Mustafa BOZACIOĞLU
ULUS-ÜMMET-MİLLET İLİŞKİSİ
Ulus ve ulusçuluk kavramları Fransız ihtilali ile doğmuş olan fikriyatın doğal bir sonucu olarak görülmelidir. Eşit olacaksın, hür olacaksın, kardeş olacaksın… Devlete karşı, kiliseye karşı ve dahası diğer bireylere karşı aidiyetin, bağlılıkların, sorumlulukların olmayacak, olsa da ‘sana ait’ olacak! Hiçbir forma, kurala, sınıra bağımlı kalmayacaksın. Bir sınır olmayınca tabii ki hiçbir sınır da olmayacaktır!
Kulağa hoş gelen eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi kavramlar aslında alt yapısı, arka planı, kullanım amaçları dikkate alındığında hiç de masum olmadıkları açıkça görülebilir. Kiliseye karşı özgürlük ne demektir? Eşitlik kelimesi üretim, tüketim ve iş gücü anlamında neye hizmet etmektedir? Laiklik kavramı, sekülerizm bu aşamada ne anlama gelmektedir? ‘Birey’ kavramı nasıl oluşmuştur? ‘Özgürlük’ kavramı neye hizmet etmektedir? Süreci hesaba katmadan, kullanım amaçlarını dikkate almadan bu ve benzeri kavramları alıp kullanmak bizlere çok pahalıya patlamaktadır. Seküler aklın, bilimin, deneyselliğin, kutsaldan/aşkın olandan yalıtılmış bir beşer merkezli dünyevileşmenin tek amaç, tek ölçü alınmasının insanlığı getirdiği nokta/dip ortadadır. Denize düşen yılana sarılmakta, benzeri süreç içinde densizleşmektedir, azgınlaşmakta, müstağnileşmekte, yaratılış gayesine ters behimi bir hayata gark olmaktadır.
Tabi bu kelime ve kavramların etraflıca tahlilleri yapılmalıdır. Geçirdikleri evreler, toplumsal etkileri enine boyuna analiz edilmelidir. Fakat takdir edersiniz ki bu iş, bir yazının boyutlarını aşacak kapsamdadır.
‘Din’den uzak olmak, etimolojisine bakarak, sekülerliğin de, aşağılık olmak/aşağılaşmanın da, borç/sorumsuzluk/hesap bilincinden uzak olmanın da, ahiret idrakinin ihmalinin de, ödül/cennet, ceza/cehennem karşılıklarının unutulmasının da asıl sebebidir.
Reddedilen saltanatların, imparatorlukların ‘kul, tebea’ kavramı ile laik demokratik devletlerin ‘vatandaş’ kavramı arasında görece bir fark olduğu kesindir. Lakin ‘gücün hukukunu’ esas aldığınızda arada bir fark kalmadığını görürsünüz. Eşitliğin bir kandırmaca, özgürlüğün kendilerine daha fazla alan açma, sömürme fırsatı sunan bir aldatmaca, kardeşliğin laftan öte geçmeyen bir oyalama olduğunu görürsünüz. Bizler ‘ancak Müslümanlar kardeştir/Müslümanlar ancak kardeştir’ diye ilan ediyor ve ‘salt, bize dikte edilen gibi ne bir kadın erkek eşitliğinden -ibadi sorumluluklar hariç- ne de inananlar ile inanmayanlar arasında -aslen ve beşeri ilişkiler formu ile hukuki meseleleri tek ölçüte indirgemeden- eşitlik asla mümkün değildir’ derken; ‘hümanizm’, ‘feminizm’, ‘özgürlük’ ve ‘hoşgörü’ vb. kavramların ardına umarsızca takılamayız.
‘Böl, parçala, yut!’ politikasının bir vesilesi olarak kullanılan bu kavramlarla şekillendirilen ulusçuluk, Allah’ın ayetlerini inkâr sadedinde, dillerin ve renklerin inkârını, sınırların cetvelle çizilerek bağların koparıldığı, düşmanlık tohumlarının ekildiği vasatları oluşturmuştur. Daha düne kadar milyonlarca kilometre kare içinde beraber yaşamış insanlar, bugün içine tıkıştırıldıkları -tabiri caizse- gettolarda, düşman/umacı sendromuna itilmiş olarak, yutulmayı bekleyen bir pozisyonda yaşadıklarını zannetmektedirler. Ulus sınırlarından çok, ulus zihinler/ulus kimlikler daha sorundur. Zihinleri, yürekleri böldün mü, zaten sınırlar bölünmüş, bölünmeye, ufal(an)maya devam edilecek demektir bu!
