Mehmet PAMAK

30 Ekim 2013

ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -VI-

Suriye’de yaşananları ve bu konuya bölge ülkeleri ile diğer dünya ülkelerinin yaklaşımlarını, tutumlarını, ilişkilerini ve tüm bu konularda Müslümanların yaklaşımlarını değerlendirmeye bu bölümde de devam edelim.

Suriye’deki Büyük Katliamlar Karşısında Dünyanın Tutumu

Başlangıçta Suriye konusunda Türkiye ile örtüşen laflar eden Batılı müttefiklerince, hatta ABD Dışişleri Bakanı Clinton’un ağzından “Esed’in kısa zamanda işi tamam” gibi açıklamalarla, Davutoğlu ve Clinton’un ellerini kaldırıp “çak” yaptıkları görüntülerle kutlanan işbirliğiyle gaz verip desteklenen AKP hükümeti, bir süre sonra Suriye muhalefetiyle ve yüz binlerce mülteciyle baş başa bırakılıvermiştir. Bilindiği üzere, Washington'da 15 Aralık 2011 de ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'la görüşmesi öncesi açıklama yapan Ehud Barak, "Esad’ın,... İktidardan uzaklaştırılması belki haftalar alabilir ama aylarca süreceğine inanmıyorum" demesi, ABD Dışişleri Bakanı Clinton’un “Esad için sona yaklaşıyoruz” ifadesi, o zaman Ahmet Davutoğlu’na da, “Esad’ın birkaç haftalık ömrü var” “Artık bu süreci yıllarla ifade etmek yerine aylar veya haftalarla ifade etmek gerekir” dedirtmişti. (http://www.ntvmsnbc.com/id/25376791).

Ama sonuçta, Doğulu ve Batılı emperyalistler, Suriye’de Müslüman kardeşlerin hükümet olması ihtimaline karşı, Esed’in devamının kendi çıkarları ve İsrail’in güvenliği bakımından daha önemli olduğu gerekçesiyle, yaşanan büyük katliamın dolaylı ve dolaysız desteklerle sürmesini birlikte sağlamışlar, Türkiye’yi bir daha aynı delikten ısırılmak suretiyle, bu büyük sorunla baş başa bırakmışlardı. ABD, AB, NATO ve BM gibi emperyalist müttefikleri ve uluslararası kuruluşlar, Suriye’de yaşanan katliamları dolaylı destek verircesine suskunlukla ya da Rusya, Çin ve İran misali doğrudan silah temini ve askeri yardımla destekliyorlardı. BMGK bu büyük katliamı durdurmaya yönelik bir yaptırım kararı almayı bir yana bırakın, ciddi anlamda etkili bir kınama kararı bile alamıyordu. Onun için Erdoğan’ın, dört ayrı konuda Batılı müttefiklerine, uluslararası kuruluşlara ve yerli uzantılarına yönelik sert çıkışlarından birisi de bu vesileyle gündeme gelmiştir.

Anlaşılan odur ki; tarih tekerrür etmektedir. Bilindiği üzere, ABD Saddam’a da önce Kuveyt’e girebileceğine dair yeşil ışık yakmış, bilahare ise, kendi teşvikiyle yaptığı bu eylemi sebebiyle onu ağır biçimde cezalandırarak, bölgeye yönelik kendi BOP projesini uygulamaya kalkışmıştır. ABD ve AB, tıpkı bunun gibi, İsrail’i Esed’den çok daha fazla rahatsız eden Suriyeli Müslüman muhalifleri, Türkiye, Suud, Katar gibi destekçilerinin yardımıyla silahlı mücadeleye teşvik etmişler, Esed rejiminin kısa sürede devrileceğine dair umutlar vermeyi de ihmal etmemişlerdir. Ama daha sonra ise, silah desteği de vermemişler, yeterli lojistik destek de sağlamamışlar, hatta sığınmacılara insani yardımı bile gereği gibi yapmamışlar, dostu olduklarını söyledikleri muhalif kesimleri ve destekçileri olan ülkeleri ortada bırakıvermişlerdir.

Türkiye’ye dost ve müttefik oldukları, Suriye halkına da dost oldukları iddiasıyla  ortaya çıkıp, “Suriye’nin Dostları” adı altında toplantılarda boy gösterip, Suriyeli muhalifleri Esed rejimine karşı kışkırtan, ama sonra da Esed güçlerinin Rusya ve İran tarafından desteklenen büyük katliamı karşısında onları da, yüz binlerce sığınmacının geldiği Türkiye’yi de yalnız bırakan ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya vb Batılı ülkelerdir. Bunlar şimdi de, önce Rusya, sonra da İran ve Suriye ile yakınlaşma siyaseti içine girerek, İran ve Suriye’ye övgüler dizmekte, bir ABD yetkilisi, halkına yönelik bunca katliamı gerçekleştirmiş bulunan Suriye Baas rejimi için “terörist” nitelemesini doğru bulmadığını ifade edebilmiştir. Türkiye hükümeti, bu konuda yanlış yapmış, Suriye halkına da dost oldukları yalanını söyleyen batılı emperyalist dostlarına güvenip çok iddialı çıkışlarla Suriye muhalefetine bu konuda cesaretlendirmede bulunmuştu. Ama bir süre sonra önceleri gaz veren batılı dostlarınca ortada bırakılınca, o da sığınanlara barınak olmaktan başka bir şey yapamayarak silahsız bir halkı, güçlü silahlara sahip Baas katil ordusunun ve destekçileri İran, Rusya ve Hizbi Lübnan karşısında yalnız bırakma durumunda kalmıştı. Zaten Türkiye’nin batılılara güvenerek böyle abartılı ve iddialı meydan okumaları da, NATO’yu ikide bir göreve çağırması da, bölgenin bir sorununu bölge ülkeleriyle değil de emperyalistlerden medet umarak çözmeye kalkışması da utanılacak bir durumdu. Suriye halkının dostları unvanını hak etmeden kullanan Batılı emperyalistlerin, Türkiye’yi ve Suriye muhalefetini yalnız bırakıp, Rusya, İran ve Suriye ile yakınlaşmaya başlaması, hem Türkiye’yi hem de Suriye muhalefetini şaşırtmış bulunuyor. En azından ÖSO, dostu olduğunu ifade ettiği ABD’nin bu yaptığına bir türlü inanamadığını içeren açıklamalar yapıyor.

AKP hükümeti ve Erdoğan, daha önce de aynı emperyalistler tarafından desteklenen Suriye-İsrail barış görüşmelerindeki aracılığı sürecinde İsrail’in Gazze’ye saldırısında da yalnız bırakılmış ve Erdoğan “one minute” çıkışıyla ve sonrasında, İsrail’i sert eleştirilere tabi tutarken, batılı emperyalist devletleri de haklı olarak çok sert bir tepkiyle Gazze katliamına suskun kalmakla suçlamıştı. Şimdi de, aynı şekilde Suriye muhalefetine destek verip Esed’e karşı tavır koyan politikalarında başta gaz verenlerin yine kendisini bu devasa sorunla baş başa bırakmaları sebebiyle, haklı olarak yine çok sert bir üslupla eleştirip tepki gösteriyordu. Aynı şekilde daha sonraki süreçte de, AKP hükümetine yönelik darbeci kalkışmanın kullandığı Gezi olaylarındaki destekleri dolayısıyla ve Mısır darbesine sahip çıkan tutumları sebebiyle de, iki defa daha aynı delikten ısırılıp yalnız bırakılmanın acısıyla, aldatılmış olmanın hıncıyla Erdoğan Batılı müttefiklerine karşı sert tepkiler vermeyi sürdürecektir. Çünkü aldatılmış ve kazık yemiştir.

Üstelik ekonomiyi onların istediği gibi neo-liberal politikalarla küresel kapitalist sisteme eklemlemiş, dışarıdan gelen sıcak paranın büyük kazançlar sağlamasına alan açmış, uluslar arası büyük sermayenin yerli işbirlikçisi olan TÜSİAD’çı büyük sermayedarların kazançlarını ve varlıklarını on-on beş kat arttırmalarını sağlamış, buna rağmen kırmızı çizgileri zorladığına inandıkları için terbiye amaçlı operasyon olan Gezi olayları vesilesiyle onlar tarafından arkadan vurulmuştur. Aynı şekilde, Batının seküler siyasal ve ekonomik değerlerinin savunuculuğunu, propagandasını yaparak Ortadoğu’daki halkları da aynı istikamette yönlendirme misyonu üstlenmiş, üstelik onlara güvenerek seçime girmeleri için teşvik ettiği İhvan’ın seçim kazanarak oluşturduğu hükümete sahip çıkmayan Batılı müttefikleri tarafından Erdoğan bir daha yalnız bırakılmış, yine aldatılmıştır. Hatta Batılı müttefiklerince, halka yönelik katliam yapan Mısırlı darbecilere destek veren tutumlar sergilenerek, kendisinin de bölgeye yaymaya çalıştığı Batılı demokrasilerine Erdoğan nezdinde bizzat kendileri ihanet etmişlerdir. İşte böylesine aldatılmış olmanın tesiriyle, Erdoğan bu dört konuda (Gazze, Suriye, Mısır’da darbe karşısında yalnız bırakılıp aldatılmış olmak ve Gezi olaylarında arkadan vurulmak konularında) çok sert tepkiler vererek Batılı müttefiklerini, uluslararası kuruluşları ve bölgedeki uzantılarını ağır eleştirilere tabi tutmuştur. Ama nedense, bütün bu aldatılmışlıklar ardı ardına yaşandığı halde, yine de aynı delikten bir daha ısırılıncaya kadar, bu sabıkalı müttefiklerle dostluklar aynı hızla devam ettirilmiştir.

Libya’ya müdahale konusunda, Rusya ve Çin’i bazı imkanlar, menfaatler karşılığı olarak da olsa kolayca ikna edenler Suriye konusunda aynı şeyi yapmaktan özellikle uzak durdular. Çünkü Libya’da petrol ve doğalgaz vardı, bu sebeple bir an önce orada kendi çıkarlarını güvence altına alacak bir sistemi kurmaları gerekiyordu. Diğerlerinde olduğu gibi, bir süre için de olsa kendi haline bırakıp uzaktan yönlendirmeye çalışmak da yeterli görülmedi. Çünkü diğerlerindeki gibi kontrolleri altında olup halkı yönlendirmede kullanacakları ordu ve bürokrasi burada söz konusu değildi. Yani hemen müdahale edilip istedikleri yönde sonuç alınmaması halinde oradaki çıkarlarını kaybedecekleri sonuçlar doğabilirdi ve emirlerini yerine getirip darbe yapacak işbirlikçi bir ordu da yoktu. Suriye’de ise bu tür maddi çıkarları söz konusu değildi, ama en önemlisi İsrail’in güvenliğiydi, onun için de Esed’in yerine gelecek halk iradesine dayalı her hangi bir yönetim bile Esed’i aratacak sorunlara yol açabilirdi.

Bu sebeple BMGK’de Suriye rejimine yaptırım kararı alamamak konusunda Rusya ve Çinin vetosunu bir mazeret olarak kullanıyorlar, iç savaşın devamıyla Esed’in Müslümanları katletmesini, İsrail için tehdit olmaktan çıkarmasını istiyorlar. Çünkü bölge halklarının kendilerine her bakımdan muhtaç hale gelmeleri için iyice ezilmelerini, ülkelerinin tarümar olmasını ve küresel kapitalizme yeni kazanç kapılarının açılmasını ve halkların liberal laik demokrat batı yanlısı rejimlere razı olmasını bekliyorlar. Bu süreçte direnen muhaliflere ağır silahların verilmesini engelliyorlar. Silah verirken de yandaşlarını tercih ediyorlar. Müslüman kadroların Esed çeteleri tarafından tüketilmesini bekliyorlar. Mazlum Suriye halklarının küresel kapitalist sistemin siyasal ve ekonomik modeline razı hale gelmelerini temine çalışıyorlar. Yani tam anlamıyla danışıklı dövüş yaşanıyor, Batılı ve doğulu emperyalistler işbirliği halinde bölgeyi şuurlu Müslümanlardan arındırmaya çalışıyorlar. Çatışmalarda iki tarafında tükenerek kendilerine muhtaç hale gelinmesini, sonuçta da meydanın yandaşlarına kalmasını istiyorlar.

