KUR’AN’DA YAHUDİLERİN 80 ÖZELLİĞİ ve BUNLAR ÜZERİNDEN GÜNCEL MUHASEBE

Ahmed KALKAN

01-01-2018 20:38


1.  Maddecilik ve dünyevîleşmek, maddeyi putlaştırmak, altına ve heykele tapmak: “Hani, biz Mûsâ ile kırk gece için sözleşmiştik. Sizler ise onun ardından (kendinize) zulmederek bir buzağıyı tanrı edinmiştiniz…”(2/Bakara, 51); “Buzağıyı ilâh edinenlere mutlaka (âhirette) Rablerinden bir gazab, dünya hayatında ise bir zillet erişecektir. İşte biz iftiracıları böyle cezalandırırız.” (7/A'râf, 152). Aynı konuyla ilgili, şu âyetlere de bakılabilir: 2/Bakara, 52-54; 7/A'râf, 148-151; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92.

İnsanımız, belki Yahudilerden daha fazla dünyevileşti; düşüncesi, beklentisi, çabası hep maddî ve dünyevî hususlarla çevrildi. Dünkü tevhid ehli insanları bile dünya kandırdı.

“Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı istikamet üzere sâbit kıl (Bize cesaret ver ki tutunalım), kâfir kavme karşı bize yardım et!”(2/Bakara, 250)demesi gereken insanımız, “Rabbimiz, bize aceleyi (dünyayı) ver, biz korkmayı tercih ediyoruz, ayaklarımızı sâbit kılma, çünkü biz bâtıla doğru değişip geri adım atmak istiyoruz, kâfirlere karşı çıkmak istemiyoruz, onlara benzeyip onlar gibi olmak istiyoruz, onlarla bizi karşı karşıya getirme!” diye sözle değilse de fiilî olarak duâ ettiği müddetçe, her halde (her durumda) İlâhî yardım gelmez.  

Müslümanların önemli bir kısmı, gerçek anlamıyla iman etmediği, imanlarına zulüm karıştırdığı veya en azından imanın tadına varacak bir kaliteye erişemediği için, İsrailoğullarının gittiği yoldan giderek dünyevîleşmiş ve yozlaşmış durumda.

2.  Ahlâkî dejenerasyon:“Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden, ‘Onu (Kitabı) mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz’ diye sağlam söz almıştı. Fakat onlar verdikleri sözü, arkalarına atıp onu az bir karşılığa değiştiler. Yaptıkları bu alışveriş ne kadar kötüdür! Ettiklerine sevinen ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi seven kimselerin, sakın azaptan kurtulacaklarını sanma. Onlar için elem dolu bir azap vardır.”(3/Âl-i İmran, 187-188)

Yalan, hile, sahtekârlık, adam kandırma, marka taklidi, sözünde durmamak, namaz gibi ibâdetleri vaktinde edâ etmemek…Konuşmada yalan ve gıybet, kılık-kıyafette ölçülere riâyet etmemek gibi ahlâkî problemler, ailede haklara riâyet etmeme ve geçimsizlik, insanlarla ilişkide kopukluk ve yozluk, trafikte egoizm, ticarette kandırma ve hile, cemaatte hırçınlık ve tekfircilik, gücü yettiği kimseleri ezmeye çalışma, içinde bulunduğumuz toplumun temel özellikleri şeklini aldı.

3.  Dinlerini paramparça etmek, hizipçilik ve tefrika:“Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, (senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra (O), yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.”(6/En'am, 159)

Allah’ın kendilerine verdiği “Müslim” (Müslüman) ismini beğenmeyip başka isimlerle kendisini tanıtmak; mezhebini, cemaatini, metodunu din edinmek; binlerce grubun insanları kendilerine dâvet etmesi ve diğer grupları tekfir edecek kadar dışlamalarının arka planında hizipçilik ve tefrika zihniyeti yatıyor. Ümmet bütünlüğü için gerekli alt yapının oluşturulmayışı, vahdete giden adımların atılmayışı samimi mü’minlerin şikâyet ettiği, ama çözüm için ciddi bir şeylerin yapıl(a)madığı bir fitneyi yaşıyor Müslümanlar.

4.  Allah'ın hükümleriyle hükmetmemek:“Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler, onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu hâlde, siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.”(5/Mâide, 44) ve yine bakın 5/Mâide, 45; 5/Mâide, 47.

Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen yönetimlere destek olmak, onların hevâlarından ortaya çıkardıkları şeriata zıt kanunlarını reddetmemek; tâğut kavramını önemsememek ve çağdaş tâğutları reddetmemek, devlet talebi yerine, bugünkü düzeni uygulayacak kimseleri önemseyip hükümet tercihini devleti İslamlaştırmanın önüne çıkartmak, bu toplumun temel özelliklerinden olmuş.Yöneticiler açısından da Allah’ın indirdiğiyle hükmetmiyorlar, meclisten çıkan kanunları Allah’ın kanununa tercih ediyorlar. Sadece meclis ve hükümet için değil bu durum; herhangi bir resmî kurumda âmir ve müdürler de aynı şekilde, İlâhî hükümle hükmetmiyor. Hatta, işyerinde patron ve şef, dernekte idareci, evde aile reisi gibi sivil şahsiyetler de Allah’ın indirdiği hükümlerle değil; kendi koydukları kurallarla veya kuralsızlıkla insanları yönetmeyi tercih ediyorlar.  

İslâm’a göre hâkimiyet ve sınırlandırılamaz egemenlik yalnızca Allah’ındır. Hüküm koymak Allah'a has bir yetkidir. Başkalarının bu konuda herhangi bir ortaklığı yoktur. Hiçbir kimsenin Allah ile birlikte hüküm koyması sözkonusu değildir. O, hükmüne hiçbir kimseyi asla ortak etmez (18/Kehf, 26).

5.   Rüşvet alıp vermek:“Onlar, yalanı çok dinleyen, haramı çok yiyenlerdir. Eğer sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Onlardan yüz çevirecek olursan, sana asla hiçbir zarar veremezler. Eğer hükmedecek olursan, aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah, âdil davrananları sever.”(5/Mâide, 42); “Onlardan çoğunun günahta, düşmanlıkta, haram yemede birbirleriyle yarıştıklarını görürsün. Yapmakta oldukları şey ne kötüdür!” (5/Mâide, 62)

İnsanımızın niceleri, rüşveti o kadar sıradan bir uygulama görüyor ki, adına sakal diyor, hediyeden farksız olduğunu düşünüyor, rüşvet alıp vermeyeni enayi olarak görüyor. “İşim görülsün de nasıl görülürse görülsün” anlayışı, rüşvete ve her çeşit harama kapı açıyor.

İslâm Dini faiz, karaborsacılıkve hileli imalât gi­bi yollarla nafaka temin edilmesini yasakladığı gibi, rüşvet yolu ile kazanç sağlanılmasını da yasaklamış; haram kılmıştır.  Fert ve toplum haklarınatecavüzün en belirgin şekillerinden biri olan rüşvet, genel ahlâkı, sosyal güve­ni, ictimaî adaleti zedeleyen, ferdî zillete ve toplum anarşisine yol açan pek büyük bir suçtur. Rüşvetle ya hak edilmeyen bir menfaat ele geçirilmekte veya başkasının hakkına tecâvüz edilmektedir. Rüşvet yalnız alan için değil veren ve aracılık yapan için de haramdır.    

6.    Fâiz yemek: “Hiçbir peygamberin emanete hıyanet etmesi düşünülemez. Kim hıyanet ederse, kıyamet günü, hıyanet ettiği şeyle birlikte gelir. Sonra da hiçbir haksızlığa uğratılmaksızın herkese kazandığının karşılığı tastamam ödenir.”(3/Âl-i İmran, 161); “Yahudilerin yaptıkları zulüm ve birçok kimseyi Allah yolundan alıkoymaları, kendilerine yasaklanmış olduğu hâlde faiz almaları, insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle önceden kendilerine helâl kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara haram kıldık. İçlerinden inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık.” (4/Nisâ, 160-161)

On-on beş yıl önce toplumun dörtte birinin ancak kullandığı kredi kartı ve banka kartı, müthiş bir artışa sahne oldu. Hakkını yemeyelim, bunda mevcut iktidarın çok büyük katkısı var. 2017 Mart hesabıyla Türkiye’de 58 milyon 661 bin adet kredi kartı var, 112 milyon da banka kartı, pos sayısı, 1 milyon 993 bin. Türkiye’de yetişkin sayısının yaklaşık 56 milyon olduğunu hesap ederseniz bu rakamların ne anlama geldiğini daha kolay değerlendirirsiniz. Hemen hiçbir konuda Avrupa ile yarışamazken Türkiye, banka kartı ve kredi kartı sayılarının toplamında Avrupa birincisi oldu. Faizcilikte İsrail’i açık ara geçen Türkiye şirk cumhuriyeti, Allah ve Rasûlü ile savaşmak anlamında herkese yaydıkları faizle övünebilir, hatta bir başbakan ağzıyla Allah’a hamd ve şükür edebilir.  

Fâizin zararları; fâiz alan veya veren kimse şeytan çarpmışa döner (2/Bakara, 275), bereket kalkar (2/Bakara, 276), Allah’a karşı savaş açmış olur (2/Bakara, 279), Küfre yaklaşır (2/Bakara, 278, 276), Cehennemde ebedî kalır (2/Bakara, 275).   Kur’ân-ı Kerim’de fâiz günahı için kullanılan sert ifâdeler, şirk dışında başka hiçbir günah için kullanılmaz. Bunun sebebi, fâiz suçunun büyüklüğü ve şümûlü ile ilgilidir. Allah Teâlâ, zerre kadar zulmetmez. Küçük bir suça büyük cezâ vermez. Cezâ, suçun büyüklüğüyle orantılır. Fâiz konusundaki sert ifâdeler, fâizin tüm topluma zararları dokunacak, adâlet ve dengeyi bozacak büyüklükte ve doğurgan bir suç olmasından dolayıdır. Kur’an ve Sünnet’te en şiddetli dille yasaklanan fâizin mü’minler için kaçınılması gereken çok önemli bir problem olduğu gâyet açıktır. Dünyada sınıf farklılıkların ve düşmanlıkların ortaya çıkmasına zemin olması, fakir-zengin arasında uçurumlar oluşturması, sömürü ve zulmün yayılmasına sebep olan bir suçun, âhirette cezâsız kalması beklenemez.

7.  Irkçılık ve taassup, üstün ırk oldukları iddiası:“(Bir de) yahudiler ve hıristiyanlar, ‘Biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız’ dediler. De ki: ‘Öyleyse (Allah) size neden günahlarınız sebebiyle azap ediyor? Hayır, siz de O’nun yarattıklarından bir beşersiniz.’ (Allah) dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunanların da hükümranlığı Allah’ındır. Dönüş de ancak O’nadır.”(5/Mâide, 18); “Bir de dediler ki: ‘Bize ateş, sayılı birkaç günden başka asla dokunmayacaktır.’ Sen onlara de ki: ‘Siz bunun için Allah’tan söz mü aldınız? -Eğer böyle ise, Allah verdiği sözden dönmez-. Yoksa siz Allah’a karşı bilemeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (2/Bakara, 80)

Türkçülük ve ona alternatif Kürtçülük bu toplumun başına büyük bir belâdır. Belâ olmaya da bu gidişle devam edecektir. Bayrak, marş, heykel, devlet putlaştırılmaktadır. İsrailoğulları altından ve ses çıkarıp böğüren heykele tapıyorlardı; günümüzde tapılan heykel ve soyut cisimlerin o kadar bir işlevi olmadığı halde saygı duruşu adıyla tap(tır)ılmaktadır. 

Atalar ile övünmek, hatta müslüman olmayan atalarının özellikleriyle iftihar edip başkalarına üstünlük taslamak, hava atmak asabiyedir. Onlarla övünmek insana hiç bir şey kazandırmaz. Onlarda sağlam bir inanç ve iyi bir ahlâk var idiyse onu almak bir şey kazandırsa da; eğer onlar yanlış inanç içinde ise, bilerek veya bilmeyerek kötülük ve zulüm yapmışlarsa, o kötülükleri savunmak daha da büyük bir hatadır. Asabiyye/ırkçılık duygusu yüzünden, birçok kişi, atalarının inandıkları bâtıl dinlere, kötülüklerine, yaptıkları zulümlere bile sahip çıkmakta ve atalarının yolunu izlemekteler. “Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” (2/Bakara, 170)

Bu ülkenin toplumu çoğunluk itibarıyla ırkçı değildir demek, bu toplumu tanımamak demektir. Türkçülük, Kürtçülük kanına işlemiştir toplumun. Türk ve Kürt ırkçısı partilerin oyları bile bu konuda bir fikir verir. Büyük partiler de söylemleri itibarıyla onlardan geri kalmayacak şekildedir.

Kendi kavmi için, ırkçılık uğruna savaşıp ölenlerin Cehenneme gideceği hadis-i şeriflerde açıkça belirtilmektedir. Çünkü böyle bir çaba, Allah rızâsından uzaktır. Hâlbuki İslâm’a göre bütün amellerin Allah (c.c.) rızâsı için işlenmesi, bütün ölçülerin İslâmî hükümlerden alınması gerekir. Halk, ırkdaşları, devletleri vedevletin kutsalları için canını bile verecek derecede ırkını ve kendini merkeze alır.

8.  İyiliği emredip kötülükten sakındırma görevini yapmamak:“İsrailoğullarından inkâr edenler, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlendi. Bu, onların isyan etmeleri ve hadlerini aşıyor olmalarından ötürüydü. İşledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne kötüydü!”(5/Mâide, 79)

Ma’rufu emretmemek, münkerden sakındırmamak, hatta kişiyi imandan çıkaracak şekilde iyiliği yasaklamak ve kötülüğü emredip yaygınlaştırmak, bunu uygulayan yönetimleri desteklemek fazilet sayılır hale geldi.

Mü’min olan herkes, bildiği ve gücü yettiği oranda dâvet etmek zorundadır. Bununla birlikte; İslâm âlimlerinin, cemaat ve kanaat önderlerinin, yazar ve hatiplerin, cami görevlilerinin bu görevi yapması, terk edilemez, edilince büyük vebali olan bir vecîbedir. “İçinizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”(3/Âl-i İmrân, 104).Bu âyete göre içimizden böyle bir topluluk çıkacak ve bunlar hayra dâvet edip emr-i bi’l ma’ruf yapacak.“Sizden kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmeyip kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.”(Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20). Bu hadiste bir kötülüğün değiştirilmesi, “Sizden biriniz…” denilerek bütün mü’minlere görev olarak verilmiştir. Emredilmesi ve yasaklanması gereken hususlar herkesin bildiği ve bilmek mecbûriyetinde olduğu meselelerden ise, bu dâvette tüm müslümanlar ortaktır.

Böyle olduğu halde, Müslüman halkın çoğunluğu bu görevlerini yapmamaktadır. Hele emretmek ve yasaklamak kavramlarına uygun, yaptırımı olan bir emir ve yasaklama olmamakta ve yine cihadın en büyüğü ve en faziletlisi kabul edilen zâlim sultana/yöneticiye hak kelimesini haykırmamak, bataklık büyütülürken tek tek sinekleri avlamakla sivrisinekle mücadele ettiğini zannedip aldanmak gibidir.  Bütün mü’minlerin; ilimleri, güçleri ve imkânları oranında dâvetle yükümlü olmasıyla birlikte, bu dâveti öncelikle âlimler sürdürmeli ve yönlendirmelidir.  

9.  Eşlerini kıskanmamak,domuz gibi yaşadıklarından domuza çevrilmeleri: “De ki: Allah katında cezası bundan daha kötü olanları size haber vereyim mi? Onlar, Allah’ın lânetlediği ve gazabına uğrattığı, içlerinden maymunlar ve domuzlar çıkardığı kimseler ile şeytanlara tapan kimselerdir. İşte bunların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır.” (5/Mâide, 60)

Bu toplum Müslüman olduğunu kendine ve başkalarına ispat için belki sadece domuz yemez, onun dışında her haltı yemeye müsait anlayış ve ortamı görebiliyoruz. Kıskanma konusunu, karısının veya kızının şortla veya mini etekle çarşılara çıkmasına aldırmayan, ya da plajlarda eşini ve kızını çıplak halleriyle herkese göstermek için gayret gösteren boynuzlulara bakarak yargıya varmak gerek.

Mahremini kıskanmak imandandır…” (Câmiü’s-Sağîr, 3/2804). Mahremini kıskanmak mahremini haramdan koruyan ve onu helâl sınırları içinde barındıran bir örtüdür. Kur’ân “Onlar sizin için bir elbise/örtü, siz de onlar için bir elbisesiniz, örtüsünüz…” (2/Bakara, 187) âyeti ile eşleri harama karşı birbirleri için örtü ilân eder. Bu örtünün önemli bir ayağı kıskançlıktır. Çünkü kıskançlık damarıyla beyini haramlardan çekip alan kadın da eşini haram şekilde giyinmekten ve yabancı erkeklerle gereksiz yere muhatap olmaktan alıkoyan erkek de aslında yekdiğerini Allah’ın rızasına takvaya Allah korkusuna Cehennemden korunmaya ve Cennete girmeye dâvet etmiş ve yardımcı olmuş olmaktadır.

Nitekim meselâ kadın için açık-saçıklık ne kadar yasaklanmış bir davranış ise erkek için haram bakışlar o kadar yasaklanmış bir davranıştır. Netice itibariyle; erkeği haram bakışlardan ve haram meyillerden alı koyan kadının kıskançlığı da kadını açık saçıklıktan ve erkeklerle gereksiz yere muhatap olmaktan alıkoyan erkeğin kıskançlığı da Allah’ın rızası yolunda atılmış en fıtrî (şimdiki ifadeyle en tabiî) ve en saygı değer birer adımdır. Çünkü erkeğin harama bakması da, kadının harama bakması da yasaklanmıştır (24/Nûr, 30-31).

10.     Maymunca taklitçilik veşahsiyetsizliközelliklerinden maymuna çevrilmeleri: “Şüphesiz siz, içinizden Cumartesi yasağını çiğneyenleri bilirsiniz. Biz onlara, ‘Aşağılık maymunlar olun’ demiştik.” (2/Bakara, 65); “De ki: Allah katında cezası bundan daha kötü olanları size haber vereyim mi? Onlar, Allah’ın lânetlediği ve gazabına uğrattığı, içlerinden maymunlar ve domuzlar çıkardığı kimseler ile şeytanlara tapan kimselerdir. İşte bunların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır.” (5/Mâide, 60); “Yasaklandıkları şeylerden vazgeçmeye yanaşmayınca da onlara ‘aşağılık maymunlar olun’ dedik.” (7/A'râf, 166)

Körü körüne birilerini taklit edip akıllarını kullanmamaları, atalar dinini veya eski atalarının veya yeni Ata’larının dinini, hayat görüşünü benimsemeleri, günümüzde bu topraklarda da hayli yaygın.

Kur’an, taklitçiliği, ötekinin berikinin mukallitliğini, yani delilini bilmeksizin körü körüne herkesin söz ve davranışlarına uymayı yasaklıyor. Daima her şeyin vahiy ile, akıl ve mantık ile, delillere dayanan muhâkemelerle incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Bir âyette: “Sözlerinizde doğru iseniz delillerinizi getirin.”(2/Bakara, 111) buyuruluyor. Diğer bir âyette de: “İlminin ulaşmadığı şey üzerinde durma!”(17/İsrâ, 36) deniliyor. 

11.     Dâvâsı için yalan söylemek dâhil, her yolu meşrû görmek:“Ey Peygamber! Kalpten inanmadıkları hâlde, ağızlarıyla ‘inandık’ diyenler (münafıklar) ile Yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar (Yahudiler) yalan uydurmak için (seni) dinlerler, sana gelmeyen bir topluluk hesabına dinlerler. Kelimelerin (ifade içindeki) yerlerini bildikten sonra yerlerini değiştirir ve şöyle derler: ‘Eğer size şu hüküm verilirse, onu tutun. O verilmezse sakının.’ Allah, kimin azaba uğramasını istemişse artık sen onun için asla Allah’a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah’ın kalplerini temizlemeyi istemediği kimselerdir. Onlara dünyada bir rüsvaylık, ahirette ise yine onlara büyük bir azap vardır.”(5/Mâide, 41)

Hayır, "Halka hizmet, Hakka hizmet” değildir. İslâm'da öncelik insana hizmette değildir. Müslüman da olsa insana yardım ikinci planda kalır; tevhide, dine, dâvâya, kulluğa, şirkin her çeşidinden bireyleri ve toplumu kurtarmaya, cihada öncelik verilir İslâm'da. Allah'ın hakkı her şeyden önce gelir. Demokrasilerde öncelik tâğuta ve tâğutî kurum ve şahsiyetleredir. Kur'an, Peygamberlerin (dolayısıyla O'nların izinden giden şuurlu müslümanların) temel görevinin Hakk’a kulluk olduğunu, bütün insanlığın Allah’a kulluk ve ibâdet için yaratıldığını belirtir. Kulluğu değil de “hizmet”i öne çıkartan zihniyet, netice için her yolu, her metodu meşrû ve mubah kabul edebiliyor; yalan söylemede de bir sakınca görmüyor. Yalanı renklendiyor; beyaz yalanları, pembe yalanları meşrû, hatta sevap kabul ediyor. Dâvâsı için kapkara yalanları da gerekli görüyor.Toplumun karşısında gördüğü İslâm mesajı, daha çok resmî çerçevede sunulan İslâm(!)dır. Diğer İslâm adına konuşanlar ve seslerini duyuranlar da, tâğutî rejimi ürkütmeden, yer yer onlarla uzlaşarak orta bir yol bulmaya çalışan, hakla-bâtılı birbirine karıştıran, İslâmî gerçekleri yer yer saptırarak halkın gündemini teferruat cinsinden meselelerle meşgul etmeyi hizmet kabul edenlerdir. Kısacası, yaşadığımız toplum, Hz. Peygamber’in temsiliyeti ile ortaya koyduğu tevhidî duruş bilinci ile yüzleşmiş değildir. Onlara bu tevhidî gerçekleri taşımakla sorumlu Müslümanların kendi halleri de içler acısıdır. Zaman içinde tevhidî duyarlılık taşıyan bir kısım Müslümanların, bir oraya bir buraya savrulmaları, bırakın topluma daveti götürecek bir misyon başlatmayı; kendilerinin davete muhtaç bir hale gelmeleri, olayın diğer bir trajik yönüdür.

12.     Sözünde durmamak: “İşte, verdikleri sözlerini bozmaları sebebiyledir ki onları lânetledik, kalplerini de kaskatı kıldık…”(5/Mâide, 13);“Verdikleri sağlam söz(ü yerine getirmemeleri) sebebiyle “Tûr”u üzerlerine kaldırdık ve onlara, ‘Tevazu ile kapıdan girin’ dedik. Yine onlara, ‘Cumartesi (yasakları) konusunda haddi aşmayın’ dedik ve onlardan sağlam bir söz aldık. Verdikleri sağlam sözü bozmalarından, Allah’ın âyetlerini inkâr etmelerinden, peygamberleri haksız yere öldürmelerinden ve “kalplerimiz muhafazalıdır” demelerinden dolayı (başlarına türlü belâlar verdik. Onların kalpleri muhafazalı değildir), tam aksine inkârları sebebiyle Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Artık onlar inanmazlar.”(4/Nisâ, 154-155). Yine, konuyla ilgili şu âyetlere de bakılabilir: 2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100;5/Mâide, 13, 60.

Öncelikle Allah’a verilen sözde durmamak, şirkten, haramlardan sakınmamak, tevbe etmemek, ettiyse tevbesini sık sık bozmak; müşterisine, ailesine, diğer insanlara verdiği sözü önemsememek, borcuna sâdık olmamak ülke insanının sıradan hali olmuş durumda.

13.     Sihirle uğraşmak: “Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların (ve şeytan tıynetli insanların) uydurdukları yalanların ardına düştüler. Oysa Süleyman (büyü yaparak) küfre girmedi. Fakat şeytanlar, insanlara sihri ve (özellikle de) Babil’deki Hârût ve Mârût adlı iki meleğe ilham edilen (sihr)i öğretmek suretiyle küfre girdiler. Hâlbuki o iki melek, “Biz ancak imtihan için gönderilmiş birer meleğiz. (Sihri caiz görüp de) sakın küfre girme” demedikçe, kimseye (sihir) öğretmiyorlardı. Böylece (insanlar) onlardan kişi ile karısını birbirinden ayıracakları sihri öğreniyorlardı. Hâlbuki onlar, Allah’ın izni olmadıkça o sihirle hiç kimseye zarar veremezlerdi. (Onlar böyle yaparak) kendilerine zarar veren, fayda getirmeyen şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun, onu satın alanın ahirette bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilselerdi!”(2/Bakara, 102)

Falcılığı onaylamak, üfürükçülüğü, muskacılığı, cinciliği, büyücülüğü meşrû gösterip benimsemek; beyinle ilgili hastalıkları ve psikolojik problemleri, cinin insanın içine girip musallat olmasıyla izah etmeye çalışmak, bu ülkede Müslüman olduğunu söyleyenlerin normal işlerinden sayılıyor.Dinini bilmediği, ilkel ve modern hurâfeleri de reddedemediği için câhil insanlar, çözümü de cincilerde, üfürükçü ve muskacılarda arıyor. Medyada; medyumlardan, falcılardan, astrologlardan yani modern müneccimlerden, cinci ve büyücülerden geçilmiyor. Boyalı basın dediğimiz, yazıdan daha çok resimlerin yer aldığı gazetelerin tümünde her gün burç ve fal köşeleri yayınlanmaktadır. Buralarda "yıldızınız diyor ki" , "burcunuz" , "elektronik burç falı", "bilgisayarlı astrolojik fal" gibi köşelere ne demeli? Müneccimlik, sanıldığı gibi tarihe karışmış değil; sadece modernleşmiştir o kadar. Astrolog veya medyum denilen müneccimler, yıldız falına bakan kimselerdir. Horoskop denilen yıldızların, burçların bulundukları yerin haritasını çıkarıp, falına bakacakları kimsenin doğum tarihleriyle kıyaslayarak geleceği  -gayb-  hakkında hüküm çıkartırlar. Eski Yıldızname'lerin yerini günlük burçlar, astrolojik hurâfeler almış; müneccimin adı da astrolog veya medyum olmuştur artık.

14.     Toplumda fesâdı yaygınlaştırmak:“Bir de Yahudiler, ‘Allah’ın eli bağlıdır’ dediler. Söylediklerinden ötürü kendi elleri bağlansın ve lânete uğrasınlar! Hayır, O’nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun, sana Rabbinden indirilen (Kur’an) onlardan birçoğunun azgınlık ve küfrünü artıracaktır. Biz onların arasına kıyamete kadar düşmanlık ve kin saldık. Her ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışırlar. Allah, bozguncuları sevmez.”(5/Mâide, 64)

Günaha girmeden sokağa çıkılamayacak hale gelen yerleşim yerleri, fuhşun, zinânın bir telefon âhizesi kadar, bir interneti tıklamak kadar kolaylaştığı, fesâdın eski toplumlarda işlenilenlerin tümünü içerdiği bir toplum İsrail’de bile yoktur. İslâm ahlâkını önemsememek, mevcut iktidarı suçlamamak için mevcut ahlâkî çöküntüyü kabullenmek; mevcut düzeni savunduğu için onun çirkinliklerini de kabullenmek; bugünkü fesadın ve her türlü çirkinliğin ancak İslam devleti ile çözülebileceğini kabul etmemek.

İnsanın ürettiği fesattan en büyük payı putperestlik, münafıklık ve yahudi kesimi almaktadır. (Bkz. 17/İsrâ, 4; 7/A'râf, 85; 2/Bakara, 11). En yıkıcı fesat, insanın saltanat ve sahip olma uğruna sergilediği fesattır. (Bkz. 27/Neml, 34). Böyle olduğu içindir ki, insanlık tarihi boyunca medeniyet ve saltanatların çöküşüne de fesatlar sebep olmuştur. (Bkz. 28/Kasas, 4, 83; 89/Fecr, 12; 40/Mü'min, 26; 27/Neml, 14).

Fesâdın Görüntüleri:

Tuğyân: Hak ve adalet sınırını aşma (tuğyan) ve fesad/bozgunculuk, birbirini tamamlayan özelliklerdir. (Bkz. 89/Fecr, 9-14)

Bilim Yoluyla Fesad: Çağımız buhranlarının temel nedenlerinden biri, bilime karıştırılan yalanlar, insan itikadını ve yaşayışını saptıran nifaklardır. Gerçekte ilim, ilahî sanatı tetkik hikmeti olduğu halde; hiç bağdaşmaması gereken cehaletle (cahiliyye) bilim, zorlama yollarla, şeytanî hile ve uydurmalarla bağdaştırılmış ve fesat araçlarından biri olmuştur.

Ahlâk Yoluyla Fesad: Çağlar boyu toplumlar içinde ahlakı fesada verip, toplumları çökerten münâfık ve müşriklerin devrimizdeki ulaştıkları durum, dört ayaklıları bile utandıracak boyutlara gelmiştir.

Ekonomi Yoluyla Fesad: Fesatçılar, israf ve tüketim hızlanması sloganlarıyla toplumları tüketim toplumu yaparak mahvetmektedir. Ülkeler, toplumlar, aileler, evlilik kurumları, iş bulma konuları... gibi yapılar, savurganlık ve kapitalist düzenin zulmü sebebiyle iflas etmiş durumdadır. Aç insanın, dini (dolayısıyla ahlakı ve tüm yaşama biçimi) de kolaylıkla yozlaşmış, insanlar karınlarını doyurmaktan ve bazıları da eşya sevgisinden ve yarışından başka şey düşünemez hale gelmiştir. Modernizmin, modanın, mal-eşya yarışının,   lüksün ve reklâmın fesadı yaygınlaştırmadaki rolleri, tahmin edildiğinden de çok fazladır.

Politika Yoluyla Fesad: İnsanların inanç yapısını bozan ve huzurunu ciddî biçimde kaçıran belki en önemli fesad yolu budur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen, bu yüzden fâsık, zâlim ve kâfir olan tağutların zulmü her alanda karşımıza çıkmaktadır. Bu onlarca fesadın kaynağı olduğundan, müslümanların reddetmeleri ve mücadele etmeleri gereken fesadın başı sayılır.

Fikir Yoluyla Fesad: Filozof, düşünür, yazar, öğretmen... sıfatları, fesadın cahil halk kesimlerince kabulünü kolaylaştırması açısından büyük ihanet özelliğindedir. Allah'a inanmayan, O’ndan hakkıyla korkmayan insanın hele ağzı laf yapıyor, kalemi yazabiliyorsa bunun fesadının şerrinden herhalde şeytan bile Allah'a sığınıyordur.

Teknoloji Yoluyla Fesad: Uydular, casus uçaklar, bombalar, füzeler, cep telefonları, gizlikameralar,telekulaklar...Medya Yoluyla Fesad: TV. kanalları ve boyalı basın... Örnek vermeye gerek var mı?

Ve En Büyük Fesad Yolu; Düzen: Tüm kural, kurum ve kuruluşlarıyla doğurgan fesad. Diğer fesadlar, bu ananın gayr-ı meşrû çocukları. Tâğûtî düzenlerin tümü en büyük müfsiddir.

Hevâ ve heveslerini ilah edinen zümreler, yeryüzünde fesadın iktidarını sağlamış ve bunun devamı için kurumlar kurmuş, kurallar oluşturmuştur. Müslümanlara düşen görev, fitne ve fesat yeryüzünden kaldırılıncaya, din sadece Allah'ın oluncaya kadar bütün gücüyle mücahede, mücadele ve mukatele etmektir.

15.     Bilginlerini, âlim ve din adamlarını tanrı edinmek:“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, hahamlarını; (hıristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa, bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.”(9/Tevbe, 31) ve yine bkz. 9/Tevbe, 34.

