Mustafa BOZACIOĞLU
ZEMHERİLERDEN PASTIRMA SICAKLARINA
Bin yıl süreceği ifade edilerek, inananların ensesinde boza pişirme sevdalarının cürümatının/zulümatının geren, gerileten etkilerinin yaşandığı günlerden, şubat zemherilerinden, maalesef hiç bitmez diye algılanan, gevşeten, yavşatan (derece derece ısıtılarak haşlana kurbağa meselini hatırlayınız!) pastırma sıcaklarına evrildi günlerimiz.Organizatörlerin, senaryocuların hali bir tarafa, figüran rolü biçilen, zaman ve zemine göre farklı gömlekler biçilip biçimlendirilerek bu gömleklere mahkûm kılınan kitle/yığın açısından da hep bir ifrat ve tefrit hali; bir türlü denge üzre olamıyoruz. Hep uçlarda sınırlarda dolaşıyoruz. Ders almadığımızdan da tarih tekerrür edip duruyor. Toplumların da bir eceli var bilelim; kurallara, sebep sonuç ilkelerine/kadere bağlanmış, hükme tabi kılınmış. Yine ‘günlerin aramızda döndürülüp durması’ hakikati söz konusu…
Olgulara bile değil, olaylara hatta kişilere bağlı/bağımlı algılamalarımız, okumalarımız, meselelere sükûnet ve suhuletle bakmamızı, yaklaşmamızı engelliyor! Duygusal takılmayı, kişilerin peşine takılıp kalmayı yeğliyoruz hep! Sabitelerimiz de kalmadı zaten! Olanları da farklı yaklaşım ve tartışmalarla tüketmekteyiz. Usullerimiz de yok! Plan programımız, yakın uzak hedef stratejilerimiz, metod ve tekniklerimiz ya yok ya eksik ya da sorunlu ve spontan, günlük/anlık ve yap-boz halinde, bir genel geçerlilik, tutarlılık addetmiyor! Çoğunlukla da türedi, keyfe keder; ‘Ben yaptım oldu!’ Bektaşi kurnazlığı kabilinden! Çoğu da ‘Bana söylenen/gösterilen/dayatılan –abi, hacı hoca, şeyh üstad, lider başkan..- bu, bu kadar!’ cinsinden, aklı dikkate almayan, istişareye, düşünmeye dayanmayan, ‘atalar/lider kültü’ endeksli!
Ödev/sorumluluklar kâle alınmadan ‘hak ediş’, ‘nemalanmak’ sevdası… Liyakat, sa’yü gayret, ameli salih, cehd ü çaba hesaba katılmaz oldu bu zamanlarda… Kestirmeden, bedel ödemeden, hak etmeden, lütuf ve bağış endeksli çıkar ve çıkarsamalar yaygınlaştı.
Sıcağı kim sevmez! Aşırısı ve gelip geçicisi olmasa! Kışın ortasında ‘pastırma sıcağı’ bir nefes aldırır insanlara, fakir fukaraya. Lakin kış sürmektedir, sürecek, tekrar da gelecektir! Bizler de birer fikir/düşünce fakir fukarası olarak bu tarz gelip geçici sıcaklara kanmayalım, tedbiri elden bırakmayalım diyoruz özetle! Ağustos böceği gibi yan gelip yatar, sorumluluğu birilerine devrederek ‘İşler olup gidiyor, bundan iyisi Şam’da kayısı!’ dersek aldanırız! Şam’ın hali de ortada ya neyse!
İmtihan sürüyor, sürecek. Varlıkla yoklukla, sıcakla soğukla, dostla düşmanla sınanıyoruz, sınanacağız. Karşımızda bulacağımız, karşılığını göreceğimiz; ‘ellerimizle yaptıklarımız’ olacaktır! İyi veya kötü, az veya çok! Süleyman’ın mülkü, asrı saadet nerede? Bunu tersinden okumak da önermemizi değiştirmez; nerede firavun, nerede nemrut ve çağdaş/çağ dışı izdüşümleri? Mücadele ‘hak-batıl’ eksenli sürüp gidecek, ta son saate kadar! Sonra birileri cennetlerde konuklanacak, diğerleri sakar’a, nar’a yaslanacak! Öncekilerden, sonrakilerden! Kulluk için, imtihan için yaratılan herkesten!
Nereden geldiğimiz, gidişatın nereye olduğu, hal ve gidişatın nasıllığı, kulluğun niteliği, tutulan yolun müstakimliği, hedef ile yol yöntem, araçla amaç uygunluğu ve uyumu, en nihayet yapıp edilenlerden Rabbimizin hoşnut ve razı olup olmayacağı, bizden sadır olanların gerçekten Rabbimizin isteyip emrettikleri olup olmadıkları bizleri cidden endişelendirmeli, müteyakkız kılmalıdır.
Birileri kalkıp, ‘Asıl siz yanılıyorsunuz, riski siz oluşturuyorsunuz eleştirilerinizle, bu geçici değil, kalıcı, beklenen bir yaz sıcağıdır, siz gölge etmeseniz bir de..!’ falan diyebilirler –ki demektedirler-; biz sadist olmadığımız gibi, mazoşist de değiliz; konuşalım, düşünelim taşınalım, aklımızı kullanalım, geçmişe, yakın tarihe bakalım, ders alalım, tekraren ısırılmayalım, ikna olalım, bu iknamız kendimizce ve kendimizi ikna kabilinden olmasın, hakikate uygun ve Rabbimizin rızasına muvafık olsun demekten başka ne diyebiliriz ki bu tepkilere?! Düzgün ve özgün duruşumuzu korumaktan başka ne yapabiliriz ki? Sesimize ses verilmeyince, elimize el katılmayınca!