Amerikalı bir stratejist New York Times gazetesinde “çıkarımız Suriye’de savaşın devamından yana. Kim kazanırsa biz kaybederiz. Aman savaş devam etsin. Biz de devam etmesi için elimizden geleni yapalım” diye yazarak son derece ahlaksızca bir yaklaşım sergileyebiliyor. Bu vahşi, çıkarcı yaklaşım, ancak insani erdemlerini yitirip insandışılaşmış, seküler paradigmanın yozlaştırdığı, çıkarı uğruna her türlü caniliği yapabilecek hale getirdiği Batılılara yakışacak hayvandan aşağı bir tutumdur. İsrailli General Amus Gilad da, Esat’ın devrilmesini İsrail’in sonuna giden yolu açacağını söylemişti. Esat’ın varlığını İsrail’in çıkarlarına saymış aksi taktirde, Suriye’deki rejimin yıkılması ve Suriye, Ürdün ve Mısır’da Müslüman Kardeşlerin iktidara gelmesiyle birlikte İsrail’in sonunun geleceğini söylemiştir. (http://www.haberinvakti.com/vekalet-savascilari-makale,8401.html)

Bizzat ABD ve AB üyesi ülkelerce verildiği ortaya çıkan kimyasal silahlarla binlerce, diğer ağır silahlarla 150 bine yakın insanı katleden bir rejime müdahaleyi önce tartışmaya açıp bir süre bu şekilde oyalandıktan sonra, doğulu ve batılı emperyalistler yine her zamanki danışıklı dövüş sonucu, sözüm ona kimyasal silahlarından arınma sözü alarak katil rejime, katliamlarına kimyasal olmayan tanklarla, toplarla, füzelerle, uçaklarla devam etmesi için yeni ömür, fırsat ve güç kazandırdılar. Üstelik ABD’li yetkililer katil Esed’e övgüler yağdırmaya ve onu “terörist” olarak niteleyemeyiz deyip kollamaya başladılar. Suriye’ye silahlı dış müdahaleyi bölge halkları da istemiyor, ama onlar halkın dayanılmayacak katliamlar, sıkıntılar yokluklar içinde bunalıp bunu da istemelerini bekliyorlardı. Bu sebeple, silahlı müdahaleye gerek kalmaksızın Baas rejimini pes ettirecek yaptırımların kararlarını almaktan bile imtina ediyorlardı. Yıllardır yaşanan bunca katliama rağmen yaptırım kararını bırakın, katliamları kınama kararı bile alamayan BM Güvenlik Konseyi, Suriye katil rejimine dolaylı desteğini utanmadan ve her şeye rağmen hâlâ sürdürüyor. Batılı ve doğulu emperyalistlerin (ABD, AB ve Rusya’nın) dış politikalarının insani ve ahlaki hiçbir boyutu yoktur. Bölgeyle sadece çıkar amaçlı olarak ilgilenmekte, eğer yaşanan katliamlar bile bu amaca hizmet ediyorsa faydalı bir araç olarak görülmektedir. BM’in görevi de, tamamen bu güçlerin emperyalist projelerine alt yapı oluşturmaktır. BMGK ise, 5 konsey üyesinin zulümlerine, sömürülerine meşruiyet kazandırmak için kullandıkları bir vasıta konumundadır.

Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve diğer körfez ülkeleri,bir yandan İran tehlikesini önlemek ve Irak, Suriye, Lübnan üzerinden İslam coğrafyasının içine uzanan Şii eksenini kırmak ve sonuçta İran’a bu hezimeti yaşatarak kendi ülkelerindeki Şii halkın da ayaklanma riskini azaltmak, baskı altına almak için Suriye muhalefetini (tabii ki kendi çıkarlarına uyumlu muhalefet tercihiyle) destekler görünürken, aslında buradaki ihvan’ın İslami bir hükümet kurmasından da asla razı değildirler. Aynı şeyin kendi ülkelerinde tekrarlanmasından korkmaktadırlar. Suudi Arabistan’ın, ABD’ye Suriye’yi vurmadığı ve İran ile yakınlaşma siyasetine yöneldiği için tepki göstermesi, tavır alması da, tamamen İran’ın bölgedeki yayılmasını ve nüfuzunu engelleme ve kendisi için tehlike olmaktan çıkarma siyaseti dolayısıyladır. Yoksa Suriye muhalefetinin kendi ülkesinde özgür kalmasını ve halkın iradesine dayalı bir hükümet kurmasını çok istediği için asla değildir. Çünkü kendi despot rejimin devamı bakımından, bölge ülkelerinde halkların iradesiyle yönetimlerin teşkilini asla istemez, hele de ihvan’ın bu yolla hükümet olmasını ise hiç istemez.

Suriye’deki despot rejim İran yanlısı değil de Suud yandaşı olsaydı, tıpkı Bahreyn ve Yemen’de olduğu gibi Suudi Arabistan ve körfez emirlikleri, halkın değil despot yönetimin destekçisi olurlardı. Zaten bu sebeple de, Suud ve körfez ülkeleri, darbeci generalleri büyük paralarla destekleyerek, Mısır’da seçim kazanarak hükümet olmuş ihvan hükümetini devirtmişlerdir.Hatta söz konusu ülkeler darbecilere destek hususunda İsrail ile işbirliği içinde olmaktan, bizzat İsrail’e giderek bu konuda görüşmeler yapmaktan, yani “ortak düşman”a karşı ittifak kurmaktan utanmamış ve çekinmemişlerdir. Çünkü halkların kaderleri üzerinde söz sahibi olması, hele de ihvan’ın iktidara gelmesi ihtimali bu despot ülkelerin korkulu rüyasıdır. Bu konuda yeri gelmişken şu notu da düşmek isterim: bilindiği üzere Filistin’de Hamas yetkilileri “Suriye halkının kanı üzerine kendilerine yapılacak İran yardımını” reddettiklerini açıklamışlardı, bence Suriye muhalefeti içindeki Müslümanlar da Mısırlı Müslümanları katleden Sisiye verdiği sebebiyle Suud diktatörünün yardımını reddedebilmelidir. Suriye muhalefetine destekte en samimi görünen Türkiye bile, Mısır’da ihvan’a yaptığı tekliften ve daha sonraki açıklamalarından açıkça anlaşıldığı üzere, İslami bir hükümet kurulmasından yana değildir, laik demokratik bir rejim kurmalarını teklif ve teşvik etmekte olduğunu sık sık vurgulamaktadır.

Bölgedeki Çatışma Ortamının Oluşmasında İran ve Türkiye Hükümetlerinin Sorumlulukları

Suriye’de yaşanan bu kadar açık bir zulüm, büyük bir katliam, vahşet ve emperyal oyun karşısında, İran yönetimi;zalimin safında yer almaktan, bu büyük katliama ortak olmaktan ve kendisinin de kaybedeceği sonuçlara yol açacak bu yanlışı ısrarla sürdürme ahmaklığından vazgeçmeliydi. Bu yaptığının çok daha büyük zulümlere kapı açacağını fark edip, Doğulu emperyalistlerle birlikte katil Baas diktatörlüğünü desteklemek suretiyle bölge halklarının tamamen birbirini kırmasına yol açacak mezhep savaşlarına dönüşme riski de taşıyan çatışmalara bu kadar cüretkarca taraf olmaktan, sonuçta emperyalist orduların bölgeye gelmesine zemin hazırlamaktan uzak durmalıydı. Ama bütün uyarılara rağmen maalesef bu büyük yanlıştan, ümmet içinde kendisini de yalnızlaştıracak zalimden yana adımları atmaktan vazgeçmedi, ısrar etti. Enteresan olan bir husus ise, Hizbi Lübnan’ın binlerce militanıyla Suriye’de savaştığını açıkça deklare etmesine rağmen, muhalifler arasındaki dışarıdan gelen mücahidleri sürekli eleştiren batılıların, bu konuda tek bir eleştiri ve uyarıyı gündem yapmamalarıdır.

Türkiye hükümeti de; NATO’nun ve ABD’nin, Batının katil ordularının Afganistan, Irak ve Libya’da nasıl katliamlara ve yıkımlara yol açtığı gerçeğini unutarak, ikide bir NATO’yu göreve çağırmak aymazlığından, işbirlikçiliğinden utanmalı ve vazgeçmeliydi. Sorunu bölge ülkeleriyle birlikte çözmek yerine, batılı emperyalistlerin safına kaymaktan uzak durmalıydı. Üstelik Batılı emperyalistlere güvenerek muhalifleri silahlı mücadele konusunda cesaretlendirip sonra da ortada bırakacak duruma düşmemeyi daha baştan akletmeliydi. Hele de Türkiye’deki generallerin neredeyse büyük ekseriyetinin Baas zihniyetine sahip olduğunu, Baas generalleriyle Kemalist generallerin İslam şeriatına düşmanlıkta ideolojik olarak kardeş oldukları gerçeğini hatırlamalı ve bu ideolojiye sahip TSK generallerine güvenerek Suriye rejimine meydan okumanın ne kadar büyük bir yanlış olduğunu fark etmeliydi. Çünkü TC Kemalist ordusu generalleriyle Baas ordusu, İslam şeriatına karşı ve seküler batı değerlerini savunan ulusalcı ordular olmak bakımdan ideolojik olarak kardeştirler. Allah korusun böyle bir savaş halinde NATO’nun da askeri olan bu generallerin, Baasçı generallerle de bütünleşerek, askeri vesayet rejimini tekrar kurup, bizzat AKP kadroları başta olmak üzere bu ülkenin dindar insanlarına çok büyük acılar yaşatabilme potansiyel tehlikesini teşkile devam ettiklerini göz ardı etmemeliydi. Ama maalesef o da bu yanlışlarında ısrar etti.

İnsafsız bir avcı gibi, “bölge insanı biri birini kırsın yok etsin, bölge her bakımdan dibe vursun, tükensin ve bize muhtaç hale gelsin” diye pusuda bekleyen Batılı ve Doğulu emperyalistlerin tuzağını, oyununu boşa çıkarmak, oldukça geç kalınmış olsa da, hâlâ elleri Suriye halkının kanına bulaşmış İran ve Türkiye hükümetlerinin elindedir. Yaptıkları büyük yanlıştan dönerek el ele verip zalim, despot yönetimi, başına gelecek büyük felakete karşı uyararak ikna edebilirler ve böylece emperyalist müdahaleye gerek kalmadan sorunu bölgede çözecek ortak bir projeyle halkın iradesini serbestçe kullanarak kaderi üzerinde söz sahibi olmasının zeminini hazırlayabilirler. Böylece, hem zamanla tam bir mezhep çatışmasına ve bölünmeye kadar gidebilme tehlikesinin baş gösterdiği ortamı da bu barış zemininde yumuşatabilirler. Hem de bölgenin zulme uğrayan halklarının zor durumda kalmak sebebiyle batılı emperyalistlerin kucağına düşmesini engelleyerek emperyalist yönlendirmeleri boşa çıkarmış olurlar. Bunu başarmaları halinde, özellikle İran için daha fazla geçerli olmak üzere, belki de bugüne kadarki haksızlıkları sebebiyle kendilerine karşı duyulan kinin, öfkenin bir nebze de olsa yatışmasına da zemin hazırlamış olurlar.

