarını kuşatan Allah’ın hükümlerinden/zikrinden yüz çevirmemek mükellefiyeti altında olduğunu aklından ve hayatından çıkarmamak zorundadır.

Açıkça ortaya çıkmıştır ki, ülkemize, bölgemize ve tüm dünyaya egemen hale gelen fesad, sömürü ve zulüm, bu tür Rabbini unuttuğu ve O’nun zikrinden yüz çevirdiği için kendine ve Rabbine yabancılaşarak şeytanı dost edinmiş, şeytana ibadet eden azgın müfsid insanların ve onların heva ürünü ideoloji ve seküler modellerinin ortaya çıkardığı sonuçtur. İşte bu büyük zulüm ve sömürüye, bu derin ve yaygın adaletsizliğe karşı geniş mustaz’af kitleler dünyanın her yanında, daha adil ve daha özgürlükçü yeni bir dünya talebiyle isyan bayrağını açarak ayaklanmakta, egemen yerel ve küresel sistemleri değişime zorlamaktadırlar. Kur’an’ı ellerinde, kalplerinde ve hayatlarında muhafaza eden, bununla yükümlü bulunan Müslümanlara düşen büyük sorumluluk, bu fıtri arayış içindeki modern insanların seküler modellerinin, kavramlarının peşine düşme zilletinden uzaklaşarak, tam tersine onların batıl sistemleriyle karıştırmalarına yol açmayacak, ayrıştıracak özgün kavram ve modelleriyle o insanların karşısına çıkmaktır. Öncelikle İslami tolumu inşa ederek, tek kurtarıcı Kur’ani modeli bu toplumun hayatında örnekleyerek onlara da sunmaktır.

Biliyoruz ki, bölgedeki despot, diktatör rejimler:Sömürgeci güçler tarafından tepeden atanmış ve desteklenmiş oldukları ve kendi halklarına zulmettikleri için, halklarına dayanmayınca da sürekli dış güçlere dayanmak zorunda kalan ve ülkenin kaynaklarını onlara peşkeş çeken zalim işbirlikçiler konumunda olmuşlardır. Bu sebeple, bölge ülkelerindeki, zulüm, sömürü, yolsuzluk ve yoksullukların, insan hakları ihlallerinin, adaletsizliklerin arkasında, yerli despot yönetimler kadar, onları verdiği destekle ayakta tutan demokratik emperyalist devletler de yer almaktadır.

Emperyalist Demokrasiler ise:Halka dayandıkları imajı vermelerine rağmen, onları kandırıp oyalayarak arkalarına alan,  ama zahirde halk temsilcisi görünenleri (sermayedarların maddi desteği ve silahlı güçle) etkileyip yönlendirerek egemenliği ellerinde tutan oligarşilerin tahakkümündeki rejimlerdir. Sonuçta belli ölçüde kendi halklarına görece özgürlükler tanıyan, ama başka ülkelerde uşak despot yönetimleri destekleyerek ya da o ülkeleri işgal ederek, diğer dünya halklarını ezen, sömüren, “insan halkları” adına bölgemiz halklarının insan halklarını yok eden rejimlerdir. Bu yüzden despot diktatör  rejimler, sadece kendi ülkelerinde zulüm yaparken, emperyalist demokrasiler onları da destekleyerek ya da başka ülkeleri işgal edip sömürgeleştirerek tüm dünya halklarına zulmetmekte ve sonuçta diktatörlerin onlarca katı kan dökmektedirler.