Bugünkü parlamenter sistemin argümanları, sportif takım tutma tarafgirliği, sözüm ona sendikal çelişkiler, stk’lar arası ilişkiler, basın yayın çekişmeleri, üniversiteler arası imge yarışları, ulaşım ve haberleşme rekabet/tekelleri gibi hayatın hemen tüm alanlarındaki faaliyetler bu rakibi ekarte etmek, saf dışı bırakmak, gücü ele geçirmek, pastayı paylaşmak istememek, tekelcilik, bölüp parçalayarak yutmak esaslı halde sürüp gitmektedir. Hayatın bu sosyal, ekonomik, politik ilişkilerinin bu meyanda sürmesi bir tarafa daha kötüsü Müslümanım diyen camianın içinde bulunduğu benzer durumdur! Hizipçilik, mezhepçilik ve meşrepçilik, cemiyetçilik, tasavvufi ve tarikat kategorizasyonu hep aynı mikrobun yol açtığı illetlerdendir.
Kavim ve ümmet olguları fıtrî gerçekliklere binaen bir ayırım, tasnif unsuru olarak değil, bir tanımlama ifadesi olarak kullanılmaktadır, bizim muktesebatımızda. Gerçi ‘ümmet’ ifadesi, yanlış bir kullanımla ‘millet’ kavramı ile karıştırılmıyor da değil! ‘Ümmet’ daha küçük grupları ifade ederken, ‘millet’ ırkın ötesinde din bağını, din kardeşliğini, dava ve hedef birliğini kapsayan bir ifadedir. Millet kavramı ümmet kavramını içerir, kapsar. Ümmet kavramı millet kavramının alt kümesidir ve çok farklı terkiplerle kullanılabilir. Mesela hayvanların da birer ümmet olduğu aktarılır Kur’anda, onların farklı şubelerini ifade anlamında. Etnik kavim anlamında dahi ‘millet’ kavramı ayrılığın gayrılığın vesilesi kılınmıştır. Mesela ‘Arap milleti’ terkibini ele alıp Arap âleminin hal-i zül melaline baktığımızda, onlarca parça halinde birbirlerine, üstelik aynı dine, genel mensubiyet iddiasında iken, düşmanca tavırları, kamplara bölünmüşlükleri ‘sivrisinek saz!’ ifadesince yeterli göstergedir. Bugün ‘hemşericilik’, ‘bölgecilik’, ‘meslek odaları/lokalleri’ gibi farklı tezahürler de aynı bölünmüşlüğe hizmet eden tezahürlerdendir maalesef!
Takılan rozetlerden, armalardan, amblemlerden, ulusallığın sembolleri olan ‘bayrak, marş’ ve ikonlara değin farklı göstergeler, adı üstünde farklılıkları perçinlemekte, duvarlar örmekte, ayrılıkları körüklemektedir.
Mehmed Akif’in şiirleri(ndeki sitem) bu soruna çok yetkin olarak parmak basması iyi bir ibret vesilesi olarak görülebilir! Ama heyhat! Yine onun işaret ettiği gibi, ibret/ders alınmayınca, tarih tekerrür edip durmakta, bizler aynı delikten defaatle ısırılmaktayız! Sorun ısıtılıp ısıtılıp önümüze servis edilmektedir. Bu da sorunun evveliyetle zihinlerde, yüreklerde olduğunu ispatlamaktadır. Tabi Kur’anın apaçık, bu konudaki emir ve nehiyleri ortadayken (Anlayana sivrisinek saz!), şiirleri salık vermek (Anlamayana davul zurna az!) bir paradoks gibi gelebilir. Ama bizler güzel sözü, hakikati, en güzel biçimde, tekraren, kavli leyin ile, muhataba etki edecek tarzda iletmek, durumundayız; belki fayda verir! Lakin, İstiklal Marşını yazmış bir şair olarak, kavmiyetçilik illetinin sıkıntısına bizzat kendisi de şahit olmuş olması, daha sonraları vatan toprağı iken ‘dış/dışarısı’ kabul edilecek bir başka beldeye kaçmak durumunda kalması nasıl bir ironidir? Bunu, bugün, bir dernek adı olarak, Akif’i ve başına gelenleri, doğru okumadan, meseleyi bir etnisiteye indirgeyerek deklare etmek de bize mahsus bir ironi olsa gerek! Keza içimizdeki ‘sorunlu bir sorun’ olarak yıllarca bizlere dayatılan, daha dün kardeşler olarak, aynı din bağıyla beraber olabilmiş bizler, o meseleyi, bugün farklı aidiyetlerle düşünmeye nasıl itilebilmişiz? Suriye meselesinin gelip ‘mezhepçilik illetine, ulusal illetlere’ dayanması gibi!