Bazı hoca ve yazarları melek, diğer bazılarını şeytan (gibi) görmek; Allah’ın hükmü yerine hocalarının görüşünü yüceltmek; dinin ahkâmına mezhepçi, cemaatçi, grupçu gözlükle bakıp ictihadları ve yorumları dinleştirmek, hocaları aşırı yüceltmek, çevremizde çokça gördüğümüz hususlardandır. Şeyhleri, Allah’a ait nice özelliklere ortak kabul etmek, ölü âlim ve sofuları bile yüceltip onlardan medet ummak, onlara el açıp duâ etmek, buradaki insanların uygulamaları arasındadır. Allah'a şirk koşmanın bir çeşidi de Allah'ın izin vermediği alanlarda insanlara itaattir. Oysa ibâdette esas olan Allah'a itaat, Peygamberine itaat ve müslümanlardan olan emir sahiplerine itaattir (4//Nisâ, 59). Ne var ki, insanoğlu, çoğu zaman kendi cinsinden olan beşerden bazı kimselerin birtakım üstün özelliklere sahip olduklarını düşünerek onları rab konumuna getirmiş ve böylece onlara ibâdet etmiştir. 

Âyetteki râhipleri ve bilginleri rab edinip ibâdet etmek, Allah'ın helâlini haram, haramını helâl saymaları konusunda onlara itaat etmek anlamına gelmektedir. Yoksa onlar, bilginleri için oruç tutuyor, namaz kılıyor değillerdi. Demek ki herhangi bir insanın, ister bilgin olsun ister yönetici, Allah'ın emir ve yasağına, helâl ve haramına ters düşen emir ve hükümlerine gönülden katılmak, onu hüküm/kanun koyucu olarak kabul etmek, ona itaat ederek Allah'ın hükmüne muhalefet etmek; onu Allah'tan başka rab edinmek ve ona ibâdet etmek demektir. (Elmalılı Tefsiri,  IV,  s.  2512). "Yaratıcıya isyan etme konusunda yaratılana itaat edilmez." (Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 39, 46) Hakkı bâtıl, bâtılı hak yapmaya çalışanlar, ilim haysiyetinden yoksun birer tâğutturlar. Bu şekilde davranışlar, şirk, küfür ve Allah'tan başkalarını rab edinmek ve onlara tapmaktır. (Elmalılı, IV, s. 2513, 2514). Allah'ın kitabına yetki tanımaksızın helâl ve haram sınırlarını belirleme yetkisini kendisinde görenlerin nefislerini ilâve rab ittihaz ettiklerini ve onlara kanun koyma yetkisi tanıyanların da onları rabler edindiklerini yukarıdaki âyet ve hadislerden öğrenmiş oluyoruz.

Kur'an'ın on dört asır önce getirdiği en büyük prensiplerden biri de, hangi makam ve mevkide olursa olsun, insana değil; yalnız Allah'a ibâdet edilmesi prensibidir. İslâm, beşeriyeti saâdete erdirmek, zulmü ortadan kaldırmak, insana kulluk etmeye sevkeden istismarı yok etmek yolunda birleşilmesi gerekli olanı belirterek yahudi ve hıristiyanlara bakın nasıl hitap ediyor: "De ki: Ey Kitap ehli, gelin aramızda birleşebileceğimiz bir kelime üzerinde toplanalım: Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Bazımız bazımızı Allah'tan başka rablar edinmeyelim!"  (3/Âl-i İmrân, 64)

16.     Kelimeleri tahrif etmek, yerlerinden kaydırarak değiştirmek:“İşte, verdikleri sözlerini bozmaları sebebiyledir ki onları lânetledik, kalplerini de kaskatı kıldık. Kelimeleri yerlerinden kaydırarak (tahrif edip) değiştiriyorlar. Akıllarından çıkarmamaları istenen şeylerden önemli bir kısmını da unuttular. (Ey Muhammed!) İçlerinden pek azı hâriç, onların daima bir hâinliğini görüyorsun. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Çünkü Allah, iyilik yapanları sever.”(5/Mâide, 13); “Yahudilerden öyleleri var ki, (kelimeleri yerlerinden kaydırıp) tahrif ederek onları anlamlarından uzaklaştırırlar. Dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak “İşittik, karşı geldik”, “İşit, işitmez olası!” “Râ’inâ” derler. Hâlbuki onlar, “İşittik ve itaat ettik; dinle ve bize bak” deselerdi, bu kendileri için daha hayırlı olurdu. Fakat Allah, küfürleri yüzünden kendilerini lânetlemiştir. Bu yüzden pek az iman ederler.” (4/Nisâ, 46)

Günümüzde en etkili savaş, kelime ve kavramlarla yapılmaktadır. Kavramlarla kazanılan zafer, hem muhatap tarafından içselleşmekte, kazanan muhâtabını da kazanmakta ve hem de çok uzun sürmektedir. Kavramları tahrif edenler, bizim silâhlarımızla bizi vurmaktadır. İslâm kavramların üzerine binâ edilmiştir. O yüzden, bazı kelimelerin, kavramların tahrifi, dini tahrife götürür. Kavramlar üzerine kurulur din. Kavramlar bozulursa din de bozulur. İlâh, Rab, Din, İbâdet, Tevhid, Şirk, Tâğut, Salât gibi kavramların içinin boşaltılması veya daha tehlikeli olarak içinin Kur’an dışı ve Kur’an’a ters hususlarla doldurulması, yani tahrif edilmesi, dinin de tahrif edilmesini neticelendirir. Dili bozan dini de bozuyor. Dil de Allah’ın ayetlerinden.

17.     Dini tahrif:“Derken, onların içindeki zâlimler, sözü kendilerine söylenenden başka şekle soktular. Biz de haktan ayrılmaları sebebiyle, o zâlimlere gökten bir azap indirdik.”(2/Bakara, 59); “Şimdi, bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa içlerinden birtakımı, Allah’ın kelamını dinler, iyice anladıktan sonra, onu bile bile tahrif ederlerdi.” (2/Bakara, 75); “Vay o kimselere ki, elleriyle Kitab’ı yazarlar, sonra da onu az bir karşılığa değişmek için, ‘Bu, Allah’ın katındandır’ derler. Vay ellerinin yazdıklarından ötürü onların hâline! Vay kazandıklarından dolayı onların hâline!” (2/Bakara, 79). Ayrıca bkz. 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A’râf, 162.

Geleneksel veya modern hurafeleri dinden saymak, dinin bazı esaslarını kabul etmemek, tasavvufçu, devletçi, geleneği kutsallaştırıcı bakış açısına sahip olmak gibi tahrifçi anlayışları günümüzde çokça görüyoruz.Kur’an tahrifin şu şekillerde yapıldığını belirtir: Tahrif yoluyla (2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâiide, 13, 41), tebdil yoluyla (7/A’râf, 162), gizleme yoluyla (2/Bakara, 159; 174; 3/Âl-i İmrân, 71), unutma yoluyla (5/Mâide, 13). Ayrıca, tarihten bu güne, tarihselcilik yaparak tahrif yoluna gidildi; bazı âyetleri devre dışı bıraktırmanın yöntemi olarak nâsih-mensuh kabul ederek tahrif edilmeye çalışıldı. Kur’an’da olan bazı âyetlerin hükmü uygulanmayacağı, formalite icabı Kur’an’da kalıyor olması gibi, tersine; Kur’an’da olmayan, Mushafa konulmayan âyetler olduğuna inanmak; yani Kur’an lâ raybe fîh olduğu halde, onu fazla veya eksik kabul etmek, dini tahrif etmek demektir. Yine, Kur’an’ı lügat anlamından tümüyle bağımsız bâtınî anlamlarla açıklamak; ebced ve cifir gibi hesaplamalarla Kur’an’da kastedilmeyen anlamları Kur’an’a yüklemek Kur’an’ı tahrif demektir.

18.     İmanda pazarlık:“Hani siz, ‘Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıktan açığa görmedikçe sana asla inanmayız’ demiştiniz. Bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı.”(2/Bakara, 55)

“Allah'ı açıkça görmedikçe inanmayacağız" demenin bugünkü ortama tercümesi şunlar olabilir:Tarihselcilik yaparak Kur’an’da olmasına rağmen bazı hükümlerin uygulanamayacağını savunmak, dini başka şeylerle senteze tâbi tutmak; mezhepleri, cemaat anlayışlarını, yorum ve ictihadları dinin kendisi gibi kabul etmek. Şu varsa, ben o dine inanmıyorum, demek; güncel boyutuyla imanda pazarlık etmek demektir.

19.     Gerçeği bile bile inat:“Ey Kitap ehli! (Gerçeğe) şâhit olduğunuz hâlde, niçin Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?”(3/Âl-i İmran, 70)

Sevdiği, bağlandığı cemaatin, hocanın veya bir liderin görüşlerini mutlaklaştırıp hata yapma ihtimali vermemek, taassup derecesinde bağlanmak veya kendi ırkını, devletini, devletin kutsal kabul ettiklerini yüceltmek.Delillerle bir hakikat vurgulandığı halde, “benim hocamın, mezhebimin, cemaatimin görüşüne ters” diye o sağlam delille sunulan esasları kabul etmeyip inadına kendi görüşünde ısrar etmek, bu konunun güncel yansımasıdır.

20.     “İşittik ve isyan ettik” demek: “Hani, Tûr’u tepenize dikerek sizden söz almıştık, ‘Size verdiğimiz Kitab’a sımsıkı sarılın; ona kulak verin” demiştik. Onlar, ‘dinledik ve isyan ettik’ demişlerdi. İnkârları yüzünden buzağı sevgisi onların kalplerine sindirilmişti. Onlara de ki: (Tevrat’a beslediğinizi iddia ettiğiniz) imanınızın size emrettiği şey ne kötüdür, eğer inanan kimselerseniz!”(2/Bakara, 93)

“Duyduk ve uyduk” demek, birçok bedel istiyor. Kafa dili ile değilse de, hal diliyle;“biliyoruz, isyan ediyoruz” diyenler bugün de, buralarda da çok. Faizin haram olduğunu, tesettürün farz olduğunu, demokrasinin bâtıl olduğunu, put heykellerin küfür olduğunu bilmeyen mi var? Ama, isyanın dayanılmaz şeytanî lezzeti ne olacak? İsyancı, itirazcı, beğenmeyici, tekfirci bir toplum oldu bu topluluk. Mü’minler, Allah’tan kendilerine bir emir geldiği zaman şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Dinledik ve itaat ettik (ediyoruz). Senin mağfiretine (bağışlamana) sığınıyoruz. Ey Rabbimiz, dönüş Sanadır.”  Allah’ın emirleri karşısında alaycı bir tavır takınan, yahudileşenler de “dinledik ve isyan ediyoruz.”  derler ve seviyelerinin ne kadar alçak olduğunu ortaya koyarlar. Mü’min, Allah’a itaat konusunu, geleceğe, umut ve temennilere bırakamaz. Bilir ki, Peygamber’in ifadesiyle “heleke’l müsevvifûn, sevfe’ciler/yarıncılar (itaati yarınlara bırakanlar) helâk oldu.” Şeytan, bâtılı sevdiremediği kişiye, hakkı yarınlara bıraktırarak onun günü kaybetmesine uğraşır. Ertesi gün de kaldığı yerden devam eder: Yarınlar bitmedi ya... Büyük hedefler ve idealler uğruna, yarın çok büyük eylem ve faâliyetler yapacağı ümit ve temennisiyle günler şeytana itaatle geçer gider. Ama gerçek mü’min Allah’ın emri kendine ulaşır ulaşmaz ‘dinledim, duydum ve itaat ettim’ der, hemen o saniye eyleme geçmiştir bile. Az sonraya bırakamaz, “az sonra” kendisi için olmayabilir çünkü.

Mü’min, kendi görüş, davranış ve seçme tercihini Rabbinden yana kullanır, Rabbinin doğru hükümlerine teslim olur. Her konuda O’nun ölçüsüyle hareket eder, O’nun emirlerine boyun eğer. Peygamberi aracılığıyla gönderdiklerine itaat eder. “Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü’min erkekle mü’min kadına, o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse (karşı gelirse) apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” 

21.     Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr: “…Yoksa siz Kitab’ın (Tevrat’ın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.”(2/Bakara, 85)

Eee ne yapsın yani, devletin suç saydıklarını da mı kabul etsin? İslâm Devleti istiyoruz, Atatürk’ü ve diğer tüm tâğutları reddediyoruz mu desin? Emir kulu olunur mu o zaman? Atatürk veya onun kurduğu mevcut düzen çarparsa ne olacak? En kolayı ve risksiz olanı, İslâm’ı kuşa benzetip bir kısmını, halkın ve devletin karşı çıkmadığı taraflarını kabul etmek; suç sayılanları, ayıplananları, kınanan kısımları ise benimsememek… Yoksa, şeriatçı radikallere benzersin. Laikliği, demokrasiyi, Kemalizmi reddedip devleti karşısına mı alsın? Sonra, hangi devirde yaşıyoruz canım, bu tevhidi söylem de nereden çıktı?” diyen o kadar çok insan var ki…

22.     Hakka bâtılı karıştırmak:“Hakkı bâtılla karıştırıp da bile bile hakkı gizlemeyin.”(2/Bakara, 42)

Sulandırılmış dini, devlet dinini, Amerikancı bir din anlayışını, Kemalist bir yaklaşımı, demokratik anlayışı hak dinle birlikte karıştırarak insanlara bu sentezi sunmak. Türk-İslâm sentezi, İslâm sosyalizmi gibi hakla bâtılı birleştirmek veya “laiklikle İslâm bağdaşır”, demek, ya da “faizsiz ekonomi mi olur?” diye herkesin “olmaz!” demesini bekleyerek sormak. Allah’a iman etmek, ama tâğuta itaat etmek; İslâm’ı kabul etmek, ama şeriata karşı olmak; Allah’ı sevmek, ama Amerika’ya da hayran olmak; Müslüman olduğunu haykırmak, ama gâvurun yapmayacağı gâvurlukları yapmak gibi birbirine zıt iki yaklaşımı uzlaştırmaya çalışmak günümüzün moda görüşlerindendir. 

23.     Ketmetmek; Açıklaması gereken bilgileri gizlemek: “İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayeti Kitap’ta açıklamamızdan sonra onları gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet etme konumunda olanlar lânet eder.”(2/Bakara, 159)

Allah Teâlâ tarafından vuku bulan lânet, dünyada hayır ve tevfikten/başarıdan, âhirette ilâhî lütuf ve rahmetten uzaklaştırılmak manasını ifade etmektedir. Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılan, Rabbimizin rahmetiyle muâmele etmeyeceğini bildiğimiz bir kimsenin durumu, elbette sakıncalı bir durumdur. Allah’ın haksız yere bir kuluna lânet edeceğini düşünemeyiz.“Allah’ın indirdiği kitaptan bir kısmını gizleyip onu az bir bedel ile değişenler (var ya); işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Kıyamet günü Allah, onlarla ne konuşacak, ne de onları arıtacaktır. Onlar için elem dolu bir azap vardır.” (2/Bakara, 174). Konuyla ilgili diğer âyetler için bkz. 3/Âl-i İmran, 187;5/Mâide, 159; 6/En'am, 91.

Başta Diyanet’te görev yapanların güncel boyutuyla tevhidden, şirkten, tuğyan ve tâğuttan, ideolojilerden hiç bahsetmemeleri, günümüzde sanki puta tapma yokmuş gibi; herkes iman edilmesi gereken şeylere hakkıyla iman ediyor gibi; çiçekten böcekten, ağaç dikmekten, trafikten bahsetmeleri… Bu hakkı gizleyenler, Diyanet gibi bir kurumda görevli iseler, devletten maaş alıyorlarsa dini az bir pahaya satmış, dini ketmedip gizlemenin vebaline muhatap olmuş olurlar. Putlardan, heykellerden, devletin kutsallarından, tâğuttan, şirk anlayışından; devletin ve toplumun İslâm’la bağlarını nasıl koparmış olduğundan bahsetmeden, tevhidin ilkelerini gündeme getirmeden nasıl dâvet yapılmış olur, nasıl emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker icrâ edilmiş olur?

Hadis-i şeriflerde şöyle buyrulur: "Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır." (Ebû Dâvud, İlm 9, hadis no: 3658; Tirmizi, İlm 3, hadis no: 2651; Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 11, s. 501). "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.";"En fazletli cihad, zâlim sultana karşı hakkı söylemektir." (Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 538)

24.     Ahireti dünyayla değiştirmek: “Ama siz, birbirinizi öldüren, içinizden bir kesime karşı kötülük ve zulümde yardımlaşarak; size haram olduğu hâlde onları yurtlarından çıkaran, size esir olarak geldiklerinde ise, fidye verip kendilerini kurtaran kimselersiniz. Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir. Onlar, ahireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Artık bunlardan azap hiç hafifletilmez. Onlara yardım da edilmez.”(2/Bakara, 85-86)

Aç kalmaktan korktuğu kadar azâba girmekten korkmamak, insanlardan, depremden korktuğu kadar Allah’tan korkmamak, hapisten korktuğu kadar Cehennemden korkmamak.Hayatı sadece bu dünyadan ibâret sayan ve çalışmasını da hep bu dünyaya ait kılan, âhireti hiç aklına getirmeyen, ölümü düşünmeyen insanımız… Düşüncesi, hep dünyaya ait, geçici zevk ve değerlerden, zenginlikten, keyfini tatmin etmekten, daha rahat bir yaşayıştan başka bir şey düşünmeyen hale geldi. Asıl hayatın ikinci âlemde başlayacağına iman edenler, ölümün ebedî yokluk olmadığını kabul ederler. Henüz hayattayken, bu gerçek vatanın, baba yurdunun, sonsuz mutluluk hayatının özlemini duyar ve ona göre yaşarlar.

Âhiret bilinci kafa ve kalpte başlayıp biten işlevsiz bir olgu değil; insan hayatının bütün boyutlarını ve ömrünün bütün anlarını belirleyen canlı ve dinamik bir olgudur. Âhirete gerçekten iman, insanoğlunun başıboş olmadığını, lüzumsuz yere yaratılmadığını, kendi hevâ ve hevesiyle baş başa bırakılmadığını insana öğretir. Bu akîde, ameli karşılığı ile birleştiren bir inançtır. Bu inanç, insanoğluna kesin olarak bildiriyor ki, mutlak bir adâlet kendisini beklemektedir. Mü’min bu inanç sayesinde hesap ve adâlet gününe kendini hazırlar.

Bu inanç, mü’min ile kâfiri birbirinden yaşantı itibariyle de ayırır. Mü’min, âhirete inandığı için dünyayı bir imtihan yeri olarak kabul eder ve çalışmasını da ona göre yapar.

25.     Gerekli gördükleri her yalanı söyleyebilmek: “Bilmez misin ki, göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’a aittir. O, dilediğine/dileyene azap eder, dilediğini/dileyeni de bağışlar. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir. Ey Peygamber! Kalpten inanmadıkları hâlde, ağızlarıyla ‘inandık’ diyenler (münafıklar) ile Yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar (Yahudiler) yalan uydurmak için (seni) dinlerler, sana gelmeyen bir topluluk hesabına dinlerler. Kelimelerin (ifade içindeki) yerlerini bildikten sonra yerlerini değiştirir ve şöyle derler: ‘Eğer size şu hüküm verilirse, onu tutun. O verilmezse sakının.’ Allah, kimin azaba uğramasını istemişse artık sen onun için asla Allah’a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah’ın kalplerini temizlemeyi istemediği kimselerdir. Onlara dünyada bir rüsvaylık, âhirette ise yine onlara büyük bir azap vardır. Onlar, yalanı çok dinleyen, haramı çok yiyenlerdir. Eğer sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Onlardan yüz çevirecek olursan, sana asla hiçbir zarar veremezler. Eğer hükmedecek olursan, aralarında adâletle hükmet. Çünkü Allah, âdil davrananları sever.”(5/Mâide, 40-42)

Düzen, yalanı el altından (hatta el üstünden) teşvik etmektedir. Sözgelimi, en nâmuslu tüccarı zulümden farksız vergiler isteyerek, kendi malının yalancısı durumuna zorlamaktadır. Gereksiz bürokrasi ve formaliteler de kişiyi yalana alıştırmaktadır. Eğitimin de yalandan pek uzak olmadığını söylemek gerekir. Zaten şirk en büyük yalan olduğuna göre, şirke dayalı câhilî eğitim ve kültürün temel malzemesinin yalan olması kaçınılmaz olacaktır. Evrim teorisinden, inkılâp tarihindeki balıkların kavağa çıkmasına, sosyal konularda hakka ve hakikate ters çarpıtılmış olay ve yorumlara kadar sayısız yalan, bilim diye insanımıza verilmektedir. İnsanın çevresi de Allah’tan hakkıyla korkan insanlardan oluşmuyorsa, altta kalmamak, ayıplanmamak için, kalabalığa uymak endişesiyle bulaşıcı mikroplardan çok hızlı bir şekilde yalan mikrobu tüm çevreye yayılacaktır. Tüccarın, esnafın, pazarcıların, ağızlarıyla veya tezgâhları ve vitrinleriyle söyledikleri yalanlara şâhit olmayan kimse var mıdır? Malın kusurunu söylemeyip gizlemek bile yalan kabul edilip kazancı haramlaştırdığı halde, açıkça yalan söylemek, hatta yalan yere yemin etmek sıradan bir olay halindedir. Günümüz medyası yalan pazarı halindedir. Arz-talep meselesi; yalan alıcıları, hem de para vererek müşterileri varsa, yalandan para kazanan yalan tüccarları niye olmasın ki?! 

Yalancılık, günümüz câhilî düzenlerinde ve İslâm dışı çevrelerde açıkgözlük olarak değerlendirilmekte, doğruluğun karın doyurmadığı için enâyilik olduğu söylenmektedir. Öyle ya; “doğruluk karın doyurmaz!”, “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.” Günümüzün en popüler ve saygın kabul edilen meslekleri temelde “profesyonel yalancılık” diye tanımlanabilecek, meslek icabı yalan söylemenin kaçınılmaz kabul edildiği uğraşlardır. Politikacılar, diplomatlar, avukatlar, reklâmcılar, pazarlamacılar, halkla ilişkiler şirketlerinin temsilcileri, sinema ve tiyatro sanatçıları, falcılar, sihirbazlar, medyumlar, cinciler, muskacılar, antikacıların... bu saygın(!) mesleklerinden dolayı görev ve meslek icabı, (geçim endişesiyle, yani kutsal geçim tanrısının izniyle) çok rahat yalanlar söylemek zorunda(!) oldukları kabul edilir. Nasıl sanatçıların sanat adına her boyaya girip, her çirkinliği üzerlerinde göstermeleri gerekiyorsa, bu durum, kutsal(!) mesleklerinin gereği ise; aynen öyle, diğerlerinin de söyledikleri yalanlar, günah veya kara değil; “beyaz yalan” kategorisine sokulmaktadır. Bu kimseler, yalan söyleme becerilerini öylesine geliştirip parlatırlar ki, insanlar bu yalanları duymak için can atarlar, teşvik ederler ve bundan mutluluk bile duyarlar.

Allah yalan söyleyen kulunu sevmez. Bir insan Allah’ı sevdiğini iddia ediyorsa, Allah’ın da kendisini sevmesini ister; yalan söyleyeni Allah sevmediğine göre, o kimsenin Allah sevgisi ve O’nun rızasını istemesi de yalan olmuş olur.  Fıtrata ve fıtrat dini olan İslâm’a uyup her çeşit yalanı reddedip karşı çıkmak yerine; günümüzde yalanlar, farklı kategorilere ayrılmakta ve âdi yalandan farklı kabul edilen yalanlara toleransla bakılmakta, hatta teşvik edilmektedir. Modern câhilî kültüre göre yalanlar çeşitlidir:  Kişinin söylediği yalanın, karşısındaki tarafından bilindiği, fakat karşı çıkılmadığı “ortak yalan”lar vardır. Bir programa veya dâvete katılmak istemeyen kişi, dâveti yapan kişiye “işim var” veya “başka programım var” ya da “başkasına sözüm var” der. Bunu söylerken, karşısındakinin söylediği yalanı anladığını da tahmin edebilir. Bu şekildeki “ortak yalan”lar modern insanların gündelik hayatlarında önemli bir yer tutar. İkinci gruptaki yalanlar, doğrusu ortaya konamayacağı için karşı çıkılmayan yalanlardır. Bu tür yalanın ortaya çıkması kimseye yarar sağlamayacağı için kimse konunun üzerine gitmez. Üçüncü grupta profesyonel yalancıların söyledikleri yalanlar vardır. Profesyonel yalancılar, meslekleri gereği yalan söylemek zorunda olanlardır. Bunların yalanları çoğunluğun rahatsız olup şikâyet ettiği yalanlar değildir. Dördüncü gruptaki ise, işi yalan söylemek olmayan ve bu konuda çok usta(!) olmayan sıradan insanların söyledikleri ve kendilerine dünyevî yarar sağlayan, basit çıkar amaçlı küçük veya büyük yalanlar gelir. Bunlar fark edildiği zaman “yalan!” diye adlandırılan “âdî yalan”lardır. Ayrıca, nezâket icabı, alışkanlık gereği söylenen “âdet yalan”lar vardır,  “moda yalan”lar vardır, “beyaz yalan”lar vardır. Bir yalanın sakıncasız olduğunu, hatta beyaz, bembeyaz(!) olduğunu tesbit etmek ise, azgınlaşmış hevâya, câhilî çevreye kalmıştır. İş için, aş için, eş için her yalanı söyleyebilen; yaşına, saçına, başına, tezgâhındaki meyveye yalan söyletebilen insanlar… Hâlbuki her yalan, yalandır; yalanın büyüğü-küçüğü, siyahı-beyazı, kızılı-pembesi olmaz. Şakası-ciddisi olmaz; şaka ile söylenen yalan da yalandır.

26.     Firavun'un işbirlikçisi kapitalist Karun'a özenmek:“Karun, ziyneti ve görkemi içerisinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler, ‘keşke Karun’a verilen (servet) gibi bizim de (servetimiz) olsaydı. Şüphesiz o büyük bir servet sahibidir’ dediler.”(28/Kasas, 79)

Özenmeyenlere selâm olsun!

İnsanımız artık aklıyla değil; bin bir çeşit göz alıcı illüzyonlarla tahrik edilen “doymak bilmeyen gözleriyle” düşünüyor, daha doğrusu düşündüğünü zannediyor. Çarşılar, pazarlar, marketler, vitrinler de insanın bu midesi olmayan gözlerine nasıl hitap ediyor? Başkalarına (kendinden maddî yönden öndekilere) bakıyor bu gözüyle düşünen insan ve mukayese ediyor: “Onda var, bende niye yok?” ve daha çok harcamak için daha çok çalışması, çalışması, çalışması gerektiğini görüyor. Sonra bakıyor ki, çalışarak kazanılan para “ihtiyaç” maskesini takmış “gereksiz” veya “olmasa da olur”lara yetmiyor, çalışmadan para kazanmanın yollarını arıyor. Herkes bir başkasını kandıracak yollar aramaya başlıyor. Kumarın binbir çeşidi, sahtekârlığın hiç akla gelmeyecek şekli, insanları en yakınlarına bile itimat edemeyen, yardım edemeyen, borç veremeyen duruma getiriyor. “Haram” mı, “ayıp” mı? O da ne demek? Güldürmeyin insanı! Hangi devirde, hangi kültürde yaşıyoruz? 

Tüketim hastalığının mikrobu, moda, âdet, “ele güne karşı”, “iyi ama, herkeste var” ambalajlarıyla öyle çabuk bulaşıyor ki, kimini cebinden, kimini yüreğinden yaralıyor, hatta öldürüyor. Kendi değerini, eşyasının ve elbisesinin değeriyle ölçen insanlar, eşyasını ve giysisini teşhir ediyor; sözgelimi oturma odalarına, en dikkat çeken karşı duvara konulan vitrin, belki hayat boyu hiç kullanılmayan ve sadece göze hitap eden mutfak eşyalarının fuarı rolünü üstleniyor. Arabada motor olmasa da önemli değil; kaporta fiyakalı olsun yeter; insan, dış görünüşe, vitrine, makyaja değer vermeden çağdaş olabilir mi, ne dersiniz? Anadolu evlerinin çoğunda yer sofrasında yemek yenildiği halde, odanın biri veya büyükse salonun yarısı, süs ve gösteriş olsun diye yemek odası olarak düzenlenmiştir. Koltuklar da, evdeki hayatı daha rahat kılmak için değil; zorlaştırmak içindir. O halılar ve koltuklara şu kadar para verilmiştir, çoluk çocuk rahatça oturup keyfini çıkaramaz; annenin gözü oradadır, ya kirletirlerse...

En fakirimizin evindeki eşyalara verilen parayla, sahâbe belki hayat boyu, hem de huzur ve şükür dolu şekilde yaşardı. Herkeste benzeri şeyler olduğundan, modanın temel felsefesi olan farklı ve özel görünme tutkusunun sanallığını,  eşyaya daha çok sahip olmada başkalarına ulaşılmaz fark atma imkânsızlığının ıstırabını yaşıyor. Kullan at; al, yine al; yarışın sonu gelmiyor, ihtiyaçlar(!) tükenmiyor; âhirete yatırım yapamadan insan ölüp gidiyor.

Sadece moda için dökülen parayla neler yapılmaz? Hangi müslüman hanımın evindeki gardrobda boş yer vardır, buna rağmen alma isteği azalıyor mu dersiniz? Çeyizler, düğün ve evlilik için gerekli gereksiz masraflar... Kimileri için olmazsa olmaz ihtiyaç olan sigaraya yatırılan para, meselâ kitaba yatırılsa, vücudu zehirlemektense kafayı ve gönlü güçlendirse bu para, neler olur dersiniz? Eşya, para kötü bir şeydir demiyoruz. Eşyanın, maddenin, paranın insanı yöneten efendi olmasına, bunların insan için değil; insanın bunlar için yaşıyor, bunlar için çalışıyor olmasına sözümüz. Onlar hâkim, insan mahkûm ve hizmetçi. Oyuncak, insanla oynuyor. Mal, insanı, insanî değerleri yutuyor. Dünyevîleşme çarkı, insanımızı değirmen gibi öğütüyor. Düşünmeyi, okumayı, ibadeti... engelleyen tv. başta olmak üzere medya ve reklâmlar... Taksitleri, ay sonunu düşünen insan, dünyada varoluş gayesini düşünemiyor.

27.     Dünyayı aşırı sevip dünyaya çok hırslı/düşkün olmak:“Andolsun, sen onların, yaşamaya, bütün insanlardan; hatta Allah’a ortak koşanlardan bile daha düşkün olduklarını görürsün. Onların her biri bin yıl yaşamak ister. Hâlbuki uzun yaşamak, onları azaptan kurtaracak değildir. Allah, onların bütün işlediklerini görür.” (2/Bakara, 96); “Yoksa onların hükümranlıkta bir payı mı var? Öyle olsa, insanlara bir zerre bile vermezler.” (4/Nisâ, 53); “Derken, onların ardından yerlerine Kitab’a (Tevrat’a) varis olan (kötü) bir nesil geldi. Şu geçici dünyanın değersiz malını alır ve “(nasıl olsa) biz bağışlanacağız” derlerdi. Kendilerine benzeri bir mal gelse onu da alırlar. Allah hakkında, gerçek dışında bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan Kitap’ta söz alınmamış mıydı? Onun içindekileri okumamışlar mıydı? Hâlbuki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hiç düşünmüyor musunuz?” (7/A'râf, 169)

Bize gelince… Hangimiz ölüme hazır, hangimiz âhireti öncelikliyor?