Türkiye’deki darbecilerin de, Geçmişte Cezayir’deki ve bugün Mısır’daki darbecilerin de bölgedeki diktatörlerin de arkasında hep batılı emperyalist demokratik devletler yer almıştır.Şimdi ise, artık öyle işlerine geldiği için, bu eski despotik yapılar çıkarlarını korumakta acze düştükleri ve çürüdükleri için tasfiye ediyorlar. Batılı emperyalistlerin bölgedeki durumları, bir bakıma Türk filmlerindeki, ağına düşürmek istediği kızı önce kendi adamlarının saldırısına maruz bırakıp sonra da ortaya çıkıp kurtarma rolü oynayıp kahramanlaşarak kızın gönlünü kazanmaya çalışan, sonra da kendisi tecavüz eden kabadayıları andırıyor. Önce doğrudan sömürgecilikten dolaylı yeni sömürgeciliğe geçerken kendi adamlarını despot, diktatör yöneticiler olarak tayin edip, on yıllarca destekliyor, yerel halkların ezilmeleri ve sefaleti  pahasına büyük soygunlar yapıyorlar. Şimdi de, artık ayakta kalamayacaklarını anlayınca, çıkarlarını koruyacak yeni planlar yaparak, sözüm ona yılarca ezdirdikleri halkları, kendi atadıkları, destekledikleri despotların elinden kurtarma rolüne soyunup, puan kazanmaya ve halkları bir daha aldatarak, bölgedeki çıkarlarını güvence altına almaya çalışıyorlar. Aldatamayacaklarına inandıklarını ise, önce ekonomik, siyasi baskı ve kuşatmalarla yönlendirmeye, yetmeyince de emirlerine amade devşirilmiş orduları kullanarak darbelerle, katliamlarla sindirmeye terbiye etmeye, teslim almaya çalışıyorlar.

Montesqueu’nün doğru tespitiyle “az gelişmiş ülkeler kendi ordularının işgali altındadırlar”. İşte böyle bir konumda olan, emperyalist ülkelerde eğitilerek devşirilen subay ve general kadrolarının komutasındaki Müslümanların yaşadığı ülkelerin işbirlikçi ordu yönetimleri, hem seküler Batı değerlerine devşirilip kendi halklarının dini olan İslam’a ve yerli kültüre karşı yabancılaştırılıp düşmanlaştırılmışlardır. Hem de her bir ordunun subay ve general üst kademesi ekonomik çıkarlarla kuşatılıp, holdingleştirilmiş, ülkelerinin kaynaklarını çalarak ve işbirlikçiliğini üstlendikleri uluslararası emperyalist büyük sermaye ile paylaşarak halklarını sömüren bir burjuva sınıfı haline dönüştürülmüşlerdir. Bu sebeple, gözü dönmüşçesine vahşi katliamlarla yapılan kanlı darbelerin arka planında, bir yandan iman ettikleri emperyalist sapkın seküler Batılı değerleri ve işbirlikçiliğini üstlendikleri emperyalist ülkelerin çıkarlarını savunmak ve onlara yaranmak, ilaveten fahşaya dayalı azgın lüks hayat tarzlarını korumak güdüsü vardır. Diğer yandan da, egemen burjuva sınıfı olarak ele geçirdikleri iktidarı ve rantı bir sınıf mücadelesi ruhuyla korumak arzusu ve on yıllardır kazandıkları tüm ayrıcalıkları kaybetmemek ve halkla paylaşmamak hırsı vardır.

Batılı emperyalist demokrasilerin yaklaşık yüz yıla yakın zaman Müslüman halklara karşı destekledikleri diktatörlük ve monarşi de Batı seküler kültürünün ürünüdür. Bugün artık sürdürülebilir olmaktan, Batı çıkarları bakımından kullanışlı olmaktan çıktığı için monarşi ve diktatörlükler tasfiye edilip yerine yine Batı kontrol ve denetimi altında olmak şartıyla ikame edilmek istenen demokrasi de batı seküler kültürünün ürünüdür. Aslında her iki sistem de, vahyi dışlayarak, heva ve zannı esas almaktadır. Her ikisi de, halkı, egemen gücün çıkarlarını gözeten yasa ve kararlarla yönetir. Birisi tek kişinin, diğeri teoride çoğunluk adına ama pratikte yine azınlığın hevasını ilah edinir. Bu yüzden kendine ve Rabbine yabancılasan insanların, vahyin adalet ölçülerini yok sayanların, diğerlerine yasa ve kural yaparken hevayı esas alıp sadece çıkar dürtüsüyle hareket etmeleri ve sonuçta zulmetmeleri  kaçınılmazdır