Aksi takdirde, bu ahmakça politikalar, ulusal çıkar ve mezhepçilik putları uğruna yapılan büyük yanlışlar sonucunda, Allah korusun, bölgemiz mezhep çatışmaları da dahil daha büyük bir savaşa sürüklenebilecek, çok daha büyük çapta kan akıp, herkesin kaybettiği bir ortam oluşabilecektir. Ondan sonra da, Allah fırsat vermesin, oluşan bu büyük kaos ortamında, aslında el altından bu durumu teşvik etmiş doğulu ve batılı emperyalist devletler bölge halklarını kurtarmak gibi kamuflajlar altında Müslüman coğrafyasını işgal edip, İsrail’in de arzu ettiği istikamette bölgeyi yeniden şekillendirip, hegemonya ve sömürülerine yol açacak yeni bölge düzenini kurabilirler. İnşallah Rabbimiz, bölge yönetim kadrolarının bu ahmaklıkları, beyinsizlikleri yüzünden bütün bölge halklarının büyük acılar çekeceği bu kötü senaryonun gerçekleşmesine fırsat vermez. Bunun için hepimizin sorumlu olduğumuzu unutmamalıyız. İtiraz eden, mazlumun hukukunu savunan, zalimleri ve işbirlikçilerini uyarıcı, bölge insanına ve İran ile Türkiye hükümetlerine tehlikeyi hatırlatıcı sesimizi yükseltmeli ve yanlış politika sahiplerini uyarmalı, hepimiz, zalimlere karşı mazlum halkların yanında yer almalıyız.

Yine de son dönemde, artık çok geç olmakla beraber, çok büyük ve telafi edilmez acılar yaşanmış, büyük katliamlar gerçekleştirilmiş ve söz konusu taraflar hep birlikte bu kana ellerini bulaştırmış olmakla beraber, zarar ne kadar büyük olursa olsun dönüş imkanı üzerinde yine de durulmalı, bu seçeneğin üzerinde bir daha düşünülmelidir. Bu sebeple, zararın çok daha büyüğü olan tüm bölge halklarının topyekun çatışacakları bir mezhep kavgası ve etnik savaş ortamı oluşmadan önce yeni bir umut olur mu diye son gelişmeleri takip edip, hayırlı yönde teşvik etmek gerekiyor. Bu bağlamda önce İran ve Türkiye Cumhurbaşkanları, sonra da dışişleri Bakanları arasında bu yönde umutlar veren bir diyalogun başlamış olması teşvik edilmeli ve bu olumlu adımların ilerletilmesi, barışçı gelişmelerden geriye dönülmemesi gerektiği, taraflar üzerinde etkili çevrelerce vurgulanmalıdır.

Yazık ki, bu temasların bile söz konusu bölge ülkelerinin kendi özgün adımlarıyla ya da cepheleşmeye katkı veren cedelcilik yüzünden bu sorumluluğu yerine getirmekten uzak düşen yerli Müslüman çevrelerin çabalarıyla değil de, Ruhani’nin göreve gelmesi ve yumuşak mesajlar vermesi üzerine ABD ve Batının İran ile sıcak ilişkiye girmesi üzerine başlamış görünmesi de, bölge yönetimlerini ve destekçilerini utandırması gereken bir görüntüdür. Bilinmelidir ki, başta ABD olmak üzere tüm Doğulu ve Batılı  emperyalistler, bölgedeki mezhebi ve etnik farklılıkları sürekli birbirine karşı kullanarak bölgedeki çıkarlarını korumak ve sürdürmek isteyeceklerdir. En başta, İran’daki rejim değişikliğinin ardından toparlanmasına bile fırsat vermeden, Diktatör Saddam’ın Irak’ını Sünnilik adına Suud ve Körfez ülkelerinin her türlü silah ve maddi desteğini de sağlayarak İran’a saldırttılar. Bu emperyalist güçler de eski silahlarını satıp tüketmek, yeni silahlarını ise denemek amaçlı olarak, bütün taraflara sağladıkları kimyasal dahil her türlü silah desteğiyle bölgenin milyonlarca insanını birbirine kırdırmışlardır. O zaman emperyalistlerin gözdesi Şii İran’a karşı “Sünnilik” adına Irak, Körfez ve Suud diktatörlükleridir. Daha sonra, Saddam’ın Batının kırmızı çizgilerini ihlal edip, başta İsrail, Suud ve Körfez ülkeleri olmak üzere etrafını da tehdide başlaması üzerine, onu önce Kuveyt’e müdahaleye teşvik etmişler, sonra da neden bunu yaptın diyerek haddini bildirmişlerdir. Daha sonra ise, Şiilerin önünü açmayı gerekli gördüklerinden onlara destek vermişler, daha doğrusu yeni projelerinde onları kullanmışlardır. Yani kendi bölgesel projeleri bakımından gerekli olunca, Irak’ta olduğu gibi Şia ve İran’ın önünü açmışlar, savaş sonrası bölgeden çekilirken Irak yönetimini İran’ın güdümündeki Şiilere bırakmışlardır. Daha sonra ise, gerekli gördüklerinde de diğer (İslami devletler olmasalar da) “Sünni” görünümlü (Suud, Katar ve Türkiye gibi) ülkelerin, İran ve Suriye rejimine karşı muhaliflerden yana olan Suriye politikalarında başlangıçta yanlarında olduklarını ifade edip, onları destekler görüneceklerdir.

Ama son olarak bugün gelinen noktada ise, artık emperyalistlerin çıkarlarının ibresi yeniden İran ve Suriye rejimlerinin yanına doğru dönmüştür.Bu sebeple de, Suriye halkına yönelik büyük katliam ve kitlesel göç dalgası karşısında muhalifleri destekleyen Türkiye, Suud ve Katar yalnız bırakılmışlardır. İran ile de sıcak ilişkiler kurulmaya başlanmıştır.  Çünkü ABD ve topyekun Batı, Suriye rejimini, Batı ve İsrail karşıtı olacak İslami ya da halkın iradesiyle belirlenecek bir rejime tercih etmekte, çıkarları için onu daha güvenli bulmaktadır. Aynı sebeple Mısır darbesinin de arkasında durmaktan çekinmemişlerdir. Sırf bu amaçla meydana gelen Rusya, İran ile ABD ve Batı yakınlaşması ibret vericidir.

Görüldüğü üzere, emperyalist ülkeler kendilerine göre yaptıkları tasnifle “Şii blok” ve “Sünni blok” olarak tasnif ettikleri bloklardan bazen birini, bazen diğerini destekleyip, teşvik ederek, önünü açarak, bu iki kesimi sürekli bir rekabet, güç yarıştırması ve gerginlik içinde tutarak, zaman zaman da çatıştırarak, bu denge ekseninde onlarla sürekli oynayarak bölgedeki çıkarlarını koruyacak politikaları uygulamaya koyup, iki tarafı da kendi projeleri için kullanmayı sürdürmüşler ve bundan sonra da sürdüreceklerdir. Akletme kabiliyetini kullanmayan ve ahlaki ilkeleri öncelemeyen bölgenin siyasi kadroları ise bu ahmaklıkları yüzünden, aynı oyunun değişik versiyonlarının sahnelenmesinde sürekli figüran olmaktan kurtulamamaktadırlar.

Başta ABD olmak üzere Batının İran ile iyi ilişkiler içine girmesi, Türkiye’yi de İran ile tekrar yakınlaşmaya sevk etmiş, hatta iplerin iyice koptuğu Irak yönetimi ile de tekrar sıcak ilişkiler kurulmaya çalışılmaktadır. Halbuki, emperyalizmden bağımsız özgün bir yaklaşımla bölgedeki sorunları bölge ülkelerinin çözmesi iradesiyle bir bu yaklaşımları geliştirselerdi çok daha onurlu bir tutum olurdu.

Suriye’deki Katliamın Hâlâ Sürmesinin Sebebi, İran ve Türkiye Yönetimleri ile Onlara Eklemlenen Müslümanların Yanlış Tutumlarında Israrlarıdır

Bizler, adil şahid olma sorumluluğu taşıyan Müslümanlar olarak başından beri, bir yandan katil kafir Baas zulmüne karşı, bu zulmü tel’in edip mazlum halkın yanında adaletle yer aldık. İran devletinin İslami cumhuriyet iddiasıyla bağdaşmayan zalimden yana tavrını, Rusya ve Çin gibi doğulu emperyalist devletlerin bölgedeki projelerine paralel hareket ederek ortaya koyduğu adaletsiz tutumunu eleştirip kınayan bir yol izledik. İran’ı, adındaki İslamilik iddiasına sadakat göstermeye, Kur’ani ölçülere uygun adil bir tutum takınmaya, adil ve özgün projelerle, mazlum halkların hak ve hukukunu savunmaya, bölgedeki despotlara da, doğu ve batı  emperyalizmine de karşı çıkan adil şahidliğe  çağırdık.

Diğer yandan da, baştan beri takip ettiği hatalı “ulusal çıkarcı” politikalarla, zalim Baas rejimine 6-7 yıl süreyle gösterdiği abartılı dostlukla onun akıttığı mazlum halkın kanına tıpkı İran yönetimi gibi eli bulaşan AKP hükümetini, hem bu yüzden eleştirip kınadık. Hem de daha sonra süratle Batı  emperyalizminin saflarına kayarak, emperyalist batılı devletlerin politikalarına eklemlenerek ve emperyalizmin katil ordusu NATO’yu her fırsatta müdahaleye çağırarak çok daha büyük katliamlara yol açmamaya çağırdık. Sonuçta bölge halklarını birbirine kırdıracak, Batılı  emperyalistlerin bölgeyi kendilerinin ve İsrail’in çıkarları  ekseninde yeniden dizayn edecekleri bir kaosa hizmet etmemeye davet ettik.

Ayrıca, İran yönetimini “ne yaparsa yapsın mazur ve meşru görme”  alışkanlığı  kazandıkları  için, Allah’ın emrettiği “emri bil maruf ve nehyi anil münker”  sorumluluklarını terk etmiş ve “zalimde olsa, mazlum da olsa kardeşini savunmaya” dair cahiliye anlayışına sürüklenmiş  kimi Müslümanların, kâfir Baas rejiminin on binlerce masum Müslüman’ı ve mazlum insanı katletmesine rağmen onu desteklemek suretiyle, İslami değil, “İrancı” bir tutumla yanlış bir uca savrulmalarını başından beri eleştirdik, uyardık ve İslami ölçüleri hatırlattık. Onları “İrancı” değil “Müslüman” olmaya ve İslami ölçülerle “adil şahid”ler olmaya çağırdık.

Aynı zamanda da, sistem içi demokratikleşmeye “aktif destek” aşkıyla, bazı “kazanımlar”  elde etmek “maslahat”ıyla, AKP politikalarına eklemlenen “İslami Kuruluşlar”ı da, diğer bir yanlış uca savrularak AKP politikaları  ekseninde yer almalarını eleştirip, bu yanlıştan dönmeye çağırdık. İslami ve insani sorumluluklarını, duygusal yandaşlıklara kurban etmemeleri gerektiğini ifade ettik. Kur’ani ölçüler içinde özgün, bağımsız bir İslami kimlikle, iki tarafın da yanlışlarını eleştirip, iki tarafa da doğru olan yaklaşımı hatırlatıp yönlendirecek adil şahidler olma konumunda bulunmanın büyük sorumluluğunu hatırlattık.