Allah, merhametini göstererek ikaz etmekte, dünyanın aldatıcılığını hatırlatmaktadır: “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın evlâdı, evlâdın da babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (31/Lokman, 33)

“Dünya”ya, ister ‘yakın hayat’, ‘âhiretin önündeki hayat’ diyelim; isterse ‘ednâ’ kökünden alarak ‘en âdi, en değersiz, en iğreti en basit hayat’ diyelim; o insana ait istekler, arzular, şehvetler, uzun emeller ve bitip tükenmek bilmeyen hayaller olduğuna göre, gönül ile Allah sevgisi ve O’na itaat arasına perde olan her şey “dünya” sayılabilir. Akıllı insan, Allah sevgisi ile gönlü arasına girerek perde ve engel olabilecek bu imtihan dünyasına dikkat etmeli, aldanmamalı; onu kulluk bilinciyle değerlendirmelidir. Esas hayat, sonsuz hayat, en hayırlı hayat; sonraki hayatımız, yani âhirettir. Dünyada ekilenin orada biçileceğine göre, bu dünya hayatını âhiret bilinciyle yaşamalı, dünyadaki görevlerimizi yaparak, orası için hazırlanmalıyız.

Dünkü lezzet veya acı, bugün yok hükmünde. Akıllı, bazı istek ve zevklerini ertelemesini bilen, az önemli ile çok önemliyi ayırt edebilen insandır. İnsan, en çok 60-70 yaşında hükmü infaz edilecek müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibi gününü bekliyor. Ölüm olmasa, belki bazı zevklerin kıymeti olabilir; ama ölüm var, ruh ve ego ise sonsuzluk ve yarınlarda mutluluk istiyor. Bir çelişki doğuyor. Temel çatışma denilen bu durumdan kurtulmak için insan, sonunu, yani ölümü hatırlamak istemeyip unutmaya çalışmak için eğlenceye, içki ve uyuşturucuya, futbol-müzik-tv. seyretmek gibi avutucuya yöneliyor; bu temel çatışmadan ölümü yok sayarak kurtulmaya çalışıyor. İslâm insanı ise, bilir ki, ölüm yokluk değil; daha güzel, daha hayırlı ve ebedî bir âleme açılan kapıdır. Dolayısıyla böyle bir çatışma, gerçek müslüman için sözkonusu değildir.

İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise dünyayı ebedî hayatın kapısı yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya nefsimiz, veya Rabbimiz. Ya geçici menfaat, veya dâvâ. Ya fâni olan, ya bâki olan. Tercih bize kalmış. Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm olsun!

28.     Kalplerinin taştan daha katı hale gelmesi: “Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı oldu. Çünkü taş vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır. Taş vardır ki yarılır da içinden sular çıkar. Taş da vardır ki, Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer. Allah, yaptıklarınızdan hiçbir zaman habersiz değildir.” (2/Bakara, 74); “İşte, verdikleri sözlerini bozmaları sebebiyledir ki onları lânetledik, kalplerini de kaskatı kıldık. Kelimeleri yerlerinden kaydırarak (tahrif edip) değiştiriyorlar. Akıllarından çıkarmamaları istenen şeylerden önemli bir kısmını da unuttular. (Ey Muhammed!) İçlerinden pek azı hâriç, onların daima bir hâinliğini görüyorsun. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Çünkü Allah, iyilik yapanları sever.” (5/Mâide, 13)

Merhametsiz, sevgisiz, ilgisiz, duygusuz, ağlayamayan insan olduk, ağlayamıyoruz bile. Yaşadığımız düzen, materyalizm ve kapitalizm; insanın tüm mânevî değerlerini, kalbini ve ruhunu mahvetti. İncelik, hassâsiyet, duygulu olmak gibi özellikler; artık giderek yerlerini çıkarcılık, pragmatizm ve eyyamcılık gibi anlayışlara bırakıyor. Her şey, maddesi kadar kıymet buluyor, maddî zevk ve maddî değerden başka ölçüler geçerli kabul edilmiyor. Ayıp-günah tanımayan bu ortamda, ağlamak, ayıp sayılan bir-iki şeyin başında yer almakta... Bunca zulüm ve perişanlığın, anasını ağlattığı kimseler, bir yol bulup ağlama özgürlüğünü kullanmaya kalksa, alay konusu olacaktır: “Erkekler ağlamaz!”  “Karılar gibi ağlıyor.”  Sanki günümüzdeki kadınlar, özellikle erkeklerle beraber çalışan, okuyan bayanlar ağlama hakkına sahipmiş gibi...

Tv. programları müzik, eğlence ve komedi ağırlıklıdır; hem de en sulu ve cıvık cinsinden. Müstehcenlik de eğlence ve komedinin ayrılmaz yandaşı. Filmler, diziler, stand-up ve talk showlar hep güldürme ve eğlendirme amaçlı etkinliklerdir. Magazin progmramları ve Televole’ler en çok reyting alan programlardır. Tabii, komedyenler de heykelleri dikilmesi gereken büyük sanatçılar... Uçağa binmekten korkan ve ölümü de o yüzden olan bir aktörün (Kemal Sunal) filmi, hem de aynı kanalda belki 158. defa seyirci önüne konulabiliyorsa, bunun paranoyayla ilgili olduğunu düşünmek gerekiyor; egemen güçler tarafından pompalanan toplumsal paranoya... Bırakın ağlamayı, gülmeler bile sahtedir bu dünyada. Sahte, yapmacık, formalite icabı ve rol gereği. Güldürmeler de tabii...

Güleriz ağlanacak halimize. Filmler, fıkralar, şarkı ve türküler, halkın hayat felsefesini yansıtan toplum aynalarıdır. Bunlara bakarak toplum hakkında değerlendirme yapabilirsiniz. Alın size bir iki şarkı sözü:   “Ağlama, ağlat! Yoksa zehr olur bu tatlı hayat.”  “Ağlama değmez hayat, bu gözyaşlarına!” (Peki gülmeye değer mi dersiniz?!) Ve nükte ile karışık değerlendirme yapılır: “Ağlatmayı soğan bile becerir; ama siz hiç güldüren meyve, sebze gördünüz mü?” Tamam, soğan, mirasçıları ve hüznü tanımayanları bile ağlatır; demek tabiat ağlamaya yardımcı, doğayla, fıtratla uyum isteniyorsa, buna uyulmalı. Yalnız, soğan ağlatıyor da; insanımızı soyan ağlatmıyor, insanımıza söven ağlatmıyor mu? (Ağlatıyorsa, ağlatanın; ağlatmıyorsa, ağlamayı unutanın sorgulanması gerekmiyor mu?)

Taşlaştı artık yürekler; taştan su çıkıyor, taştan da sert yürekten hiçbir eser çıkmıyor. Göz musluğu pas tutmuş, küflü yürek gibi. Sürahinin içi boş; nasıl boşalıp akması beklenebilir ki... “Mü’minlerin derdiyle dertlenmeyen, onlardan değildir.” İnsanlığın derdiyle dertlenmeyenin insan sayılamayacağı gibi. Kendi derdi o kadar umurunda değildir olgun bir insanın. O, kendi derdinden şikâyet edip sızlanıp durmaz; insanlığın derdiyle, ümmetin derdiyle hemderttir. Tefekkür, ızdırap ve çile gibi aziz sıkıntılar; insan olmanın, iman etmenin, müslüman kalmanın bedelleridir.

29.     Buzağı sevgisi ve buzağıyı, ineği putlaştırmak: “Hani, Tûr’u tepenize dikerek sizden söz almıştık, “Size verdiğimiz Kitab’a sımsıkı sarılın; ona kulak verin” demiştik. Onlar, “Dinledik, karşı geldik” demişlerdi. İnkârları yüzünden buzağı sevgisi onların kalplerine sindirilmişti. Onlara de ki: (Tevrat’a beslediğinizi iddia ettiğiniz) imanınızın size emrettiği şey ne kötüdür, eğer inanan kimselerseniz!” (2/Bakara, 93)

Araba sevgisi, futbol ve müzik sevgisinin içerilmesi, cep telefonlarının ise sevgiden de öte, onsuz yapılamaması… Kur’an, bu sapmadaki manasızlığa ve mantıksızlığa temas etmektedir:  “...O buzağının kendilerine söz söylemediğini ve yol da göstermediğini görmediler mi? Onu tanrı olarak benimseyip kendilerine yazık ettiler.” (7/A’râf, 148). Bir başka yerde, bu tanrının “fayda da zarar da vermediği” (20/Tâhâ, 89) bildirilir. Hz. Mûsâ’nın dilinden şöyle denilir: “Durup üzerinde titrediğin tanrına bak! Onu yakacağız, sonra da onu parça parça edip denize atacağız. Sizin tanrınız ancak kendisinden başka tanrı olmayan Allah’tır; ilmi her şeyi kuşatmıştır.” (20/Tâhâ, 97-98). Yahudilerin buzağısı varsa, Türklerin de “kurt”u, “bozkurt”u var. Eski Türklerde ata ve kutsal kabul edilen hayvan, kurttur. Kurdun kutsallığı, bozkırların korkulu bir hayvanı olarak, özellikle hayvan sürüleri için büyük tehlike teşkil etmesi dolayısıyla, ona karşı duyulan korku ile karışık bir saygı hissinden ileri geldiği anlaşılıyor. Bozkurtun, Göktürk’lerin atası olduğuna inanılır. Orta Asya Türklerinde Boz renkli kurt inancı, ilkel totemciliğin kalıntısıdır. Hemen bütün Türk boyları bir bozkurttan türediklerine inanırlar. Değişik biçimleri bulunan bu inancın en yaygın olanı şudur: Çok eski çağlarda Türkler bir saldırıya uğramış, bu saldırıda sadece küçük bir erkek çocuk sağ kalmış. Dişi bir bozkurt, onu büyütmüş ve ondan gebe kalmış. Türkler bu yarısı insan yarısı kurt atadan türemişler. Türklerin kurt totemi, hem olağanüstü bir güçlülük, hem de ilâhî/kutsal bir nitelik taşıdıkları yolundaki inançlarını temellendirir.

Ankara’nın en merkezî alanında Eti’lerin boynuzlu geyiğinin heykeli bulunur ve nice insana göre şehrin sembolü kabul edilir. İstanbul’da Kadıköy’ün göbeği Altıyol’da Apis öküzü şeklinde bir boğa heykeli vardır;  hem de Sâmirî kadar usta olmayan bir heykeltraşın elinden çıkmıştır; yani böğürmesi bile olmayan dolayısıyla sanat eseri bile sayılamayacak basit bir heykel!

AslanGalatasaray, Sarı Kanarya’yı yutmaya çalışır; derken Kara Kartal hücuma geçer. Bazı oyuncular, timsah yürüyüşüyle gol sevincini sembolize eder. İstanbul Boğaları, Denizli Horozları ve Bursa Timsahları da birbirlerini yemeye/yenmeye çalışırlar. Olay, iş dünyasına da sıçrar; Uzakdoğunun aslanları varsa, bizim de Anadolu kaplanlarımızvardır. Cinciler, falcılar hâlâ hayvanlardan yararlanarak kehânetlerde bulunur. İşporta usûlü şans çekilişi yapan bazı tezgâhlar, şans çekilişi için güvercin ve tavşan gibi hayvanları kullanır. Baykuş, uğursuz kuş olma inancına konu olmaya devam ederken, uğurböceği kimilerine uğur getirir diye kabul görür. Bazılarının başına kuş pislerken, bazılarının başınatalih kuşu konar. Bazı ev ve işyeri kapılarına Anadolu’da hâlâ atnalı, koçbaşı veya boynuz asılır. Ev ve işyerinin kaza ve belâya uğramaması için kan akıtılması ve kanın binaya, insanın alnına sürülmesi gerektiği inancı devam eder. 

Tasavvufî konuşmalarda kedi ve çoğunlukla köpek, müslüman için örnek alınması gereken onun özelliklerinin taşınması istenen hayvan özelliğini sürdürmeye devam eder. Tasavvufta, sûfî olmadığı halde sûfîlerin arasında bulunan kimseye kıtmîr denir.  Kıtmîr, ashâb-ı Kehf’in, köpeğinin adı olarak meşhurdur. Dervişler ve müridler, bir köpek sadâkati ile şeyhlerinin kapısında beklemeyi ve ulumayı en büyük şeref bilirler (S. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 315). Nakşîliğin kurucusu Bahâeddin Nakşbend, A. Geylânî’nin türbesine şu ibarenin yazılmasını emretti: “Pirlerin kapısında köpek ol, eğer Hakk’a yakın olmak istersen. Zira aslanlardan daha şereflidir, Geylânî’nin kapısındaki köpek.” (a.g.e. s. 315-316).   Bazı gözü yaşlı hocalar, ismi Kıtmîr diye meşhur olmuş köpek olmayı arzuladığını sık sık vurgular. Fakir gariban vatandaşlardan bazıları çıkar, “doğuda insan olmaktansa, Hindistan’da inek olmayı tercih ederim” der. Avrupa’da hayvanlara verilen değerin burada insanlara verilmediğini görenlerden kimi, eğer reenkarnasyon gerçekse,  ikinci olarak Avrupa’da bir ev köpeği olarak dünyaya gelmek istediğini belirtir. Çünkü sosyetenin Paris’ten getirttiği mama ile beslenen lüx salonlarda yaşatılıp özel kuaförlere götürülerek sık sık bakımı yaptırılan sosyete köpeği için harcanan parayı gariban rüyasında bile görememektedir.

İnsanlara yine Kumru, Ceylân, Âhu (ceylân), Dudu (papağan), Aslan, Alpaslan, Kartal, Şahin, Doğan, Tuğrul (ak doğan), Esed (aslan) gibi isimler konulmaya devam edilir. Soyadlarının önemli bir bölümünü hayvanlar teşkil eder.

Hümanizmin, insancıllığın modası geçti, şimdi insanlar, hayvancıl takılmaktadır. Hayvan hakları savunucuları sık sık medyaya konu olur. Koyunların kurban olarak kesilmesine barbarlık diyen barbarlar çıkıyor, hayvan hakları için sokağa dökülüyor.  Denilebilir ki, akrabaların haklarını savunmak suç mudur? Doğru; onlar, maymundan türemişlerdir; Orta Asya Türkü gibi kurttan değil. Zaten insanı da, konuşan hayvan, düşünen hayvan diye tanımlamıyorlar mı? Vejetaryen modası genişleyeceğe benzemektedir; hayvancıllar, helâl et yerine haram birayı tercih etmekteler. Bazı hayvanlarca, maskara maymunun, insanın atası olarak kabul edilmesi, onu kutsallaştırmak kabul edilebilir. 

Deylemî’nin Müsned’inde Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Her ümmetin bir ıcl’i (buzağısı) vardır; bu ümmetin ıcl’i/buzağısı da dînâr ve dirhemdir (küçük ve büyük paradır).”

30.    Bolca nimetler verilmesi, Gölgeleyen bulut, kudret helvası ve bıldırcın ikramı: Günümüzde ve burada da nice nimetlere muhatap olan ve dedelerine göre çok rahat yaşayan insanımız: “Bulutu üstünüze gölge yaptık. Size, kudret helvası ile bıldırcın indirdik. ‘Verdiğimiz rızıkların iyi ve güzel olanlarından yiyin’ (dedik). Onlar (verdiğimiz nimetlere nankörlük etmekle) bize zulmetmediler, fakat kendilerine zulmediyorlardı.” (2/Bakara, 57)

Esas nimet, mânevî nimetlerdir. İman nimetidir, sâlih amel ve takvâ nimetidir. Peygamberlerle, sâlih kimselerle beraberlik de kendilerine nimet verilenlerle beraber olmak olduğundan, onların yanında olanlardır esas nimet. Fâtiha sûresinde de nimet verilenlerin yoluna hidâyet istiyoruz.Yani peygamberler, sıddıklar, şehidler, sâlih mü'minlerin yoluna ilet, diyoruz. Onlar ne güzel arkadaştır, ne güzel mü'minlerdir. “Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (4/Nisâ, 69). Zâten en büyük nimet; dindir, hidâyettir, Kur'an'dır, risâlettir, kullukta sadâkattir, O'nun yolunda sâlih kullardan olup, fi sebîlillâh şehid olarak ölebilmek, daha doğrusu ölümsüzleşebilmektir. Bu nimetleri önemsemeyip bunlardan mahrum olmanın ezikliğini duymadan sadece dünya nimetleri peşinde koşanlar, sahip olduğu dünya nimetleri için de şükretmeyip nankörlük yapanlar, kimin izinden gidiyor? Fâtiha suresinde nimet istenirken, kimlerin yolu takip edileceği belirtilip “gazap edilmişlerin ve sapıtmışların yolu değil” derken, hıristiyan ve Yahudilerin yolundan gitmeyeceğine dair günde 40 defa söz vermiş oluyordu namaz kılan bir mü’min.

31.    İçlerinden çıkan zâlimlerin verilen emri değiştirmesi:“Derken, onların içindeki zalimler, sözü kendilerine söylenenden başka şekle soktular. Biz de haktan ayrılmaları sebebiyle, o zalimlere gökten bir azap indirdik.” (2/Bakara, 59)

Zâlimler; Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler; zâlimler; halka hak ettiğini vermeyenler, halkın âhiretini mahvedenler; işte onlar Allah’tan gelen emri, hükmü uygulamayıp o emirleri kendi kafasından uydurdukları kanunlarla değiştiren kimselerdir.Yeryüzündeki her çeşit zulme ve her tipteki zâlimlere karşı çıkmak, İslam Dini’nin en önemli emirlerinden biridir. İslam’ın hâkim olması için de tüm zâlimlere isyan edilmesi şarttır. Zulüm denilince çoğumuzun aklına sadece haksızlık, eziyet, işkence ve benzeri fizikî yaptırımlar gelir. Dinimizde ve dilimizde bu kelimenin esas anlamı: “Bir şeyi (veya bir hakkı) kendi yerinden başka bir yere koymaktır.” Yani, hak edenin hakkını vermemek, haksıza hak etmediği bir şeyi vermektir. Allah’ın koyduğu sınırı, haddi tecavüz etmek, tayin ettiği sınırın dışına taşmak zulümdür. Zulüm, hakkı terk etmek demektir. Bir şeyi, meşrû olan yerinden başka bir yere koymaktır. Zulüm, haktan sapma ve haddi aşma esasına dayanır. Yolun üzerinde dosdoğru gitmemek de zulümdür. İslamî ıstılahta; bir eşyayı veya olayı, şer’î hükmünden başka bir şekilde değerlendirmeye zulüm denir. Zulüm, başkasının mülkünde, onun izni olmaksızın tasarruf etmektir. Zulüm, yerli yerine koymamak, sapkınlıkta bulunmak, akıntısındaki hakkı saptırmak anlamlarına da gelir. Zulmün dayandığı temel, “nur”dan yoksun olmaktır. Aslında zulüm sözlükte, bir şeyi ait olduğu yerin dışında bir yere koymaktır. Yukarıda geçen anlamların hepsinde de bu tanımın işaretlerini görmek mümkündür. 

Ümmeti helâke ve cehenneme sürükleyen şey, sadece zulmü işlemek değil; aynı zamanda zulüm işleyenlere az da olsa meyletmektir:"Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez." (11/Hûd, 113). Zemahşerî, bu âyetin tefsirinde şöyle der: "Meyl etmenin yasaklığı; zâlimlerin arzularına boyun eğmeyi, onlarla beraber olmayı, sohbetlerine katılmayı, ziyaretlerinde bulunmayı, dalkavukluk etmeyi, yaptıklarına rızâ göstermeyi, onlara benzemeyi, şekilleriyle şekillenmeyi, övgüyü andıran ifadeler kullanmayı ve tasvip anlamı taşıyacağı için onların süs ve giyimlerine özenip en küçük bakışı bile kapsamaktadır. Rükûn, az bir meyil demektir. 

Zulme rıza göstermek, tepki göstermemek de zulümdür; fakat zâlimlikle mazlumluktan birini tercih etmekten başka yol yoksa, mazlumluğu tercih et! Kur’an’ın zalimler hakkında tehdit edici bir uyarısı şöyle: “Zulmedenler nasıl bir inkılâpla devrileceklerini (yakında) bileceklerdir!” (26/Şuarâ, 227)

32.     Ahdini bozmak:"Sözleşmelerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık." (5/Mâide, 13)

Önce Allah’a verdikleri sözleri bozanlar, kullara karşı görevlerini yok sayanlar… Ahid, hem Allah'ın insanlara teklif etmiş olduğu hükümler ve hem de insanların Allah'a karşı veya Allah namına diğerlerine karşı yerine getirmeyi taahhüd etmiş oldukları hususlardır. Kur'an-ı Kerim'de "Allah'ın ahdini yerine getiriniz" (6/En'âm, 152) buyurulur. Âlimler buradaki ahdi şöyle izah etmişlerdir: "Allah'ın ahidlerini ifa ediniz. Gerek Allah'ın size teklif etmiş olduğu ahidleri, emirleri, nehiyleri ve gerek sizin Allah'a veya Allah namına diğerlerine verdiğiniz ahidleri, adakları, yeminleri, akitleri, doğru olan her türlü taahhütleri yerine getiriniz. İslâm'da ahdi bozmak haramdır."

İman da, Allah'la kul arasında yapılan bir an(t)laşma, bir ahidleşmedir. Bu ahidleşmeye sadakat, hem mü'minin Rabbine karşı münasebetlere sâdık olmasıyla, hem de diğer insanlarla ilişkilerindeki sözleşmelere sadakatle kendini gösterir. İnsan, Allah'tan başka rab tanımayacağına dair Allah'a ahid vermiş, Allah da bu konuda kendisinden ahid almıştır; yani muahede yapmışlar, ahidleşmişlerdir İnsanlar Allah'tan başkasına ibadet etmemeğe, O'ndan başkasını rab tanımamaya ahdetmişler; Allah da bunun karşılığında, insanlara yardım edeceğini ve dünya hayatından sonraki ahiret hayatında onları cennetlere koymayı ahdetmiştir. Ahid, sorumluluk gerektirir (17/İsrâ, 34). Eğer insanlar Allah'a verdikleri ahdin ve bu ahid çerçevesinde kendi aralarındaki ahidleşmenin sorumluluğunu yerine getirirlerse, Allah da ahdini yerine getirecektir (2/Bakara, 40).

Gerek Allah'a ve gerekse insanlara karşı verilen ahdin yerine getirilmesi gerekir. Kur'an'da kurtuluşa eren mü'minlerin sıfatları sayılırken: "Onlar emanetlerini ve ahidlerini yerine getirirler." (23/Mü'minûn, 8) buyurulur.

Ahde vefâsı olmayanın zâlimlerden olduğu anlaşılmaktadır: "Allah, ahdim zâlimlere ermez, buyurdu." (2/Bakara, 124)  "Ey iman edenler! Akitleri(n gereğini) yerine getirin." (5/Mâide, 1). Allah,  ahd-ü misakını bozanları şiddetle kınar, onların cezalandırılacaklarını belirtir. Bozulan bu sözleşme, ister Allah ile, ister Peygamber ile, isterse insanlar ile yapılan sözleşme olsun, bozanlar cezalandırılmayı hak ederler: "Sözleşmelerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık." (5/Mâide, 13) "Onlar ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar; işte husrâna/ziyana uğrayanlar onlardır." (2/Bakara, 27)  

"Bir kavim ahdinden dönerse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder."(Muvatta, Cihad 26 -2/460-)

33.     Cumartesi yasağına uymayıp maymunlaşmak: “Şüphesiz siz, içinizden Cumartesi yasağını çiğneyenleri bilirsiniz. Biz onlara, ‘Aşağılık maymunlar olun’ demiştik.”(2/Bakara, 65);(Ey Muhammed!) Onlara, deniz kıyısında bulunan kent halkının durumunu sor. Hani onlar Cumartesi (yasağı) konusunda haddi aşıyorlardı. Zira tatil yaptıkları Cumartesi günü balıklar onlara akın akın geliyor, tatil yapmadıkları (diğer) günlerde ise gelmiyorlardı. İşte onları yoldan çıkmaları sebebiyle böyle imtihan ediyorduk.”(7/A’râf, 163)

İsrâiloğullarından Allah'a isyanda ısrar eden ve Allah’la alay eder gibi yasakları hevâları istikametinde te’vil edenlerin, Allah’ın lânet ve gazabının bir sonucu olarak mesh cezasına çarptırıldıkları Kur’an’da açıklanır. Bu insanların ibâdet ve istirahat günleri olan cumartesi gününün kutsiyet ve yasağını çiğnediklerinden, içlerinden bazılarının ısrarlı öğütlerini de kibirlerinden dolayı dinlemeyip bile bile isyanda bulunmaya devam ettiklerinden dolayı böylesine dehşetli bir cezaya çarptırıldıklarını Kur’an haber vermektedir (2/Bakara, 65-66). Meshedilen insanlar, dünyevîleştiklerinden, sırf dünya metaını elde etmek ve midelerini doldurmak için Allah’ın emrini yerine getirmediler; irâdelerini kullanmadılar. Allah da onları irâdesi olmayan, sırf midesi için yaşayan zelil ve maskara maymunlara çevirdi. İrâdelerini kullanmadan, Allah’a isyan ederek yaşayanlar, ancak hayvanlara benzerler. Çünkü insanlarla hayvanları birbirinden ayıran temel özelliklerden biri, insanların irâdelerini kullanabilme yeteneğine sahip olmaları, hayvanların ise bu yeteneğe sahip olmamalarıdır. Kim, dünyevîleşerek böyle birtakım dünyevî menfaatler sebebiyle Allah’ın emirlerini te’villerle yerine getirmezse; âkıbeti, mesholunan bu insanlardan farklı olmayacaktır. Allah’ın azâbı er veya geç onları yakalayabilir. Dünyada olmasa da âhirette.

İman, insanın ilâhî emir ve yasakları yüzeysel bir şekilcilikle değil; fikrî, rûhî ve amelî boyutlarıyla derin bir teslimiyet ve itaat bilinci içinde karşılaması gerektirir. Düşünceyi şekilcilikle tasmalamaya çalışmak, itaate dayalı hedefleri açısından düşünceyi düşünce adıyla oyuncak haline sokmaktır. Allah, cumartesi eylemini, verilen söze aykırı bir hareket saymıştır. Hâlbuki onlar emrin, şeklî ve harfî manasına karşı gelmemişlerdi. Çünkü onlardan istenen, cumartesi günü avlanmamalarıydı ve onlar, bu emre güya karşı çıkmamışlardı. Onu şeklen uygulamışlardı. Fakat onlar, cumartesi günündeki bu avlanmanın neticesini dolaylı bir yolla elde etmenin hilesini bulmuşlardı. İşte bundan dolayı dünyevî ve uhrevî cezaya çarptırılmışlardı.

Çünkü emir ve yasaklara, zâhiren şekilsel olarak uyuyor görüntüsü verip ilâhî emirlere hileyle yaklaşmak, aslında itaatin içeriğini tersyüz edip isyan etmek olduğu gibi, alay anlamı da taşır. Emir ve yasakla ve hatta o hükmü koyan ile dalga geçmek ve onu hafife almak demektir. Sanki Allah’ın, kalplerden geçeni, niyetleri, emredilen hükümdeki hedeflerin saptırıldığını dâhil her şeyi bildiğine inanmamak, onun kandırılabileceğini vehmetmektir.

Bütün bu tavırlar, üzülerek belirtelim ki İslâm tarihinde, bazı geleneksel din ve fıkıh yorumunda ve günümüz müslümanlarında da ortaya çıkmaktadır. “Hîle-i şer’iyye”  yani, “şeriat’e uygun (!) hile” diye isimlendirilen bu şeytanî anlayış, aslında  “hile-i şerriyye” (büyük şer ve kötülüğe sebep olan hile)dir.  “Hîle-i şer’iyye” yi câiz görenler, “hîle”nin anlamını çare, çözüm, beceriklilik, çıkış yolu manasında kullandıklarını belirtirler. “Hîle”nin asıl anlamı, başkasını kurnazca aldatmak, yanıltıp kandırmak, sahtekârlık, düzenbazlıktır. İslâm tarihinde ve fıkhî tartışmalarda “hulle” ve “iyne satışı” gibi konularda daha çok görülür, yemin ve talâk konularında çok geniş bir alana yayılarak, hîleden (hîleye sıcak bakan bazı kimselerin daha çok bu konulardaki fetvâlarından) yararlanılır. Kanuna, şeriate karşı hilenin üç unsuru vardır. a) Yapılan muâmelenin şekil bakımından kusursuz ve hukuka uygun olması, b) Kanun koyucunun, şâriin vaz ettiği normun ruhuna ve maksadına aykırı bir sonuç doğurması, c) Hile kasdı.

Mesh’e uğrayan kavmin suçu, kendilerine ibâdet için tahsis edilen/ayrılan güne hile karıştırmaları; şeklen ibâdet gününe uyar görünüp gerçekte uymamalarıydı. Biz de, ibâdet için tahsis edilen zamanları, meselâ namaz vakitlerini, cumâ saatlerini gerektiği gibi değerlendirmez, görevlerimizi yapmazsak bizden önceki toplumların suçunu işlemiş oluruz. İbâdetleri yapar görünür de istenildiği şekilde rûhen icrâ etmeye uğraşmayıp gerçek anlamıyla kulluğumuzu yerine getirmezsek, benzer cezaya uğrama endişe içinde olmalıyız. İbâdete ayırdıkları zamanda bile dünyayı, midelerini düşünüp dünyevîleşenlerin durumu ve başlarına gelenler, sonraki nesillere ibret, muttakîlere de öğüttür (2/Bakara, 66). Onlar, ilâhî yasağa (cumartesi yasağına) uymadıkları için bu cezaya çarptırıldılar; biz de ilâhî yasaklara uymayınca, hele bunlara mâzeret uydurup kılıflar uydurunca,  benzer cezalara çarptırılmaktan korkmalıyız.  

Faizsiz bankacılık yaptıklarını iddia eden kurumlar da bütün bankalar gibi, kredi kartı, tüketici kredisi, konut kredisi, otomobil kredisi vs veriyorlar. Şu farkla ki; faiz oranından değil, fiyat oranından bahsediyorlar. Ödemeler düzenli yapıldığında, diğer bankalar ile arada fark bulunmuyor. Ancak geri ödemenizi yapamadığınızda, diğer bankalardan farklı olarak; kredinin türüne göre değişen kısa bir süre herhangi bir faiz uygulamadan bekliyorlar. Belirlenen süre aşıldığında yine vade farkı (cari gecikme faizi oranı + temkin payı ile belirlenen) uygulanıyor.

Büyük miktarlardaki mevduatları yatıracağınızı söylediğinde, faizsiz banka müdürleri ile kâr payı pazarlığı yapıldığı biliniyor.

34.     İnek kesimi konusunda, neredeyse yapmayacakları şekilde peygamberlerini aşırı sorgulamak: “Bir zaman Mûsâ kavmine, ‘Allah size bir inek kesmenizi emrediyor’ demiş; onlar da ‘bizimle alay mı ediyorsun?!’ demişlerdi. Mûsâ, ‘Câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım!’ dedi. ‘Bizim adımıza rabbine dua et de onun nasıl olduğunu bize açıklasın’ dediler. Mûsâ dedi ki: ‘Allah şöyle buyuruyor: ‘O, yaşlı da değil düve de değil; ikisinin arası bir inek olacak.’ Haydi, size emredileni yapın.’ ‘Bizim için rabbine dua et de renginin nasıl olacağını bize açıklasın’ dediler. Mûsâ, ‘O buyuruyor ki: Rengi parlak sarı, bakanların içini açan bir inek olacak’ dedi. Yine, ‘Bizim için rabbine dua et de onun nasıl bir şey olduğunu bize iyice açıklasın; çünkü bu sığır bize ayırt edilemez geldi; inşallah doğrusunu buluruz’ dediler. Mûsâ, ‘Rabbim şöyle buyuruyor, dedi: O, henüz boyunduruk altına alınıp yer sürmemiş, ekin sulamamış, serbest dolaşan ve alacası bulunmayan bir inektir.’ ‘İşte şimdi doğrusunu anlattın’ dediler ve ineği (bulup) kestiler, ama az daha (bunu) yapmayacaklardı. Hani siz bir adam öldürmüştünüz de bu hususta birbirinize düşmüştünüz. Hâlbuki Allah sakladığınızı ortaya çıkaracaktı. Sonra ‘(kesilen ineğin) bir parçasıyla ölüye vurun’ dedik. Böylece Allah ölüleri diriltir ve belki düşünürsünüz diye size âyetlerini gösterir.”(2/Bakara, 67-73)

Bugün “Müslümanım” diyenlerin de kendilerini sorgulamak yerine; peygamberlerini, dinlerini, hem de aşırı şekilde sorguladıklarına şâhit olmuyor muyuz?Peygamberimiz bugün yaşasaydı, “bunu niye yapıyorsun, şunu niye böyle yaptın?” diye üst üste soru sorarlar, cevapla da yetinmezler; “peki, delilin ne?” diye sorguya çekerler, bunu da yeterli görmeyip itirazlar ederlerdi.