Vahiy ile fıtratın yolundan sapan insanlık, heva  ve zanna tabi rasyonalist, hümanist ve pozitivist düşünce zemininde, modern paradigmanın zihinsel kodları üzerinde kapitalizmi ve sosyalizmi üretti. Onlar da despot- monarşik yada demokratik rejimlerle dünya insanlarına  kan kusturdular ve on milyonlarca insanı katlettiler, fesadı küreselleştirdiler, insani değerleri tükettiler. Uluslar arası emperyalist büyük sermayenin, petrol, silah ve ilaç sektörünün egemen olduğu demokrasilerin emrindeki katil ordularla daha fazla kazanç hırsıyla, gözü dönmüşçesine bir azgınlıkla her yana saldırdılar ve dünyayı kan ve göz yaşına boğdular.

Şimdi de, aynı emperyalist güçler, aynı süfli çıkarları için, onların güdümündeki despot yönetimlere karşı ayaklanmalar gerçekleştirerek kaderleri üzerinde söz sahibi olmak isteyen bölge halklarını, işbirlikçileri olan hain orduları ya da Suriye örneğinde olduğu gibi despot yönetimleri kullanarak sindirmeye, bu katil ordu ve yönetimlerin alçakça katliamlarına göz yumarak dolaylı ya da dolaysız destekler vererek bastırmaya çalışıyorlar. Bölge halklarının kaderlerini kendilerinin belirlemesi engellenmek ya da Batılı emperyalistlerin çizdikleri kırmızı çizgiler içinde açılan alanla sınırlandırılmak istenmektedir.

Dünya Halkları Kaderleri Üzerinde Söz Sahibi Olmalıdırlar

Tevhidi imana sahip mü’minler olarak bizler, bütün dünya halklarının, özelde de İslam coğrafyası  denilen bölgede  yaşayan halkların, kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olmalarını ve Allah’ın sosyal değişim yasasının  işleyişine hiçbir zorba tağuti gücün engel olmamasını isteriz. Sonuçta halkların/toplumların despotizme/zorbalara karşı adalet ve özgürlük eksenli  ayaklanması, fıtri özgürlük arayışı, halkları kaderleri üzerinde söz sahibi kılan ilahi yasanın işleyişinin önündeki bir engelin kaldırılması bakımından her halükarda bir fıtri erdemlilik ve görece olumluluk olarak desteklenmeyi hak etmektedir

Sonuçta, halk neye layıksa Allah o sistemi taktir edecek ve bu halk onunla yönetilecektir.Bu bağlamda biz Müslümanlar, bunca zulmü çeken bu halkların, gayrimüslimler de dahil herkese ve hepsinin Rabbi yaratıcısı olan Allah’ın hükümleriyle, İslam’ın sahici ve bütüncül adaletiyle hükmedecek sistemi ve yönetimleri inşa etmelerini tavsiye ederiz. Yani kendimiz için istediğimizi onlar için de isteriz. Ancak toplumlar, İslam’ın sahici ve bütüncül adalet sistemine değil de, beşeri sistemler içinde görece olumlu olan demokratik sisteme, yani zulümatın gri tonlarına, tağuti sistemlerin görece özgürlükçü olanına lâyıksalar, o zaman da o sistemle yönetileceklerdir. Bu durumda bile darbeciler şiddet ve silah kullanarak halkların iradelerine ipotek koymak suretiyle, Allah’ın sosyal ve siyasi alandaki değişim için Rad 11. ayette vazettiği yasasının işleyişine engel oluşturmaya kalktıklarında, Müslümanların bu zulme de karşı çıkıp mazlumların yanında yer almaları İslami ve insani sorumluluklarıdır. Çünkü Müslümanların, insanların imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirmelerine şiddet kullanarak müdahale edip zorbalıkla dayatmalar yapanlara, iradelere ipotek koyan zorbalara karşı çıkmaları ve Allah’ın tüm kullarına adaletle muamele edilmesini gündemleştirmeleri adil şahidlik sorumluluklarının gereğidir.