Bir şeyin alameti, izi, belirtisi, kokusu rengi olur; bakarsınız, kıyas edersiniz, toplar çıkarır, çarpıp bölersiniz; domates alırken bile birçok kritere bakarsınız, araştırır, sorarsınız… Ebedi bir yurda dair tercihlerle ilgili bir meselede, tabiri caizse hayat memat meselesinde nasıl olur da titizlenmez, hassasiyet göstermezsiniz?! Bu mümkün mü? Mümkünse bunun adı nedir, akıllılık mıdır, intihar mı? Yok, ‘Bu, öyle hayat memat meselesi değil, insanların uhdesine bırakılmış iş ve işleyişlerdendir, mala davara zararı/etkisi yoktur!’ derseniz, kendiniz bilirsiniz! Ama biz demeyiz de, yemeyiz de!
Erikleri bilirsiniz, ilk güneşte, sıcakta hemen çiçek açıverirler, ama bir bakarsınız bir boran bir fırtına, bir kar bir tipi çiçekler donmuş, yanmış dökülmüş… İşte afaki ayet; oku, ders çıkar! ‘Hızır günleri’ mayısta başlayıp kasıma kadar sürer; gerçek sıcaklardır bunlar, meyve ve hasılat zamanı... ‘..Yazın abayı elden bırakma!’ diye boşuna dememiş eskiler! Kışın tedarikini de unutmamak lazım! Hem düşünsenize ‘Hızır zamanı’; buluşma, kavuşma, beklentinin gerçekleşmesi zamanları; arama, takip ve talep etmenin karşılığı… Bir emek var, bedel var! Talep var, tercih var! Yola koyulmak, yolda kalmak azmi, yolculuğun hakkını vermek var! Yol refiki ve azığı konusunda tedarik var! Kavuşunca Hızır’a huzura ermek var! Çift yönlü bir etkileşim, paylaşım söz konusu…
Akif Emre; ‘Geçmiş dönemde darbeler devrinin kapandığını vehmedenlerin en büyük yanılgısı sisteme dair esaslı bir bakış açılarının olmamasıdır. Bundan sonra da yanılmamak için sistemi, uluslararası dinamikleri doğru okumak gerekir. En önemlisi asker üniformasının arkasına gizlenen sivil görünümlü kalem erbabı, iş adamı gibi güruhun, kışkırtıcı heveskarların her daim devrede olabileceğini unutmamalı.’ diyor ya bir yazısında, işte bu ve benzeri uyarılar kulaklara küpe olacak cinstendir. Arife tarif gerektirmeyecek, ‘..sivrisinek saz’ kabilinden, ayartı ve ayartıcıları, çeldiricileri -ki, bilirsiniz en kuvvetli çeldirici, doğruya en yakın olandır- hesap etme idraki içinde bir duyuş, düşünüş, duruş ve ‘hazır bulunuş/bilinç/bilgi’ salık vermektedir. Anlayana, aklı başında olup kulak verene… Bağ ve bağımlılıklarından, zindanlarından, ağırlıklarından kurtulma azmi taşıyanlara…
Zemherilerde göç edip saf değiştirenlerle, pastırma sıcaklarında durdukları, durmaları gereken yerleri fark etmeyip terk edenler, tercihini bu yönde kullananlar arasında esasen bir fark yoktur. Neticede bu bir farkındalık sorunudur. Aslında bunu zor/ikrah altında yapmak ile gönüllü yapmak açılarından nitel ayırım yapıldığında ilki daha anlaşılır bir durumdur, ikincisine göre; biz kabul edilebilir bulmasak, onaylamasak da!
Neticede eski hal muhal de, ya yenisi! Eski geçti, hesabı döneminin şartlarında, lakin değişmeyen ilkeler, değerler bazında ölçülüp biçilmeli, buna göre tartılmalıdır. Doğru teraziyle, doğru bir muhasebe ile! Bugünün hesabı da şartlar değişse de aynı değişmez hakikatler, ilkeler ışığında yapılmalıdır. Değişen ne var; asla dair, değerlerimizin hayatiyetine dair, ilkelerin bütünlüğüne dair, buna bakmak lazım. Buradaki nicel değişimler, kazanımlar açısından meseleye bakmak, bizi doğru sonuçlara götürmez, yanıltır! Bu din hiçbir alanda pazarlığı, eksiklik ve gediği kabul etmez! Hele helal haram birlikteliğini, biraz ondan biraz bundan ortaklığını, velev ki yüzde doksan dokuz lehte de olsa! Burada tedric, zaman bırakma, evrimcilik de işlemez!
Bu konuda Hz Muhammed’in sireti ve sahih sünneti de ayan beyan ortadadır. Yeter ki, ‘topu taca atmayalım’, keyfi te’villere düşmeyelim, nefsimizi devreye sokmayalım; sadece gerçek bir teslimiyet gösterelim.