Üstelik, hem İran politikaları ekseninde hareket edenleri ve hem de AKP politikalarını destekleyerek iktidar ve yandaş  medya nezdinde akredite olup, yazılı ve görsel medyada kamu oyu oluşturma imkanına kavuşan “İslami Kuruluşlar”ı, hiç  değilse bu yandaşlıklarının kendilerine sağladığı imkanları kullanarak, bir hayra vesile olmaya çağırdık.İki tarafı da, bölgede emperyalizmin işine yarayacak büyük bir kaosa hizmet edecek cepheleşme yerine, yandaşlığını yaptıkları İran ve Türkiye hükümetlerine birlikte baskı kurarak, kamu oyu önünde zorlayarak, bu kanı durdurmaya çalışmaları gerektiğini hatırlattık. İran ve Türkiye hükümetlerini, Suriye halkının, kaderini belirleyecek iradesini serbestçe ortaya koyabileceği vasatı sağlamaya ve emperyalizmin bölgeye müdahale için kolladığı, beklediği ve hatta tahrik ettiği şartların oluşmasına fırsat vermemeye zorlamaları için birlikte çaba göstermelerini önerdik ve bu konuda vebal altında olduklarını hatırlattık.

Ama maalesef, bir yandan doğu emperyalizminin bölgedeki işbirlikçisi katil kâfir Baas rejimi alçakça katliamlarda ısrar ederek, hatta giderek tırmandırarak, diğer yandan da hem İran hem Türkiye hükümetleri, doğu ve batı emperyalizmine eklemlenmiş yanlış “ulusal” politikalarında ısrar ederek sorunun bu kadar kanlı ve içinden çıkılması daha zor bir boyuta gelmesine sebep oldular. Hem de onları  engelleyici, uyarıcı, ıslah edici çabalar ortaya koyması ve ara buluculuklar  yapması gerektiği halde, bu “emri bil maruf” sorumluluğunu terk edip, cepheleşmeye katkı sunmakla yetinen “İslamcılar” bu yanlış tutumlarında ısrar ederek, emperyalizmin bölgeye müdahalesinin şartlarını oluşturma vebalini İran ve Türkiye hükümetleriyle birlikte omuzlamaktadırlar. Sıkı sık çıktıkları medya ortamlarında, İran’cı ve AKP’ci ve hatta zaman zaman mezhepçi yaklaşımlar sergileyip cedelleşerek cepheleşmeye hizmet etmekten kaçınmadılar. Bu tür tutumlarla öyle bir cepheleşmeye hizmet ediliyor ki, geçmişte İran ile ilişkilerinde olumlu anlamda bu kadar ileri gitmemeye, itidalli olmaya çağırdığımız kardeşlerimiz, bu süreçte diğer uca savrulup, İran’a yönelik mezhebi boyutu da öne çıkaran sert eleştiriler yapmaya başladılar. Halbuki, sadece İran ve Hizib yönetimlerini, yukarıda da yaptığımız gibi, en ağır eleştirileri yapıp kınayabiliriz, zalimden yana tutumları sebebiyle suçlayıp mahkum edebiliriz, ama mezhebi bir cepheleşmeye götürecek genelleştirmelerden kaçınmalıyız. Şia veya Sünni eksenli eleştirileri öne çıkarmak, mezhepçi cepheleşme ve çatışmalara yol açabilme riski olan söylemlerdir, bu sebeple bunlardan kaçınılmalıdır.

Aslında, bu uyarıları yaptığımız tüm grupların, ikisi de İslami niteliği olmayan, üstelik doğu ve batı emperyalistleriyle yandaş olan İran ve Türkiye ulus devletlerinin politikalarına eklemlenip cepheleşeceklerine, tevhidi ölçü ve ilkelerde vahdet sağlayıp, kardeşçe birlikte hareket etme fıkhını üretmeleri öncelikli olarak önemli ve gerekliydi. Ya da bu akıdevi birliktelik sağlanamıyorsa, hiç değilse birlikte yaşadığımız coğrafya için bağımsız özgün politikalarda ittifak yaparak, bölgeye yönelik doğulu ve batılı emperyalistlerin hesap ve projelerini parçalayıp yüzlerine çarpacak ve bölgeyi mezhep savaşına doğru götürmek isteyen büyük fitneyi birlikte durduracak mutabakatlar sağlamaları gerekiyordu. Ama maalesef böyle olmadı ve bir kısmı Doğulu emperyalistlerin müttefiki ve Suriye’deki alçakça katliamın faili Baas diktatörlüğünün destekçisi zalim İran ulus devletinin yanında, diğerleri de ABD, AB ve NATO’dan oluşan Batılı  emperyalistlerin müttefiki Türkiye ulus devlet hükümetinin yanında saf tutarak, bu iki Batıl cephenin medya ve propaganda savaşında rol almaktan çekinmediler. O kadar ileri boyutlara vardırdılar ki bu cepheleşmeyi, yıllardır öne çıkarmadıkları mezhebi farklılıkları tam da bu süreçte fazlasıyla gündem yapmaya kalkıştılar ve ancak emperyalizmin razı olup sevineceği mezhep eksenli düşmanlık ve çatışma fitnesine katkı sunmaktan rahatsız olmadılar. Bu iki tarafta yer alanlar, hep duygusal etkilenmelerle, akıl ve vahyin belirleyiciliğini devre dışı bırakan duygusal tarafgirliklerle hareket ediyorlar. İnşallah bu büyük yanlışlarını çok daha geç olmadan bir an önce fark edip, Hablullah’a topluca sarılarak ya da hiç değilse bölge insanı olarak emperyalist projelere karşı bağımsızlık mücadelesinde ve bilahare de bölgede insanca, iyi komşuluk ilişkileri içinde bir arada yaşama projesinde ittifak ederek, bu büyük fitneye, acımasız zulme ve akan Müslüman kanına bulaşmaktan kurtulurlar.

Ancak umutları kıran husus şu ki,bu süreçte bir çok kardeşimiz, daha önce asla yapmadıkları şeyleri yapmaya, geçmişte kendilerini tekfir eden kesimlerle bile Şia karşıtı röportajlar yapıp sitelerinde gündem yapmaya, daha önce tekfircilikle suçladıkları kesimlerin aynı içerikli yazılarını yayınlamaya başladılar. Hatta bu yazılardan birinde, Amerikalı yetkililerin Paris’te Humeyni ile görüştüklerini ve sonra da İran inkılabının Amerika tarafından desteklenerek gerçekleştiği îmâsını içeren uçuk yorumlar yer aldığı halde, bu kardeşlerimizce yayınlamakta bir beis görülmediğini şaşkınlıkla izledik. Bölgedeki ayaklanmalarda ABD ve Batının da yönlendirme çabalarına dikkat çektiğimiz için (ki bu mümkündü ve nihayet bugün artık ortaya çıkmış bulunuyor), “Amerika kadiri mutlak mı?” diyerek karşı çıkanların, geldikleri noktada Gezi olaylarının, Mısır darbesinin ABD ve Batı tarafından gerçekleştirildiğini söylemenin yanında (ki bunlarda da doğruluk payı var), İran inkılabının bile Amerika desteğiyle gerçekleştirildiği imalarına yer vermeleri ise tam da “Amerika kadiri mutlak” demeye denk gelecek boyutlarda bir iddia olarak sırıtmaktadır. Nasıl oluyor da, Amerika İsrail’den sonra bölgedeki en sadık adamı olan Şahı devirecek inkılabı destekliyor? Sonra nasıl oluyor da desteklediği inkılapla on yıllara sari düşmanlıklar yaşıyor ve yine nasıl oluyor da desteklediği inkılabı daha ayaklarının üzerinde durmasına ve ayağa kalkmasına fırsat vermeden tam bir kuşatma altına alıyor? Üstelik müttefiki olan Saddam katilinin ona saldırmasını sağlıyor ve kimyasal silah dahil her türlü silahla yaklaşık 8 yıl süreyle İran’a amansız bir saldırı yaptırtıyor ve milyonu aşan İranlıyı katlettiriyor? İşte bu kadar abartılı ve uçuk iddialar bile bu süreçte gündem yapılabildi. Bütün bunlar ve bunun karşıtı olarak diğer (İrancı) cephenin yazdıkları, yaptıkları birlikte düşünüldüğünde, bu sürecin sadece emperyalizmin işine yarayıp, bölgenin bütün kesimlerinin kaybedeceği bir kaosa yol açma riskinin giderek büyümekte olduğu anlaşılmaktadır. Uçlara kayarak adaletsiz yaklaşımlar sergileyenler şunu bilmeli ki, ne İran inkılabı bir ABD projesidir, ne de AKP hükümeti. İkisi de ABD ve Batıya rağmen, bu emperyalist devletlerin engel olmak için her şeyi yapmış olmalarına rağmen, halkın desteğini alarak iktidar olmuşlardır. Batı ve ABD ise, bükemediği bileği öperek, sadece yeri geldiğinde bölgedeki çıkarları için bazen Şii İran’la da yakınlaşıp onu kendi projeleri için (Afganistan ve Irak’ta) kullanmak istemiştir, bazen de (tabii çoğunlukla) AKP’li Türkiye hükümetiyle de stratejik ortaklığı öne çıkarıp onu bölgedeki projeleri için kullanmak istemektedir. Bu sebeple, siyasiler bu tür ilişkilerle kullanılmak istense de, bölge halkları cepheleşmeyi reddederek iyi komşuluk ilişkileri içinde bir arada yaşmayı tercih etmeli ve hükümetlerini buna zorlayan baskılar oluşturmalıdır.

İran ve Türkiye hükümetleri, yukarıda ifade edildiği üzere, batılı emperyalistler ABD ve AB’nin, doğulu emperyalistlerden Rusya ile geliştirdikleri yeni politikaları üzerinden İran ve Suriye ile yakınlaşma içine girmeleri üzerine politika değişikliğine doğru gitmekte ve onlar da kendi aralarında yakınlaşma siyaseti takip etmektedirler. Kur’ani ölçü ve ilkelere dayalı bağımsız İslami kimliklerini ibraz edip ve özgün İslami duruş sergileyerek bölgenin siyasi kadrolarının yanlışlıklarına dair uyarılar, ıslah çabaları ve adil şahidlikler ortaya koyması gereken Müslümanlar da, söz konusu sorumluluklarını ihmal edip de, emperyalistlere yandaş olan bu siyasi kadroların politikalarına paralel davranmayı tercih edince, sonuçta kendileri de onların işbirlikçisi oldukları doğulu ve batılı emperyalistlerin projelerine hizmet etme riski altına girmektedirler.

Onun için bir an önce bölge ülkeleri arasında, Batı ile İran arasındaki yumuşama vesilesiyle de olsa başlayan İran ve Türkiye Cumhurbaşkanları ve Dışişleri Bakanlarının bu teması, doğulu ve batılı emperyalistlerin etkisine, belirleyiciliğine, yönlendirmesine ve yeni oyunlarına fırsat verilmeden tamamen yerli bir inisiyatifle daha ileriye götürülmelidir. Bu süreçte Türkiye hükümeti, ABD, Batı ve NATO müttefiki olarak, Kürecik radarı vb emperyalist politikalara alet olarak başta İran olmak üzere bölge ülkelerinin güven sorunu yaşamasına sebep olmaktan kaçınmalı, güven vermeli, diğer taraftan İran da İslamilik iddiasıyla da çelişen bir politikayla Suriye katil rejimini desteklemekten ve bölge Müslümanlarını düşman gibi algılamaktan vazgeçmelidir.

Bir an önce Suriye halkının kaderi üzerinde söz sahibi olmasının önü açılarak, daha fazla kan akmasının ve gidişatın mezhep savaşına evrilmesinin önüne geçilmelidir. Söz konusu yandaş “İslami kuruluşlar” ise, geçmişte terk ettikleri sorumluluklarını hiç değilse bundan sonra kuşanarak, İran ve Türkiye hükümetleri üzerinde, kamuoyu önünde medyatik baskı oluşturup, onları doğulu ve batılı emperyalistlerden bağımsız bölgeye has özgün politikalar geliştirerek sorunu bölgede çözmeye ve Suriye halkına yönelik katliamı durdurup barışı getirmeye zorlamalıdırlar.