Toplumlara layık oldukları sistemleri takdir eden Allah’ın sosyal yasasının (Râd 11) insanlık tarihi boyunca değişmeden işlediği ve toplumsal, sosyal ve siyasal değişimin iki boyutta geliştiği görülür. Birincisi, mevcut sistemin temel ilke, kurum ve kurallarını koruyarak, görece bir özgürleşmeyi, mevcut zulmün, baskı ve yasakların nispi olarak da olsa geriletilmesi suretiyle halka biraz daha nefes aldıracak görece bir iyileştirmeyi hedefleyen, sistem içi bir değişimdir. Bu tür değişim de yine, Allah’ın sosyal yasası gereğince işlemekle beraber, sonuçta Kur’an’ın zulümat (karanlıklar) olarak nitelendirdiği Batıl sistem içinde, karanlıkların en koyu tonlarından daha gri tonlarına geçişi ifade eden, zulümat içi bir değişimdir. Ancak zorba oligarşiler, Allah’ın bu toplumsal değişim yasasını engellemek üzere birçok provokasyonlar, baskılar, darbeler yaparak, yargıyı kırbaç gibi kullanarak, çeteleri harekete geçirerek, şiddeti kullanarak toplumun iradesinin özgürce tecellisini, halkın özgürleşmesini ve Kemalizmin, Baasçılığın vb despot batılın, sekülerizmin kuşatmasından kurtulmasını engellemeye çalışıyorlar.

İşte biz, toplumların, halkların özgür olmasını isterken, Allah’ın bu yasası gereğince kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olmalarını istemiş oluyoruz. Toplum dilerse İslam’ı seçer, dilerse başka bir inanç ya da ideolojiyi seçer ve karşılığına da katlanır. Ama halklar, bir dayatma, kuşatma, baskı, darbe, silah ve şiddet olmaksızın özgürce tercihlerini yapabilmelidirler.Neye müstahak olurlarsa onunla yönetilecekler, kimsenin engel olmaya hakkı yoktur, herkes ve her toplum imtihan dünyasındaki bu tercihlerinin hesabını da Allah’a verecektir. Biz işte, fertlerin ve toplumların iradelerine ipotek koyup, özgür iradeleriyle tercih yapmalarını engelleyen ve onlara din ya da ideoloji dayatan bu zorbalığın kalkmasını ve halkların kendi kaderleri üzerinde özgürce belirleyici olmasını istiyoruz.

Toplumsal değişimin ikinci boyutu ise, zulumatın tüm kulvarlarını reddedip, tam anlamıyla cahiliyeden/karanlıklardan arınıp, Nura/aydınlığa sıçramayı hedefleyen köklü İslami değişimdir. Ve bu, biz Müslümanların sürekli takip etmemiz ve hiçbir maslahat ve hesapla terk etmeden yoğunlaşmamız gereken yolumuzdur. Eğer toplum, vahyin şahidliğini üstlenen Mü’minlerin yapacakları tevhidi davet ve eğitimle özündekini tevhidi istikamette, zulumattan nur’a doğru değiştirirse (Bakara Suresi, 257), işte ancak bu köklü değişim sonucunda Kemalizm’in, sekülerizmin, cahiliyenin koyu karanlığının yerine, Kur’an’ın Nur diye adlandırdığı İslam’ın aydınlık adalet sistemi, Allah’ın toplumun durumunu müstahak olduğu yönde değiştiren takdiriyle gelecektir. İşte biz mü’minlerin takip etmemiz gereken yöntemi ortaya koyan ve Allah’ın razı olduğu sahici ve köklü değişim budur ve Allah’ın izniyle bu değişim sonucunda İslami adalet sisteminin gelişini hiçbir güç engelleyemeyecektir.