Bir orman düşününüz; tek renk, tek düze! Her yönüyle tek bir türe indirgenmiş bir çiçek bahçesi! İçlerinde hayvanat; tek çeşit, tek tip… Bir de baharlarda açarken de, solarken de insana farklı duyguları yaşatan, renkler cümbüşüne dönmüş, farklı bileşenleri olan doğanın şiirselliğini, görselliğini… Bir mukayese yapınız, okuyunuz bu afakî ayetleri… Enfüsî ayetleri de okuyunuz; renk renk oluşumuz, tip tip oluşumuz, parmak uçlarımızın taklit edilemeyecek biricikliği, dillerimiz…
Bizim mefkûremizde ‘küfür tek millettir’, ‘İslam tek millettir’. Bir tarafta Hak ve hakikat, diğer tarafta batıl! Elbette bu, yüzde yüz organik bir bağı ifade etmeyebilir. Küfrün yekpare olmadığı, Hıristiyanların, Yahudilere göre daha az düşman/tehlike oldukları Kur’anın ifade ettiği bir bilgidir! Onların da yürekleri parça parça, kurdukları tuzaklar farklı farklı, onlardan gelecek tehditler çeşit çeşittir. Keza, ‘îlayı kelimetullah’, ‘din yalnız Allah’ın olsun’ için mücadele üst hedefini, tevhid’i şiar edinmişlik, kardeşlik, vahdet söylemleri, ‘iman’ ve ‘teslimiyet’ olguları ‘Müslüman(lardan)ım’ diyenleri de ne hikmetse yekpare kılmıyor! ‘Allah rızası!’ için birbirini katledecek, mezhebi taassuplarla kişinin Müslümanlığını kabul etmeyecek, üretilmiş dinin/gelenekçiliğin sarmalı ile fitneye hizmet edecek, kin ve nefret tohumları ekecek algılar bir gerçekliğimiz/açmazımız olarak ortada duruyor!
‘Millet’ kavramı, ırkçılığın ellerine teslim edilmiş, ırkçılığın babası şeytanın ekmeğine yağ sürülmüş; ‘din kardeşliği’ (Hz. Nuh ile oğlu arasındaki diyaloğu, Rabbimizin uyarısını dikkatlerinize sunuyorum!), kafatası ölçümlerine, dil bağı gibi bir ayrıntıya, toprak bağımlı bir algıya heba/terk edilmiş durumdadır. ‘Allah rızası’ mefkûresi, ‘ülkü birliği’ ucubesine indirgenmiştir. ‘Din kardeşliğini’ her şeyin önüne/üstüne geçirmeyenler şeytana kardeş olurlar! Bu idrak; ne sınır tanır, ne dil bilir, ne ırk! ‘Allah’tan geldik, O’na dönücüleriz’ der ve başka hiçbir bağ tanımaz! Değil mi ki hepimiz Âdem’deniz, Âdem de topraktan ve hepimiz adem’e gidiyoruz; başka söze ne hacet!
Hz. Peygamberi kendi kabilesi, akrabaları (kan bağı; ırk, vatan, ülkü..) Mekke’den kovmuş, O’na Medine’de başka kabile (din bağı) kucak açmış ve Peygamber(as) Mekke’yi fethettiğinde dahi Medine’ye dönerek, çağlara hitab(ed)en yüce bir ders vermiştir, okumasını bilene!
Şimdi, bu birliği, tevhid’deki bağı bölecek, parçalayacak her türlü algı sapması bir bölücülüktür, tevhid’i parçalamaktır! Mezhepçilik, meşrepçilik, grupçuluk, cemaatçilik hep bu türeden sapmalardır! Düşünün, daha dün aynı coğrafyaları, aynı hassasiyetlerle paylaşan insanlar, cetveller çizilmiş sun’i sınırlara hapsedilmiş, on metre ile akrabaların arası kesilmiş; bir de ‘vatan, millet, sakarya’ türküleri ile ‘yerellik’, ‘kökü dışardalık/köksüzlük’, (Bu başlı başına bir yazı konusudur!) teraneleri çalınıyor! Toprak başımıza! Nerde tarih bilinci, nerde millet şuuru, nerede din kardeşliği, nerde birlik, dirlik, nerde vahdet!