Suriye’de Despotizme Karşı Direnişte Haklı Olan Müslümanlar, Silahlı Mücadeleye Yönelme Konusunda Yanlış Bir İçtihad mı Yaptılar?

Suriye örneğinde yaşandığı gibi, Müslümanların haklı gerekçeleri olsa bile, eğer yeterli örgütlenmeleri ve tevhidi akidede birlikleri tesis edilmemişse, İslami teşkilatı ve gerekli kararı istişare ile alacak yetkin şurası, savaşacak yeterli kadrosu, silahlı mücadeleye dair yeterli birikim ve hazırlıkları yoksa, en önemlisi de silahı İslam düşmanı emperyalistlerden istemek zorunda kalacaklarsa, üstelik karşısındaki güç ve destekçileri Müslümanları kıracak bir güce sahipse silahlı mücadele tercihinden uzak durmaları gerektiği, 3 yıldır yaşananlarla bir daha anlaşılmaktadır. Eğer Müslümanların yeterli ve yetişmiş kadrosu oluşmuş ve Medine’de olduğu gibi bağımsız, yetkin İslami otoritenin istişari yönetiminde birlik ve beraberliği teşekkül etmişse, hazırlıkları tamamlanmış, emperyalist ülkelerin silah vb yardımına, desteğine muhtaç olmadan bu mücadeleyi sürdürebilecek gücü varsa, iç çatışmalarda Müslümanları kırdırmama, yok ettirmeme ve galip gelme ihtimali daha yüksekse ancak o zaman zalim despot yönetime karşı silahlı mücadeleye cevaz vardır.

Aksi takdirde henüz Mekke’sini inşa edememiş, Medine’ye ulaşamamış Müslümanların zayıf ve güçsüzken, hele başka batıl devletlerin yardım ve desteğine güvenerek başlatacağı silahlı mücadele Müslümanların kırılmasına yol açarak büyük vebal getirir. Suriyeli Müslüman kardeşlerimizin silahlı mücadeleyi başlatma kararı verirken bunlara ilaveten egemen zorba sistemin askeri, silah ve savaşacak kadro gücünü, arkasındaki uluslararası desteği ve çatışmayı ne kadar sürdürebileceği, uzun sürdürdüğü takdirde buna dayanma gücü bulup bulamayacaklarını da değerlendirmeleri gerekirdi. “Suriye’nin dostları” adı altında toplananlar içindeki Batılı emperyalistler, muhalif grupların temsilcilerini sürekli şu sorulara muhatap kılmışladır: Birincisi, İsrail sınırını Esed rejimi gibi koruyup korumayacakları ve İsrail’in güvenliğini tehdit edip etmeyecekleridir. İkincisi ise, Esed’ten sonra nasıl bir rejim kuracakları, liberal demokrasi gibi batının seküler değerleri ile Batının diğer çıkarlarının güvencede olup olmayacağı hususudur. Yani zaten parçalı olan muhalifler hep bu tür yönlendirme ve baskıların altında tutularak daha da bölünmeye ve kolayca etki altına alınacak yalnızlıklara sürüklenmeye çalışılmıştır.

Üstelik Abdurrahman Dilipak’ın 15 Eylül 2013 tarihli yazısına bakılırsa, Suriye’de rejime karşı savaşan gruplar arsında yok yoktur:Özgür Suriye Ordusu’na gelince, aslında böyle bir ordu yok! Bu basının muhalefete ait paramiliter grublardan oluşan silahlı grubların hepsine verilen bir isim. Kendi aralarında hiyerarşik bir ilişki yok.. Hatta bu grublar arasında ortak bir istişare zemini de yok. Görüş birliği de yok. İhvan da var, Milliyetçi gurublar da, Selefiler de, Vehhabiler de.. Rejime karşı olan herkes var.. Irak üzerinden gelen ağırlığını, Irak işgalinden sonra ABD’ye götürülen ve  ABD vatandaşlığına geçen silahlı Arap, Türkmen, Kürt grublar da var. ABD’nin desteklediği paralı askerlerden oluşan Sniper görevi verilen paralı askerler de var.. İngilizlerin desteklediği grublar var, Rusya ile işbirliği yapan grublar var, Ürdün’ün desteklediği Çerkez grublar var mesela, Fransa’nın desteklediği grublar var. Türkiye’ye gidip gelen grublar var, Suriye ordusundan kaçarak, muhalefete katılan dini, ideolojik, etnik, politik grublar var.. Hristiyan grublar var, İsrail’in desteklediği Lübnan üzerinden Suriye’ye giren paramiliter grublar var. Yani yok yok! Suudilerin desteklediği grublar var, Nusra var, El Kaide var! Bunların de kendi içlerinde ciddi hiyerarşi, iletişim sorunu var..”. Görüldüğü üzere bu tespitlerin yarısı bile doğru olsa, ki duyumlar bunu göstermektedir, orada tam bir kaos ortamının olduğu, geleceğe yönelik umutların çok da olumlu olmadığı anlaşılacaktır.

Bu kargaşaya bir örnek daha verelim: Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) üyesi Mişel Kilo Anadolu Ajansına yaptığı açıklamada “Suriye Demokratlar Birliği”ni kurarak, bu çatı altında "Suriye muhalefeti içinde sivil devlete inanan demokratik akımları" birleştirmek istediklerini söyledi. "Birlik, Suriye halkını temsil eden farklı akımları, partileri, bağımsız kişileri, yerel meclisleri, Koordinasyon Komitesi'ni, Özgür Suriye Ordusu'na (ÖSO) bağlı birlikleri tek çatı altında toplayacak" ifadesini kullanan Kilo, Birliğin görevinin özgürlük, demokratik adalet, sivil devlet, çoğulculuk, eşit vatandaşlık kavramlarından sapan herkesle mücadele etmek olduğuna dikkati çeken Kilo, birliğin görevinin devrimin ardından başlayacağını bildirdi. (http://www.cnnturk.com/2013/dunya/09/21/suriye.muhalefetinden.yeni.olusum/724312.0/)

Haberlerden anlaşılan odur ki, Suriye halkının desteğine sahip olarak Esed rejimine karşı savaşanların ise yaklaşık 100 bin kişiyi bulduğu, bunların % 32’sini ÖSO çatısı altında toplanan birlikler, %30’u Suriye İslami Kurtuluş Cephesi oluştururken, diğer kısmını da parçalı İslami gruplardan oluşuyor. İslami grupların da aralarında tam bir fikir birliği bulunmadığı, zaman zaman da aralarında çatışmaya kadar gidebilen sürtüşmelerin olduğu da söyleniyor, basına da yansıyor. Muhalif gruplar arasında laik liberal demokratik rejimden yana olan Batı yanlısı olanlar da var. Sayıca daha fazla olan Müslüman gruplar da var. Ancak Müslümanlar tek bir İslami otorite altında ve ortak bir akıdede birlik/vahdet sağlamış değiller. Bir kısmı birleştiklerini ilan edip diğerlerinden ayrışan taraflarını açıklasalar da, her an bu birliktelikler bile değişebiliyor. Bir kısmı Batının da tepkisini çekmemek üzere kendilerini daha ılımlı olarak nitelerken, bazıları da sert üslup ve insanları ürküten eylemleriyle şer’i ölçülere de aykırı aşırılıklara imza atarak, İslam’ın imajına da, Suriye muhalefetinin halk nezdindeki konumuna da zarar verecek tutumlar ve birbirleriyle de savaşabilme eğilimleri sergileyebiliyorlar. Allah korusun, bu süreçteki yanlışlıklar ve hizbi bağnazlıklar dizginlenip vahyi ölçülerle ıslah edilmezse, ABD merkezli emperyalist güçlerin Henry Kissinger tarafından ortaya atılan bir projesi olan “İslam kendi içinde çatışacak”, “radikallerle ılımlılar çatışacak” biçimindeki Müslümanları birbirleriyle çatıştırma beklentilerine hizmet edecek bir cepheleşme potansiyelinin de ortaya çıkmak üzere olduğu görülmektedir. İnşallah böyle olmaz, aksi takdirde bölgenin Müslümanları, ahmaklıkları ve cehaletleriyle, tam da emperyalistlerin emellerine hizmet edecek bir zemini bizzat kendileri hazırlayabilirler. İnşallah bu sonuca ulaşmadan uyanır ve Hak ölçülerde birleşip adaleti ikame edecek çabaları birlikte gerçekleştirirler.

Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) Birleşik Komutanlığı Genelkurmay Başkanı Selim İdris ise, şunları söyleyebiliyor; “Uluslararası toplumun, akan bu kanı durduracağı konusunda hayal kırıklığına uğradık. Suriye halkı ve ardındaki hayal kırıklığına uğramış devrimci güçler adına ne söyleyebilirim ki... Uluslararası toplum artık bu rejimin kurbanlarını görmezden geliyor”. Suriye Muhalif Güçleri olarak kendilerine sağlanan her türlü silah ve mühimmatları doğru ellere teslim edeceklerini söyleyen İdris şunları da ekliyor: “Gelen tüm yardımları askerimiz, memurumuzla demokrasi ve özgürlüklerin inşa edilmesi için kullanılacağımızı garanti ederim. Bize sağlanan desteği aşırı gruplar olarak adlandırılan kişilere paylaşmamız mümkün olamaz, biz bu gurupları desteklemiyoruz, onlarla bilgi alışverişinde bile bulunmuyoruz, onlara mühimmat ve silah vermeyiz.” “Özgür Suriye Ordusu artık hazır ve biz ÖSO olarak ABD'li dostlarımızınyapacağı her türlü desteği memnuniyetle karşılayacağımızı belirtiyorum. Şu an komutamızda çok iyi organize olmuş askeri tugaylarımız ve taburlarımız mevcuttur". (18 Eylül 2013 Yenişafak)

Allah’ın yardımı hak edildiğinde, vaadi gereği Allah yardım edecek ve yine O’nun taahhüdü gereği Müslümanlara galip gelecek olmayacaktır. Eğer böyle olmuyorsa, bu ilahi yardımı hak edecek bir hal oluşmuyor, uygun işler yapılmıyor, mücadele başka şeylerle, batıl anlayışlarla kirletiliyor demektir. Özgür Suriye Ordusu veya Suriye muhalefeti diye yek pare bir yapı yok. İnanç, düşünce, hedef bakımından çok farklı, hatta birbirine taban tabana zıt gruplar yer alıyor içinde. Birlikleri de, birbirlerine güvenleri de tam değil, hatta yarım bile değil. İçlerinde ihvan da, farklı İslami gruplar da var. SMDK’da da ihvan da var, ama temsil oranı çok düşük tutulmuş bulunuyor. Hedeflerini ilan ettikleri “ulusal mutabakat” başlıklı bildiride, demokratik bir yönetim tesis etme vurgusu öne çıkıyor. Yani “yine Müslümanlar ölüp (cephede ölmeye gelince daha çok Müslümanlar öne çıktığı için), sonuçta devleti yine onlar mı kuracaklar?” sorusunu sorduran durumlar ortaya çıkıyor.

İşte böylesine kaotik bir ortamda karmakarışık bir muhalefetin bulunduğu, emperyalist büyük devletler dahil her ülkenin kendine yakın bulup desteklediği silahlı grupların var olduğu bir ülkede rejim yıkılsa bile İslami bir sistemin ortaya çıkmayacağı, neredeyse kesin gibi. Yani her zamanki gibi yine Müslümanlar ölecek, hatta geri kalanı da emperyalist güçlerce tasfiye etmeye çalışılarak Müslümansızlaştırılmış bir ortam oluşturulup, yeni devleti yine batıcı seküler gruplar kuracak gibi. İnşallah Allah fırsat vermez diye dua etmekten başka yapacak bir şey yokmuş gibi görünüyor. Allah kardeşlerimizin yardımcısı olsun.