Bu sebeple Cezayir’de, Filistin’de ve en son Mısır’da yaşananları da dikkate alarak, sonuçta on binlerce masum Müslüman’ın katline, büyük acıların çekilmesine, büyük bedeller ödenmesine sebep olan aynı delikten ısırılma basiretsizliğinden artık kurtulmalıyız. İşbirlikçi orduların ve yargı bürokrasisinin, emperyalist uluslararası sermayenin temsilcisi sömürücü sermayenin ve kontrolleri altındaki batıcı medyanın kuşatması altındaki sistem içinde iktidar arayışları aldatıcı, saptırıcı, kirletici ve dönüştürücü etkisi olan beyhude bir oyalanmadır. Bu sebeple, tahakkümü devam eden bütün kurum ve kuruluşlarıyla İslam’a düşman olan batıl sistemin tam kuşatması altında sistem içi iktidar arayışından, fırsat verilse bile, Müslümanlar uzak durmalıdırlar. Müslümanların aceleci ve ilkesiz biçimde sistem içi iktidar arayışlarına yönelmelerinin İslami olmadığı gibi, gerçekçi de olmadığı artık anlaşılmalıdır.

Bilinmelidir ki, toplumu vahiy ekseninde dönüştürme iddiası taşıması gereken Müslümanlar, batıl sistem içinde iktidar arayışlarına yöneldiklerinde, egemen yerel cahiliye sistemi ve arkasındaki küresel sistem tüm kurumları ve imkanlarıyla onları kuşatıp kendi kırmızı çizgilerine uymaya zorlayacaktır. Üstelik bu tür iktidar heveslileri de hem bu baskılar sebebiyle, hem de kendi ürettikleri korkularla daha baskı olmadan onları memnun edecek tavizler vererek değişip dönüşmeye ve sonuçta da bu hallerini kanıksayıp yaşadıkları gibi inanmaya başlayacaklardır. Türkiye örneğinde yaşananlar bunun çok çarpıcı örneğini oluşturmaktadır. Müslümanların yapması gereken, davet, eğitim ve şahidlik sorumluluğunu kuşanarak toplumu tevhidi istikamette dönüştürmeye, Kur’ani, bir inkılapla İslami toplumu inşa etmeye ve sonuçta da sistemi kökten değiştirmeye, İslami sistemi kurmaya talip olmaktır.

Biz Müslümanlar, yaratılış amacımız olan kulluk sorumluluğumuzun gereği olarak, İslami kimlik ve ilkelerden ve uzun soluklu tevhidi değişim mücadelemizden taviz vermeyen yürüyüşümüzü ısrarla sürdürürken, İslami sistem kurulana kadar, şirk sistemi devam etse de mevcut zulmünü geriletecek, görece bir adalet ve özgürlük vasatının sağlanması anlamında sistem içi değişimleri de, Allah’ın kullarının kendilerini daha özgürce gerçekleştirmelerine yarayacak görece bir olumluluk olarak değerlendirebiliriz. Şirk sistemlerinin insanlara zulmetmemelerini, “tabii hukuk” adı altında da olsa, Allah’ın kullarına lütfettiği haklarını ihlal etmemelerini talep edebilir, bu bağlamda zulmün ve adaletsizliğin geriletilmesi çalışmalarını teşvik edebiliriz. Hatta bu bizim için, zulme ve ifsada karşı özgürlük, adalet ve ıslah mücadelesi bağlamında bir sorumluluktur. İşte bu sebeple biz, bu büyük sorumluluğumuz gereğince hangi din ya da ideolojinin, hangi kavmi kimliğin müntesibi olursa olsun, Allah’ın bütün kullarının adaletle muamele görmesini, Allah’ın tanıdığı bütün hakları ve özgürlükleri serbestçe kullanmalarını savunmalıyız. Bu bağlamda, resmi ideolojinin ve darbelerin bütün mağdurlarının haklarının ayrımsız savunucusu olmalıyız. Ancak bütün bunları, tavizsiz İslami kimliğimizi, tevhidi istikametimizi ve temel ilkelerimizi koruyarak Kur’an’ın belirlediği, Resulün önderliğindeki ilk neslin örneklediği özgün yerimizde durarak yapmalıyız.