Bugün başımıza âlâ ‘ehli sünnetçi’, en ideal ‘Hanefi mezhepli’ biri çıkıp; sözgelimi Şam’dan, Mısır’dan bir âlimi ve düşüncesini köksüzlükle, kökü dışarıda olmakla karalamaya çalışırken ve kitle de ‘uydum imama!’ derken, hiç düşünmezler mi o müctehidler nereliydiler, onların ifadesi ile ‘yerli’ miydiler? Bu ne yersiz bir sapkınlıktır, densizliktir! Sözüm ona beyazların, yerlilere ne yaptıkları da malümaliniz! Dahası yerli valiler eliyle! Bunlar yenilir yutulur şeyler değil de, bizler kendimizde olmadığımız için, aklımız başımızda olmadığı için, hikmeti yitirdiğimiz için uyutuluyor, uyuşturuluyoruz!
‘Dünyalı’ olarak hepimiz yerliyiz! İmtihana tabiyiz! Ölümlüyüz! ‘Değer’ olarak bize sunulanları kendi zanlarımızla, heva ve hevesimizle değiştirmek, eklemek çıkarmak, lüksüne sahip değiliz! Ha, kabul veya reddetmek seçimlik iradesine sahipsiniz! Bunu da birilerinin seçmesine, başkalarının aklına terk ederseniz, kendiniz bilirsiniz!
Bizler ‘İslam milleti’nin farklı unsurları, farklı beldelerde/coğrafyalardaki meskûnları olarak, yeryüzünde, din, yalnız Allah’a ait olana değin, beşeri ve nefsi dinler izale oluncaya, batıl insanların önünde engel ol(a)mayıncaya kadar, bu ulvi hedef için öz kardeşler olarak, mesafeler ötesi bir idrak içinde, bir binanın yapı taşları gibi karınca kararınca cehdetmek durumundayız! Bu namaz, gibi, oruç gibi, zekât gibi asli mükellefiyetlerimizdendir. Birini diğerinden ayıramayız. ‘Takva’ dışında üstünlük bilmeyiz! Mademki bir davetimiz var, tüm insanlar muhatabımızdır; asıl düşman olarak yalnız şeytanı biliriz! Hakeza; şeytanlaşanları ve avanesini; insten olsun ister, isterse cinden! İçimizden ‘hayra çağıracak’, ‘emri bil maruf, nehyi anil münker’ farizasını ifa edecek bir ümmet; Allah taraftarları, hakka davet edecek dava erleri olacak ki kurtuluşa erenler de bunlar olacaklardır.
Önce zihinlerimizi değiştirelim, aklımızı başımıza alalım, kalplerimizi te’lif edelim, el ele, omuz omuza verelim; özümüze dönelim. Uçurumun kenarında iken bizleri kardeşler kılan, tüm dünyayı sarf etsek başaramayacağımız kardeşliği bize lütfeden Allahımıza ne kadar şükretsek azdır! Bu lütfun aksine hareket edenler, aynı oranda cezasının/bedelinin de ağır olacağını bilmelidirler! Şeytan unutturduğunda, kendilerini uyaran kardeşlerine kulak vermeli, uyandıklarında/uyarıldıklarında hemen Allah’a sığınıp tövbe ederek, kardeşlik hukuku adına her ne geliyorsa ellerinden seferber etmelidirler!
‘Din bağı’ tek hakikat olarak, doğal bir bağ olarak, her türlü ihtilafı yok edecek, herkesi aynı potada eritebilecek yegâne sağlam bağdır! Bunun dışındaki yapay aidiyetler, ayak bağıdır, prangadır. ‘Müslüman olmak’ üst kimliktir. Dahası ‘tek kimlik’ olursa yeryüzü adalete kavuşabilir. Burada farklı bir tartışma konusunun yolunu açmış olmakla beraber, bilenlerin malumu olduğunca, herkesi zorla Müslüman yapmak gibi bir düşünce, öküz altında buzağı arayanların dahi başvurduğunda ellerinin boş kalacağı yersiz bir itham olacaktır!