Eğer Müslümanlar, bağımsız İslami otoritenin istişari yönetiminde ve birlik (vahdet) oluşturarak, her türlü yönlendirici dış güçten bağımsız ve gücünü kendi birikiminden alan bir yapıya sahip değilse,bizlere ulaşanı kadarıyla bile felaket olan bölünmüşlükle, dağınıklıkla, silahı batılı emperyalistlerden bekleyecek konumdaki güçsüzlükle, üstelik hizipçi yaklaşımlarla birbirleriyle bile her an çatışmaya meyyal dağınık grupların varlığıyla ve bu gruplardan bazılarının İslami anlamda meşru olmayan, Hududullahı aşan, İslam’ın imajına da zarar veren eylemleriyle silahlı mücadeleyi başlatmışsanız, sonucun İslami açıdan olumlu olmasını beklemek beyhudedir. Üstelik bu hal ile Allah’ın yardımını celp etme konusunda da zaaf oluşacağından, sonucun iyi olması tabii ki zordur. Bu derece zaaflı ve emperyalist ülkelere, en azından Batının işbirlikçisi Suud, Katar ve Türkiye’ye muhtaç olmak bile, muhalifler grupların bu güçlerce kolayca manipüle edilme potansiyelinin varlığına işarettir.

Anlaşılan odur ki, kardeşlerimiz, sağlıklı ve geniş ufuklu değerlendirmelere dayanmayan iyi niyetli yanlış bir içtihatla, galiba biraz da başta Türkiye ve (Suriye’nin dostları adı altında ortalığa dökülüp sonraları yaşanan katliamlar karşısında görünmez olan) bazı Batılı emperyalist ülkelerin (ABD, Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya vb) teşviki ve cesaretlendirmesiyle silahlı çatışma sürecine kalkışmışlar, sonra da katliamlarla kırılmaları için Baas rejimi karşısında yalnız bırakılmışlardır. “Suriye’nin Dostları” adı altında toplanan başta Türkiye ve Batılı emperyalistlerin bu destek vadi ve cesaretlendirmesi olmasaydı, acaba yine de silahlı mücadeleye yönelirler miydi?

Suriye’li kardeşlerimizin durumuyla ilgili olarak, “onlar sivil direniş sürdürürken işkence ve katliamlara muhatap kılındıkları için silahlı mücadele safhasına geçmek zorunda kaldılar” denebilirse de, Resulullah (s)’in de Mekke’de en yakın kardeşleri işkence görüyor, bir kısmı vücutları parçalanarak şehid ediliyorlardı, ama yine de şiddete başvurularak cevap verilmemiş olması hakikati, vahyin bu süreçte şiddete, silahlı mücadeleye izin vermediğinin sebepleri üzerinde de düşünülmelidir. Ayrıca bu tür hazırlıksız durumlarda, yeterli olmadan ve şartlar oluşmadan şiddete başvurulduğunda çok daha büyük kayıpların meydana geleceği unutulmamalıdır. Nitekim darbeci generallerin binlerce kişiyi keskin nişancılar ve tanklarla katletmelerine rağmen Mısırlı Müslümanların silahsız direnişte ısrarı darbeci zorbaları çileden çıkarmakta, zor durumda bırakmakta ve adeta Müslümanları şiddete başvurmaya yönlendirecek provokasyonlar, zorlamalar bile yapılmaktadır. Çünkü darbeci katiller, pasif direniş sürecinde yapamadıkları daha büyük katliamları şiddete başvurdukları zaman daha kolayca yapıp İHVAN camiasını daha kolayca ezip yok edebileceklerini düşünmektedirler. Bu bakımdan değerlendirildiğinde, hazırlıksız olarak ve yabancı güçlere güvenerek silahlı mücadele başlatılmasaydı, şüphesiz ki Suriye’de de bu kadar çok sayıda insan katledilmiş olmayacaktı. Üstelik katlettikleri sebebiyle de Suriye katil rejimi de tıpkı Mısır’daki darbeciler gibi çok daha zor durumda kalacak ve daha ileri gidemeyecekti.

Bugüne kadar 150.000’e yakın masum insanı katleden Suriye’deki katil rejime, İslami kimliğine ihanet eden İran ve Hizbi Lübnan’ın, doğulu emperyalistler Rusya ve Çin’in askeri desteği ve silah akışı devam ederken, Batılı emperyalist devletler BM’deki danışıklı dövüşle muhaliflerin ezilmesini seyretmeyi tercih ettiler. Müslüman direnişçilere özellikle ağır silahların verilmemesi isteniyor, onlar da Esed ordusundan alabildikleriyle mücadeleyi sürdürüyorlar.2000’e yaklaşan çoğu çocuk ve kadın kimyasal silahla katledilince dünya kamu oyunu aldatmaya yönelik ve daha çok da İsrail’i güvence altına almak için müdahaleyi konuşmaya başladılar. Ancak son anda Suriye’ye nefes aldıracak ve katliamlarına devamın önünü açacak yeni bir arayışa yöneldiler, o da sadece kimyasal silahların uluslar arası denetimi altına devredilip imha edilmesi. Bunun karşılığında da, Rusya’nın Suriye’ye katliamlarını daha şiddetle sürdürmesini sağlayacak konvansiyonel silahlar vereceği söyleniyor. Aslında esas amaç bu kimyasal silahların İsrail için tehdit olmaktan çıkarılması ve özellikle de muhaliflerin eline geçmesinin engellenmesidir. Sonuçta on binlerce sivil halkın katliamı sürse de İsrail’in güvence altına alınması sağlanmak isteniyor. Ülkenin öncü Müslüman kadrolarının tüketildiği, alt yapısı çökmüş, ekonomisi dibe vurmuş, yakılmış, yıkılmış, talan edilmiş ve her bakımdan Batılı emperyalist ülkelere muhtaç hale gelmiş bir Suriye istiyorlar ve maalesef böyle bir Suriye oluştu bile.

Tıpkı, zafer olarak yutturulan Çanakkale’de yaşanan büyük hezimet sonucu 250.000 civarında olduğu söylenen lise ve üniversite öğrencisi Müslüman gencin kafir komutanların, Alman Won Sanders’lerin ve devşirdikleri İT’çi subayların komutasında katlettirilmesi sonucu, bu eğitimli Müslüman neslin bıraktığı boşluğun batıcı pozitivist kadrolarca doldurulup, yeni TC Devletinin kurulması, biçimlendirilmesi işinin bunlara kalması gibi.İşte Müslüman kadroları katliamlarla yok ettirilmek istenen Suriye’de de, “Kurtuluş savaşı” diye yutturulan “kurtarmayan savaş” sonrasında, Türkiye’de eğitimli ve örgütlü tek kesim olan batıcı İT artığı Kemalist kadrolar ve Sabateistlerin öncülüğünde batıcı laik ulus devletin kurulması gibi bir sonuç elde edilmek isteniyor. Üstelik bu batıcı kadro Türkiye’de, savaşla kovulduğu iddia edilen emperyalist devletlerin seküler kültürünü bu ülkenin insanlarına terör ve şiddet uygulayarak dayatmıştır.

Aynı acı gerçek Bosna’da da tekrarlanmıştır.Bütün Batılı emperyalist devletlerin ve BM misali kuruluşların dolaylı desteği ve gözetimi altında Sırp katillerine ihale edilen soykırım sürecinde 300 bin civarında Müslüman katledildikten sonra, üstelik İslam coğrafyasının pek çok yerinden gelen mücahidler de, Bosnalı Müslümanlar da İslami bir hükümet kurulması ve Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesi için savaşıp şehid oldukları halde, emperyalist müdahaleyle laik devlet kurulmuştur. On kantondan oluşan Bosna federasyonun 5 kantonunun nüfusu ezici çoğunlukla Müslüman olduğu halde, bu kantonlarda bile laik seküler bir yönetim oluşturulmuştur ve hiçbir aykırı düşünce gündeme gelmeden kanıksanmış olarak öyle de devam etmektedir. Üstelik Bosna’da NATO ve Batının, yıllarca soykırım boyutlarındaki katliama sessiz kalıp dolaylı destek vermeleri, Boşnaklara silah ambargosu uygulayıp katile silah temin etmeleri, buna rağmen son anda müdahale edip Sırpları muhtemel bir yenilgiden, Boşnakları da zaferden alıkoymaları söz konusudur. Çünkü bir iddiaya göre Boşnakların artık toparlanıp zafere doğru yürüdükleri bir süreçte müdahale edip, Boşnakların oranı savaş öncesi %50 civarında iken, Dayton anlaşmasıyla Hırvat Boşnak toplamının %51 olduğu kabul ettirilerek, laik bir devletin kurulmasını sağlamışlardır. Afganistan’da ise, SSCB’ye karşı savaşı kazanan halkın kurduğu İslami hükümete hayat hakkı tanımamışlar, en kısa zamanda devirip uşaklarını yönetime getirmişlerdir. Müslümanların savaşı ise, büyük kayıplara, katliamlara rağmen onurlu bir direnişle on yıllardır sürdürülüyor. Allah yardımcıları olsun. Bütün bu örneklerde görüldüğü üzere, hep Müslümanlar savaşıp ölüyorlar, ama doğan boşlukta emperyalist güdümlü dayatmalarla seküler laik devletler kuruluyor.

Evet tıpkı Çanakkale’de ve Bosna’da olduğu gibi, Suriye’de de Müslüman kadrolar, önce Esed’e tükettirilmeye çalışılıyorlar. En sonunda, Batılı emperyalistlerin ve özellikle de Amerika’nın, tıpkı Afganistan, Pakistan, Yemen, Somali’de İHA’ları kullanarak gerçekleştirdiği infaz, suikast ve katliamların benzerini burada da uygulamaya koyarak, geri kalan öncü Müslüman kadroları da kendilerinin yok etmek isteyecekleri akıldan çıkarılmamalıdır. İnşallah başaramazlar diyelim, ama Müslüman kadroları kırdıktan, tükettikten sonra da Suriye’de yeni rejimi yandaşlarının kurmasına zemin hazırlamak ve imkan sağlamak isteyeceklerdir. Böylece, Batı çıkarlarına uygun dizayn edip uzun yıllar kontrol altında tutacakları ve İsrail’i uzun süre rahat ettirecek güçsüz, sürekli Batıya muhtaç bir Suriye hazırlamak için, bu büyük katliam ve yıkımlara göz yumuyorlar. Allah fırsat vermesin ve direnen Müslümanları muzaffer kılarak, zalimlerin bu oyunlarını bozsun, tuzaklarını başlarına geçirsin inşallah. Ancak bölge Müslümanlarının da, daha uyanık olmaları, basiret ve ferasetle bu oyunları görüp, tevhidi istikameti koruyarak, vahdeti sağlayarak, bu oyunları bozarak, emperyal projeleri yırtarak ilerlemeleri gerekiyor. Bunca katliam yaparak uygulamaya çalıştıkları bütün bu emperyalist proje, baskı ve yönlendirmelerle ulaşılmak istenen amaç, daha önce de ifade ettiğim üzere; öncelikle İslami adalet sisteminin Müslüman halkları yeniden kuşatır hale gelmesini ve tüm dünya insanlığını kurtaracak Kur’ani mesajın, vahye dayalı İslami hayat tarzının bir ülkede de olsa ümmetin pratiğinde uygulanarak dünya insanlığına sunulmasıyla uyanışa yol açarak kendi liberal-kapitalist demokratik sömürü düzenlerinin sonunu getirmesini engellemektir. İkinci olarak, İsrail’i güvence altına almaktır. Üçüncü olarak da, enerji kaynak ve nakil yollarını kontrol ve denetim altında tutmak amaçlı ekonomik çıkarlarını korumaktır.