35.    Allah’ın nimetini değiştirmek:“İsrailoğullarına sor; biz onlara nice açık mucizeler verdik. Kendisine geldikten sonra kim Allah’ın nimetini değiştirirse, (bilsin ki) şüphesiz Allah, cezası pek çetin olandır.”(2/Bakara, 211)

Bugün buralarda İslâm nimetiyle demokrasiyi, Allah’a teslimiyet yerine hevâî özgürlüğü, Allah’a ibâdet yerine tâğuta itaati, hidâyetle dalâleti, cennetle dünya zevklerini… değiştirmek. Fâtiha sûresinde de nimet verilenlerin yoluna hidâyet istiyoruz.Yani peygamberler, sıddıklar, şehidler, sâlih mü'minlerin yoluna ilet, diyoruz. Onlar ne güzel arkadaştır, ne güzel mü'minlerdir. “Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (4/Nisâ, 69). Zâten en büyük nimet; dindir, hidâyettir, Kur'an'dır, risâlettir, kullukta sadâkattir, O'nun yolunda sâlih kullardan olup, fi sebîlillâh şehid olarak ölebilmek, daha doğrusu ölümsüzleşebilmektir. Bu nimetleri önemsemeyip bunlardan mahrum olmanın ezikliğini duymadan sadece dünya nimetleri peşinde koşanlar, sahip olduğu dünya nimetleri için de şükretmeyip nankörlük yapanlar, kimin izinden gidiyor? Fâtiha suresinde nimet istenirken, kimlerin yolu takip edileceği belirtilip “gazap edilmişlerin ve sapıtmışların yolu değil” derken, hıristiyan ve Yahudilerin yolundan gitmeyeceğine dair günde 40 defa söz vermiş oluyordu namaz kılan bir mü’min.

36.     İyi olanı düşük olanla, güzel gıdaları, basitleriyle değiştirmek:“Hani, “Ey Mûsâ! Biz bir çeşit yemeğe asla katlanamayız. O hâlde, bizim için Rabbine yalvar da, o bize yerden biten sebze, kabak, sarımsak, mercimek, soğan versin” demiştiniz. O da size, “İyi olanı düşük olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise inin şehre! İstedikleriniz orada var” demişti. Böylece zillet ve yoksulluk onları kapladı. Onlar, Allah’ın gazabına uğradılar. Bunun sebebi, onların; Allah’ın âyetlerini inkâr ediyor, peygamberleri de haksız yere öldürüyor olmaları idi. Bütün bunların sebebi ise, isyan etmek ve aşırı gitmekte oluşlarıydı.”(2/Bakara, 61)

Bu isteğe karşı Cenâb-ı Hakk’ın sitem dolu cevabı: “Öyle ise inin şehre! İstedikleriniz orada var.” Ve günümüzde şehir hayatının, özellikle büyük şehirlerdeki hayatın doğal olandan uzaklaşıp genetiğiyle oynanmış, içine hormon ve birçok kimyevî maddeler katılmış basit yiyecekleri tercih eden toplumumuzu bu âyet ışığında okuyalım. Ayetin sonunda belirtilen ceza da ibretliktir: “Böylece zillet ve yoksulluk onları kapladı. Onlar, Allah’ın gazabına uğradılar.” (2/Bakara, 61;3/Âl-i İmrân, 112). Kimler? Güzel gıdaları, basitleriyle değiştirenler, İman, sâlih amel, takvâ, ilim ve cihad gibi mânevî gıdaları istemeyip yerine sadece dünyalık işler, diplomalar, zenginlik ve lüks yaşayış isteyenler…  

37.     Akıllarından çıkarmamaları istenilen şeyin (ahkâmın, Kitab’ın) ciddi bir kısmını da (önem vermedikleri için) unutmak: “İşte, verdikleri sözlerini bozmaları sebebiyledir ki onları lânetledik, kalplerini de kaskatı kıldık. Kelimeleri yerlerinden kaydırarak (tahrif edip) değiştiriyorlar. Akıllarından çıkarmamaları istenen şeylerden önemli bir kısmını da unuttular. (Ey Muhammed!) İçlerinden pek azı hâriç, onların daima bir hâinliğini görüyorsun. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Çünkü Allah, iyilik yapanları sever.” (5/Mâide, 13)

Bir konuda, özenin, ilginin kaybolmasından dolayı unutmak kınanmaktadır. Bu husus, Kur’an’da farklı şekillerde açıklanır. “Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu.” (9/Tevbe, 67). Allah’ı unutmak, Allah’ın emirlerine itaat hususundaki özenleri kaybolduğundan O’na olan teslimiyeti ve itaati unuttular. “Allah da onları unuttu” ifadesi, “Allah onları kendi başlarına bıraktı” anlamındadır. Allah’ın onları ve taleplerini dikkate almayacağı ve ebedî bir şekilde azap içinde terk edeceğini îmâ etmektedir. “Şu, Allah’ı unuttuklarından dolayı (Allah’ın da) onlara kendi nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın.” (59/Haşr, 19). Âyette geçen “kendi nefislerini unutturduğu” ifadesi, “kendileri için dünyada bir hayır ve sâlih amel yapmazlar, kendi hayırlarını, kendilerine yararlı olmayı unuturlar” anlamındadır. “Rabbinin âyetleri kendisine öğüt yollu hatırlatıldığı halde ondan yüz çevirenden ve ellerinin önce işleyip öne sürdüklerini unutandan daha zâlim kim vardır?” (18/Kehf, 57). Bu unutkanlık, kâfirlerin özelliklerindendir ve büyük sorumluluk gerektiren çeşittendir. Bu tür unutkanlık gösterenlere karşı kıyâmette şöyle denilecektir: “Onlara: ‘Bu gününüze kavuşmayı unuttuğunuz gibi, bugün de Biz sizi unuttuk (terk ettik, kendi halinize bıraktık). Oturup karar kılacağınız yer ateştir ve sizin için yardımcılar da yoktur’ denilecek.” (45/Câsiye, 34)

38.     Allah’ın âyetlerini inkâr etmek:“Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah’ın ve (mü’min) insanların güvencesine sığınmadıkça kendilerini zillet kaplamıştır. Onlar Allah’ın gazabına uğradılar ve yoksulluk onları kapladı. Bunun sebebi onların; Allah’ın âyetlerini inkâr ediyor ve peygamberleri haksız yere öldürüyor olmaları idi. Bütün bunların sebebi ise, isyan etmekte ve (Allah’ın koyduğu) sınırları çiğnemekte oluşları idi.”(3/Âl-i İmran, 112)

Allah’a ve O’nun âyetlerine iman ettikten sonra inkâr edip kâfir olanların, sonra küfürde daha ileri gidenlerin tevbeleri, asla kabul edilmez (3/Âl-i İmrân, 89-90). İslâm’dan başka bir din arayan kimseden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır. İmandan sonra küfrü tercih edenlere Allah’ın hidâyet nasip etmeyeceği vurgulanır. Bunların cezası olarak, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lâneti onların üzerinedir. Onların azapları hafifletilmez; âhirette yüzlerine de bakılmaz (3/Âl-i İmrân, 85-91). Yahûdiler, mü’minleri imanlarından vazgeçirip küfre döndürmek isterler (2/Bakara, 109). O yüzden onlara uymak, mürtedliğe/kâfirliğe kapı açar (3/Âl-i İmrân, 100, 149). Onlar, eğer güçleri yeterse, mü’minleri dinlerinden döndürünceye kadar onlara karşı savaşırlar (2/Bakara, 217). Allah’ın âyetlerinin tümünü inkâr edilmesiyle, bir kısmının inkâr edilmesi arasında pek fark yoktur. Allah’ın âyetlerinin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmenin cezası çok ağırdır: “… Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle davrananların cezâsı, ancak, dünya hayatında rezillik/rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde ise, en şiddetli azâaba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” (2/Bakara, 85)  

39.     Allah’ı cimrilikle itham etmek:“Yahudiler, ‘Allah’ın eli bağlıdır’ dediler. Söylediklerinden ötürü kendi elleri bağlansın ve lânete uğrasınlar! Hayır, O’nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun, sana Rabbinden indirilen (Kur’an) onlardan birçoğunun azgınlık ve küfrünü artıracaktır. Biz onların arasına kıyamete kadar düşmanlık ve kin saldık. Her ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışırlar. Allah, bozguncuları sevmez.”(5/Maide, 64)

Günümüzde bu durumun benzerleri değişik şekillerde görülüyor. Biraz fakirlikle imtihan ediliyorsa “Allah bizi unuttu” diyor. “Allah bolca verse, sanki hazinesi mi tükenir?” şeklinde düşünüyor. Kendisinin görevi olan rızık için çalışmayı ve diğer yapması gerekenleri terk ediyor ve Allah’ı hizmetçi yerine koyarak “Allah şunu versin, bunu nasip etsin” diyor ve yerine gelmediyse Allah’a (hâşâ) sitem ediyor. Bir zamanların meşhur şarkılarından biri idi: “Ah demeden, vah demeden; Versin Tanrı istemeden.” Ah, vah bile demeyecek, dua etme zahmetine bile girmeyecek, ama Allah bu kuluna hep verecek, verecek…

40.     Cimrilik Yapmak:“Yahudiler, ‘Allah’ın eli bağlıdır’ dediler. Söylediklerin-den ötürü kendi elleri bağlansın ve lânete uğrasınlar! Hayır, O’nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir…”(5/Mâide, 64)

Burada -Yahudilerden bir örnek verilerek- kullanılan sert ifadenin, Allah hakkında saygısızca sözler söyleyen herkesi kapsayan genel bir uyarı olduğu dikkatten kaçırılmamalıdır. Nitekim insanın darlık ve sıkıntıya düştüğü zamanlarda Cenâb-ı Allah'ı kendisine karşı yükümlülükleri olan bir varlık olarak düşünmesi, Kur'an'ın başka âyetlerinde soyut bir anlatım üslûbu içinde eleştirilmiş ve kendi konumu üzerinde daha dikkatli düşünmeye davet edilmiştir. İnsan, kendi cimriliğini, Allah’a yüklemeye kalkıyor; O’nun âlemlerin rabbi olduğunu, bütün yaratıklarına rızık verdiğini, yarattığı varlıkların ihtiyacı ne ise o ihtiyaçları onlara verdiğini görmezden geliyor.

41.         Kendilerinin Allah’ın oğulları ve sevgili kulları olduklarını söylemek:“(Bir de) yahudiler ve hıristiyanlar, ‘Biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız’ dediler. De ki: ‘Öyleyse (Allah) size neden günahlarınız sebebiyle azap ediyor? Hayır, siz de O’nun yarattıklarından bir beşersiniz.’ (Allah) dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunanların da hükümranlığı Allah’ındır. Dönüş de ancak O’nadır.”(5/Maide, 18)

Kendilerini en iyi Müslüman ve Allah yanında ayrıcalıklı özellikleri olan üstün toplum görme anlayışı maalesef bu toplumda da var. “En iyi Müslümanlık bizde”, “İslâm dünyasını biz Türkler yönettik, Halifelik hakkı da bizimdir. Zaten insan nerede düştüyse oradan kalkar.” demektedir bu ülkenin insanları. O yüzden atalar diniyle bağlantısı olsun veya olmasın; Osmanlı hayranıdır toplum. Onlarla övünür, onların faziletlerini kendi kavminin, hatta kendisinin fazileti olarak görür. Allah’ın bu topluma ayrıcalıklı davranacağını düşünenler de vardır. Meselâ Allah’ın bu topluma ebedî cehennem cezası vermeyeceğine kesin inancı vardır halkın; “yanar çıkarız” der en günahkâr, en isyankâr kişi bile. 

42.     Hâin olmak:“İşte, verdikleri sözlerini bozmaları sebebiyledir ki onları lânetledik, kalplerini de kaskatı kıldık. Kelimeleri yerlerinden kaydırarak (tahrif edip) değiştiriyorlar. Akıllarından çıkarmamaları istenen şeylerden önemli bir kısmını da unuttular. (Ey Muhammed!) İçlerinden pek azı hariç, onların daima bir hainliğini görüyorsun. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Çünkü Allah, iyilik yapanları sever.” (5/Mâide, 13)

Allah’ın üzerimize yüklediği güzel emânetlere ihânet, Allah’ın verdiği bedenimize, aklımıza, ruhumuza, gönlümüze ihânet, eşimize ve evlatlarımıza ihânet, Allah’ın Kitabına ve Rasulün sünnetine ihânet, bize emanet edilen dâvâmıza ihânet… Yeryüzünde halife kılınan insan, ancak "emanet" yükünü taşırsa bu görevini hakkıyla yerine getirebilir. Dağların, yerin ve göklerin taşıyamamaktan korktukları  "emanet" nedir? Gerçek mü'min olmak, insanlar arasında emîn/güvenilir sıfatı kazanmak, Allah'tan gelen İlâhî vahiyden emin olarak, İlâhî hükümleri tereddütsüz kabul etmek, kulluk emaneti, Kur'an ve Kur'an'la bildirilen İlâhî yasalar, insana yeryüzünde yön veren serbest irâde... Bütün bunlar, emanetin değişik açılardan görünüşüdür. İrâdesini Allah'ın hükmüne tâbi kılanlar, halifelik görevini yaparlar; irâdelerini İblis'e ve nefislerine teslim edenler ise emanete ihanet ederler. Unutmamak gerekir ki, "hak"dan önce "ödev" vardır, sorumluluk vardır. Allah'ın üzerimizdeki haklarını hatırımızdan çıkarmamalı ve O'na karşı görevlerimizi kuşanarak, emanete ihanet etmediğimizi isbat etmeli; kulluk bilinciyle diğer kulların haklarına da riâyet edip, elinden ve dilinden güven duyulan insan olmalıyız. İşte o zaman hak yerini bulacak, hak ettiğimiz yere Hakkın yardımıyla ulaşacağız. Bâtılı söküp atmak da bizim kulluk görevlerimizden biri olduğundan bâtılı reddetmeyi, bâtılla mücâdeleyi mü'min olmak için olmazsa olmaz bileceğiz.

Devlet halkın malını, halk da devletin (aslında tüm halkın) parasını çalmaya çalışıyor. Tabii, bu konuda devleti yönetenlerin uzmanlığı ve yaptıklarını yasallaştırarak yaptığı için çaldığı minarelerin kılıfını hazırlaması çok daha ileri safhalarda hırsızlığı ortaya koyuyor. Bazı hırsızlıkların kanun kılıfı içinde yapılması onun hırsızlık olduğunu engeller mi? Haksız vergiler, enflasyon denilen devletin elinin halkın cebinden devamlı para çalması birer hırsızlık değil midir? Nasılsa elektriğini, devlete borcunu, haksız da olsa vergisini zamanında yatıramayan, para bulup zamanında denkleştiremeyen vatandaşa gecikme cezâsı adına yüksek meblağda fâiz ve para cezâsı verilerek soygunun başka bir çeşidi sergilenmiyor mu? Kredi kartları ve borçlarının nasıl bir soygun olduğunu piyasada kullanımda olan sayıları 61,5 milyona ulaşan kredi kartı kullananların iyi bildiğini zannediyorum. Kapitalizmin, holdinglerin, hiper ve süper marketlerin, reklâmların, modanın... âdî hırsızlıktan farkı, çaktırmadan ve kandırarak, insanları değişik şekilde uyutup uyuşturarak soyması değil midir? Kapitalist düzen hırsız düzenidir, soygun ve sömürü düzenidir. Sahtekârlıkların da bin bir çeşidi sergilenebiliyor, bu yollardan biri ya da birkaçıyla, ama mutlaka tüm insanlar soyuluyor.   

Sovyetler Birliği zamanında ve Rusya'nın süper güç maskesi taktığı dönemlerde bir Amerikalı ile Rus'un halkın ekonomik durumuyla ilgili bir konuşması fıkra cinsinden aktarılır: Rus Amerikalı muhâtabına sorar: "Amerikan vatandaşları ortalama kaç dolarla geçinir?" Amerikalı "1200 dolarla" diye cevap verir. "Peki, bu parayı nasıl kazanır?" diye soran Rus'a Amerikalının verdiği cevap "Biz özgür bir ülkede yaşıyoruz. Kimse onun nasıl kazandığına karışmaz" olur. Soru sırası kendine gelen Amerikalı Rus'a aynı soruyu sorar: "Rus vatandaşları ortalama kaç dolarla geçinir?" Rus cevap verir: "220 dolarla." Amerikalı hayret içinde tekrar sorar: "Bu parayla bir insan nasıl geçinir?" Rus'un verdiği cevap: "Biz de özgür bir ülkeyiz. Kimse onun nasıl geçindiğine karışmaz" olur. Rus'un verdiği cevap, Türk yöneticilerinin de dilleriyle değilse, halleriyle verdiği cevaptır.   

43.     Sık sık savaş ateşini körüklemek ve yeryüzünde fesâda/bozgunculuğa koşmak:"Yahudiler, 'Allah'ın eli bağlıdır/sıkıdır' dediler. Kendi elleri bağlandı ve söylediklerinden dolayı lânetlendiler. Bilâkis Allah'ın elleri açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun ki sana Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttırır. Aralarına kıyâmete kadar sürecek düşmanlık ve kin soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozguncuları sevmez." (5/Mâide, 64)

Kavgayı seven bir toplumuz. Diktatörlüğü arayan çok insanımız da vardır; yöneticilerin demir yumruk sahibi olmasını isteyen. “Asacaksın bunları” diyenlerimiz giderek çoğalıyor. “Ne duruyoruz, Musul, Kerkük bizim aslında, girelim Irak’a, savaşsa savaş, alalım Musul’u, Kerkük’ü” diyenlerimiz azınlıkta değildir. Emperyalistler, büyük silâh tüccarları körükler bu tür düşünceleri. Aslında savaşanlar değil, savaştıranlar kazanır hep. Niçin savaşacaktır, insan; bunu da bilmez veya Kur’an’ın tasvip ettiği değildir amacı. Vatan, millet, sakarya denilen hamâsî, heyecana dayanan devletin ve ırkın yücelmesi içindir savaş çığlıkları…

PKK ile en az yirmi yıldır savaşılıyor. Netice mi, onlardan ve askerlerden on binlerce ölü. Başka bir netice? Paraların silah tüccarlarına akması, ekonominin zayıf düşmesi. Bazen Türk askerinin Suriye ve Irak topraklarının içinde de savaşa katıldığı olur. Tabii, bütün bu savaşların hiçbiri “fî sebîlillâh” değildir. Bu kavramı herhangi bir askere sor, yüzüne aval aval bakar.

Yeryüzünü ifsâd etmeyi huy edinenler, insanların huzurlu bir şekilde Rablerine kulluk yaparak dünyada güzel güzel geçinip yaşamalarını istemezler. Onların arasında fitne çıkarıp birbirleriyle savaştırmak için şeytanî metodları uygularlar. Ülkeleri birbirleriyle savaştırıp kendileri nemalanmak isterler. Toplumları da kendi içlerinde fırkalara bölerler. Hevâ ve heveslerini ilâh edinen zümreler, yeryüzünde fesadın iktidarını sağlamış ve bunun devamı için kurumlar kurmuş, kurallar oluşturmuştur. Müslümanlara düşen görev, fitne ve fesat yeryüzünden kaldırılıncaya, din sadece Allah'ın oluncaya kadar bütün gücüyle mücahede, mücadele ve mukatele etmektir.

44.     Allah’ın âyetleri hakkında mücadele etmek:“Allah’ın âyetleri hakkında, kendilerine gelmiş bir delilleri olmaksızın tartışanlar var ya, onların kalplerinde ancak bir büyüklük taslama vardır. Onlar, tasladıkları büyüklüğe asla ulaşmazlar. Sen Allah’a sığın. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”(40/Mü’min, 56)

Mü’minler, Allah’ın âyetlerine iman edip teslimiyet gösterdikleri ve o âyetleri doğru şekilde öğrenip hayatlarında tatbik etmeye çalıştıkları gibi, mü’min olduğunu iddia eden kâfirler de âyetler hakkında münâkaşa ve mücadele etmeyi tercih eder. Âyetleri selîm olmayan akıllarına vururlar, kendi kafalarına göre itiraz etmeye çalışırlar. Onlar için Allah ve O’nun kitabı ölçü değildir. Kendi hevâları, arzu ve beğenileri ölçüdür. Özellikle elektronik medyada, daha çok da facebook gibi halka açık yerlerde âyetler hakkında, âyetlerin gündeme getirdiği hükümler hususunda yakışıksız ve seviyesiz tartışmalar yapıldığına şahit olmaktayız. Âyetlere karşı biz “duyduk ve uyduk” demek, itiraz etmeksizin kabul edip gereğini yapmaya çalışmak zorundayız.

45.     İsyankârlık ve aşırı gitmek:“Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah’ın ve (mü’min) insanların güvencesine sığınmadıkça kendilerini zillet kaplamıştır. Onlar Allah’ın gazabına uğradılar ve yoksulluk onları kapladı. Bunun sebebi onların; Allah’ın âyetlerini inkâr ediyor ve peygamberleri haksız yere öldürüyor olmaları idi. Bütün bunların sebebi ise, isyan etmekte ve (Allah’ın koyduğu) sınırları çiğnemekte oluşları idi.” (3/Âl-i İmrân, 112)

İnsanımıza abdesti bozan şeyler kadar olsun imanı bozan şeyler anlatılamadığı, anlatılmasına izin verilmediğinden, tam tersine, her çeşit günah ve isyan için, “bunlar imanı bozmaz, bunlar olmadan da müslümanlık olur” diyerek insanları her çeşit isyana rağmen Allah’ın affına güvendirerek kandıran kimselerin aldattığı insanımızın mü’mine benzeyen ne kadar vasfı kaldı değerlendirilmez. Âlemlerin rabbi olan Allah evrende mutlak tasarruf sahibidir. Yaratıklar arasında yalnızca insan teşrii alanda bu rabliğe karşı çıkabilir. Yeryüzündeki tasarrufunu Allah'ın hükmüne göre değil; kendi iradesi doğrultusunda yapmaya kalkışabilir. Bu zâlim insan, yeryüzündeki hayatı, istediği biçimde yönlendirmeye kalkar. Bunun için Allah'ın kurallarına rağmen kendinden kurallar koyar. Böylece insan, kendi arzularını ilahlaştırmış olur. Arzularının doğrultusunda yeryüzüne şekil vermeğe kalkınca da yeryüzünde rableşmiş olur. Bunun sonucunda, böylesi insanlara isteyerek itaat edenler de, Allah'ı değil; bu insanları rab kabul etmiş olurlar.

Günümüzde, insanların, vicdanlarında inanıp kabul ettikleri ilâhla, yaşantılarında, hükümlerine teslim oldukları ilâh aynı değildir. Teorik olarak inandıklarını ifade ettikleri Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini, vicdanlarına hapseden günümüz insanlarının pek çoğu, pratik hayatlarında Allah'tan başka rablerin emirlerine ve hükümlerine teslim olmaktadırlar. İnsanların pek çoğunun mâruz kaldığı en büyük tehlike; Allah'ı günlük yaşantılarında rab kabul edemeyişleridir. Onlar, bir yandan mü'min ve müslüman olduklarını söylerlerken, diğer yandan da Allah'ın emir ve yasaklarını bir tarafa atarak çeşitli varlıkların ve rehber edindikleri önderlerinin emirlerine “Ümmetimin hepsi Cennet’e girecektir. Ancak kaçınanlar hâriç, onlar giremeyecektir.” Ashâb: “Kim Cennet’e girmekten kaçınır yâ Rasûlallah?” diye sordular. Rasûllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim bana itaat ederse, Cennete girer. Kim de bana âsi olursa (emirlerime itaat etmezse) o Cennete girmekten çekinip kaçınmış olur (ve Cennete giremez).” (Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 32-33, hadis no: 1835).

Putlara, şeytanlara ve tâğutlara tapmak nasıl şirk ise, Allah'ın emrine, Hakk'ın hükmüne uymayan kişilerin ortaya attıkları görüşleri benimsemek ve onları Allah'a tercih edip onlara uyup itaat etmek de öylece bir şirktir. Bu durum, onlara kulluk mertebesinden fazla değer vermek, Allah'ın ilâhî hükümlerine uymayan görüş ve fikirlerini benimsemek olduğu için, bir şirk çeşididir. Onların sözlerine itaat edip, Allah'ın emirlerini terketmenin puta ve tâğuta tapmakla aynı olmasının sebebi açıktır. Hakkı bâtıl, bâtılı da hak diye benimsettirip, insanlara helali haram, haramı da helal tanıtarak Allah'ın hükümlerini değiştirmeye çalışanlar, ilmi haysiyetten uzak birer tâğutturlar. Bunlara uyup itaat etmek de onları rab kabul etmektir. Çünkü bu duruma düşenler, Allah'ın hükmüne değil de onların isteklerine itaat ederek onlara Allah'a tapar gibi tapmış olanlardır.

Günümüzde şirkin her çeşidinin yaygın olduğunu görüyoruz. Müslüman mahallede pazarlanan bin bir çeşit şirk içinde, çok yaygın olmasından ötürü, belki en önemli örneklerinden biri itaat ve isyan konusuyla ilgili şirktir. Hani meşhur fıkradaki ifadeyle, taşlar beşerî yasalarla bağlı ve itler de “özgürlük tanrısı”nın salıvermesiyle her önüne gelene saldırmak için ortalıkta koştururken, fincancı katırları ürkütme riskini göze alamayanlarca bu çeşit şirke vurgu yapılamamakta, hatta bu şirk canavarı, ehlîleştirilmiş ve mâsum gösterilmektedir. Müslümanların sırât-ı müstakim’i şaşırıp yanlış işaretlerle mecburi istikamet diye gösterilen cehennem yolu üzerinde “dur!” diye ellerini makas gibi açanlar çıkmadıkça ve yoldaki işaretleri doğrusuyla değiştirme çabasına yeterli sayıda insan girmedikçe, uçurumlara yuvarlananlara ağıt yakacaklar bile kalmayacaktır.

46.     Kibirli olmak:“Allah’ın âyetleri hakkında, kendilerine gelmiş bir delilleri olmaksızın tartışanlar var ya, onların kalplerinde ancak bir büyüklük taslama vardır. Onlar, tasladıkları büyüklüğe asla ulaşmazlar. Sen Allah’a sığın. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”(40/Mü’min, 56)

Bazı insanlar ellerindeki güçlerle, dünyalıklarla veya saltanatla (devlet gücüyle) kendilerini üstün görürler. Allah karşısında kul olduklarını unuturlar da kendilerini Allah’tan müstağni sayarlar (O’na ihtiyaç duymazlar). Bunların bir kısmı, Âhirete inansa bile, yine kendilerinin kurtulacağını düşünürler. Çünkü onlar, ellerinde her çeşit güç ve imkân var zannederler. Bir kısmı da Âhireti inkâr ederler. Hayatın yalnızca bu dünya yaşantısı olduğunu kabul ederler. Sahip oldukları mal, çocuklar ve iktidarla üstünlük taslarlar. Bu dünyalık ve güçle insanlara hükmetmeye, onları kullanmaya, onları köleleştirmeye çalışırlar. İsteklerine kavuşmak için zorbalığa ve zulme başvururlar. Böylece haddi aşarak bağy (azgınlık) ederler. Arzularını gerçekleştirmek yolunda hiç bir yasak ve günah tanımazlar. İşlerine ve hayatlarına kendi ‘hevâ’larına göre yön vererek ilâhlığa soyunurlar. İnsanları yönlendirmek ve kullanmak isteyerek Rabliğe yeltenirler.

Böyle kimselere Allah’ın âyetleri hatırlatıldığı zaman ‘bunlar da neymiş’ der, alay eder ve aldırmazlar. Peygamberleri ve onların yolunu izleyenleri dinlemezler. Allah’ın huzurunda secde yapmayı kibirlerine yediremezler, ibâdet onların nefislerine çok ağır gelir. Allah’ın hükümleri ve ilkeleri karşısında çok inatçıdırlar. Onlar aslında hem hasta ruhlu insanlardır, hem de zayıf karakterlidirler. Ancak zayıflıklarını haksız yere kibirlenerek kapatmaya çalışırlar.

47.      Yalana kulak verip haram mal yemek:“Onlar, yalanı çok dinleyen, haramı çok yiyenlerdir. Eğer sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Onlardan yüz çevirecek olursan, sana asla hiçbir zarar veremezler. Eğer hükmedecek olursan, aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah, âdil davrananları sever.”(5/Mâide, 42)

Mü’minler, helâl yoldan kazanırlar, helâl yerlere harcarlar, helâl yiyecekleri yerler, helâl içecekleri içerler, helâl davranışlarda bulunurlar, helâl eğlencelerle yetinirler; kısaca helâl anlayışı üzerine hayatlarını sürdürürler. Helâlden ayrılmayarak Allah’ın rızâsını isterler.

"İlk peygamberlerden itibaren halkın hatırında kalan bir söz vardır: 'Utanmadıktan sonra dilediğini yap!"(Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6; İbn Mâce, Zühd 17) 

"Öyle bir devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak." (Buhârî, Büyû' 7, 23; Nesâî, Büyû' 2) Rezîn rivâyetinde şu ziyâde vardır: "... Böyle kimselerin hiçbir duâsı kabul edilmez."

Müslüman, haramlar konusunda titiz olan insandır. O haram olan bir davranışı yapmaz, haram bir şeyi yemez içmez, haram olan bir sözü konuşmaz. Farzlara dikkat eder. Bilir ki farzları terk etmek de haramdır. Haramlar, Allah’ın müslümanlar için çizdiği sınırlardır. Mü’min insan bu sınırları dikkatlice korur (9/Tevbe, 112). Allah (c.c.), insanlar için koyduğu sınırları (hudûdu) aşanları sevmemekte, onları Cehennem azabı ile tehdit etmekte, sık sık ‘Allah’ın sınırlarına tecavüz etmeyin’ diye uyarmaktadır (4/Nisâ, 14; 2/Bakara, 229; 58/Mücâdele, 4 vd.). Mü’minler, helâl yoldan kazanırlar, helâl yerlere harcarlar, helâl yiyecekleri yerler, helâl içecekleri içerler, helâl davranışlarda bulunurlar, helâl eğlencelerle yetinirler; kısaca helâl anlayışı üzerine hayatlarını sürdürürler. Helâlden ayrılmayarak Allah’ın rızâsını isterler.

48.      Yahudiler, bâtıl yollarla insanların mallarını yerler:“Ey iman edenler!Hahamlardanve rahiplerden birçoğu, insanların mallarını haksız yollarla yiyorlar ve Allah’ın

yolundan alıkoyuyorlar. Altın ve gümüşü biriktirip gizleyerek onları Allah yolunda harcamayanları elem dolu bir azapla müjdele.” (9/Tevbe, 34)

Bâtıl yollarla, yani hak etmedikleri yollarla başkalarının mallarını yemek, Yahudilik özelliğidir. Günümüzde bu tür kul hakkını gasb etmenin çok çeşitlerinin yaygın olarak icra edildiğini görüyoruz. Rüşvet, dolandırıcılık, kumar, yalan ve hile ile haksız kazanç elde etmek çokça görülüp duyulan hususlardan. Haksız yere vergi vermemek ayrı bir şeydir; devlet malını gasbetmek, elektrik sayacında hile yapmak gibi sahtekârlıklar ayrı bir şeydir.