Bölgenin Müslüman Halklarına, Yönlendirmelere ve Yanlış Eğilimlere Karşı Uyarıcı ve Ufuk Açıcı Katkılarda Bulunmalıyız

Bölgenin bütün halkları bilmeli ki, emperyalizm bölgedeki çıkarlarını sürekli kılmak adına, despot işbirlikçilerini feda edip, yeni projelerle aldatma çabası içine girecekler ve erdemli bir tavırla ayaklanan kitleleri yine kendilerinin razı olacakları sistemlere doğru yönlendirmek için ellerinden geleni yapacaklardır ve nitekim bir süredir hem de sonuç alacak etkide bunu yapmaktadırlar. Bu tür bir yönlendirmeye açık eğilimler, yanılgıyla da olsa, bir süredir kimi bölge Müslümanlarını kendiliğinden etkisi altına almış bulunmaktadır. Bölgenin kimi öncü “Müslüman şahsiyetleri” tevil etmeye bile gerek görmeden, açıkça “Ilımlı İslam”ı temsil ettiklerini, AKP modelini esas aldıklarını söyleyebilmektedirler. İslam şeriatına dayalı, Allah’ın hükmüyle hükmeden bir adalet ve hukuk sisteminden yana olduklarını ise çoğu kere bu kadar açık söyleyemiyor. Teokratik devleti de kast etseler, “din devleti değil sivil devlet, demokratik devlet kurmak istiyoruz” diyebiliyorlar. Halbuki, ruhbanın hakimiyeti olan teokrasiye karşı tepki zemininde ruhban olmayanların/laik olanların yönetimi anlamında sivilizasyon söz konusu edilmiş ve bu zeminde laik demokrasi insanın heva ve zannına dayalı yasalarla toplumların yönetilmesini esas alan bir model olarak doğmuştur. Tunus’a gidip R. Gannuşi ile görüşen Müslümanlardan birisinin naklettiğine göre, o konuşmasında sık sık demokrasiye atıfta bulunduğu, AKP modelini esas aldıkları vurgusu yaptığı, hatta AKP’yi Türkiye’de başarıya ulaşmış “ıslah hareketi” olarak tanımladığı  halde, tek bir kişi bile bunların yanlışlığına değinip emri bil maruf sorumluluğunu yerine getirme gereği görmemiş, AKP modelinin gayri İslamiliğini dile getirmemiştir. Aynı husus İhvan yetkilileriyle yapılan görüşmeler için de geçerlidir. Halbuki onların bizler kadar tanımaları mümkün olmayan AKP modeli gerçeğiyle tanıtılabilir, onların içinde bulundukları sıcak ortamda fark etmeyecekleri ya da aynı sıcaklığın tesiriyle pragmatik davranıp yapabilecekleri yanlışlar konusunda vahyi doğruları, ölçüleri hatırlatmak İslami sorumluluk olarak görülmeliydi. Ama kendileri Türkiye gibi çok daha rahat şartlarda bile sistem içi değişime yandaş konumuna savrulup, bu değişimci laik demokrat hükümetin “tagut” olamayacağını söyleme noktasına bile gelmişken, oraya ne söyleyebilirlerdi ki?