Burada yeri gelmişken bir hususun daha altını çizmemiz gerekiyor ki o da şudur; Bosna, Mısır, Suriye vb de, Müslüman kadrolar, ancak ülke halkı İslami hükümlerle yönetilmeye müstahak olduklarının göstergesi olacak bir öz değişimi yaşamışlarsa, tevhidi istikamette böyle bir toplumsal değişim gerçekleşmiş ve İslami hükümet talep eder hale gelmişse, Müslüman olmayanların önemli bir kısmı da hiç değilse Müslümanlara güven duyan, onların adaletle yöneteceğine inanan bir konuma gelmişse, ancak o zaman ülke yönetimine talip olmalıdırlar. Toplumdaki gerçek anlamda Müslüman sayısı Medine’deki gibi %10 bile olsa, eğer bunlar nitelikli, bilinçli, takvaca zirvede ise ve güzel ahlaklarıyla, emin kimlikleriyle topluma güven veriyorlarsa yine de Rabbimiz İslami sistemi takdir edebilir. Mesela Medine’de Müslümanlar %10 ama bilinç ve takva zirvededir, ayrıca Evs ve Hazreç kabilelerinin liderleri Müslüman olmuş, kabilelerindeki müşrik kitleler kabile asabiyetiyle onlara bağlı ve tam bir güven içindedirler, Bedir savaşının kazanılması ile Müslümanlara ve Peygamberimize hakaret eden şiirler söyleyen Kaab B. Eşref’in öldürülmesi gibi Müslümanlara büyük prestij kazandıran olaylar sebebiyle Yahudilerin de Resulullah’a (s) gelip onlarla ilişkilerin düzenlemesi için yardım isteyecek duruma gelmeleri söz konusudur. İşte böyle bir toplumda Allah İslami sistemin kurulmasını takdir etmiştir.

Eğer toplum bu halde değil de, İslami sistem yerine demokratik bir sistemi istiyorsa, o zaman silah zoruyla egemen olmak, ya da laik demokratik hükümetlerde yer almak, sistem içi hükümet arayışlarını denemek yerine, Müslümanlar, toplumu vahiyle dönüştürüp inşa etmeye çalışmalıdırlar. Toplumu İslami yönetime layık olacağı hale hazırlamak üzere tevhidi tebliğ, eğitim ve şahidlik sorumluluklarına yoğunlaşmalıdırlar. Yani ne pahasına olursa olsun illa iktidar olmak gerekmemekte, ama ilahi yasanın gerekleri yerine getirerek Kur’ani bir inkılaba vesile olup sistemi değiştirerek iktidar olunduğunda mutlaka Allah’ın hükümleriyle hükmetmek gerekmektedir. İslami yönetim, ne silahlı mücadeleyle zorla, ne de sistem içi demokratik yöntemle gelebilir. Hele de ülke dışından gelen silahlı grupların zora dayalı dayatmalarıyla hiç gelmez. Mutlaka o toplumun özündekini İslami yönetime layık olacak şekilde değiştirmesi ve bunu talep etmesi gerekmektedir. Bu bağlamda yukarıda bahsettiğimiz ölçülerde ve toplumun nitelikli bir kısmının tevhidi bir değişimi yaşaması ve buna ilaveten İslami kadroların, Müslüman olmayanların da belli oranda desteğini alan, güvenini kazanan emin ve ahlaklı bir örneklik ortaya koymaları İslami yönetime giden yolda önemli rol oynamaktadır. Bu sebeple, eğer silahlı mücadelenin şartları oluşmuşsa bu yola başvuranlar, ya da Mısır’da olduğu gibi şiddete dayanmayan sivil direnişle diktatörlerin yönetimine karşı mücadele verenler bilmelidirler ki, bu yollarla en fazla despot rejimleri farklı kesimlerle birlikte yıkabilirler, ama halkların hangi tür sistemle yönetilecekleri konusu, biraz önce ifade edilen toplumsal durumun belirleyeceği bir husustur. Toplum İslam ile yönetilmeye layık değil ve istemiyorsa yapılacak şey, diktatörlerin devrilmesinin ardından görece özgürlük ortamının yeni imkanlarını da kullanarak toplumu vahyin ölçüleri içinde inşaya yönelik çabalarda yoğunlaşarak, onu İslami yönetimi isteyecek, İslami yönetime layık olacak seviyeye getirmenin tebliğ, eğitim ve dönüştürme çalışmalarını sürdürmektir. Bu tespitler, en azından bizim Kur’an ve siyer okumalarımızdan çıkarımlarımızdır. Aksini iddia edenler, aynı kaynaklara dayanmak suretiyle izah getirerek bizi ikna ederlerse, tabii ki bu yaklaşımımızı değiştirmeye de açığız.

Gelelim Suriyeli kardeşlerimizin durumuna;tabii ki, Suriyeli kardeşlerimiz yanlış içtihat da yapmış olsalar, sonuçta mücadele ettikleri zorba acımasız bir zalim ve katildir, bu katil despot rejime karşı itiraz ve mücadele de halklıdır. Bu sebeple, bizlerin de Müslümanlar olarak onların yanında olmamız sorumluluğumuzdur. Bu değerlendirmeleri ise, başka zaman ve yerlerde aynı hatalara düşmemek, yaşanan tecrübeden dersler çıkarmak ve eğer hâlâ imkanı varsa kimi hatalı uygulamaları düzeltmektir. Bu gidişatı doğru okumalarla daha sağlıklı değerlendirip, daha büyük kaosa sürüklenmeden emperyalistlerin oyununu fark edip tedbir almak imkanı varsa bunlara vesile olmak ve bu amaçlarla bu tür değerlendirmeleri yapmak sorumluluğumuzdur. Yoksa, bu sıkıntılı dönemlerinde sırf kardeşlerimizi eleştirmek için bu tür değerlendirmeler yapılmamaktadır, böylesi zaten İslami de değildir. Üstelik bu tür değerlendirmeler, duygusal ve sloganik yaklaşımların esiri olup akıntıya kapılmış ve heyecanla yürümeyi sağlıklı düşünmeye tercih etmiş çevrelerin haksız ve saldırgan tepkiselliklerine muhatap olmaya da yol açabilecek, bu anlamda riskli değerlendirmelerdir. Ancak iş işten geçtikten sonra yapılacak kimi doğru tespit ve uyarıların daha sonrası için ibret almaktan başka bir katkısı olmayacaktır. Halbuki, olayların sıcaklığı içinde yapılacak doğru tespit ve uyarıların, bir yandan henüz yaşanmakta olan hatalarda ısrarı engellemek, yanlışlardan daha az zararla dönmek imkanını kazandırma katkısı olacaktır. Diğer yandan da, tarihe not düşerek bugünün mücadelesine sağlıklı bir gelecek stratejisi kazandırmakla beraber, geleceğe dair de halin tecrübe ve ibret birikimiyle daha sağlıklı istikametler ve hedefler belirlemek imkanını sağlaması söz konusu olacaktır. Üstelik bu tür tespit ve değerlendirmeleri yaparken de bizler, yanlış içtihadla da olsa sıcak mücadele içine girmiş kardeşlerimizi asla terk etmeden, maddi ve manevi yardımcıları olmayı da sürdürmekteyiz.

Rabbimiz Suriye ve Mısır’da haklı ve onurlu bir direnişle, İslami kimlik ve değerlerini, canlarını ve namuslarını, zalim, katil, kâfir orduların zulmünden, katliamından korumak ve kendi ülkelerinde insanca, Müslüman’ca yaşamak, İslami adaleti tesis etmek için mücadele eden kardeşlerimizin yardımcısı olsun.Yanlış bir içtihadla ya da Türkiye vb “dost” adı altında yaklaşan ülkelerin teşvikiyle de olsa, neticede haklı bir gerekçeye dayanan direniş, artık Türkiye ve müttefiklerine güvenme süreci de bittiğinden, yalnız Allah’a güvenip istikameti koruyarak sürdürülebilirse, inşallah bundan sonra Allah’ın yardımını hak edecek bir hüviyet kazanır. Ödenen bedeller ve akıtılan şehid kanlarıyla bereketlenecek olan bu mücadele süreçleri, bu tür geniş ufuklu ve ilk Kur’an nesli örnekliğine uyum amaçlı değerlendirmelerle de inşallah tevhidi istikamet ve stratejide, Kur’ani inkılabı gerçekleştirmekte yoğunlaşıp ısrar etmelerine vesile olacak iradelerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Rabbimiz onları, kuşatılmak istendikleri sistem içi kirliliklerden arındırarak yardımını hak edecekleri hale, tevhidi bilinçle Kur’ani inkılabı inşa edip, önce toplumu sonuçta da sistemi değiştirmeye yönlendirsin ve bu doğru istikamette ayaklarını sabit kılsın, onlara sabır ve direnme gücü versin, zalim tagutlara, diktatörlere, darbecilere karşı galip getirsin inşallah. Biliyoruz ki, Allah bu hal kazanıldığında, Allah’a ve dinine yardımcı vasfı, Hizbullah olma niteliği kazanıldığında mutlaka yardım edeceğini, yardım ettiğinde de bu vasfı kazanmış mü’minlere galip gelecek olmayacağını açıkça taahhüt etmiş bulunmaktadır. (Muhammed 7, Ali İmran 160

Şiisiyle Sünnisiye Bütün Mezhepler, Ekoller,Tarihsel Süreçte Üretilenleri Dinleştirmişlerdir

Bir gün konferansım sırasında bir dinleyici “Şiiler Müslüman mı?” sorusunu sordu. Ben de bir başka soruyu yönelttim ve “Ya Sünniler Müslüman mı” diye sordum. Biz tevhidi uyanış süreci mensupları yıllardır, Şiisiye, Sünnisiyle sosyolojik anlamda kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen kitlelerin Kur’an’ın belirlediği ölçüler içinde “Müslüman” olmadıklarını söylemiyor muyduk? Ve tüm bu kesimleri Kur’an’a ve sünnete bağlanmaya, vahyin belirlediği ölçülerde bir akıdeye iman ederek Müslüman olmaya davet etmiyor muyduk? Ne oldu da şimdi bir kısmımız topluca Şiileri, bir kısmımız da topluca Sünnileri Müslüman sayar hale geliyoruz? Kur’an ölçüleri içinde değerlendirince iki kesimin de çok büyük ekseriyeti, tarihsel süreçte biriktirdikleri üretilmiş bid’at ve hurafeleri akıdeleştirerek, inzal olmuş vahyin belirlediği akıdeyi terk etmiş ve bu sebeple de Rabbimizin Kur’an’daki “Ey iman edenler iman edin” (Nisa 136) ayetinin muhatabı haline gelmişlerdir.

Hz. Hüseyin’inşehadete yürüyüş yolunda karşılaştığı, Irak’tan Mekke’ye gitmekte olan şair Ferezdak’tan Irak halkının durumunu sorduğunda şu cevabı aldığı ifade edilir: “Onları kalpleri seninle, kılıçları ise senin üzerine çevrilmiş olduğu halde bıraktım…” Hz. Hüseyin’in ise bu kadar ağır şartlara, uğradığı ihanete ve yalnız bırakılmaya rağmen şunları söylediği aktarılır: “Kılıçlar yarınlarda Kur’an’ımızı delik deşik edecekse, ben gövdemi bugünden siper yaparım” diyerek Hak yolda direnişin en onurlu örnekliğini tarihe geçirmiştir.