Batılı ve (ne kadar yerli olduğu tartışılabilecek) Türk filmlerinde biraz sosyalizm, biraz halk tipi eşkıyâlık propagandası kokan, kahramanın zenginden çalıp fakirlere dağıtması rolünü İslâm onaylamaz. Yani, hırsızın malını çalmak da hırsızlıktır. Hırsızdan hırsızlık yapana had uygulanıp uygulanmaması İslâm mezhepleri ve müctehidler arasında ihtilâflıdır. Ama kesinlikle ta'zîr de olsa bu tür hırsızlık yapana cezâ verilir. Hırsızlık suçsa, kötüyse hırsızın malını çalmak da aynı suçu işlemektir, aynı kötülüğü yapmaktır. Bu ilk hırsızın şahıs, kurum, devlet, müslüman veya kâfir olması, hükmü değiştirmez.      

Hırsızlığın en büyüklerinden biri, umûma, halka ait malları çalmaktır. Bu, bazen devlet malı zannedilerek yapılır. Devlet, aslında soyut bir kavramdır, varlığı kâğıt üzerindedir. Devlet malı, aslında halkın malıdır. Yöneticiler âdil bir müslüman ve yönetim İslâmî ise, Allah'ın hükmüne göre adâletli bir şekilde halkın malını halkın en önemli ihtiyaçlarından başlayarak halka harcar. Bu vasıflardan birine sahip değilse halka zulüm ve halkın malına ihânet sözkonusu olur. Bazıları şöyle der: “Herkes çalıyor. Biz de aslında devletteki kendi hakkımızı almış oluyoruz!” Farkında olmasalar da, bu tavır, tüm halkı soymak, meşhur deyimle tüyü bitmemiş yetimin hakkına el uzatmaktır. Bir kişinin malını çalan kimse, onunla helâllaşma imkânına sahiptir. Mümkün ki, o kimse onu affeder. Ama umuma/kamuya ait mallar bütün müslümanların, bütün halkın mülküdür. Allah’tan korkmayanların yaptığı, onlara gerekçe olacak bir neden değildir. "Bir kavimde gulûl (denen devlet malından hırsızlık) zuhûr ederse Allah o kavmin kalplerine korku atar. Bir kavim içinde zinâ yayılırsa orada ölümler artar. Bir kavim, ölçü ve tartılarda (hile yaparak) miktarı azaltırsa Allah ondan rızkı keser. Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse o kavimde mutlaka kan dökme yaygınlaşır. Bir kavim ahdinden dönüp gadre yer verirse Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder."           

Bazı insanlar, müslüman olmadıklarından dolayı kâfirlerin mallarının ve İslâmî bir devlet olmadığı, tâğûtî bir düzen olduğu için devlet malının çalınmasının câiz olduğunu ileri sürerler. Devletin olduğu varsayımıyla elektrik, su, belediye otobüsü vb. kullanımlarda sahtekârlık ya da hile ile de olsa bu tür hırsızlıkta sakınca olmadığını iddiâ ederler. Bu anlayış ve tavır, doğru da değildir, İslâmî de. Savaşla normal hali, ganimetle hırsızlığı karıştırmaktır. İslâm'ı da, sosyal yapıyı da bilmemektir. Dâvâya da büyük zarar sözkonusudur. Toplum ve yöneticiler açısından; "güvenilmez, hırsız, halkın malına zarar veren bir kimsenin dini ve dâvâsı da hak olamaz" denilir. Bu birkaç kişinin müslüman vasfından dolayı, tüm müslümanlar bu anlayışta ve bu tavırda kabul edilir. Tebliğ ve dâvetin önü kesilmiş olur. Peygamberimiz'in Mekke'de kâfirlerin mallarına karşı tavrı nasıl olmuştu? Müşriklerin onca zulüm ve baskılarına, müslümanların mal ve canlarına saldırılarına rağmen, hicret esnâsında Rasûlullah müşriklerin kıymetli para ve mallarından oluşan emânetlerini sahiplerine iâde etmek için yeğeni Ali'yi sûikast yapılacak yatağına yatırma riskini tercih etmişti. Mallarının gasbedilmesi câiz olan kâfirler ve devletler, müslümanlarla fiilen savaş halinde olanlardır. Mevcut şartları savaş olarak değerlendirmek İslâm hukukuna da, genel değerlendirmeye de uygun değildir. Yoksa, savaş dışında kâfirlerin kendileri, şirketleri, kurumları, malları ganimet kapsamına girmez. Filistin gibi işgal güçlerine karşı fiilî savaş durumunu yaşayan insanlar için elbette cihad hükümleri, ganimet durumu sözkonusudur.

Bazı fıkıh kitaplarında “dâru'l-harb” teriminin kullanılması ve buna ait özel fıkhın oluşturulması; müslümanlara, savaşın dışındayken, düşmanın malına, servetine el koyma veya onları yok etme yahut da kişisel hürriyetlerine ilişme gibi hiçbir şekilde bir bahâne vermemektedir. Bazı câhillerin zannettiğinin aksine, bir yer dâru'l-harp olsa, orada barış içinde yaşayış sürdürülürken, kâfirlerin mal ve canlarına dokunulamaz; savaş şartlarındaki hususlar geçerli olmaz. Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, bu terimin kullanılması, yani ülkelerin ve insanların çeşitli kategorilere ayrılması, ortadaki gerçeklerden hiçbir şey değiştirmiyor, değiştirmez. Kur’an’ın emir ve yasakları her coğrafyada uygulanmaya çalışılır. Helâllar ve haramlar coğrafyaya, dâru’l-harb anlayışına göre değişmez. Ülke ister Dâru’l İslâm kabul edilsin, ister Dâru’l Harb olarak değerlendirilsin; ancak savaş şartlarında savaş hukuku geçerli olur.Unutmayalım ki, dâru’l-harb ve dâru’l-İslâm kavramları Kur’ânî kavramlar olmayıp, tarihî şartlardan dolayı müctehidlerin tasnifinden ibârettir ve bu konudaki fıkhî hükümler, o günkü dünya açısından doğru olsa bile, bugün için aynen uygulanmasında büyük sakıncalar olan ictihâdî, o zamanlara âit, beşerî yorumlardan ibârettir.

49.    İnsanlara karşı korkak ve zayıf olmak:Müstahkem şehirlerde veya siperler arkasında bulunmaksızın Müslümanlarla toplu halde savaşamazlar: “Onların kalplerinde sizin korkunuz, Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Onlar müstahkem kaleler içinde veya duvarlar arkasında olmadan sizinle toplu hâlde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın. Hâlbuki kalpleri darmadağınıktır. Bu, onların akıllarını faydalı şekilde kullanamayan bir topluluk olmalarındandır.” (59/Haşr, 14) 

İsrail halkı ve ordusu, insan gücü olarak azdır. Asker açığını kızlarla ve yer yer Amerika’dan getirdikleri paralı askerlerle kapatmaya çalışmaktadırlar.

Hıristiyanlara da düşman oldukları, insanî hakları çiğnedikleri, faşizan ırkçılıkları, tüm insanlığın kanını emdikleri dünya kamuoyuna yeterince duyurulursa Batılılar dâhil, onları kimse desteklemez, hatta nice Hitler adayları bile çıkabilir.

Başta Amerika olmak üzere Rusya ve Avrupa, hatta müslümanların yaşadığı ülkelerin çoğu yöneticileri bugün siyonizmi ve İsrail’i desteklemektedirler. Ama, unutulmamalıdır ki, uluslar arası ilişkilerde dost yoktur; ülke menfaati vardır; onlar, her şeyden önce kendi çıkarlarını düşünürler. İsrail’i desteklemenin onların faydalarına olmadığı ve olmayacağı anlatılabilirse bu destek, tavır almaya dönüşebilir.

Her şeyden önemlisi, Allah’ın yardımı onlara gelmez. Onlar Kur’an’ın hükmüne göre; fesatçı, zorba, maddeyi ilâhlaştıran, azgın ve lânetli bir zihniyete sahiptir. Bu özelliklerin her biri, İlâhî yardıma engel olan hususlardır. Hele karşılarında Allah’ın askerleri olursa...

Zorbalıkları için silâh ve teknolojilerine güvenenler bilmelidirler ki, maddî silâhlar dayanıksız ve yetersizdir. İman silâhı ise ne kadar yok edilmeye çalışılsa daha da keskinleşmekte, muvahhid elindeki ebâbil taşı, Hak düşmanı zorbanın fil benzeri tankına gâlip gelebilmektedir. Onlar müstahkem şehirlerde veya duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Sen onları derli toplu sanırsın; Hâlbuki kalpleri darmadağınıktır.” (59/Haşr, 13-14)

Bizim insanımıza gelince… Güçlülerden ve özellikle devlet denilen kurumdan korkmak, polisten korkmak, hapisten korkmak insanımızın kanına işlemiş. Kadın kocasından korkar, talebe hocasından. Köylü ağadan korkar, asker subaydan. İşçi patronundan korkar, gariban zâlimlerden. Kısacası, herkes herkesten korkar; ama Allah’tan, O’nun azâbından gereği gibi korkan çok azdır.

50.     Sadece Allah’tan korkmak gerektiği halde, insanlardan korkmak:“Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler, onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu hâlde, siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (5/Mâide, 44);Onlar size eziyetten başka bir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşmaya kalkışsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da edilmez.”(3/Âl-i İmrân,111). Konuyla ilgili yine bakın: 5/Mâide, 45; 5/Mâide, 47.

Korkmayan insan yoktur. Ama korkuya iman yön verirse, kişi esas korkulacak yeri bilir ve tedbirlerini ona göre alır. Korku bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacını Allah korkusu da denilen takvâ ile gideremeyen insan, kendine zarar verecek korkulara esir olur. Bu topraklarda da, depremden korkulur, aç kalmaktan korkulur, hırsızdan korkulur, arsızdan korkulur. Yani, insanlardan çokça korkulur. İnsanlar insanlardan korktuğu için cihad ruhu yok sayılır. Eh, az bir insan, az bir şekilde Allah’tan da korkar. 

Kullarına karşı daima lütufkâr olan Allah, ibâdetleri onların cehennem azâbından kurtulmaları ve cennet nimetlerine kavuşmaları için bir sebep kılmıştır. Sebeplere sarılmak, neticelere râzı olmak demektir. Dünyaya ait korkular devamlı değil, geçicidir. Çünkü hiçbir tehlike, Allah’ın azabı kadar şiddetli değildir. Bunun için Allah, “Öyleyse siz onlardan değil; Benden korkun, eğer gerçek mü’minlerden iseniz.” (3/Âl-i İmrân, 175) buyurmuştur. Allah korkusu, her türlü hayırlı işlere vesiledir. “Hikmetin başı Allah korkusudur.” Bu korku, kişiyi Allah’ın emirlerine isyandan alıkoyduğu için Allah ona mükâfat olarak iki cennet vaad etmiştir. “Rabbinin makamından korkan kimselere iki cennet vardır.” (55/Rahmân, 46) Allah korkusunun bir tezâhürü, Allah’ın anıldığı yerde mü’minin kalbinin titremesidir: “Mü’minler o kimselerdir ki, Allah zikredildiği/anıldığı zaman yürekleri ürpererek titrer.” (8/Enfâl, 2). Peygamberimiz’e; “insanların en hayırlısı kimdir?” diye sorulunca: “Allah’tan en çok korkanlardır.” buyurmuştur. Mü’min, gücü yettiği nisbette Allah’a isyandan sakınmalı ve O’ndan korkmalıdır (64/Teğâbün, 16).        

Peygamberimiz’in (s.a.s.)“Allah’ım! Korkaklıktan Sana sığınırım.” S. Müslim Terc. 7/188 buyurması, korkaklığın kötü huylardan olduğunu göstermektedir. Korkak insan, hayal, vehim ve zanlarının esiri olup her şeyden korkar.  Korkaklığı, onu güvenilmez yapar. Sabır ve sebat isteyen, cesaret gerektiren savaş ve yolculuk gibi zor işlerde bulundurulamaz, düşmana karşı kendilerine görev verilemez. Korkak insanların can, mal ve namusları daima tehlikededir. Korkakların, bu kötü huylarından kurtulabilmeleri için, cesur kimselerle arkadaş olmaları ve onlarla düşüp kalkmaları gerekir. Böylece yavaş yavaş korkuyu üzerlerinden atar, onun kötülüklerinden korunmuş olurlar.

Terbiyenin ve her şeyden önce iman ve cihad ruhunun korkak yetişmekteki tesiri büyüktür. Bunun için ana baba ve öğretmenlerin çok dikkatli olmaları gerekir. Çocukları cesur yetiştirmek için onların kafalarını öcü ve gulyabâni masalları ile değil; mertlik ve kahramanlık hikâyeleri ile doldurmak icab eder. Rasûlullah’ın çok cesur olduğu ve ashâbının da O’nun yolundan gittiği bilinen bir gerçektir. Ashâbdan Berâ bin Âzib (r.a.): “Savaş kızıştığı zaman biz, Rasûlullah’tan cesaret alırdık. Çünkü O, cesaret örneğiydi.”  demiştir.

51.     Kitapla amel etmeyip kitap yüklü eşeklere benzemek:“Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini inkâr eden topluluğun hâli ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (62/Cum'a, 5)

İslâm'da ilim, Allah'ın rızasını kazanmak ve amel etmek için öğrenilir. Peygamberimiz, şöyle dualar ederdi: "Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır." (Tirmizî, Deavât 128); "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım!" (Tirmizî, Deavât 68); "Allah'ım! Fayda vermeyen ilimden, kabul edilmeyen duadan, korkmayan kalpten ve doymayan nefisten Sana sığınırım." (Tirmizî, Kitabu'd-Deavât 68, hadis no: 3711; İbn Mâce Terc. ve Şerhi 1/416)

İlim, amel işlemek için öğrenilir. Bildiğimiz bilgilerin ne kadarı faydalı ilimdir? Faydalı ilimden ne kadarını sâlih amel olarak hayatımıza geçiriyoruz? Senelerimiz okullarda geçti, bir şeyler öğrendik. Ama öğrendiklerimizin ne kadarından dünyada yararlanabiliyoruz? Hele, âhirette faydalı olacak ne bilgiler edindik? Peki, Kur’an ve ona dayalı ilimlerle aramız nasıl? Bildiğimiz âyetlerin anlamlarını ne kadar hayatımıza geçiriyoruz? Zihnimizde taşıdığımız kitaplardan yararlanmıyorsak, bizim durumumuz neye benziyor?

Hadis-i şerifte geçen faydasız ilimden şunlar anlaşılır: Bilinip onunla amel edilmeyen ilim, bilinip başkasına öğretilmeyen ilim, sahibinin durum ve davranışlarını düzeltmeyen ilim, sahibinin huyunu temizlemeyen ilim, bilinmesine ihtiyaç duyulmayan ilim, dinin tasvip etmediği caiz görmediği (sihir bilgisi gibi) ilim ve benzerleri.

İmam Gazali; Bildiği ile amel etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa da kendisi ondan yararlanamaz. Bileği taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi kesmez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat kendisi daima çıplak durur. Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan kurtulamaz (Gazali, İhya, c. 1, s. 82).

Bir şeyin ilmini yapmak, ondan istifade etmek içindir. Allah bu dini, insanlar "ona göre yaşasınlar" diye gönderdi; sözünü ve lafını etsinler diye değil. Şimdi laf çok, kitap çok, konferans, seminer ve benzeri etkinlikler çok. Fakat bu işler insanların davranışlarında bir değişiklik yapmıyor. İlim adamları(!) ve bazı din adamları(!) sadece meslekî görevlerini yapıyorlar o kadar. Müslümanlık, yalnız bilgi işi değil, iman ve sâlih amel işidir. İlim de, imana ve sâlih amele götürdüğü nisbette faydalı ve faziletli. Bilgisi, kendisini hakikate ulaştırmayan kimse, mutlak surette bilginin hammalıdır. Yolcuyu gitmesi gereken yere (gerçek kurtuluş limanına) götürmeyen gemi, çok güzel de olsa basit bir süsten başka bir işe yaramaz, buna gemi de denmez. İnsan için marifet ve hüner, yön belirleyen pusulayı cepte taşımak değil; şu çalkantılı dünya gemisinde asıl hedefe gidecek yönü belirlemek ve o yola koyulmaktır. O yüzden, ilim; satırlardaki değil, sadırlardaki (göğüslerdeki)dir denilir. Senin hayatını düzenlemeyen, seni Hakk'a iletmeyen, üzerinde eseri görülmeyen ve İslâm için olmayan ilimde hayır yoktur. Bilginin papağan gibi hâfızı ve hammalı olmak boşuna yorulmaktır. Ortalıkta bu kadar kitap ve araştırmacı yokken, ortada hakiki ilmin özü ve şimdikinden daha güzel, daha müslümanca bir hayat vardı. Sahabe-i Kiram, Kutlu Elçi'den aldığı ilim ve özellikle halleri ile, somut ve gözle görülür bir müslümanlığı yaşıyor ve temsil ediyorlardı. Peygamber, canlı bir Kur'an; O'nun ashabı da Küçük Muhammed'lerdi. Bir rivâyetleri varsa, bin halleri ve o kadar da amelleri vardı. Sözleri az, fakat amelleri çoktu.

52.     Zâlim olmak:“Andolsun ki Mûsâ, size açık delillerle geldi de ondan sonra tuttunuz, buzağıya taptınız, siz o zâlimlersiniz işte.”(2/Bakara, 92);Onlar (verdiğimiz nimetlere nankörlük etmekle) bize zulmetmediler, fakat kendilerine zulmediyorlardı.” (2/Bakara, 57)

Yeryüzündeki her çeşit zulme ve her tipteki zâlimlere karşı çıkmak, İslam Dini’nin en önemli emirlerinden biridir. İslam’ın hâkim olması için de tüm zâlimlere isyan edilmesi şarttır. Zulüm denilince çoğumuzun aklına sadece haksızlık, eziyet, işkence ve benzeri fizikî yaptırımlar gelir. Dinimizde ve dilimizde bu kelimenin esas anlamı: “Bir şeyi (veya bir hakkı) kendi yerinden başka bir yere koymaktır.” Yani, hak edenin hakkını vermemek, haksıza hak etmediği bir şeyi vermektir. Allah’ın koyduğu sınırı, haddi tecavüz etmek, tayin ettiği sınırın dışına taşmak zulümdür. Zulüm, hakkı terk etmek demektir. Bir şeyi, meşrû olan yerinden başka bir yere koymaktır. Zulüm, haktan sapma ve haddi aşma esasına dayanır. Yolun üzerinde dosdoğru gitmemek de zulümdür. İslamî ıstılahta; bir eşyayı veya olayı, şer’î hükmünden başka bir şekilde değerlendirmeye zulüm denir. Zulüm, başkasının mülkünde, onun izni olmaksızın tasarruf etmektir. Zulüm, yerli yerine koymamak, sapkınlıkta bulunmak, akıntısındaki hakkı saptırmak anlamlarına da gelir. Zulmün dayandığı temel, “nur”dan yoksun olmaktır. Aslında zulüm sözlükte, bir şeyi ait olduğu yerin dışında bir yere koymaktır. Yukarıda geçen anlamların hepsinde de bu tanımın işaretlerini görmek mümkündür.

İslâm’a göre zâlimin tanımı gayet açıktır: Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyen, o hükümleri uygulamak yerine; kendi kafasından veya başka insanların hevâları tarafından ortaya atılmış beşerî kanunları Allah’ın kanuna tercih edip onları uygulayan yöneticiler en büyük zalimlerdir. Bir insana eziyet eden, o kişinin sadece dünyevî rahatına zarar verirken, bu yöneticiler insanları âhiretlerini mahvetmektedirler. Eziyet veren birkaç kişiye zarar verirken, tâğutlar bütün topluma zarar vermektedirler.

Bu tanımlar çerçevesinde bu topraklarda zulme bulaşmayan ve zâlimlere tümüyle tavır alan kimselerden bahsetmek kolay olmasa gerektir. Herkes şu veya bu şekilde zulme bulaşmış, kendi nefsine de zulmediyor diyebiliriz. Zulmü çokça işleyenin zâlim sayılacağına göre ve Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin büyük zâlimler olduğuna göre, zâlimliğin ve zâlimlere yardımcı ve destekçi olanların ne kadar yaygın olduğu ortaya çıkar. Trafikte insanların birbirlerinin haklarını çiğnediği, iletişimde birbirlerinin sözlerini kestiği, haksız kazancın gayet normal görüldüğü, işçinin hakkını patronun gasbettiği, devletin işçiye açlık sınırı civarında asgarî ücret tayin ettiği, emekliye ölmeyecek kadar maaş uygun görüldüğü ve bütün bunlardan çok daha önemlisi, kişilerin Müslümanca yaşama haklarının elinden alındığı, günaha girmeden sokağa bile çıkılamadığı bir ortamda zulmün ne boyutta olduğu ve zâlimlerin her tarafa yayıldığı herkes tarafından kabul edilecek bir vâkıadır.   

53.     Fâsık olmak: “Onlardan birçoğunun kâfirleri (inkâr edenleri) dost edindiklerini görürsün. Andolsun ki kendileri için önceden (ahirete) gönderdikleri şey; Allah’ın onlara gazap etmesi ne kötüdür! Onlar azap içinde ebedî kalıcıdırlar. Eğer Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene (Kur’an’a) inanıyor olsalardı, onları (müşrikleri) dost edinmezlerdi. Fakat onlardan birçoğu fâsık kimselerdir.”(Mâide 80-81)

Nice insan, fıskta aşırı gitmiş, fâsık denilmeye lâyık hale gelmiş. Her türlü günah ve isyanı işler hale gelmiş, günahlara her şeyiyle batmış durumda. İtikadî anlamda tümüyle yoldan çıktığı için fâsık olduğu gibi, haramları açıktan işlediği, kötü örnek olarak haramları çevresine yaydığı ve Allah’ın hidayetinden tümüyle uzaklaştığı bir inanç ve yaşayış seçmektedir.

Fısk: Yoldan çıkma, doğru yoldan sapma, iyilik ve güzellikten çıkma, günaha batma, kötülüğe iyice dalma anlamlarına gelir. Büyük günahları işlemek veya küçük günahlarda devam etmek suretiyle Allah’a itaat etmekten çıkmaya fısk denir. Fısk işleyene, bu tür davranışları gerçekleştirene de fâsık denir. “Haktan sapan, Allah’ın emirlerine itaatten ayrılan âsi mü’min veya kâfir” diye tanımlanabilir. Bazı âyetlerde yahudiler, hıristiyanlar, müşrikler ve münafıklardan söz edilirken çoğunun fâsık olduğu bildirilir. Fısk ve fâsık kelimeleri hadislerde de geçmektedir. Hz. Peygamberimiz, mü’mine sövmenin füsuk olduğunu ve fıskla itham edilen kişinin fâsık olmaması halinde bu sıfatın itham edene döndüğünü söylemiş,  nimetlere şükretmeyen ve belalara tahammül göstermeyen kadınların fâsık ve dolayısıyla cehennemlik olduklarını haber vermiştir. 

Mutlak fâsık, ilahî emirlere hiçbir noktada itaat etmeyen ve her bakımdan âsi olan kimsedir ki buna kâfir denir. Kur’an, fâsığı kâfir olarak açıklar. Mü’min ve fâsık aynı değerde olamaz: “İman eden kimse, fâsık (yoldan çıkmış) kimseye benzer mi? Bunlar bir olamazlar. İman edip salih amel işleyenlere, bu yaptıklarına karşılık, varacakları cennet konakları vardır. Ama fâsıkların (yoldan çıkanların) varacağı yer ise ateştir.’’ (32/Secde, 18-20). 

Kur’an’da inanç yönüyle fısk şu şekillerde tanımlanır: a- Allah’a İnançsızlık (9/Tevbe, 84; 10/Yûnus, 33; 2/Bakara, 98-99), b- Allah’ın Âyetlerini Yalanlama (6/En'âm, 49), c- Allah’ı Unutma (59/Haşr, 19 ve yine bk. 9/Tevbe, 67), d- Allah’ı, Peygamber’i ve Allah Yolunda Cihadı İkinci Dereceye Koyma (9/Tevbe, 24), e- Nifak (İnançta İkiyüzlülük) (9/Tevbe, 53-54; 9/Tevbe, 67; 9/Tevbe, 96), f- Allah’ın İndirdiğiyle Hükmetmemek (5/Mâide, 47; 5/Mâide, 49) 

54.     Başka tanrılara da inanmak ve onları da güçlü görmek:“Hani, Tûr’u tepenize dikerek sizden söz almıştık, “Size verdiğimiz Kitab’a sımsıkı sarılın; ona kulak verin” demiştik. Onlar, “Dinledik, karşı geldik” demişlerdi. İnkârları yüzünden buzağı sevgisi onların kalplerine sindirilmişti. Onlara de ki: (Tevrat’a beslediğinizi iddia ettiğiniz) imanınızın size emrettiği şey ne kötüdür, eğer inanan kimselerseniz!”(2/Bakara, 93)

Günümüzde devleti, devlet yöneticilerini aşırı yüceltmek; Amerika’nın her şeyi görüp bilen ve her şeye kadir olduğuna inanmak,sanatçı veya futbolcuları tanrılaştırmak, şeyhlere ve bazı büyük kabul ettiği zâtlara insanüstü vasıflar verip onları ilahlaştırmak, Atatürk’ün heykellerine saygı duyulması gerektiğini savunmak, heykelin önünde saygı duruşunda bulunmak, Atatürk’ün veya devlet adamlarının tanrısal özellikleri olduğuna inanmak, Anıtkabir gibi bazı modern veya türbeler, yatırlar gibi geleneksel kabirleri ve içinde yatanları putlaştırmak, Hızır’ın binlerce senedir yaşadığına, her lisanı bildiğine ve kimi insanları ihyâ edip kimilerini helâk edebildiğine, İlyas’la birlikte baharı getirdiğine, yani yarı tanrı olduğuna inanmak. Yine, üçler, yediler, kırklar, gavslar, kutuplar kabul ederek bunların yeryüzünde ilâhî tasarruflarda bulunduğuna inanmak, Hz. İsa’yı (a.s.) ölümsüz kabul etmek, Hz. Muhammed’den (s.a.s.) dua formuyla bazı şeyler talep etmek; bütün bunlar da ya başka tanrılara inanmak veya o çizgiye yaklaşmak demektir. Yani, putperestliğin çağdaş yansımaları…

55.     “Sen ve Rabbin gidin, onlarla savaşın. Biz burada oturacağız.” demek:“Dediler ki: ‘Ey Mûsa! Onlar orada bulundukça, biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin, onlarla savaşın. Biz burada oturacağız.”(5/Mâide, 24)

Halkın bırakın savaşı radikal kabul ettiği bazı gençlere havâle etmesini, İslâmî hareketin içinde ve dâvâ ile ilgili bedel isteyen hususlarda yer alması düşünülemez bile. Bütün mü’minlerin görevi olan cihad ve emr-i bi’l ma’rufun kendi görevi olduğunu bile bilmez veya kabul etmez. Cihadın, askerlerin işi olduğunu düşünür, iyiliği emredip kötülükten insanları yasaklamanın İslâmî eğitimden geçmiş “hoca” dediği bazı insanların görevi olarak kabul etmesi bir vâkıadır. Hz. İsa’nın havârileri: “Allah yolunun yardımcıları biziz” deyip dâvâyı omuzlamaları, ashâbın “ensâr” ve “muhâcirler” diye iki grup halinde Peygamberimizle her türlü zahmetlere katlanmışlar, küçüklü büyüklü savaşlara iştirâk etmişlerdir. Müslüman olan Allah’a teslim olur, pazarlıksız bir şekilde Allah’a ve O’nun itaat edin dediklerine itaat eder. “Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendiişleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.” (33/Ahzâb, 36)

56.     “Gözümüzle görmeden inanmayız” demek:“Hani siz, ‘Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıktan açığa görmedikçe sana asla inanmayız’ demiştiniz. Bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı.”(2/Bakara, 55)

“Kim görmüş öte dünyayı?”, “Gidip gelen mi var?” “Sonumuz toprak olacak bu belli; âhiret dedikleri belli değil, cennet de cehennem de bu dünyada.”; “arkadaş, ben gözümün görmediğine inanmam!” diyenler bu topraklarda da hayli var. “Dediler ki: ‘Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman yok eder.’ Bu hususta onların bir bilgisi yoktur. Onlar sadece zanda bulunuyorlar.” (45/Câsiye, 24)

57.     İnfakta bulunmamak: “Yoksa onların, kainâtın idaresinde bir payları mı var? Öyle olsaydı, insanlara çekirdek filizi kadar (zerre kadar) bile bir şey vermezlerdi.”(4/Nisâ, 53)

Dünya ve daha büyüğüne sahip olsalar bile, cimriliklerinden ötürü küçük parça bile infak etmeyecek, hepsini kendine saklayacak insanlar. Para, madde, eşya insanı yöneten efendi olmuş, insana hizmet etmesi gereken bunlar, insanı kendisine kul köle yapmış. Çağdaş insan bunlar için yaşıyor, bunlar için çalışıyor, bunlar için âhiretini ve huzurunu mahvediyor. Bunlar hâkim, insan mahkûm ve hizmetçi. Oyuncak, insanla oynuyor. Mal, insanı, insanî değerleri yutuyor. Dünyevîleşme çarkı, insanımızı değirmen gibi öğütüyor. Taksitlere, ay sonuna kafayı takan modern insan, dünyada varoluş gâyesini düşünemiyor; para kazanma koşturmacasından ibâdete, okumaya, düşünceye sıra gelmiyor. 

Her konu paraya çıkıyor; söz, ufak bir tur attıktan sonra para durağında düğümleniyor; gönül plağı parada parazit yapıp takılı kalıyor. Lüks hayat, daha rahat yaşam denilen şeytanî câzibe; aslında dipsiz bir kuyu, bir girdap, tatminsizlik cehennemi, bitmeyen, ama insanı bitiren sonsuz yarış ve büyük pişmanlık demek. Yiyen ama doymayan insan, kendine/nefsine/hevâsına kul/köle. Para para diye paralanan insan, şükrü unutmuş, sabrı lügatından silmiş, şikâyetin ise binbir çeşidini tekrarlamakta. “Alma tutkusu”, “verme zevki”ni katletmiş. Hırs ve tamahın sonu yok. “İnsanoğlunun iki vâdi dolusu altını olsa, üçüncüsünü ister” kutlu sözü ibret levhası olmaktan çıkmış. Sahâbe birbirleriyle hayırda yarışıyordu; şimdiki insan ise fâni eşyada yarışıyor. Akıl, midelerin ve basit arzuların hizmetçisi; gönül, vicdan ve fıtratın sesi çıkmıyor; demek ki duyguların esiri olarak hapis hayatı yaşıyor bunlar. Dünyevîleşmiş çağdaş insan tipinin dini ekonomi, imanı para, kitabı çek koçanı, mâbedi bankadır artık.

İnsanın dünyevî olarak zarûrî ihtiyacı, beslenme/gıda, giyinme/tesettür ve ev/barınmadan ibaret olduğu ve bu gereksinmelerini israfa ve lükse kaçmadan helâl yoldan temin etmesi, kalan birikimlerini infak etmesi gerektiği halde, tüketim toplumunun bir ferdi olarak insan, günümüzde ihtiyaç labirentinde yolunu şaşırmaktadır. Alınır, tüketilir, tekrar alınır, alınır... Ömür biter, alınacaklar ve ihtiyaçlar(!) bitmez.