Hz. Peygamber’in (s), bugünle mukayese bile edilemeyecek kadar zor şartlarda, hak-batıl karışımı “çoğulcu siyasi ortak yönetim” zemininde devlet başkanı olma tekliflerini reddetmesine rağmen, Türkiye’nin “İslamcıları” ve bölgenin kimi öncü Müslümanları, aynı ilkeli ve ihlaslı duruşu maalesef ortaya kayamıyorlar.Resulllah’ın (s) şartlarına nazaran görece daha az olan zorlukları bahane ederek, hep birlikte Türkiye’de oluşturulan “laik – liberal – muhafazakâr– demokrasi” modelini benimseyip yüceltmeye ya da görece olumlu yanlarını öne çıkarıp, sapmalarını gündemleştirmeyerek meşrulaştırmaya, sonuçta ise hep birlikte yaygınlaştırmaya çalışıyorlar.

Halbuki, İslami toplumsal değişim ve inkılap ile Müslüman kitlelerin gücünü, adalet arayan mustazafların da güvenini, desteğini arkalarına alabilseler ve Allah’ın da vaat ettiği yardımını üzerlerine celp edebilselerdi, açık İslami kimlik ve hedefler ortaya konarak İslami adalet sistemi ortaya çıkarılabilecekti. Hiçbir kınamacının kınamasından korkmadan, Allah’tan başka hiçbir gücü razı etme ya da hışmından korunma endişesi duymadan açık İslami hedefe doğru emin adımlarla yürüme imkanına kavuşulmuş olacaktı. Bakınız NAHDA en yüksek oyu almasına rağmen hükümeti liberal ve sol iki azınlık partisiyle paylaştığı ve İslami ilkelerden onca taviz verdiği ve seküler bir hükümet kurduğu halde yine de İslam düşmanı seküler liberal-sol çevreleri ve arkalarındaki emperyalist güçleri razı edememiş ve nihayet baskılar sonucu hükümetin istifası sağlanmıştır.

Mazlum halklar, dünyada izzeti, onurlu bir hayatı, sömürüden, zulümden, adaletsizlikten arınmış adil bir yönetimle yönetilmeyi ve ahrette kurtuluşu istiyorlarsa, vahye dayalı tevhidi adalet sistemini talep edip egemen kılmaya çalışmaktan başka yol olmadığını bilmelidirler. Bu sebeple de insanlara hayırlı ve merhametli olmak sorumluluğunu taşıyan biz Müslümanlar, karanlıklardan (zulümattan) aydınlığa ve adalete ulaştıracak tek kurtarıcı mesajı her şart altında gündeme getirerek, mazlum halkların zulümatın gri tonlarında oyalanmamaları ve bir zulüm sisteminden bir başkasına savrulmamaları için uyarı görevimizi yerine getirmeliyiz.

O halde bölgenin mazlum halkları, karanlıkların koyusundan kaçarken, gri tonlara yakalanmamalı, laik demokratik liberal modele itibar ederek, yeni bir zulme muhatap olmamalıdırlar. Hepimizin yaratıcısı olan Rabbimiz, “şirk en büyük zulümdür” ve “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kâfirlerin, zalimlerin ta kendileridir” buyurmaktadır. Hak ile batılın karıştırıldığı, sentezci, uzlaşmacı, “ılımlı” modellerde, şirki ve taguti nitelik devam etmekte ve dolayısıyla da, ilahi vahyi dışlayarak, insan heva ve zannının ürettiği anayasa, sistem ve modellerde haksızlık, adaletsizlik ve zulüm kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır. Zulümden sahici anlamda kurtulup, bütüncül gerçek adalete ulaşmak, ancak, bütün halkların ve insanların yaratıcısı olan ve hepsine adaletle en temel hakları lütfetmiş bulunan Allah’ın hükümlerine dayalı bir anayasayla ve ilahi vahyi esas alan bir sistemle mümkündür.