Bugün ise İslam’a ve Müslüman halklara yönelik saldırılar, zulümler, katliamlar, hakaret, tecavüz ve işkenceler, emperyalist güçler ve yerli işbirlikçi yönetimlerce bütün İslam coğrafyasına yayılmışken, bu büyük vahşet soykırım boyutlarında bütün İslam coğrafyasını kuşatmışken, her gün ve her an Kur’an ve İslam saldırıya uğrarken,Şiisiyle Sünnisiyle Hz. Hüseyin için ağlayanlar, ağıt yakanlar, onu sevdiklerini söyleyenler, sözüm ona Hz. Hüseyin için kedilerini dövenler zelil bir biçimde birbirlerini öldürmekten kaçınmıyorlar. Büyük ekseriyet, tarihsel süreçte ürettikleri hurafeleri sorgulamayı, Kur’an’ı belirleyici kılıp tarihsel bikrimi ıslah etmeyi bir türlü kabullenmiyorlar. Çoğu da zalimlerin, emperyalistlerin işbirlikçiliğini üstlenmekten çeşitli maslahatlar adına çekinmiyorlar. Halbuki, hepsi Hz. Hüseyin’i çok seviyorlardı. Ama nedense tarihsel süreçte onun vahiyle belirlenmiş akıdesinden koptukları için, İslam adı altında yeni edindikleri dinleri adına hareket etmekte ve Kur’an’ın mesajını korumak ve bu uğurda canlarını feda etmek bir yana, mezhebi çıkarlar ve taassuplar adına bizzat kendileri Kur’anı delik deşik etmekten utanmıyorlar.

Sonuçta gelinen noktada, Şiisisyle Sünnisiyle bütün kesimlerin büyük ekseriyetininkalpleri, duyguları, ağıtları Hüseyin’le beraber, ama iman ve amelleri Yezid’in yolunda” bulunuyor. Bu sebeple, bulundukları ülkelerde, Kur’an’a Hüseyin gibi sahip çıkarak egemen zorbalara karşı samimi fedakarca bir direniş geliştiremiyor, çoğu kez sinik, edilgen ve ilkesiz duruşlarla işbirlikçiliği tercih ediyorlar. Hz. Hüseyin için ağıtlar yakmak, ağlamak, kendi kendini dövmekten başka bir şey yapmayanların, bu günümüze bir proje, bir çözüm önerisi sunmayan, geçmişe dönük buğz ve kinle sınırlı sloganlarla yetinenlerin ümmetin geleceğine ve vahdet beklentisine olumlu bir katkı sunmaları da mümkün olmuyor.

Bu hali Hz. Hüseyin’in onurlu örnekliği çerçevesinde sorgulamalıyız. Şiisiyle Sünnisiyle ümmetin farklı coğrafyalarında İslam düşmanları ile iş birliği yapanlar, Hz. Hüseyin’in en zor zamanda ve en yalnız bırakıldığı, ölümün kaçınılmaz olduğu anda bile tavize yanaşmayıp, zalim sultana karsı Kur’an’nın mesajını haykıran onurlu duruşunu düşünüp utanmalıdırlar.

Hilafetten saltanata doğru sapmanın sonucunda, yaşanan yüz yıllara sari süreçte İslam ümmeti olma niteliğimiz kaybettik. Vahiy’den ve Resulün güzel örnekliğini bize taşıyan sahih sünnetinden koptuk. Vahiy belirleyici olmaktan çıkınca heva ve zannın belirleyiciliğinde dünyevileşme ve hizipleşme yaşandı. Sahih gelenek muharref geleneğe dönüştürüldü, pek çok bidat ve hurafeler üretildi. İste böylece İsrail oğullarının yaşadığı ve öyle olmamamız için uyarıldığımız Yahudileşmeyi biz de yaşadık. Allah’ın koruması altında olduğu için Kur’an’ı tahrif edemedik ama anlamını ve din anlayışımızı tahrif ettik. Elimizde korunmuş Kur’an olduğu halde Yahudileşmenin bütün unsurlarını fazlasıyla gerçekleştirdik. Kuranı ve dini parçalayıp hizipleştik ve her birimiz elimizdeki parçayı din sayıp onunla övündük. Birbirimizi mahkum edip, karalayan, kendi tercihlerimizi ve Batıni yorumlarımızı din sayıp mutlaklaştıran düşman kamplara bölündük. Böylece de, mü’min olmanın kaçınılmaz gereği olan, birbirimize karşı merhameti ve sevgiyi de yitirdik.

Bu gün, Hz. Hüseyin’in uğrunda şehadeti göze aldığı, tüm değerlerimiz ve İslami kimliğimiz küresel saldırı ve kuşatmayla muhatap iken, zulme ve emperyalizme karşı birlikte direnmesi gerekenler, emperyalist projeler gereği birbirleriyle çatıştırılıyor. Öyle bir çelişki yaşanıyor ki, ayrı dinler arasında diyalog yaygınlaştırılırken aynı dinin mensupları çatıştırılıyor.

Ey Şii ve Sünniler, Birbirinizi Kâfir Bile Görseniz Öldürmeye Hakkınız Yoktur. Üstelik Birbirinizi Öldürmekle Tüketemezsiniz, Akletmez misiniz?

Şii ve Sünni kesimden yeteri kadar ahmak çıkıyor ve birbirilerini katletmek için camilere, Pazar yerlerine canlı bomba saldırıları düzenleyebiliyorlar. Üstelik “bir cana haksız yere kıymanın bütün bir insanlığı katletmek” gibi büyük bir insanlık suçu işleyeceğini bildiren açık ayete rağmen, yaptıkları bu ahmakça katliam sonucunda şehadet mertebesine ulaşıp cennete gidebileceklerini bile hayal edebiliyorlar. Halbuki bu amelleriyle Allah’ı değil, sadece Allah’ın ve Müslümanların düşmanı emperyalist kafirleri razı etmiş oluyorlar.

Farklı mezheplerin mensupları birbirlerinin kafir olduğu kanaatine bile ulaşmış olsalar, yine de öldürmeye hakları yoktur. Üstelik inancından dolayı birbirlerini öldürmeleri İslam’a aykırılığının yanında gerçekçi de değildir ve tamamen emperyalizme hizmettir. Bölgedeki bu iki kesim de ahmaklığı bırakıp şunu idrak etmeli ki, birbirlerini öldürmekle bitiremezler. Ve on milyonlarca Sünni ve Şii bu bölgede birlikte yaşamaya devam etmek zorunda. O halde birbirlerine yönelik ölüm tuzaklarıyla, dünyayı kendilerine zindan, kahır, zulüm, yas ve ağıt yeri, İslam düşmanı emperyalistlere ise bayram yeri haline dönüştürme ahmaklığını bırakıp insanca bir arada yaşamayı öğrenmelidirler.

Kur’an’ı ona iman etmenin doğal bir sonucu olarak gereğince okuyup, Hablullah’a topluca sarılıp emperyalizme ve her türlü zulme, tağuti sistemlere karşı tevhid ve adalet mücadelesini birlikte vermeyecek miyiz? Hepimiz sunu kafamıza koymalıyız ki mezhepler din değildir. Akıde alanında mezhep olmaz. Allah katında din tektir ve adı İslam’dır. Tevhit dininin akidesi de tektir. Bu ortak akideye teslimiyetimiz bizi kardeş yapmamaktadır. Müminler ancak kardeştir.

Hepimiz topluca ‘Hablullah’a (Allah’ın ipi olan Kur’an’a) sarılarak kardeşleşmemiz gerekirken, her birimiz değişik ekol ve mezhepler adına tarihsel süreçte üretilmiş olan iplere tutunduk ve bu farklı ipler bizi Hablullah’tan ve birbirimizden kopardı, uzaklaştırdı. Kur’an ve mütevatir sünnet dışındaki zan alanından akide oluşturulması ve batini yorumların mutlaklaştırılması sonucunda Mezheplerin akideleri oluşmuş ve yanlış akıde algıları yüzünden tekfirci yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. O halde Kur’an ve sahih sünnet ortak paydamızda kardeşleşip kucaklaşmalı, Mezhepçiliği ve mezhepleri dinleştirmeyi terk etmeliyiz.

Ümmeti ancak vahiyle yeniden insa ederek izzetli günlerine kavuşturabiliriz. Allah’ın koruması altındaki muhteşem kitabımıza ve ondan neşet eden ortak akıdemize sarılarak, tarihsel tüm birikimimizi sorgulamalıyız. Tarihsel süreçte, bütün mezhep ve ekollerin bir çok bidat ve hurafe uydurduğunun bilinciyle, vahyi belirleyici kılmalıyız. Kur’an’dan başka bir şeye dayanmayan, Hz. Hüseyin’in akidesinde buluşup, birleşme ferasetini göstermeliyiz. İmam Cafer ve Ebu Hanife (Allah onlardan razı olsun) gibi güzide imamlarımızın, alimlerimizin aynı akidede kardeş oldukları güne gidip yeniden başlamayı başarmalıyız. Onlardan sonraki süreçte üretilenlerin tamamını vahyin muhkem hükümlerine arz edip, bid’at ve hurafeleri ayıkladığımızda aynı akıdede buluştuğumuzu göreceğiz.

Vahyin belirleyiciliğinde ortak akidemiz olan tevhide dayalı yeniden inşa süreci devam ederken, tarihi sapmalarla her ekolün ve mezhebin de şu veya bu ölçüde kirletilmiş, hurafe ve bid’atlara bulaştırılmış olduğu vakıasını dikkate alarak hiç bir mezhep ve ekolün mutaassıp taraftarı olmamalıyız. Bunlardan birisine kendimizi yakın hissedebilir ve amellerimizi bu ekolün içtihadına dayandırabiliriz. Ancak onun mutaassıbı olmak, o mezhebin yanlışı dahil top yekun kabulü ve karşı tarafın doğrularının dahi reddini getiriyor.

Ayrıca, bir yandan yeniden inşa ve ortak akıdede buluşma süreci devam ederken, aynı zamanda birbirimize ilmi uyarılarda bulunabilelim “emri bil maruf” yapalım, ancak farklılıklarımızı düşmanlık ve kin vesilesi haline getirmeyelim, cedele ve şiddete sapmayalım, tam tersine ihtilaflarımızın kesin çözümünü aramızda kesin hükmün verileceği güne bırakalım.

Ama emperyalizme karşı ittifak ederek özgürlük mücadelesini birlikte yürütelim. Bağımsız ve özgür olunca da, iyi komşuluk ilişkileri içinde birbirimize adaletle muamele edelim, merhamet edelim. Adaleti, merhameti belirleyici kılan, fıtri insani erdemleri öne çıkaran, insanlık onurunu koruyan iyi insani ilişkileri öne çıkarıp, barış içinde bir arada yaşamayı başarmalıyız. Birbirimizin kurtuluşuna vesile olacak emri bil maruf yolunu sürekli açık tutmalıyız. Birbirimize göre akıdevi sapmalar içinde olduğumuzu zannetsek bile, öldürerek değil yaşatarak, kurtulma ihtimalimizi arttırmalıyız.

Kendini İslam’a nispet eden tüm iyi niyetli insanlarla “tevhid” ortak paydasında buluşmaya, tarihsel süreçte üretilen ipleri bırakıp, indirilmiş Allah’ın ipine, Kur’an’a topluca sarılmaya yönelmeli, ısrarla bu hususu gündemde tutmalıyız. Çünkü hepimizi kurtaracak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, izzet ve onur kazandıracak ve  kurtarıcı tevhid potasında mü’min kardeşler kılacak olan sadece bu yoldur. Yani Allah yolu, Kur’an ve tevhid yoludur.

Not: Bundan sonraki 7. Bölümde inşallah Mısır ve Tunus’u, I. Kitabın son bölümü olacak 8. Bölümde ise inşallah Gezi parkı olaylarını ve Taksim  ile Tahrir mukayesesini değerlendirmeye çalışacağım.