Bütün bu ve benzer problemlerin tek çözümü var: İnfak. İnfak"; malın elden çıkarılması, harcanması ve sarfedilmesi demektir. İnfakın farz, vâcip, mendup kısımları vardır. Zekât ve diğer sadakaları içerdiği gibi, gerekli yerlere ve uygun tarzda Allah için yapılmış her türlü bağış, yardım ve hayırları, kendi ailesine ve yakınlarına yardım gibi bütün mal ile yapılan ibâdetleri de içine alır.İnfak, mecaz yoluyla maldan başkasına da genelleştirilir. İlim öğretme ve benzeri mânevî şeyleri, davranış biçimlerini de kapsar. Genelde infak; mü'minin kendisinde mevcut her nimeti başkalarına yansıtması, başkalarını o nimetlerden yararlandırması demektir. İnfak; paradan, maldan olduğu gibi, ilimden, güzel sözden, güler yüzden de olur. Ayrıca sağlığın, saâdetin, gençliğin de infakı vardır. Ve infak, farz olan cihadın bir şûbesidir. "Sana infak'ı (Allah yolunda ne harcayacaklarını) soruyorlar. De ki: 'Verdiğiniz hayır, ana-baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Yaptığınız hayrı, muhakkak Allah bilir." (2/Bakara, 215)

58.     Başkalarına iyiliği emredip kendini unutmak: “Siz başkalarına iyiliği emrediyor da kendinizi unutuyor musunuz? Bir de Kitap okuyorsunuz ha! Hiç mi aklınızı kullanmıyorsunuz? (Yaptığınızın çirkinliğini anlamıyor musunuz?)”(2/Bakara, 44)

Maalesef hatibi çok, yaşayanı az bir topluluk olduk. Nutuk atanlarımız kadar sâlih amel işleyenlerimiz olsa, işlerin çoğu hallolacak. İşen daha kötüsü, akla ters olanı, başkalarına tavsiye edilen nice iyiliği kişinin kendisinin yapmıyor olması. O yüzden sözlerin bereketi olmuyor. Tesir etmiyor.“Hocanın dediğini yap, gittiği yoldan gitme” diye, insanlar birbirine hocaların, söyledikleriyle uyuşan örnek hayatlarının olmadığını ifade etme gereği duyuyor. Halkın tümüyle yanıldığını ve bu sözlerde kasıtlı olduğunu iddia etmek ve İslâm’a sadece sözle dâvet edenleri temize çıkarmak mümkün mü? “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” “Ele verir öğüdü, kendi keser söğüdü” bu deyimler de, yine toplumda çokça görülen bu tür davranışa duyulan tepkinin ifadesidir.

Kendisi hasta olan bir doktor, aynı hastalıkla ilgili başkasını tedâvi etmeye kalkmasına, halk, atasözü halinde söylenen sözü söyler: “Kelin merhemi olsa, başına çalar.” Bu sözü, biraz değiştirerek konuyla ilgili halkın değerlendirmesi açısından şöyle diyebiliriz: “Kelin, diğer kellere tavsiye ettiği merhem, faydalı olsaydı, kendi başına sürer, kendi kelini tedavi ederdi.” Tabii, tavsiye ettiğimiz hak dâvâ için bu çeşit sözler söyletenlerin, buna fırsat verenlerin ne kadar büyük vebali olacağı düşünülmelidir. O yüzden “yarım doktor can yakar, yarım hoca din yıkar” denilmiştir.

Mükellef olan insan, iki şey ile emredilmiştir: Günahı terk ve başkasını günah işlemekten alıkoymak. Bu iki görevden birini yapmamak, diğerini de yapmamayı gerektirmez. "Mâ lâ yüdrakü küllühü, lâ yütrakü küllühü: Bir şeyin hepsine ulaşılamıyorsa, tamamen de terkedilmez." İnsan bir ağaç gibi olmalıdır: Ağaç, bir taraftan her geçen zaman diliminde köklerini ahtapot kolları gibi her yöne açarak ve gittikçe derinlere dalarak kendine lâzım olan besin kaynaklarına müracaat edip kökünü, gövdesini güçlendiriyor. Aynı zamanda da meyve vermeye devam ediyor. Hatta daha çocukluktan/fidanlıktan yeni kurtulan genç bir fide iken bile acı da olsa meyve vermeyi deniyor. Hem güçlenmeye hem de meyve vermeye devam ettiği müddetçe sadece kendi gücü artmıyor, ortaya koyduğu ürünün, meyvelerinin tadı da hızla artmaya, olgun ürünler vermeye başlıyor.  Demek ki, dikkat etmemiz gereken; başkasına iyiliği emrederken, kendimizi unutmamamız, kendimize de emretmemizdir; Sadece başkalarına anlatarak görevimizi yaptığımızı iddia edemeyiz.                     

Sadece başkalarına anlatmakla yetinenlerin, postacıdan veya taşıdığı kitaptan yararlanmayan dört ayaklılardan farkı olmayacaktır. İmam Gazali; bu konuda şu benzetmeleri yapar: “Bildiği ile amel etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa da kendisi ondan yararlanamaz. Bileği taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi kesmez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat kendisi daima çıplak durur. Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan kurtulamaz.”

59.     Mü’minleri imanlarından sonra küfre döndürmeyi istemek: “Kitap ehlinden birçoğu, hak kendilerine belirdikten sonra dahi, içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi, imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler...”(2/Bakara, 109)

İçinde bulunduğumuz toplumun önemli bir kesiminin, itikad ve fikir bakımından halleri, gizli irtidâd vak'asına uymaktadır. Bu kalabalıkları, bundan başka hiçbir kalıba oturtmak mümkün olmamaktadır.

Tanzimat denilen kökü imanın dejenere olması psikolojisiyle başlayan Meşrûtiyet ve Cumhuriyet dönemleriyle gelişen kâfirlere özenme ve her konuda onlara benzeme, batılaşma şeklindeki hâlet-i rûhiye ve bu ruh halinin sonucunda, akîde, düşünce ve sosyal yaşantıda meydana gelen değişim, öyle bir insan türü oluşturdu ki, bu insan türü, mukaddesat cümlesinden bazı şeyleri "bu benim aklıma ve çağdaş anlayışa uymuyor..." diyerek kolayca reddedebilecek, inanç bakımından zararlı olan birçok şeyi de rahatlıkla isteyerek benimseyip bir kurtuluş düsturu gibi sarılabilecek hale düşmüştür.

Batılılaşma adı altında gelişen bâtıllaşma ve değişim, diğer adıyla yabancılaşma çığırında gelinen bugünkü nokta, tam anlamıyla bir gizli irtidâd olgusunu sergilemektedir. Hem resmî, hem de özel ve sivil planda İslâmiyet'in dışlanması demek olan bu hal, gizli irtidâd hükmünden başka hiçbir şeyle izah edilemez. Çünkü bu toplum, bir zamanlar İslâmiyet'i -tam ve mükemmel olmasa da- esası itibarıyla benimsemiş bir toplumdu.

Ama sonra onu çağın gerisinde kabul ederek kendine göre çağdaş normlar edinmek gibi bâtıl bir yola saptı, daha doğrusu saptırıldı. İşte bu kültür ve bu anlayışla oluşan bir toplumun içinde fikrî ve itikadî alanda, tevhid ölçüsünde ve çizgisine göre birçok sapmaların olması ve ne idüğü belirsiz, melez, şahsiyetsiz/kimliksiz insanlardan oluşan bir toplumun ortaya çıkması kaçınılmazdır,

İlk dönemde kendini gösteren irtidâd olayları ile son dönemlerde gizli ve itikadî esaslarda da meydana gelen gelen irtidâd hallerinde, temelde yatan etkenler ve reddetmenin dışa vuruş şekilleri bakımından ortak nitelikler ve benzerlikler vardır. Meselâ, kendini mü'min saydığı halde, zekât diye bir görev tanımayan zenginler, (Hz. Ebû Bekir'in konumundaki) yetkili mercîler tarafından tahsil edilecek olsa vermeyecek durumda mü'min olduğunu iddiâ eden zenginler... "Fâizi bankalar kendi rızâsıyla veriyor veya biz kendi isteğimizle ödüyoruz..." diyerek böyle dinî bir haramı kabul etmeyen ve bu fâizi meşrû sayan şahıs ve kurumlar... ("Alan râzı, veren râzı, bu haram olan zorla ırza geçme değildir ki, zinâ olsun" deyip kerhâneleri savunanlar, devlet eliyle işletilen kumarı, meselâ milli piyangoyu, altılıyı, sayısalı, totoyu... haram kabul etmeyip meşrû gören, önceden de müslüman olduğu bilinen kişiler...)

Yine meselâ, icabında oruç tutan, kurban kesen, Cuma namazı kılan, fakat beş vakit namaz diye bir görevi yerine getirmeyip böyle bir yükümlülüğü de âdeta kabul etmez bir tavır içinde olan kalabalıklar... Ve daha yaygın bir hastalık olarak, şeriatsız ve laik bir dindarlığa güya taraftar olanlar... (Lâ'sı olmayan, ilâh kavramına girecek çağdaş bâtıl zihniyet ve putlardan hemen reddedecek hemen hiçbir şeyi olmayan, tâğuta karşı çıkmayan, bâtılı reddetmeyen insanlar... "Biz de bir zamanlar bu yollardan geçtik, bunlar boş şeyler, çağın gereklerine, yaşanılan gerçeklere, konjönktüre uymuyor" deyip cihada, İslâmî tavırlara karşı çıkan bukalemun gibi her renge giren veya renksizleşenler...)

Elbette ki mürted insan da netice itibarıyla kâfirdir. Çünkü İslâm'ı açıkça reddetmiştir. Ancak onun işlediği suç, küfrün türlerinden biridir. Yani şirk nasıl ki aynı zamanda küfrün bir alt kümesi ise, irtidâd da aynen öyledir. Fakat mürtedi sıradan müşrik ve kâfir insandan ayıran ciddî çizgiler vardır. Çünkü genellikle şirk ve küfür, bir insanın hayatına yanlışlıklarla birlikte girer. Çok kere kişi, bilinçsiz bir şekilde bu suçu işler. Ama irtidâd böyle değildir. Tıpkı nifak gibi mutlaka bilinçli işlenen bir suçtur.

60.     Kendilerinden olmayanlara karşı sorumlulukları olmadığı iddiasıyla insanları aldatmaktan geri durmamak: “Ehli kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder. Fakat onlardan öyleside vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iade etmez. Bu da onların (ümmilere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur) demelerindendir. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar.”(3/Âl-i İmrân, 75)

Bazı insanlar, müslüman olmadıklarından dolayı kâfirlerin mallarının ve İslâmî bir devlet olmadığı, tâğûtî bir düzen olduğu için devlet malının çalınmasının câiz olduğunu ileri sürerler. Devletin olduğu varsayımıyla elektrik, su, belediye otobüsü vb. kullanımlarda sahtekârlık ya da hile ile de olsa bu tür hırsızlıkta sakınca olmadığını iddiâ ederler. Bu anlayış ve tavır, doğru da değildir, İslâmî de. Savaşla normal hali, ganimetle hırsızlığı karıştırmaktır. İslâm'ı da, sosyal yapıyı da bilmemektir. Dâvâya da büyük zarar sözkonusudur. Toplum ve yöneticiler açısından; "güvenilmez, hırsız, halkın malına zarar veren bir kimsenin dini ve dâvâsı da hak olamaz" denilir. Bu birkaç kişinin müslüman vasfından dolayı, tüm müslümanlar bu anlayışta ve bu tavırda kabul edilir. Tebliğ ve dâvetin önü kesilmiş olur. Peygamberimiz'in Mekke'de kâfirlerin mallarına karşı tavrı nasıl olmuştu? Müşriklerin onca zulüm ve baskılarına, müslümanların mal ve canlarına saldırılarına rağmen, hicret esnâsında Rasûlullah müşriklerin kıymetli para ve mallarından oluşan emânetlerini sahiplerine iâde etmek için yeğeni Ali'yi sûikast yapılacak yatağına yatırma riskini tercih etmişti. Mallarının gasbedilmesi câiz olan kâfirler ve devletler, müslümanlarla fiilen savaş halinde olanlardır. Mevcut şartları savaş olarak değerlendirmek İslâm hukukuna da, genel değerlendirmeye de uygun değildir. Yoksa, savaş dışında kâfirlerin kendileri, şirketleri, kurumları, malları ganimet kapsamına girmez. Filistin gibi işgal güçlerine karşı fiilî savaş durumunu yaşayan insanlar için elbette cihad hükümleri, ganimet durumu sözkonusudur.

61.     Cenneti kendi tekelinde görmek:“Bir de; ‘Yahudi ve Hıristiyanlardan başkası Cennet’e girmeyecek’ dediler. Bu, onların kuruntuları! De ki: ‘Eğer doğru söyleyenler iseniz (iddianızı ispat edecek) delilinizi getirin.”(2/Bakara, 111)

“Biz cennete gitmeyeceğiz de kim gidecek?” diyen insanımız, kendini kaf dağında sanıyor. Cehennemi aklının ucuna bile getirmeyenlerimiz var. Sanki Allah’tan garanti bir söz almış gibi.

Cennet insanın hayallerine dahi sığmayacak güzellikte yaratılmış. Fakat nefse ağır gelen, nefsini terbiye edememiş, ona esir olmuş insanlara çok zor gelen işlerle kuşatılmıştır. Her nimetin bir külfeti vardır. Külfet nimetin önemine göre değişir. Cennetin etrafını kuşatmış bu zor ve sıkıntılı engelleri aşmak için her şeyden önce kuvvetli bir iman ve bununla birlikte ileri derecede bir sabır gücü olması lâzım.

Cehennemse nefse hoş gelen, insanı cezbeden işlerle kuşatılmıştır. Bütün bu işlere bir ömür boyu direnmek, karşı koymak da çok güçlü bir maneviyatı gerekli kılıyor. Öyle ya insanlar haram-helal, iyi-kötü demeden her türlü lezzeti yaşamaya koyulacaklar, siz de bunları göreceksiniz ve yapmayacaksınız! "Ben sabredersem Rabbim bana cennette daha güzellerini, hem de ebedî olarak verecek" diyeceksiniz. Bu, cennete ne kadar iman ettiğine ve dünya hayatına ne kadar değer verdiğine bağlı bir şey. Hayata damgasını vurmuş büyük insanlara bakın. Hiç birisinin dünyaya gerektiğinden fazla değer verdiklerini göremeyeceksiniz.

"Yoksa siz, sizden öncekilerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Onlara öyle darlık, zorluk, sıkıntı geldi ve sarsıntıya uğradılar ki Peygamber ve onunla beraber mü'minler: 'Allah'ın yardımı ne zaman?' diyordu. Gözünüzü açın! Allah'ın yardımı şüphesiz pek yakındır."(2/Bakara, 214)

İşte mü'minler, cihad ve imtihandan, sabır ve sebattan, sadece Allah'a sığınıp O'nu düşündükten, Allah'tan başka her şeyi ve herkesi ikinci plana attıktan sonra cenneti hak ederler. Yol budur: İman ve cihad; mihnet ve bela; sabır ve sebat; sadece Allah'a yöneliş... Yardım bundan sonra geliyor. Cennet nimetleri de bundan sonra geliyor...

62.     Cehenneme girse bileaz bir süre kalacağını ileri sürmek. Cehennemin ebedî olmadığını, oradan çıkış olacağını iddia etmek:“Onlarınbu tutumları; Bize ateş sadece sayılı günlerde dokunacaktır, demelerinin bir sonucudur. Onların vakti ile uydurdukları şeylerde dinleri hakkında kendilerini yanıltmıştır.”(3/Âl-i İmrân, 24)

“Allah gâvurları değil de bizi mi devamlı yakar?” veya “70 senelik günaha ebedî cehennem olur mu?” diyen ya da; “Cehennemden mi bahsediyorsunuz; ne olacak canım sende… yanar çıkarız!” diyen, ama hapis cezası için “ ne olacak canım, yatar çıkarız!” demeyen, hapse düşmemek için her türlü tedbiri alan kişiler, cehennemi hapishaneden daha önemsiz görebilmektedir.

Cehennem azâbı ebedî olacaktır. Deliller:

1. Kur'an'da kâfirlerin ebedî olarak cehen­nemde kalacakları özellikle "hulûd" ve "ebed" kelimeleriyle ifade edilmiş, azap­larının hafifletilmeyeceği, aksine arttırı­lacağı, azabı tatmaları için tenlerinin ve­ya vücutlarının devamlı sûrette yenilene­ceği ve hiçbir şekilde cennete giremeye­cekleri belirtilmiştir. Hadislerde de aynı bilgiler mevcuttur. Şu halde azap ebedî­dir.

2. Kur'an'da belirtildiğine göre (11/Hûd,  107) Allah'ın dilemesi müstesna olmak üzere gökler ve yer devam ettiği müddetçe azap da sürecektir. “Âhiret hayatı ebedî” olduğu­na göre orada göklerin ve yerin varlığı da ebedî olacaktır. Âyette geçen "gök­ler" ve "yer" anlamındaki kelimelerle dünyadaki değil âhiretteki gökler ve yer kastedilmiş olmalıdır. Aynı âyette her ne kadar azabın devamı istisna kaydıy­la İlâhî iradeye bağlanmışsa da yüce Al­lah azabı sona erdireceğini beyan etme­miş, hatta aksini bildirmiştir. Âhiret ha­yatının ebedî oluşu dikkate alınırsa söz konusu istisna, "gökler ve yer var oldu­ğu müddetçe" şeklindeki ifadenin his­settirebileceği zaman sınırlandırmasını ortadan kaldırmaya yönelik olmalıdır. Aksi takdirde bir sonraki âyette aynı ka­yıtlarla zikredilen cennet nimetlerinin de sona ereceğini kabul etmek gerekir ki bu hem nimetlerin kesintisiz olacağına dair bilgi ile çelişir, hem de âhiretin ebedîliği fikrine ters düşer. Şu halde İlâhî iradeye bağlanan istisna kaydı ebedi­yeti teyit edici olarak kabul edilmelidir (Taberî, XII, 71; Halîmî, I, 461; Fahreddin er-Râzî, XVIII, 64-65).

3. Azabın uzun de­virler boyunca devam edeceğini "ahkâb" kelimesiyle ifade eden âyet (en-Nebe1 78/23] ya ehl-i kıble ile ehl-i tevhîd hak­kındadır veya bu kelime "ardı arkası ke­silmeyecek, sonsuza kadar peş peşe sü­rüp gidecek olan sonsuz devirler" anla­mına gelmektedir. Söz konusu âyetteki "ahkâb", sonlu uzun asırlar anlamında olsa bile ebediyet ifade eden âyetler da­ha çok ve daha sarihtir; binaenaleyh ter­cihe şayan olan onların ifade ettiği hü­kümdür (Taberî, XII, 70-71; XXX, 89; Elmalılı, VIII, 5542).

4. Hadislerde sadece âsi müminlere şefaat edileceği ve cehen­nemden yalnız bunların çıkacağı haber verilmiştir. Kâfirler de çıkacak olsa şefa­atin müminlere tahsis edilmesinin bir mânası kalmazdı. Bunun yanlışlığı ise ortadadır (Kurtubî, s. 511-512; İbn Kayyim, s. 293; Şerhu'l-'Akidetü't-Tahâviyye, s. 425-4261.

5. Allah kâfirleri affetmeyeceğini açıkça belirtmiş, âhirette azabı gördük­ten sonra tövbe etseler bile bunun ka­bul edilmeyeceğini açıklamıştır. Bu hu­sus azabın sona ereceği düşüncesiyle çe­lişir durumdadır (Âlûsî, 1, 141, 143).

6. İlâ­hî rahmet dünyada herkese şâmil olduğu halde âhirette sadece müminlere tahsis edilmiştir, kâfirlerin nasibinin ise sade­ce ateşten ibaret olduğu ifade edilmiştir (Elmalılı, IV, 2825). İlâhî rahmetin gazap­tan geniş olması ise azabın mutlaka so­na ereceği mânasına gelmez. Bunu aza­bın hafifletilmesi, nimet gibi telakki edil­mesi veya azap görenlerin rahmete nâil olanlara nisbetle daha az sayıda olması tarzında yorumlamak mümkündür (Âlû­sî, 1, 140).

7. Kâfirler için azabın ebedî olacağı hususunda ashap, tabiîn ve Ehl-i sünnet âlimleri ittifak etmişlerdir. Bu konuda ihtilâf çıkaranlar ise bid'at ehli­dir. İcmâa aykırı olan görüş ise yanlıştır (İbn Kayyim, s. 292; Mustafa Sabri, s. 112).

8. Kesin naklî deliller varken aklî veya zayıf bazı naklî delillere dayanarak aza­bın sona ereceğini ileri sürmenin dinî bir değeri yoktur. Bu sebeple de Allah'ın kullarını azaba uğratmasında mutiaka bir hikmet aramak isabetli değildir. Eğer hikmet aranır ve ebedî azabın hikmete aykırı olduğu kabul edilirse uzun asırlar sürecek azabın da hikmete aykırı olma­sı gerekir. Zira ebedî azaba dayanama­yan âciz kullar uzun devirler sürecek olan azaba da dayanamaz (Âlüsî, 1, 141; Mustafa Sabri, s. 22, 23, 50, 108).

9. Allah kâfirleri ebedî olarak azapta bırakaca­ğını haber vermiştir (vaîd). Azabı sona erdirecek olursa sözünden dönmüş ve gerçek dışı beyanda bulunmuş olur ki bu Allah hakkında muhaldir (Müsâ Bigiyef, s. 36). 10. Allah'ı inkâr edip ona eş tanımanın cezası ancak ebedî olarak sü­recek bir azap olabilir. Daha hafif bir ce­za işlenen suça denk düşmez. Kur'ân-ı Kerîm'de de işaret edildiği gibi (6/En'âm, 28) kâfirler dünyada ebedî olarak kal­salar bile küfür ve inkârlarına devam eder, durumlarında bir değişiklik mey­dana gelmezdi. Bu, onların ebedî bir in­kâr psikolojisi içinde olduklarını göste­rir. Ebedî inkâra ebedî azap cezasının verilmesi de mâkul ve mantıklıdır (Makdisî, I, 201-202; İbn Kayyim, s. 294).

Kur'an insanlara öğüt verirken onların duygularını dengede tutmaya çalışır. O mü'minlerle kâfirleri, cennetle cehennemi, iyi davranışlarla kötü davranışları, amel defterlerini/karnelerini sağdan alanlarla soldan alanları peşpeşe anlatır. Ne aşırı şekilde tek taraflı ümitlenmek, ne de tek taraflı korkmak, ikisi de hoş olmayan sonuçlara götürür. İnsan, aşırı şekilde sadece ümitlenirse laubali, şımarık olur. Ve bu hal Allah'la ilişkilerinde de görülür. Kulluğu hafife alır, ciddiyetini kaybeder. Bu durum şeytanın insanı Allah ile aldatmasına yol açar. Kur'an'da şeytanın insanı Allah ile aldatmasına dair birçok ayet vardır. Bunlardan biri şudur: "Allah'ın affına güvendirerek şeytan sizi aldatmasın." (35/Fâtır, 5) İnsan bazen günah dolu bir hayat içerisinde yaşarken biri kendisini Allah'tan korkmaya davet edip günahlardan alıkoymaya çalıştığında, hemen Allah'ın çok merhametli ve affedici olduğunu söyleyerek o günahı işlemeye devam eder. Bu, Allah'ı yanlış tanımadır.

63.     Cibte (puta) ve tâğuta inanmak: “Kendilerine Kitap’tan bir nasip verilmiş olanları görmüyor musun? Onlar “cibt”e ve ‘tâğût”a inanıyorlar. İnkâr edenler için de, “Bunlar, iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar.”(4/Nisâ, 51)

Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen bazı yöneticileri, yani tâğutları halkın ne kadar sevdiğini bilmeyen yoktur. Onlar hakkında Kur’an’dan yola çıkarak onların durumunu değerlendiren bir âlime ne kadar inanır, o tâğutların hatta Kur’an’a taban tabana zıt görüşlerine ne kadar inanır halk? Kur’an’da tâğuta inanmak ve itaat etmek, tâğuta ibâdet olarak değerlendirilir. Tâğuta ibâdet etmekten sakınmak, mü’minlerin temel görevleri arasındadır. Çünkü, Allah'ın dışındaki nesne, kişi, kurum vb. ibâdet etmek, Rabbani yöneliş içerisindeki kişiliklere yakışmaz.

Zümer sûresi 17-18 âyette Tâğuta kulluktan kaçınmak ile sözün en güzeline uymak arasındaki, uyma olayına dikkatimiz çekilmektedir. Böylece Tâğutun insan ruhunda dolaşan belli belirsiz bir duygu olmadığını, önemli bir tercihte somut bir şekilde karşısına alınanın mücadele alanı olduğunu öğrenmekteyiz.

Tâğuta ibâdet edenler, Allah'ın indirdiklerine muhalefet ettikleri için ilâhi adalet tarafından maymun ve domuz olmakla cezalandırılmışlardır. Çünkü onlar, Allah'a düşmanlık, Allah'a "cimridir" diye iftira etmek, haram yeme konusunda yarışmak, günah işleyerek

Şeytan ve tâğut kelimelerinin ayrı ayrı kullanılmasından anlıyoruz ki, tâğut şeytanın razı olacağı şekilde yeryüzünde egemenlik kuran insanlar anlamına gelmektedir. Ağızlarıyla inandıklarını söyledikleri halde, hayat tarzı olarak başvuru kaynağı olan ilâhi bildirgelere ters hareket edenler tâğuttur. Mü’minlerin görevi, bunları dost tutmamak, inkâr etmektir. "İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inkâr edip küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır." (4/Nisâ, 76)

Cibt:Asılsız ve bâtıl olan hurâfeler, Allah'tan başka kulluk edilen her şey, put vb. şeylerdir. Cibt; büyücülük, müneccimlik, gaybdan/gelecekten haber verme, kehânet gibi şeylere denir. Tâğut ise: Allah'ın çizdiği sınırları aşan, sapmış, azgın kimseler; Allah'ın hükmüne alternatif olma iddiasındaki anlayış, düzen, sembol, put veya şahıslardır. Bunlar, Allah'ın Kitabında olmayan ve Kitab'a aykırı olan hükümleri ve kanunları insanlara Allah'ın kanunları gibi sunarlar. Cahil kimseler de bunlara aldanıp inanırlar. Böylece imanlarını boşa çıkarırlar. "Kitaptan bir nasip verilenleri görmüyor musun? Cibt ve tâğuta (putlara ve bâtıl tanrılara) iman ediyorlar. Sonra da kâfirler için 'bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır' diyorlar. İşte bunlar, Allah'ın lânetledikleridir. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın." (4/Nisâ, 51-52);"Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Tâğutun önünde mahkemeleşmek, onların hükümlerini uygulamak istiyorlar. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor." (4/Nisâ, 60)

Cibt, cansız put anlamında iken, Tâğut o putu sembol olarak kullanıp zulüm düzenlerini kuran, bilinçli, azgınlıkta kararlı tavrı çağrıştırmaktadır.

Nisâ sûresi 51. âyette cibt (put) ve tâğut yanyana ve ayrı anlamlara tekabül etmek üzere kullanılmıştır. Siyak sibaktan anlaşıldığına göre ehl-i kitaptan bazı insanlar, Kur'an'ın indirildiği dönemde müslümanlarla ittifak kurmaları, Kur'an vahyine inanmaları gerekirken müşriklerle işbirliği yapmışlardır. Bunun nedeni tevhidi, üçlemeye ya da birtakım kuruntularla şirke yaklaştırmaları dolayısıyladır.

Nasıl Allah'ın indirdiği yasalara göre hareket etmemek bir taşkınlıksa, bu taşkınlığa öncülük eden din adamları, rahipler, hahamlar, kâhinler, beyler, paşalar, efendiler, üstadlar da birer tâğuttur. Çünkü bu kişilere Allah'ın onayından geçmeyen yasalar koyma yetkisi tanımışlardır. Bu yetkiyi üstlenenler ise ilâhi ölçüleri çiğneyerek taşkınlık yapmışlar Allah'ın tekelindeki bir imtiyaz olan egemenliği insanlara vermişlerdir. Bu tutum bir taşkınlık ve kuralları çiğneme olayıdır (Bk. 4/Nisâ, 51-55).

Cibt gibi insanın kendi cinsinden birini, sanem gibi elleriyle yaptığını, vesen ve tâğut gibi özel ya da tüzel kişilik sahibi otoriteleri, hevâ gibi düşünce, sistem, ideoloji ve ekolleri “rab” edinmenin Allah’ı nasıl gazaba getirdiğini doğrudan Rasûlullah’ı muhâtap alan ve insanı iliklerine kadar titreten şu âyette görebiliriz: “Sakın Allah ile beraber başka tanrı edinme! Sonra rezil bir şekilde kovularak cehenneme atılırsın.”  (17/İsrâ, 39). Ömründe puta tapmamış ve daha sonra da tapmayacağı kesin olan Rasûlullah’ın gönlünü sâbit tutması için büyük sevgisine halel getirmemesi için bir uyarıydı bu. Uyarı üslûbunun sertliği aynı zamanda sevginin de büyüklüğünü gösteriyordu.

64.     Kâfirler için ‘bunlar, Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ demek:“Kendilerine Kitap’tan bir nasip verilmiş olanları görmüyor musun? Onlar “cibt”e ve ‘tâğût”a inanıyorlar. İnkâr edenler için de, ‘Bunlar, iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar.”(4/Nisâ, 51)

Günümüzde Batılıları Doğululara, demokratları şeriatçılara, laikleri tevhid ehline, kâfirleri Müslümanlara tercih eden, birinci gruptakileri öven, onları kendisine daha yakın kabul eden nice insan yok mu? Teknolojiyi yücelttiği için bunları icat ve imal edenlere aşırı hayranlık duyan, Batılı bâtıllara kucak açan, Batının değerlerini, kutsallarını İslâm’ın esaslarına tercih eden, Batılı eğitim kurumlarını beğenip İslâmî eğitim veren mekânlara şiddetle çatan, Laik, Kemalist, Batılı devlete sahip çıkıp İslâm devletini önemsemeyen, Batılı kâfirleri dost ve müttefik kabul eden veya böyle kabul edenleri baş tacı eden zihniyeti uzaklarda aramamak lâzım.

65.     Kendilerine apaçık deliller gelmesine rağmen ihtilâfa düşmek:“Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine o apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler.”(98/Beyyine, 4); “Andolsun, biz İsrailoğullarını çok güzel bir yurda yerleştirdik ve onlara temiz rızıklar verdik. Kendilerine bilgi gelinceye kadar ayrılığa düşmediler. Şüphesiz ki, ayrılığa düşmüş oldukları şeyler hakkında Rabbin kıyamet günü aralarında hükmünü verecektir.” (10/Yûnus, 93)

Günümüz müslümanı, eski dönemlerdeki müslümanlardan çok büyük imkânlara sahiptir. Tabii, bu nimetlerin sorumluluklarını yerine getirip sınavlarını kazanmak da o derece zordur. Çağdaş müslümanlar, büyük çapta ilim elde etti, ama o ilmin ahlâkını kazanamadı. Aracı elde etti, ancak hedefi ve gayeyi yitirdi. Bir mendup veya bir mubah hakkında tartışırken, elinden nice vâcipler kaçtı. Münâkaşa sanatını iyi biliyordu, fakat tartışma âdâbından ve uyulması gereken ahlâkî kurallardan haberi yoktu. Kardeşlik hakkında nutuklar atabiliyordu, ama kardeşlik hukukuna riâyeti çoğu zaman aklına getirmiyordu. İşte bu yüzden, sefil bir hayata müslümanları mahkûm eden ve güçlerini zayıflatan iç çekişmelerin ve kavgaların kurbanı olundu. Müslümanlar, küçük meseleleri, teferruatla ilgili veya pratik değeri olmayan soyut konuları tartışır ve diğer cemaatlere mensup müslümanları eleştiri bombardımanına tutarken, kâfirlerin topa tuttuğu temel İslâmî ve insanî değerlere sıra gelmiyor, onlarla mücadeleye fırsat kalmıyordu. Tarihten ibret alınmıyor, İslâm tarihindeki acı tefrika sayfalarına sadece tarihî bilgi gibi bakılıyor. Günümüzdeki problemlerle tarihî miras arasında doğru bağlar kurulmuyor. Fatih’in ordusu, İstanbul’u fethetmek için toplarla surları döver ve Bizansın surlarında büyük gedikler açarken, hıristiyan din adamları ve akademisyenler, Ayasofya’da haftalardır devam eden soyut tartışmalarla meşgul idiler: “Meleklerin cinsiyeti nedir?”, “Firavun, ölmeden Hz. Mûsâ’ya iman etmiş miydi, etmemiş miydi?” Çağdaş müslümanların durumlarının da bu tavırdan pek farklı olmadığı acı gerçeğini paylaşmayacak kimse var mı?               

