Mustafa BOZACIOĞLU

27 Şubat 2015

UNUTTUK, UNUTUYORUZ

Evet, bir şubat daha geldi geçti. Öncekileri gibi. Belki de sonrakileri… Hani şu 28’i ile meşhur olan! Unuttum bilmem ne kadar sürecek denilen! Unuttuğumuz! Ama herkes gibi bizim de unuttuğumuz başka bir şey daha vardı ki şubatların 29’u da vardı, arada bir de olsa!
 
Keza unuttuğumuz, hesap tutucuların, görücülerin çok üstünde, kıyası kabil olmayacak kadar fevkinde bir gerçek hesap görücüsü vardı bu âlemin ve tüm mevcudatın yaratıcısı, yöneticisi olan.
 
Hayata müdahil ve unutmayan… Günleri aramızda evirip çeviren… Hayatı her an ve mekânıyla, tüm yönleri ve az veya çok tüm imkânları ile bir sınanma/fitne/imtihan kılan… En önemlisi de bir şekilde bitecek, ama mutlaka bitecek bu dünya hayatının akabinde kullarını hesaba çekecek olan… İhmal etmeyip ihmal eden; mühlet veren, acele etmeyen…
 
Evet evet, hem unutuyor, hem de acele ediyoruz. İnsan nisyan/unutkanlık ile maluldür, evet de; bu kadar unutkanlık hayra alamet değil! Hele aceleciliğimiz; üstelik ne yol yordam, ne usul kaide, ne plan program gözetmeden, bir strateji ile doğru bir süreç işletmeden.. hiç kabul edilebilir, mazur görülebilir bir durum değil!
 
Başımıza gelenleri hiç ölçüp biçmeden, ya kadere, ya sonuç olarak tevekküle bağlayıp geçiyoruz. Günlerimizi böyle geçiştiriyoruz. Fırsatları değerlendirmek, olmadı dersler çıkarmak ve olguları tüm bileşkeleri, önü ardı, arka planları, getiri götürüsü ile tahlil etmek imkânını kaçırıyoruz. Üstelik ‘vardır bir hayır’ diyerek altında keramet arıyoruz. Bizler elbette başımıza gelenlerde, sonuç itibariyle hayır mı, şer mi olduğunu takdir edemeyebiliriz. Bu ferasetimiz, basiretimiz, furkaniyetimiz olmayabilir. Dahası rüçhaniyetimiz! Her nedense bu başımıza gelenlerde ‘ellerimizle işlediklerimizin’ etki ve rolünü bir türlü akletmeyiz! Her ne ise karşılaştığımız; iyiyse kendimizden menkul kerametimize, liyakatimize, kötü ise zahiren, kefaretimize, günahlarımızın affedileceğine yorar geçeriz! Kafa da yormadan, kendimizi de!
 
Aynı tezgâha kaçıncı kez geldiğimiz, aynı delikten kaçıncı defadır, üstelik ısırılacak yerimiz kalmamacasına ısırılmamız, sayılamayacak dereceye ulaşmasına rağmen hala nelere rağbet ediyor, nelerle meşgul oluyoruz ayırdında değiliz. Hal ve gidişat nasıldır, istikamet neresidir düşünenimiz yok. Ancak her şubatta, kısa zemherilerde üşümekten şikâyet edenimiz de aksine çok! Keza bir çiçekle (örneğin başörtüsü; o da tesettürden soyu(t)la(na)rak) bahar geldiğini ve sürgit devam edeceğini vehmedenlerimiz de bir o kadar çok!
 
Bahar devam eder etmez; o birçok bileşkeye, sebebe bağlı. Devam edeceği kesin olan, günlerin aramızda döndürülüp duracağı, imtihan olgusu… Baharla zemheri de yaratılmış çiftlerden; sıcak soğuk, iyi kötü, gece gündüz, eril dişil gibi… Sebep sonuç ilişkisine baplı olarak gelirler, giderler. Kaderlerine mahkûmdurlar. Kul ise kulluğundan hesaba çekileceğinden, bir irade ve akıl ile donatıldığından, tercih serbestîsine sahip olduğundan elleri ile işlediklerini, yapıp ettiklerini karşısında bulmaktadır. Bunlar onun karşısına farklı görünümlerde çıkabilir, tezahür edebilir. Hep matematik işlemez yani! İşin içine vakıf olamadığımız, göremediğimiz, kuşatamadığımız, demir gibi yumuşatıp işleyemediğimiz farklı etkenler devreye girerler. Sonucu etkilerler. Lakin bize düşen her daim doğru bilgilerden kaynaklanan, doğru bir bilinçle aktif kılınan, doğru süreçleri, doğru davranışlarla işletmektir. İşletilmemektir. Doğrularla, doğruluk yolunda yardımlaşmak, dayanışmak; yarışmaktır.
 
Allah dinine yardım edene yardım edecek, Kendini unutana, Kendini ve kendisini, dinini, yolunu unutturacaktır. Hesap günü de onu unutacak, yüzüne bakmayacak, bağışlamayacaktır.
 
Nerede, şubat 28’lerin senaristleri, tezgahtarları, taşörenleri/figüranları? Nerede Ad, Semud kavmi? Nerede Firavun, Haman, Karun ve işletmeci samiriler, bel’amlar? Nerede öncekiler, yakındakiler nerede? Nerede ötekiler, berikiler nerede? Kendilerine selam olsun, bize örneklikleri/şahitlikleri bırakılan nebilerin, salihlerin, sıdıkların ünü, haysiyeti/hayatiyeti, sahih yol ve yöntemleri sapasağlam duruyor, duracak! Talip olanları diriltmeye, sağaltmaya devam edecek!
 
Dereyi gördük zannedip bir serap için kolları da sıvadık, paçaları da! Gardımız düştü! Bir avuç için verilen izni, o sudan kana kana, kafamızı kaldırmamacasına, içine gömülürcesine içer, iç eder olduk! O suya kanmanın kabil olmadığını bile bile, kandırılırcasına, aldanırcasına içine daldık! Daldıkça kandı(rıl)k, kandıkça daldık! İlaç olacak, şifa sunacak sandık! Zannımıza uyduk! Aldandık! Alçak olana tav olduk! Alçaldık! Uyuduk, uyuşturulduk! Üstelik çapımıza da bakmadan… Hak edişimizi de düşünmeden… Ne verdik, ne hak ettik diye kaygılanmadan… Kerameti de kendimizden vehmederek üstelik.
 
Kötü olan dünyalık değildi; dünyaya dair kendi vehimlerimiz, uydurduklarımız, heveslerimizdi, bizi ayartan. Kim istemez baharı yazı, yoksa! Serepa güzelliği, iyiliği… Dünyada iyiliği… İşte yanlış ve eksik olan da iyiliği yalnız dünyaya hasretmek, ahiretten yalıtmak değil midir?
 
Biz doğru olursak, şeytan, batıl üzre olanlar bize bir zarar veremezler. Sürü aymazlığı ile değil de aktif iyiler(le/den) olarak bir ve beraber olursak, kurtuluş ipimize hep birden, topluca sarılırsak, Rabbimiz bize kolay olanı kolaylayacaktır.