Türkiye’deki darbeci, çeteci katillerden, askeri vesayet ve malum tek parti despotizminden kaçarak liberal muhafazakâr demokrat olmak ne ise, Tunus ve Mısır’da Firavunun despotizminden kaçarken, bir başka batıl sistem olan demokrasiye, liberalizme sığınmak aynı şeydir. Bu sebeple ayaklanmalarda, direnişlerde yer alan Müslümanlara şunu demeliyiz;

“Bunca bedel ödediniz, milyonlarca kişi meydanları doldurup, zulme itiraz etmenin onurunu kuşandınız, bunca kardeşinizi Firavunlarla mücadelenizde kurban verdiniz. Nasıl olur da buna rağmen, size bu büyük zulümleri yapanların arkasındaki emperyalistlerin sizi tevhidi yolunuzdan saptıracak ılımlı batıl modeline kanabilirsiniz?Size ve tüm Müslümanlara yakışan Kur’an’ın rehberliğinden ve Resulün (s) önderliğindeki ilk Kur’an  neslinin örnekliğinden ayrılmamaktır. Türkiye’nin laik liberal muhafazakâr demokrat modelini örnek alacağınıza, dünya ve ahiret saadetine ve sahici, bütüncül adalete kavuşturacak olan İslami adalet sistemini kurarak, siz hem Türkiye’ye, hem bölgeye ve tüm dünyaya model olun da biz sizi örnek alalım.”

“Bu sebeple, bölgeye ve size gerçek adaleti ve izzeti getirecek olan İslami sistem talebinizden asla vazgeçmemelisiniz. Ülkenizdeki orduların subay kadrosu, bu firavunlarca yetiştirilmiş olup, çoğu da Amerika’da eğitilmişlerdir. Orduların, sizin bundan sonraki hayatınız üzerinde belirleyici olmasına asla müsaade etmemelisiniz. Bilmelisiniz ki, “az gelişmiş ülkeler, kendi ordularının işgali altındadırlar”. O halde farklı tanımlayarak ya da şeklen de olsa batıl kavram ve modelleri Müslümanların gündemine ve zihnine taşımaktan uzak durun. Taguti sistemlerin ordu, bürokrasi, kurum ve kurallarının kuşatması altında sistem içi hükümet olma tarzındaki beyhude çaba ve oyalanmalar yerine, tevhidi bilinçle geleceğinize sahip çıkın. Despotların devrilmesiyle oluşan görece özgürlük ortamlarından istifade ederek, yıllarca baskı altında sürdürdüğünüz tevhidi davet, eğitim ve şahidlik sorumluluklarınızı daha güçlü ve daha nitelikli projelerle istikameti koruyarak ve ilk neslin örnekliğini esas alarak sürdürün. Böylece kuşatıcı, ilkeli ve ahlaklı bir örneklikle toplumu vahiyle inşaya yoğunlaşıp, bu süreçte seküler yönetimlerin kaçınılmaz olan sömürü, zulüm, haksızlık ve adaletsizliklerine karşı da mazlum halkta muhalefet bilincini oluşturarak Kur’ani inkılabı hazırlayın. Sonuçta da bütün bölgenin ve dünya insanlığının kurtuluşu için elzem olan vahye dayalı İslami adalet sistemi modelini oluşturarak, tüm dünya insanlığı için ışık olun.”

Hayırlı Bayramlar

Tüm kardeşlerimizin bayramlarını tebrik ediyor, kendileri ve ümmetimiz için hayırlara vesile olmasını Allah’tan niyaz ediyorum. Genellikle çok boyutlu baskı, zulüm, işgal ve katliamlara muhatap olan ümmetimize vahiyle dirilip izzetli günlere kavuşmayı nasip etmesi, emperyalizme, işgallere, despotlara, darbecilere katliamlara karşı onurlu direniş gösteren Müslümanlara yardımını göndermesi için Rabb'imize dua ediyorum.