Allah Teâlâ, geçmiş ümmetlerin içine düştükleri mânevî hastalıklardan bizi sakındırmakta, ibret olması için onların tarihlerini bize anlatmakta, aynı delikten ikinci defa ısırılmamamızı istemektedir: “Hepiniz O’na yönelerek ittika edin (O’na karşı gelmekten sakının), namazı ikame edin/kılın; müşriklerden olmayın; ki onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka/grup, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.” (30/Rûm, 31-32). “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur...” (6/En’âm, 159). Bu âyette ilk planda kötü örnek olarak belirtilen kitap ehli, ilim ve irfandan yoksun oldukları için değil; elde ettikleri ilmi, hevâlarına âlet etmek, aralarında fesat çıkarmak için kullandıklarından dolayı helâk olmuşlardır. “Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler...” (3/Âl-i İmrân, 19) Kitab’ın vârisi olacağımız yerde; kitap ehlinin hastalıklarını mı miras aldık? İlim ve irfanı miras alıp onların gereği olan tevhîdî ahlâk kurallarına uyacağımız yerde ahlâksızlığı mı devraldık? 

“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet (millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa düşmeye devam ederler...”(11/Hûd, 118) Görüş açılarındaki farklılık, müslüman akla görüş zenginliği kazandıracak, farklı düşünceleri incelemesini, olayları bütün boyut ve cepheleriyle kavramasını, aklı akla katmasını sağlayacak bir sıhhat alâmeti olacağı yerde, bu durum, bozuk çağın müslümanında iç çekişmelere ve dövüşme fırsatına dönüşmüştür. İş öyle bir hale gelmiştir ki, farklı görüşe sahip müslümanlar, birbirlerini ortadan kaldırmaya, hatta farklı görüşteki müslümanlara karşı savaşmak için din düşmanlarından yardım istemeye kadar gitmiştir. Bunun eski ve yakın tarihte pek çok canlı örneği vardır.  

“Kendi ayıplarının, başkalarının ayıplarını görmesini engelleyen kişiye ne mutlu!”denildiği halde, bizler iç dünyamıza, kişisel ve toplumsal kusurlarımıza pek az bakıyoruz. Başkalarının ayıplarıyla uğraşıp onları sergilemek, onları ha bire eleştirmek, fırsat bulursak bize göre hatalarını yüzlerine vurmaktan, kendimizi düzeltmeye fırsat kalmıyor. Bazı müslümanlara göre, liderlerinin bir bildiği, yaptıklarının bir hikmeti olduğundan, her şeye te’vil gözlüğünden bakılabildiğinden kendi liderlerinin veya gruplarının yanlışı, başkalarının doğrusuna tercih edilebiliyor.

İslâm âlemi, Allah’ın Kitabına, Peygamberinin sünnetine bağlı tek bir ümmetten, tek devletten bugün seksen yedi devletçik haline gelmiştir. Bunların hemen hepsi, birlik sloganları atsalar da, aralarındaki anlaşmazlıkların nerelere vardığını hepimiz biliriz. Suyun önündeki çerçöp gibi, kâfir ve emperyalist devletlerin elinde oyuncak olmuş durumdalar. Bazen bir ülkedeki müslümanın diğer ülke müslümanlarına düşmanlıkları, İslâm düşmanı kâfir devletlere ve zâlim tâğutlara düşmanlıklarından fazla olabiliyor. “İyi ama, onların mezhebi...”, “tamam da, onlar bizi arkamızdan vurmadılar mı?”, “kabul, ama onların rejimi...”

Olayı bu ülkelerde hâkim olan rejimlere ve devlet yapılarına getirdiğimizde durum daha da acı olmaktadır. İşgalci kâfir bir devletin, sömürgesi olan ülkeye, kölelerine yapmayacağı zulmü, kendi vatandaşlarının özellikle dinî özgürlüklerine, ahlâk ve sosyal yaşantılarına tavır aldıklarını, yöneticilerin müslüman adı taşıdıkları için, istilâcı düşmandan farklı zannedildiği için, hem Batıdaki büyük patronları ve hem de onların piyonu olarak kendilerinin işlerinin kolaylaştığını değerlendirmek gerekiyor. Sebeplerin başı; müslümanların uğraştığı gayrı meşrû ihtilâflar, sürtüşme ve tefrikalar. Dahası, müslümanların gafleti, yöneticilerinin ihâneti sâyesinde seksen yedi küçük ülkeye ayrılmış müslümanların, kendi coğrafyalarında ve birbirleriyle de vahdeti oluşturamayışları, ihtilâfın boyutlarını gözler önüne seriyor. Her ülkede, her mezhebin içinde, her büyük cemaatin bünyesinde bile pek çok ayrılıkçı oluşumlar bulunabilmektedir. Ne yazık ki, bugün kurtarıcılık yükünü omuzlayıp İslâm için çalıştığı zannedilen kimselerin hali, kendi resmî kurumlarından daha iyi bir durumda değildir.

Netice olarak, müslümanların vahdetini ve bu vahdeti sağlayan tevhidi ne kadar önemsiyorsak, İslâm’ın temel meselelerinde vazedilen tevhidî gerçekleri de o kadar önemsememiz ve bu konularda en küçük bir ihtilâfa yer vermememiz gerekir. Temel meselelerdeki ihtilâfları hoş karşılamak, kesinlikle fitne ve fesadı hoş karşılamak olacaktır. Ve böyle bâtıl yaklaşımlar, hak olan İslâm dinini, bir kuşku ve şüphe dini haline getirecektir. Oysa tüm şüphelerden uzak olan İslâm dini, mü’min kalplere mutmainlik veren müstakîm bir dindir. Bu huzuru ve dosdoğru yolu yaşayan müslümanlar, hiçbir temel meselesinde “Allah böyle buyuruyor, falan da böyle buyuruyor. Acaba hangi hükmü esas alayım?” istifhâmına kapılmazlar. Bu konuda en ufak bir kuşku ve ihtilâfa düşmezler. Çünkü bu dosdoğru müslümanların teslim oldukları hakikat, tâbi oldukları hüküm bellidir: “Onlar hâlâ câhiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle iman eden bir topluluk için, hükmü Allah’tan daha güzel olan kimdir?” (5/Mâide, 50) “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36)

66.     “Kalplerimiz kılıflıdır, biz Kitabı anlayamayız” demeleri: “Kalplerimiz kılıflıdır, Hakka kapalıdır” dediler. Öyle değil. İnkârlarısebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Bu yüzden pek az iman ederler.”(2/Bakara, 88)

“Kafamız almıyor, anlamıyoruz. Kur’an’ı biz nasıl anlayalım, Arapçamız da yok. Kur’an’ı birçok ilim olmadan anlamaya kalkıp ahkâm kesenler, hadisleri, sünneti tümüyle inkâr edenler var. Biz de Kur’an’ı anlamaya kalksak onlar gibi oluruz.” Böyle bir sorumluluktan kurtulabilmek için kendilerini aptal yerine, geri zekâlı yerine koyuyorlardı. Şimdi de müslümanlardan kimileri: “Ben ha! Yâni bu kitabı anlayacak ve çocuklarıma anlatacağım ha! Biz kim, bu kitabı anlamak kim! Onu ancak büyük zatlar anlar” diyerek Kitabı eline bile almaktan çekinenler de aynen: “Bizim kalplerimiz kılıflıdır” diyen yahudiler gibi diyorlar. Allah’a iftira ediyorlar. Hâlbuki Allah sizin güç yetiremeyeceğiniz bir şey emretmedim, diyor. Bunlarsa hâşâ: Ya Rabbi bizim anlayamayacağımız, kavrayamayacağımız bir kitapla sorumlu tutmuşsun diyerek Allah’a iftira ediyorlar.

Veya farklı bir çıkarımla; tıpkı günümüzde kendi bilgilerini, kendi düşüncelerini, kendi metotlarını, kendi kitaplarını yeterli görüp, bizim, Allah’ın Kur’an’ına ihtiyacımız yoktur diyen kimi Müslüman geçinenler gibi. İşte şu anda görüyoruz ki Müslüman olduğunu söyleyen bazı insanların meclislerinde sürekli okuyup bilgilenmeye çalıştıkları anayasaları vardır. Efendilerinin kitaplarını ellerinden düşürmemeye çalışan bu insanlar âdeta Allah’ın kitabını ellerine almamaya yeminliler. Sanki Allah’tan daha doğru hukuk ilkeleri oluşturan kimse varmış gibi, sanki Kur’an’daki hukukî düzenlemelerden daha güzel anayasa ilkeleri oluşturulabilir gibi onlara sarılıyorlar. Biz Allah’ın kitabını anlayamayız diyorlar. Sanki Allah sözlerini, kelâmını efendileri kadar net ve açık anlatmaktan âcizmiş gibi. Sanki o efendileri meramı Allah’tan daha güzel anlatma gücüne sahipmiş gibi garip bir tavrı sürdürmeden yanalar.

Mü'min, Kur'an insanıdır. O'nu okumak, anlamak ve yaşamakla emrolunmuştur. İnandığı ve hayat nizamı edindiği Kur'an'a karşı mü'minin ilk vazifesi, O'nu sık sık okumaktır. Kur'an'ın ilk emri "oku"  iken O'nu okuyamamanın mâzereti olamaz. Her mü'min, asgari olarak günde beş defa namaz aracılığı ile Kur'an'la doğrudan doğruya bir bağlantı kuracaktır. İslâm'ın iman, ahlâk, iktisat, hukuk vs. düsturlarını teşkil eden Kur'an âyetlerini, Rabbinin huzurunda, Rabbinden indirildiği şekliyle okuyarak ve dinleyerek Allah'a ibâdet edecektir. Kur'an'ı okumak, mü'min için ne derece lüzumlu ise, öğrendiklerini korumak ve unutmamak da o nisbette zarûrîdir. Kur'an'ı okumaktan asıl gaye, onu anlamaktır. İslâm, ana kanunlarını teşkil eden Kur'an'ın anlaşılmasını belirli bir zümrenin tekeline bırakmamıştır. Kur'an, her bir kişi için gönderilmiştir ve Kur'an mesajı ana hatlarıyla herkes tarafından anlaşılacak kadaraçıktır."Andolsun ki biz, Kur'an'ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır. O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?" (54/Kamer, 17). Kur'an'ı biraz olsun anlayarak okumuş olmak için, Kur'an'ın orijinal harfleriyle yazılmış metnini ihtivâ eden meal ve tefsirlerden sıra ile günlük dersler takip etmeliyiz. Bir sayfa metin, akabinde de okunan sayfanın meal ve tefsirini okumalıyız. Ayrıca, çeşitli konulardaki Kur'an âyetlerini açıklayan ilmî eserleri de ciddi bir gayretle takip etmeliyiz. Kur'an'ı okumanın, onu anlamak için olacağı gerçeğini kavrayamayan birçok mü'min, Kur'an'ı yıllarca okudukları, defalarca hatmettikleri halde, meal ve tefsirlere rağbet etmedikleri için, Kur'an'ın mana zenginliklerinden feyz alamamışlar, ellerindeki Kitab'ı hayatlarına geçirememişlerdir. Biz, bu duruma düşmemeliyiz. Peygamber yahudileri İslâm’a davet ettiği zaman onlar: “Bizim kafalarımız, kalplerimiz Hakka kapalıdır, Allah’a verdiği taahhüdü yemiştir, kaşarlaşmıştır' dediler.” (2/Bakara, 88)

67.     Allah’a karşı, bile bile yalan söylemek:"Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen, onu sana (eksiksiz) iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine dikilip durmadıkça onu sana iade etmez. Bu da onların, ‘Ümmîlere karşı (yaptıklarımızdan) bize vebal yoktur’ demelerinden dolayıdır. Onlar, bile bile Allah’a karşı yalan söylerler.”(3/Âl-i İmrân, 75)

Allah’ın haram saydığı hususları helal sayarak Allah’a karşı yalan söylemenin bu toplumda birçok örneği gösterilebilir. Dâru’l Harb anlayışından dolayı nice haramların helâl kabul edildiği bilinen bir husustur. Devlet malını gasb etmek, dâru’l harpte faiz almak, kâfirlerle yeneceğini bilerek kumar oynamak, kâfirin karısını veya kızını bunlar savaşçıdır diye câriye olabileceğini düşünmek, finans kurumlarında kâr payı adıyla uygulanan faizi caiz görmek gibi örnekleri çoğaltabilir. Her tevbeyi bozmanın Allah’a karşı yalan söylemek olduğunu da söyleyebiliriz.

De ki: ‘Gördünüz mü, Allah'ın size rızık olarak indirdiği şeylerin bir kısmını haram ve bir kısmını helâl yaptınız.’ De ki: ‘Allah mı size böyle izin verdi, yoksa siz Allah'a iftira mı ediyorsunuz?”(1/Yûnus, 59)

“Allah'a yalan uyduranların Kıyamet günü hakkındaki zanları nedir? Muhakkak ki Allah, insanlara karşı lütuf sahibidir, ama çokları şükretmiyorlar.”(10/Yûnus, 60)

59. âyet, müşriklere, Allah'ın indirdiği azıkların bâzısına haram, bazısına helâl damgasını neden vur­duklarını, bu hususta Allah'tan izin mi aldıklarını, yoksa Allah'a iftira mı ettiklerini inkâr tarzında soruyor. Bu âyet, kimsenin, Allah'ın yarattığı rızıkları kendi kendine haram, helâl kılamayacağını, bu hükmü ancak Allah'ın vereceğini anlatmaktadır.

En'âm Sûresinde daha aynntılı olarak anlatıldığı üzere müşrikler, çeşitli hayvanlar hakkında haram, helâl hükümler koymuşlardı, kendi kendilerine koydukları bu hükümleri de Tanrı buyruğu sanıyorlardı. İşte âyet, onların kendi kendilerine koydukları bu hükümlere, tabulara bağlan­malarını ve hurafelere kapılarak Allah'ın yarattığı güzel şeyleri haram saymalarını, Allah'ın nimetlerine şükredecekleri yerde kendi vehimleriyle o nimetlere yasaklar koymalarını kınamakta, bunu Allah'a karşı nankörlük saymaktadır.

60'ncı âyette de uydur­dukları yalanı Allah'ın hükmü diye gösterip Allah'a iftira etmiş olanların, Kıyamet gününde hallerinin nice olacağı soruluyor. "Allah'a yalan uydu­ranlar Kıyamet gününde durumlarının ne olacağını sanıyorlar? Onlar o gün kurtulacaklarını mı zannediyorlar?" deniyor. Bu suretle onların, Allah'ın cezasından kurtulamayacakları vurgulanıyor. Âyetin sonunda da Allah'ın, insanlara karşı çok lütufkâr olduğu, fakat insanlardan çoğunun O'na şükretmedikleri hatırlatılıyor.

68.     Allah’ı fakir, kendilerini zengin kabul edecek kadar küstahlaşmak; böyle iddia edecek kadar alçalırlar: “Allah; “Şüphesiz, Allah fakirdir, biz zenginiz” diyenlerin sözünü elbette duydu. Onların dediklerini ve haksız yere peygamberleri öldürmelerini yazacağız ve “tadın yangın azabını!” diyeceğiz.” (3/Âl-i İmrân, 181)

Allah’ın bizim ibadetlerimize ihtiyacı varmış gibi düşünmek, yaptığı bazı faziletli amellerin, sanki Allah’a yönelik bir fayda sağlayacağını zannetmek bu konunun güncel versiyonudur.

Bakara sûresinin “Kim Allah’a güzel bir borç verirse Allah da bunu kat kat fazlasıyla öder” meâlindeki 245. âyeti indiğinde buradaki zarif ifadeyi anlamayan veya anlamazlıktan gelen yahudiler bu âyetle alay etmiş ve “Allah servetini kaybetti, şimdi de kullarından borç istiyor” demişler, bunun üzerine bu âyet inmiştir. Başka bir rivayete göre ise Bakara sûresindeki âyet inince yahudiler Hz. Peygamber’e gelerek, “Ey Muhammed! Rabbin fakir mi ki kullarından borç istiyor?” demişler, bunun üzerine bu âyet inmiştir. Âyetin iniş sebebi olarak tefsirlerde yer alan ayrıntılı rivayetlerin özeti budur (bilgi için bk. Şevkânî, I, 452, 454; Elmalılı, II, 1238; Ateş, II, 151). Bu sözü söyleyenlerin kimler oldukları âyette açıkça belirtilmemiş olmakla birlikte, sözün akışı içinde anılan “peygamberlerin öldürülmesi” olayı yahudiler hakkında olduğu için bu sözün de onlar tarafından söylenmiş olduğu anlaşılmaktadır.

 Yahudilerin bu alaylı ifadelerinin, peygamberleri öldürme günahı ile bir tutulması, bir taraftan bu sözleri söylemenin büyük bir suç sayıldığını, diğer taraftan da onların ilk günahının bu olmadığını, daha önce de peygamberlerin canlarına kıydıklarını göstermektedir. Her ne kadar peygamberleri öldürenler bu sözü söyleyenlerin kendileri değilse de bunlar atalarının inanç ve yaşayışlarını paylaşmaları sebebiyle aynı zihniyetin sahipleri ve onların devamı olmak bakımından kınanmışlardır. Bu sözleri yüce Allah’ın işittiğinin bildirilmesi, ayrıca “Hem bu söylediklerini hem de haksız yere peygamberleri öldürmelerini elbette yazacağız!” buyurulması, yahudilerin bu küstahça davranışlarının affedilmeyeceğini ve bundan dolayı şiddetli bir şekilde cezalandırılacaklarını gösteren sert bir tehdittir. Nitekim âyetin “Yakıcı azabı tadın, diyeceğiz” meâlindeki son cümlesi de bunu ifade etmektedir. 182. âyet de yüce Allah’ın âhirette yahudilere vereceği bu cezanın bir haksızlık ve adaletsizlik olmadığını, bunun sırf onların kendi elleriyle yaptıkları işler, dilleriyle söyledikleri sözler ve kalplerindeki inanç bozukluğu sebebiyle gerçekleşeceği ifade buyurulmuştur.

69.     Allah’ın kitabının hükmüne çağrıldıklarında yüzçevirmek:“Kendilerine Kitap’tan bir pay verilenleri görmüyor musun ki, aralarında hüküm vermesi için Allah’ın Kitabına çağrılıyorlar da sonra içlerinden bir kısmı yüz çevirerek dönüp gidiyor.”(3/Âl-i İmrân, 23)

Devlet adamlarının ve demokratik parti taraftarlarının “Allah’ın kitabının hükümlerinin uygulanması için nebevî uygulamaları örnek alalım” denilince, nasıl yüz çevirdiklerini düşünelim. Allah’ın indirdiği Kitabın hükümleriyle yönetilmeyi teklif ederek İslâm devletini oluşturmaya çağıran kimselere tavır alan, aralarındaki problemleri çözmek için tâğutun mahkemesi yerine, Kur’an ve Sünnetle hükmedecek bir âlime gidip meselesini onun çözmesini kabul etmeyen kimselerin durumu bu konunun güncel örneklerindendir.

70.     İftira atmak, özellikle Allah’a iftira:“Buzağıyı ilâh edinenlere mutlaka (ahirette) Rablerinden bir gazab, dünya hayatında ise bir zillet erişecektir. İşte biz iftiracıları böyle cezalandırırız.”(7/A’râf, 152)

Olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatmak veya nakletmek. Hayatta insanoğlunun çeşitli arzu ve beklentileri vardır. Bu beklentilerine bazen erişemeyebilir. Böyle bir durumda, bazıları kendi kaderine râzı olurken; bir kısım insanlar da arzu ettiklerini zorla elde etmeye çalışırlar. Bu bakımdan iftira, bir kimseyi veya bir şeyi elde etmek veya o şeyi başkalarından kıskanıp, zarar verme düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Her halükârda, dünya için önemli olan bir nesneye karşı olan zaafın neticesinde iftira yapılır.

Dinimize göre iftiranın her türlüsü haramdır. Allah, iftira edenleri (müfterileri) sevmemektedir. En büyük müfterî ise ‘şirk’ koşan müşriklerdir. Çünkü onlar Allah’a ortaklık iftirası atmaktadırlar.

“…Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla (Allah’a) iftira etmiş olur. (4/Nisâ, 48) âyetinde olduğu gibi ‘şirk’ Allah hakkında bir iftiradır. Gerçekte O’nun ortağı yoktur, Müşrikler ise ortağı ve benzeri olmayan Allah’a, kendileri bir eş uyduruyorlar.“De ki: ‘Allah hakkında yalan uyduranlar, iflâh olmazlar!” Dünyâda biraz geçinir, sonra bize dönerler. Sonra da biz, inkârlarından dolayı onlara şiddetli azabı taddırırız.”(10/Yûnus, 69-70). Yani uydurdukları yalanı Allah'ın üstüne atan, kendi bâtıl düşünce ve inançlarını Allah'ın buyruğu gibi gösterenlerin onmayacakları, şu dün­yada azıcık yaşadıktan sonra Allah'ın huzuruna gidip hesap verecekleri ve inkârlarından dolayı Allah'ın onlara şiddetli azabı taddıracağı vurgu­lanmaktadır.

“Yoksa onların, kendilerine, Allah'ın izin vermediği şeriat koyan ortakları mı var? Eğer (bir süre fırsat verilmesi hakkında) karar olmasaydı derhal aralarında hüküm verilir(işleri bitirilir)di. Kuşkusuz zâlimler için acı bir azâb vardır.” (42/Şûrâ, 21)

İftirânın en çirkin Allah’a iftira edip yalan uydurmak olduğu gibi, Allah’a şirk/ortak koşmak da Allah’a yapılan iftiranın en büyüğü ve en çirkinidir (Bkz. 4/Nisâ, 48-50; 42/Şûrâ, 21).

İnsanlar arasında sadece kendilerinin Allah katında özel bir yeri olduğunu sanmak, cenneti kendilerine özgü kılmak, cehenneme gitseler dahi bir süre sonra çıkacaklarını, ama kendileri dışında kalan toplulukların ebedî cehennemde kalacaklarını sanmak da Allah’a iftirâdır. Çünkü Allah ne yahûdilere, ne de başka uluslara kesin bir ayrıcalık tanımıştır: “Yahûdi veya hıristiyan olandan başkası cennete girmeyecek’ dediler. Bu, onların kuruntusudur. De ki: ‘Doğru iseniz, delilinizi getirin.” (2/Bakara, 111); “Bu hareketleri, onların: ‘Bize ateş, sayılı birkaç günden başka dokunmayacak’ demelerinden ileri gelmektedir. İftira edip uydurdukları şeyler, onları dinlerinde yanıltmıştır.” (3/Âl-i İmrân, 24)

71.         Yaptıkları anlaşmalara uymamak:“Verdikleri sağlam sözü bozmalarından, Allah’ın âyetlerini inkâr etmelerinden, peygamberleri haksız yere öldürmelerinden ve “kalplerimiz muhafazalıdır” demelerinden dolayı (başlarına türlü belâlar verdik. Onların kalpleri muhafazalı değildir), tam aksine inkârları sebebiyle Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Artık onlar inanmazlar.”(4/Nisâ, 155). “Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra her defasında hiç çekinmeden ahidlerini bozan kimselerdir.” (8/Enfâl, 56)

Boşanmaların % 17 civarında olması, insanların birbirleriyle antlaşmalarına ve birbirlerine verdikleri sözlere ne denli riâyet ettiklerinin bir göstergesi sayılabilir. Ortaklıkların uzun süre devam etmeyişi, cemaat mensubu kimselerin sözlerinde durmayıp bir bahane ile belirli zaman sonra ayrılması, hatta arkadaşlar arası güvenin yeterli olmaması gibi çok sayıda örnek, buralarda bu zamanda verilen sözlerin ne denli tutulup tutulmadığını göstermektedir. Kur’an’da Yahudilerin bu karakterinin bildirilmesine ve mü’minlerin uyarılmasına rağmen, İsrail’le anlaşmalar yapan Filistinliler ve onunla nice anlaşmalar yapan T.C. aynı delikten kimbilir kaçıncı defa ısırılmayı bekliyorlar. 

Kur’ân-ı Kerim, ahdini antlaşmasını bozan insanları budala kadın gibi gösteriyor(16/Nahl, 91-92). Bir kadın ki ipliğini iyice eğirip sardıktan sonra tekrar söküp dağıtmaktadır. Bu gerçekten çok yerinde bir teşbihtir. İnsanlar da şayet bir ahitleşme yaparlarsa bu kadının durumuna düşmesinler diye, uyarılmaktadır. Özellikle mü'minlerin şahsiyetli olmaları, budala kadının derecesine düşmemeleri için ikaz edilmektedir. Bununla beraber, sabırsızlıktan, zayıflıktan ve iradesizlikten kurtulmaları için uyarılmaktadırlar.

Ahdini bozan kimseler azimetten yoksun ve ileri görüşten mahrumdurlar. Sanki bir kadın ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra onu tekrar tekrar söküp dağıtmaktadır. Bu benzetmedeki bütün ayrıntılar hakaret, hayret ve garipliklerle dolu bir anlam taşımaktadır. Bütünüyle ahidleri bozmayı kötülemekte ve çirkin bir iş olarak ruhlara yerleştirmeye çalışmaktadır. Şahsiyetli ve akıllı bir insanın kalkıp da bu kadına benzemesi ve onun gibi zayıf iradeli olmayı kabullenmesi düşünülemez.

Ayette, ahdi bozma durumunda olan devletler de kınanmaktadır. Bir devlet bir veya birkaç devletle andlaşmalar imzalar, sonra da güçlü ve nüfuzlu devletlerin diğer saflarda yer aldığını ileri sürerek andlaşmalarını bozar ve bunda devletin çıkarının söz konusu olduğunu iddia ederse, İslâm bu sebepleri kabul etmez ve mutlak şekilde ahde vefâ gösterilmesini emreder. Verilen sözlerin ve andlaşmaların hile ve oyun vasıtası kılınmasına göz yummaz. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki; İslâm, iyilik ve Allah korkusu esasları dışında yapılan hiçbir antlaşmaya itibar etmez. Günah, isyan ve kötülük esasları üzerine yapılmış antlaşmaları reddeder. Gerek İslâm toplumunun gerek İslâm devletinin yapısı bu esaslara göre kurulur.

72.     Kalbindeki sapma nedeniyle kör ve sağır hale gelmek:“Andolsun, İsrailoğullarındansağlam söz almış ve onlara peygamberler göndermiştik. Fakat her ne zaman bir Peygamber, onlara nefislerinin hoşlanmadığı bir hükmü getirdiyse; onlardan bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler. Bu yaptıklarında) bir belâ olmayacağını sandılar da kör ve sağır kesildiler. Sonra (tövbe ettiler), Allah da onların tövbesini kabul etti. Sonra yine onlardan çoğu kör ve sağır kesildiler. Allah, onların yaptıklarını hakkıyla görendir.” (5/Mâide, 70-71)

Kur’an eksenli düşündüğümüzde esas hastalığın mânevî hastalık olduğunu görürüz; esas özürlülüğün, sakatlığın iman sakatlığı olduğunu değerlendiririz. Kur’an insanın esas nelere bakması gerektiğini açıklar. İnsan, Allah’ın açık açık anlattığı âyetlere, delillerin nasıl açıklandığına bakmalıdır (5/Mâide, 75). Allah’ın rahmetinin eserlerine; arzı, ölümünün ardından nasıl dirilttiğine, ölüleri dirilteceğine bakmalıdır (30/Rûm, 50). “Yeryüzünde gezin de günahkârların âkıbetinin nasıl olduğunu görün.” (27/Neml, 69) buyrulur. “De ki, âmâ ile gören hiç, bir olur mu? Siz hiç düşünmüyor musunuz?” (6/En’âm, 50) diye soran Kur’an, kimlere âmâ/kör demektedir? Kur’an, kafadaki gözlere değil, kalpteki göze dikkat çeker: “Gerçek şu ki, gözler kör olmaz, fakat göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (22/Hacc, 46). Demek ki, Kur’an’ın “gör” dediğini görmeyenlere Kur’an “kör!” demektedir. Asıl körler, kalp gözlerini kaybedenler, ibret alınacak şeyleri göremeyenlerdir. Onların, sadece bir organları ârızalı değil; tüm organların âmiri durumundaki kalpleri sakat olduğundan tümden sakattır, her yönden kötürümdür onlar. Esas sağırlar, dilsizler, körler onlardır (2/Bakara, 18, 171). “Bu iki zümrenin (mü’minlerle kâfirlerin) durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların hali hiç eşit olur mu? Hâlâ ibret almıyor musunuz?” (11/Hûd, 24)“Size Rabbiniz tarafından basîretler (hakkı görme özelliği, idrâk yeteneği, kalp gözü) verilmiştir. Artık kim (hakkı) görürse faydası kendisine, kim de (hakka karşı) kör olursa zararı kendinedir.” (6/En’âm, 104)

Kimdir bu körler, sağırlar? Önündeki esas uçurumu, âhireti görmeyendir kör: “Hayır, onların âhiret hakkındaki bilgileri yetersiz kalmıştır. Dahası, bu hususta şüphe içindedirler. Bunun da ötesinde, onlar âhiretten yana kördürler.” (27/Neml, 66). Sağırlık da körlük gibi, esas gönülle ilgilidir: “İman etmeyenlere gelince; onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an onlara kapalıdır. (Sanki) Onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur’an’da ne söylendiğini anlamıyorlar).” (41/Fussılet, 44). Diğer sakatlıklar da aynı ölçüyle değerlendirilmelidir.

Kimse, görmek istemeyen kadar kör, duymak istemeyen kadar sağır olamaz. “Onlardan seni dinleyenler vardır. Fakat sağırlara -üstelik akılları da ermiyorsa- sen mi duyuracaksın? Onlardan sana bakan da vardır. Fakat -hele (hakkı) göremiyorlarsa- körleri sen mi hidâyete/doğru yola ileteceksin?” (10/Yûnus, 42-43). “Bil ki sen ölülere (kalpleri mânen ölmüş olanlara) işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken (hakkı duymak istemeyen) sağırlara da dâveti duyuramazsın. Sen körleri (kalp gözü kapalı olanları) sapıklıklarından çevirip doğru yola getiremezsin. Ancak âyetlerimize iman edip de teslim olanlara duyurabilirsin.” (27/Neml, 80-81; benzer âyetler için bkz. 30/Rûm, 52-53; 43/Zuhruf, 40)

Dünyada hakkı görmek istemeyen esas körler, âhirette de kör olacaklardır: “Bu dünyada kör olan (hakka karşı gözünü kapatmış olan) kimse, âhirette de kördür; üstelik iyice yolunu şaşırmıştır.” (17/İsrâ, 72) “…Kıyâmet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzükoyun haşrederiz.” (17/İsrâ, 97)

Esas körlük âhirette olandır. Âhirete karşı dünyada kör olanlar, âhirette kör olarak diriltileceklerdir. “Kim Benim zikrimden yüzçevirirse, şüphesiz onun için dar bir geçim, geçim sıkıntısı vardır ve Biz onu, kıyâmet günü kör olarak haşrederiz. O: ‘Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, gerçekten (dünyada) görür idim’ der. (Allah) buyurur ki: İşte böyle (sen dünyada da esas körlerden idin). Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun! Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Âhiret azâbı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir.”(20/Tâhâ 124-127)

Haramlarla meşgul olan göz mü, harama bakamayan görme özürlü mü daha hayırlı konumdadır? Göz nimetini veren Allah’a itaat edip, O’nun yasakladığı yerlerde gözünü sakındırarak şükrettiğini ispatlaması gereken insan, Allah’a gözüyle sık sık isyan ediyorsa, yarın “dünyada keşke gözsüz olsaydım da gözlerim yüzünden bu kadar günah işlememiş olsaydım!” diye dünyada görme özürlülere hayran olacaktır. Göz nimetine şükretmeyen göz adlı boncuk tanelerini taşıyan bir insandan, görme engelli olduğuna sabreden bir insan âhirette çok daha kârlı çıkacak, büyük ihtimalle dünyada daha huzurlu yaşamış olacaktır. 

73.     Kendilerine gelen peygamberleri yalanlayıp inkâr etmek:"Andolsun ki İsrâiloğullarından ahid/sağlam söz aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğini (ilâhî hükümleri) getirdi ise bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler."(5/Mâide, 70); “Karşılığında nefislerini sattıkları şeyi kıskançlıkları sebebiyle Allah’ın, kullarından dilediğine lütfuyla indirdiği vahyi inkâr etmeleri ne kötüdür! Bu yüzden gazap üstüne gazaba uğradılar. İnkâr edenlere alçaltıcı bir azap vardır.” (2/Bakara, 90)

Sünnet: Peygamberimizin Kur’an’ı hayata geçirme tarzı, Kur’an’ı yaşayışıyla yorumlaması… Bugün sünnet olarak bildiğimiz birkaç tane, o da şekilden ibaret şey kalmış. Namazların sünnetleri, yaşlı adamların sakalları, erkek çocukların küçük bir operasyonu ve benzer bir-iki şey. Bunların dışında Peygamber’in yaşayışını, meselâ sünnet olarak on tane davranışını bile sayamıyor Müslüman. Hâlbuki sünnet; Peygamberimiz’in yaptığı her şeydir, konuştuğu, tavsiye ettiği, uyguladığı her şey. Oğullarını sünnet ettirmeyenleri kınıyoruz da, ondan daha kuvvetli sünnetleri terk edenleri niçin kınamıyoruz? Kendimizin de kınanacak birçok yönümüz olduğunu kabul edelim, çünkü nice sünnetleri terk etmişiz. Esas sünnet, Kur’an’ın hayata geçirilmesinde nebevî modeldir. O, canlı Kur’an’dı. O’nun tüm hayatı sünnettir. Peygamberimiz’in putlarla ve putçularla nasıl mücadele ettiği, cihadları, savaşları, insanları nasıl eğittiği, toplumsal sünnetleri, nasıl devlete gittiği vb. bilinmeden sünnet kavramı da doğru anlaşılmaz.

Peygamberimiz kimlerle, niçin mücadele etti? Biz de aynı kimselerle mücadele etmek zorundayız. Peygamber’in düşmanları sadece O’nun zamanıyla sınırlı değildi. Ebu Cehiller, Ebu Lehebler günümüzde belki daha etkin roldeler, ama onları tanıyacak ve gereğini yapacak Sünnet ehli insanlar aranıyor. O’nun düşmanlarını dost kabul edemeyiz. O’nun düşmanları “ben O’nun düşmanıyım” demeyebilir, sinsi olabilir, O’nun getirdiği vahye, Kur’an’a ve O’nun yaşayışına yani Sünnetine düşman olanlar, Müslümanlara bu konuda özgürlük hakkı vermeyenler, kim olurlarsa olsunlar bizim dostlarımız olamazlar.

Seni tanıyan Sana hayran olur. Ama Seni tanıyamadık; dostlarını unuttuk. Senin düşmanlarını teşhis edemeyen, daha da kötüsü, düşmanlarınla işbirliği yapan bir toplum içindeyiz ey Nebî! Senin savaşını/mücâdeleni bilmiyor insanımız. Senin mücâdelenden önemli geliyor gençlerimize; falan takımla filan takımın maçı! Senden başka önder ve kahraman arayışında insanımız. Senin askerin olamadık yâ Muhammed (s.a.s.)! Senin bayrağını, senin gösterdiğin burçlara dikemedik ey Rasûl! Sığınacak bir kalemiz, hicret edecek bir yurdumuz bile yok; Medine'ler oluşturamadık, Mekke'lerimizi fethedemedik. Senin adını istismar edenlere, sana ve yoluna hakaret yağdıranlara anlayacakları dilden cevap bile veremedik. Senin getirdiğin Kitap raflarımızı süslerken, senin düşmanlarının kitap(sızlık)ları beyinlerimizi, gönüllerimizi, evlerimizi, sokaklarımızı... kirletiyor. Senin özgürlüğe kavuşturduğun ruhlarımız kimlerin işgalinde bir görsen ey Rasûl, dillendiremiyoruz. Sana şikâyet için düşmanının adını zikretmekten bile çekinir olduk, korkar olduk ey korkusuz insan!

74.     Akıllarını kullanmayan bir topluluk olmak:“Onlar müstahkem kaleler içinde veya duvarlar arkasında olmadan sizinle toplu hâlde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın. Hâlbuki kalpleri darmadağınıktır. Bu, onların akıllarını kullanmayan bir topluluk olmalarındandır.”(59/Haşr, 14)

Akıllarını kullanan kimseler, Allah’a kulluk yaparlar, O’na itaat ederek her konuda teslimiyet gösterirler. Günümüzde de nice insan, Allah’ın verdiği aklı kullanılması gereken yerde kullanmıyor, sadece dünyevî çıkarları için kullanıyor. Aklını kullanmak, dünyada huzuru, âhirette cenneti elde etme yoluna girmek demektir. Allah’ın dinine teslim olmayan akıl, çamura batmış merkep gibidir; debelendikçe batar. Akıl göz gibidir; nasıl göz ne kadar keskin olursa olsun, ışık olmayınca etrafını göremezse, akıl da vahyin nuruna/ışığına muhtaçtır. Vahyin aydınlatmadığı akıl da bir şeye yaramaz. Ayqü yönüyle akıl üst derecede olsa bile, hayırda kullanılmadıktan sonra ne işe yarar?

Akletmek gerçek ilim sahibi olanların niteliğidir. Gerçek akıl sahipleri, gerçek âlimlerdir. “Biz meseleleri insanlar için açıklıyoruz, ama onları âlimlerden başkası akletmez.” (29/Ankebût, 43)

Aklın görevi;  araştırma, düşünme ve gerçeği bulmadır. Araştırmayan, düşünmeyen akıl, görevini yerine getirmemiş akıldır ki, sahibini hayvandan daha aşağı duruma sürükler. Akıl çalışmayınca görevini yerine getiremez ve sahibini taklit bataklığına düşürür. Taklit ise, araştırma ve düşünmenin baş düşmanıdır. Allah, kitabında taklidi, donukluğu kınarken; araştırıcı aklı övmektedir. İslâm taklitçiliğe karşı çıkmıştır. Çünkü taklitçilik, Allah’ın insana en büyük nimetlerinden olan aklı kullanmamak, başkalarına körü körüne uymaktır.

Allah ile birlikte başka bir ilâhın olmadığını akıl bulmak zorundadır. O’nun asıl görevi bu yüce gerçeği bulmak ve ona göre yaşamaktır. Akıl Allah’ı bulmanın yanında O’na şükretmeyi de bilecektir. Aklı ile Allah’ı bulan ve O’na şükreden sıkıntıda olsa da bahtiyardır. Allah’ı bulamayan ise, bollukta olsa bile yine de bedbahttır.

Aslında gerçek akletme ve bilme gücüne sahip olmayanlar, yani Allah’ın verdiği aklı kullanmayanlar, kafaları küflenmiş, kalpleri mühürlenmiş ve mânevî pisliklerle kararmış olanlar, bilgi ve kültürleri büyük zannedilse bile, gerçek cahillerdir.“Onların bu konuda ilmi yok, sadece atıp tutuyorlar.”(43/Zuhruf, 20); “Hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyip gözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?”(45/Câsiye, 23); “Allah kalplerini mühürledi, artık bilmezler.”(9/Tevbe, 93); “Allah, bilmeyenlerin kalplerini işte böyle mühürler.”(30/Rûm, 59)

Kâfirler ve müşrikler hiç akletmeyenlerdir; kalbî duyularını bütün bütüne köreltenler, kalpleri mühürlenenlerdir. “Allah katında hayvanların en şerlisi, akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”(8/Enhfâl, 22); “Sağır, dilsiz ve kördürler de, akletmezler.”(2/Bakara, 171); “...Bunlardan bir grup vardı, Allah’ın Kelâmı’nı işitirlerdi de, onu aklettikten sonra, bile bile tahrif ederlerdi.” (2/Bakara, 75)

75.     Meleklere, Cebrail’e düşman olmak:“De ki: “Her kim Cebrail’e düşman ise, bilsin ki o, Allah’ın izni ile Kur’an’ı; önceki kitapları doğrulayıcı, mü’minler için de bir hidayet rehberi ve müjde verici olarak senin kalbine indirmiştir.”(2/Bakara, 97)

Benzer düşmanlık bu ülkede Alevi de denilen Kızılbaşlarda görülür. Onlar da Cebrâil’i sevmezler, ona düşmandırlar. Çünkü hâşâ Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed’e vahiy getirmiştir. Adına Ruhu’l-emîn de denilen, emîn/güvenilir ruh’a güvenilmezlik atfederler. Peygamberimize vahy geldiği anda 10 yaşında olan Hz. Ali’ye vahiy getirecekmiş de 40 yaşındaki Peygamberimizle karıştırmış diye uydururlar.

Bir insan meleğe düşman olabilir mi? Meleklerin belki en büyüğü olan Cebrâil’e düşman olması için ya meleği yanlış tanıması veya kimlerin sevgiyi hak ettiğini, kimlerin sevilmesi gerektiğini bilememesi demektir. Bazı insanlar melekleri aşırı yüceltirler, Allah’ın kızları kabul ederek onları Allah’a şirk koşarlar. Kimisi de bazı meleklere düşmanlık yapabilecek kadar seviye düşüklüğü göstermektedir. Yahudiler Cebrâil’e tavır alınırken, buralarda da Azrâil sevilmez. Kimisi, Azrail’le “boğuşur”, kimisi Azrâil’i yener, kimi ona mağlûp olur. Kimi de Azrail’e emir verir: “Git, daha işim bitmedi.” Rivâyetlerde Hz. Mûsâ’yı Allah adına can almaya gelen Azrâil’e itaat ettirmez, ona bir tokat attırır ve Azrâil’in gözünü kör ettirir. Azrâil, can aldığı için halk tarafından da pek sevilmez. Diğer üç büyük meleğin ismi yanlış olarak erkek ismi şeklinde kullanılırken, Azrail ismini kimse çocuğuna vermez. Cebrâil, Hz. Muhammed’den önceki peygamberlere de vahiy getirmiş ve başka bilgiler öğretmiş; yine onlara birçok konuda yardımcı ve destek olmuştur. Vahiy getiren meleğe düşman olmak vahye ve onu gönderen Allah’a düşman olmak demektir. İlâhî emirleri peygamberlere ulaştıran vahiy meleğinin adıdır. Hz. Muhammed’den önceki peygamberlere de vahiy getirmiş ve başka bilgiler öğretmiş; yine onlara birçok konuda yardımcı ve destek olmuştur.

Cebrâil’in Hz. Peygamber’e vahiy getirdiğini bildiren ve Medine yahudilerinin bu melek hakkındaki yanlış kanaatlerine işaret eden yukarıdaki âyetlerin iniş sebebiyle ilgili olarak müfessirlerin verdiği bilgilere göre Fedek yahudilerinden bir grup Hz. Peygamber’e gelerek, dört konuda soruları olduğunu, bunlara doğru cevaplar verirse müslüman olacaklarını ifade etmişlerdi. Üç sorunun cevabını bekledikleri gibi aldılar. Dördüncü soruları Hz. Peygamber’e vahiy getiren meleğin isminin ne olduğu idi. “Cebrâil” cevabını alınca yahudiler, “Cebrâil bizim düşmanımızdır; çünkü o savaş, kıtlık ve kuraklık meleğidir. Eğer sana vahiy getiren melek Mîkâil olsaydı iman ederdik; çünkü Mîkâil rahmet, bolluk ve yağmur meleğidir” dediler. Diğer bir rivayete göre Hz. Ömer yahudilere, Hz. Muhammed’i yalanlamak için böylesine çaba göstermelerinin sebebini sorduğunda, “Çünkü ona vahiy getiren Cebrâil bizim düşmanımızdır” demişlerdi. Bazı tefsirlerde, yahudilerin, Bâbil Kralı Buhtunnasr’ın (Nebukadnezzar) Kudüs’ü işgal edip (m. ö. 586) yahudi krallığına son vermesi sırasında Cebrâil’den yardım gördüğünü ileri sürerek bu yüzden onu kendilerine düşman bildikleri de kaydedilmektedir (bk. İbn Atıyye, I, 183). İşte yukarıdaki iki âyette, yahudilerin bu düşmanlıklarının yersiz ve haksız olduğuna işaret edilmektedir. Çünkü Cebrâil, daha önceki kitapları ve bu arada Tevrat’ı doğrulayan, inananlar için bir rehber ve mutluluk vesilesi olmak gibi yüce değerler taşıyan Kur’an’ı Hz. Peygamber’e getiren, âyetteki ifadesiyle onun kalbine indiren bir melektir; bu görevini de Allah’ın izniyle yapmıştır; yani sadece Allah’ın kendisine verdiği bir görevi ifa etmiş, Allah ile peygamberleri arasında bir elçilik yapmıştır. Şu halde bundan dolayı ona düşmanlık duygusu beslemek, gerçekte onun getirdiği vahye ve vahyi gönderene karşı düşmanlıktır. Bu sebeple 98. âyette, Cebrâil’e düşman olmanın bir bakıma Allah’a, peygamberlere ve diğer meleklere, bu arada yahudilerin çok sevdiklerini söyledikleri Mîkâil’e düşman olmak anlamına geleceğine işaret edilmekte; bu yüzden Allah’ın da bu kâfirlerin düşmanı olduğu belirtilmektedir.“Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil’e ve Mîkâil’e düşman ise bilsin ki Allah da kâfirlerin (inkârcıların) düşmanıdır.”(2/Bakara, 97)

76.    Mü’minler aleyhine kâfirlerle dostluk kurmak:Onlardan birçoğunun kâfirleri (inkâr edenleri) dost edindiklerini görürsün. Andolsun ki kendileri için önceden (ahirete) gönderdikleri şey; Allah’ın onlara gazap etmesi ne kötüdür! Onlar azap içinde ebedî kalıcıdırlar.Eğer Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene (Kur’an’a) inanıyor olsalardı, onları (müşrikleri) dost edinmezlerdi. Fakat onlardan birçoğu fâsık kimselerdir.” (5/Mâide, 80-81)

Kâfirleri dost edinen o kadar çok insan var ki… Başta yöneticiler olmak üzere nice insan, Atatürk hayranıdır, hayranlıkla da kalmaz, onun heykellerine taparlar. Batılı devletleri ve yöneticileri dost ve müttefik ilan ederler. Kâfirlerle birlikte tek devlet olmak için Avrupa Birliğine girmek isterler. Müşrik tâğutlara sevgi beslerler.

Kâfirleri dost kabul etme, hatta bazı kâfirleri Müslümanlara tercih etme yaşadığımız ülkede o kadar yaygındır ki, kimse yadırgamaz bile. Öncelikle safların ayrışmadığı, inanç netliğinin olmadığı, insanların Müslümanlığı kimseye bırakmadığı halde, küfürle ve kâfirlerle iç içe olduğunu belirtelim.  

“...İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır!” (5/Mâide, 51). Kâfirleri dost kabul etmek, iman ile çelişmektedir. Hem iman, hem de onları dost edinme olayı, ikisi beraber bir kalpte toplanamazlar. İman, onları dost edinmemeyi gerektirmektedir. Düşmanlık ve dostluğun imanla ilgisi değerlendirilmediğinden, bugün müslümanların çoğunluğu açısından dost-düşman karışmış, düşmanlarının oyununa gelen müslüman yığınlar, bunca zararlarına rağmen hâlâ Allah’ın düşmanlarının ve kendisinin düşman olması gerekenlerin yardımcısı, destekleyicisi, emrindeki memuru, hizmetçisi, kulu-kölesi, askeri... olabilmektedir.

“Müslümanım!” diyen nice insan, kâfirlerin koyduğu küfür kanunlarına, onların ortaya attığı felsefî düşünce ve dünya görüşlerine, ideolojilerine sevgi besleyebilmekte ve onlara gönül rızâsıyla uyup teslim olabilmekteler. Hanımlarını, kâfirlerin hanımlarına benzetebilmekte, onlar gibi giyinmelerini (soyunmalarını) ilericilik ve çağdaşlık kabul edebilmekteler. Allah ve Rasûlü’yle savaş demek olan fâiz (2/Bakara, 279) olmaksızın ticarî hayatı düşünememekteler... 

Bazı müşrik ve kâfirlere, dost olmanın ötesinde, hatta hayranlık duyanlar, destekleyip alkışlayanlar, onları velî kabul ederek seçip işbaşına getiren, yetki verenler, onların izini takip eden, itaat eden, onları örnek alanlara ne demeli!? Keler deliğine girseler bile onlara imrenip taklit etmeye çalışan, onları model kabul edip modalarına uyanlara nasıl bir sıfat bulmalı!?

“Mü'minler, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinmesin. Kim böyle yaparsa Allah ile bir ilişiği kalmaz.” (3/Âl-i İmrân, 28)

77.     Kendilerine gelen peygamberlerden bazılarını öldürmek:"Andolsun ki İsrâiloğullarından ahid/sağlam söz aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğini (ilâhî hükümleri) getirdi ise bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler."(5/Mâide, 70)

Günümüzde peygamberlerin yolunu takip etmeye kim ne kadar ihtiyaç duyuyor? Hâlbuki Allah, bütün peygamberlerikendilerine itaat edilmesi için göndermiştir (4/Nisâ, 64). Onlara itaat etmemek, onları yok saymak demektir. Onları yok saymak da mânen onları öldürmektir. Bugün bu toplum, peygamberi önemsemiyorsa, onun getirdiği vahye, o vahyin peygamber usulüyle nasıl uygulanacağına önem vermiyorsa, peygamberi mânen öldürmüş demektir. Peygamber’i ne kadar tanıyor, onu ne kadar örnek alıyor, onun yaşadığı gibi yaşamayı ne kadar istiyor, peygamberli bir hayatı ne kadar arzu ediyor; bütün bunlar, yaşayışıyla belli olur. Onun düşmanlarını ne kadar seviyor, onların izini ne kadar takip ediyor, tercihini peygamberden yana yapması gerekirken, onun düşmanlarından yana yapanlar, peygamberi mânen katletmiş sayılmaz mı? Onun yolunu öldürenler, Onu hayatlarında örnek ve model almayanlar, hayatlarında Rasulün yolu, izi, sünneti olmayanlar, Peygamberimizin izini takip etmek yerine, “Atam izindeyiz” diyenler, Peygamberimize düşman olanlarla dost olanlar, onu örnek almak gibi bir derdi olmayanlar, onun getirdiklerini önemsemeyenler, Peygamberi takip edeceğine siyasi liderlerin peşinden gidenler, efendilerini, liderlerini yüceltenler, hadisleri, sünneti toptan reddedenler, peygamberimizi bir postacı gibi görenler, peygamber yolunun katilleri değil midir?

78.     Allah’a çocuk isnad etmek:“Allah, çocuk edindi, dediler. O, bundan uzaktır. Hayır! Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ındır. Hepsi O’na boyun eğmiştir.”(2/Bakara, 116)

Allah’a çocuk isnad etmek, Allah’ın çocuğa, evlâda ihtiyacı olduğunu kabullenmek demektir. Allah’a yardımcılar isnat etmek, Allah’a ait özelliklere sahip başka kişiler olduğunu kabul etmekle ona oğul isnat etmek arasında pek bir fark yoktur. Bir insanı hâşâ Allah yerine koyanlar, Allah’a ait olan teşri’yi (yasa yapmayı, hüküm koymayı) insanlara verenler, duâları ve tevbeleri kabul edecek, şefaat ederek Allah’ın cehenneme mahkûm ettiği birini Allah’ın elinden alıp O’nun hükmünü bozarak cennete koyma gücünü bazılarına verenler ile, Allah’a oğul nispet edenlerin aralarında ne fark var?   Allah’ın yeryüzünde temsilcileri olduğuna inananlar, Allah’ın yetkilerini Allah’tan başkalarına vermeye çalışanlar, sadece Allah’a ait olan bazı özellikleri, sıfatları bir hocaya, bir efendiye, bir devlet başkanına vermeye kalkanlar, küçük yeryüzü tanrıları oluşturanlar, Allah yerine yeryüzünde tasarrufta bulunan bazı kişilerin olduğunu kabul edenler; Allah’a yardımcı ve evlât isnat etmiş gibidir. Allah’, rızık vermede, yönetmede, hukuk belirleme ve insanları yargılayıp haklarında hüküm vermede, eğitimde, sosyal hayatta küçük tanrılar, yarı ilâhlar kabul etmek, Allah’a çocuk isnat etmek gibidir. Allah’ın kendini tanıttığı gibi tanımak, Kur’an’da belirtilen Allah’ın özelliklerini sadece Allah’a atfetmek, tevhidle ilgilidir. Tevhid suresi anlamında kullanılan İhlâs suresinde öyle denilir: “De ki Allah birdir. Allah sameddir, hiçbir şeye muhtaç değildir. O baba da değildir, oğul da değildir. O’nun dengi hiçbir şey yoktur.” (112/İhlâs, 1-4)

79.     Kendilerinden olmayanlara düşman olmak ve Müslümanlara karşı hile yapmaya çalışmak:“Ehli kitaptan bir gurup şöyle dedi; İnananlara indirilmiş olana sabahleyin inanıp, akşamleyin inkâr edin. Belki onlar (böylece dinlerinden) dönerler.”(3/Âl-i İmrân, 72)

Dostluk-düşmanlık ölçülerini Allah belirler. Allah’a kulluk yapmaya çalışan mü’minleri hilelerle dinlerinden döndürmeye çalışanlar Yahudilerin izinden giden Yahudileşmiş kimselerdir. İnanmış gözüken, bazen Müslüman gibi yaşayan, Müslümanların cemaatine katılıp onlardan biriymiş gibi gözüken kimselerin yanında; laik, kapitalist Atatürkçü bir devleti Müslümanların devleti gibi tanıtıp onu Müslümanlara kabul ettirenler, yanlış ve sahte bir Müslümanlığı gösterip insanları İslam’dan soğutan anlayış elbette günümüzde de var.

80.     Müslümanlar olarak biz gerçekten hidâyet üzere olsak, Yahudiler bize zerre kadar zarar veremezler:“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber verecektir.”(5/Mâide, 105)

“Onlar size eziyetten başka bir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşmaya kalkışsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da edilmez. Çünkü onlar, Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Bu da, onların isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarındandır.”(3/Âl-i İmrân, 112)

Problem bizde. Ortadoğudaki İsrail değil; buradaki, içimizdeki İsrail, dost kabul edilip egemenliği kabul edilen kendi İsrail’i insanımızı mahvediyor. İsrail değil, biz kendimize zarar veriyoruz. Biz Yahudi özelliklerini tümüyle terk etmeden kendimizi düzeltmiyoruz. Toplumlar olarak; peygamberlerin, sıddıkların, şehit ve sâlih insanların yolunu takip edeceğine, kâfirlerin yolunu takip ediyor ve Yahudilerin özelliklerine sarılıyor toplum. Yahudi değil, halk bu Yahudi özelliklerinden sıyrılmadığı müddetçe mağlubiyetlerden, zillet ve meskenetten kurtulamayacaktır.

Allah, daha önce âlemlere faziletli kıldığı Peygamberlerin izinden giden İsrailoğullarına tevhidî hassâsiyetlerini kaybedip küfre ve şirke meyletmelerinden, Allah’a isyan edip peygamberlerinin yolunu terk etmelerinden ve yukarıdaki özelliklere sahip olduklarından dolayı onların üzerine zillet ve meskenet indirdi. Bütün bu konularda İsrail’den fazla İsrailleşen, yahudiden fazla yahudileşen, gâvurdan fazla gâvurlaşan insanlara Rabbimiz Yahudilere verdiği zillet ve meskeneti, belki de lâneti, adâletinin gereği vermez ve bu damgaları vurmaz mı? Kendileri yahudiden farksız kalabalıkları Allah destekler, onlara yardım eder mi? Allah’ın yardımı olmayınca, maddi güç ve silah yönüyle üstün olanlar diğerlerine gâlip gelecektir. Ümmet olamayışımız, İslâm devletine doğru giden çizgiye yaklaşamamız, Hz. İbrahim tek başına ümmet olurken bizim 1,5 milyar kendini İslam’a nispet eden Müslüman olduğunu iddia edenler olarak bir ümmet olamayışımız üzerimize meskenet ve zillet damgası vurulduğu ve belki de Allah’ın lânetine uğradığımız için olmasın?!

Yukarıda anlatılanları ve İsrail’le ilişkileri şu üç âyet ışığında değerlendirmemiz gerekir:

Yahûdileri dost kabul eden onlardan olur: “Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete ulaştırmaz, doğruya iletmez.”(5/Mâide, 51)

Mü’minlere en şiddetli düşmanlar yahûdilerdir: “İman edenlere düşmanlık etmede insanların en şiddetlisinin kesinlikle Yahudiler ile Allah’a ortak koşan müşrikler olduğunu görürsün...”(5/Mâide, 82)

Mü’minler İsrailoğulları gibi nankör olmasın“İsrailoğullarına sor; Biz onlara nice açık mucizeler verdik. Kendisine geldikten sonra kim Allah’ın nimetini değiştirirse, (bilsin ki) şüphesiz Allah, cezası pek çetin olandır.”(2/Bakara, 211). Allah’ın onca nimetine rağmen bunca isyan; onca lütuf bunca inkâr… Nankörlük; verilen nimeti görmezden gelmek; şükredip Allah’ı râzı etmek yerine, yok saymak, hatta Allah’ı gazaba getirecek şekilde tuğyana yönelmek…

İsrâil Oğulları ile İlgili Birkaç Hadis-i Şerif Rivâyeti

"Sizden öncekilerin yolunu adım adım, karış karış izleyeceksiniz. Eğer onlar bir kertenkele/sürüngen deliğine girse, siz de gireceksiniz.'  'Ey Allah'ın Rasûlü, yahûdilerin ve hıristiyanların yolunu mu?' diye sorduk. 'Başka kim olacak?' dedi." (Buhâri, İ'tisâm 14; Müslim, İlim 6; İbn Mâce, Fiten 17; Ahmed bin Hanbel, III/84)

"Ümmetimin başına İsrâiloğullarının başına gelenin aynısı gelecek. Tıpkı bir ayakkabı kalıbıyla ayakkabının birbirine uyduğu gibi…"(Tirmizî, İman 18)

"Benî İsrâil'in ilk terk ettiği şey şuydu: Bir kimse diğeriyle bir araya gelir, biri diğerine derdi ki: 'Ey falan, Allah'tan kork ve böyle yapmayı bırak, kuşkusuz bu sana helâl değil.' Ertesi gün karşılaştıklarında onu yine aynı şeyi yaparken görür. Bu durum o adamla yemesine içmesine, onunla oturup kalkmasına engel olmaz. Adamın günahta ısrar etmesine rağmen dostluğunu sürdürürdü. Allah da onların bazısıyla bazısının kalbini mühürledi: "De ki: 'ey ehl-i kitab, dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın ve önceden sapmış, birçoklarını da saptırmış, doğru yoldan şaşmış bir milletin keyiflerine uymayın" (5/Mâide, 77) âyetini okudu. Sonra ekledi: "Hayır, vallahi ya iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz, hakka aykırı davrananı hakka çevirirsiniz ve haktan ayrılmasına engel olursunuz; ya da Allah sizin kalplerinizi yahudilerin kalplerine benzetir, sonra onlara lânet ettiği gibi size de lânet eder." (Ebû Dâvud, Melâhim 17 (4336); Tirmizî, Tefsir 5/6 (3047).

Ve bir hadis-i şerif: "Bir kavim, zayıf ve yoksuldular, kuvvette ve sayıda güçlü olanlar onlarla savaştı. Allah Teâlâ, o zayıfları onlara gâlip kıldı. Onlar da düşmanlarına (kötülük) kastederek onları (büyük zorluklarda) kullandılar ve onlara musallat oldular. Böyle Allah Teâlâ'ya kavuşacakları güne kadar Allah'ı kendilerine gazap ettirdiler/kızdırdılar." (Ahmed bin Hanbel, V/407)

Tâğutî düzen ve câhiliyye toplumu insanı nasıl değiştirip dönüştürüyor? Dünyaya gelişigüzel bir bakış bile yeterli (Zaten hep gelişi de gidişi de güzel olmalı bakışlarımızın ve davranışlarımızın). Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur'an'da beyan edilen olumsuz özelliklerin çoğu, bugün "müslümanım" diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü'min geçinenlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da... Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar, toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah'ta (Allah'ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil'leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk veya felâketi, cennet veya azâbı seçmektir. Dışımızdaki kâfirden daha tehlikeli olan, içimizdeki küfür ve kâfirdir, yahûdileşmedir; inanç, ahlâk ve yaşayış tarzı olarak gâvurlaşmadır; içimizdeki tâğutlar ve onlara destek olan anlayıştır. "Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez."(4/Nisâ, 105)

İsrail Nerede? Bu Toplumun Gönlünde ve Yaşayışında…

Onlar ve Biz          

Kur’ân-ı Kerim’de, tespit edebildiğimiz kadarıyla yahûdileşme alâmet ve özellikleri olarak tam 80 vasıf sayılır. Bu özelliklerin yarısından daha fazlasının, günümüzde nice "müslümanım" diyenlerce aynen uygulandığına şâhit oluyoruz.

Biraz gaza getirildiği ve biraz hükümetin ve TV.lerdeki görüntülerin etkisiyle, biraz da konjönktürel olarak vahşi saldırılara tepki olarak halkın duyarlılığının artması ve farklı grup ve cemaatlerden binlerce insanın küçük çaplı vahdet gösterisi şeklindeki miting, toplantı ve eylemleri bizi aşırı iyimserliğe yönelterek aldatmasın. Halk, Kur’an’a topyekûn dönmediği ve bireysel yaşayıştan sosyal ve siyasal değerlendirmelere kadar İslâm’a teslim olmadıkça zillet devam edecektir.   

Bugün (İslâm’ı temsil etmedikleri halde, yanlış olarak) İslâm toplumu denilen halk yığınları, İsrâiloğullarının olumsuzluklarla dolu tarihinin ve geleneklerinin mirasçısı görünümünü arzetmektedir. Meselâ, Kur'an-ı Kerim onlara yönettiği "Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?" (2/Bakara, 85) sorusunun muhâtabı olan sayılamayacak kadar insanımız vardır. Yine Tevrat, kendilerine yükletildiği halde onun emirlerini yerine getirmeyenlerin durumunu kitap yüklü merkeplere benzeten Kur'an'ı (62/Cum'a, 5) okurken, ister istemez Kur'an'a inandığını söyleyen ve onu kabul ettiğini, hatta öğrendiğini sandığı halde ümmîler gibi hareket eden, Kitapsız gibi yaşayan nice insanımızın varlığını görerek Allah Teâlâ'nın çevremizdeki insanlardan binlercesine Kur'an'ı yüklenen merkepler olarak baktığını düşünmeden edemiyoruz. İsrâiloğulları ile bizim aramızdaki en büyük fark, bize vahiy olarak gelen Allah'ın kitabına olan samimi bağlılığımız ve ona uymamak için bahaneler aramayışımız olacaktır. Bunu yapmayınca Kur'an'ın onlar için anlattığı tüm olumsuzlukları kendimiz için düşünmemiz gerekecektir. Çünkü İsrâiloğullarını Kur'an'ın kötülemesinin sebebi, onların Kitab'a ve Rasüllerine karşı olan lâkayt tavırlarıdır, keyfî hareketleri ve her şeyi dünyalık ucuz menfaatlerine göre hesaplayan bir mantığın temsilcisi olmalarıdır.   

Yahudileşme

Yahudiler, başlangıçta müslüman idiler. Daha sonra dejenere olarak yahudileştiler. Yahudileşmek, sadece Benî İsrâil için ve tarihte kalmış bir problem değil; tüm insanlık için ve bütün zamanlarda bir büyük problem ve risktir. Yahudileşmek, Hz. Muhammed ümmetinin kıyametidir.

Yahudilik, etnik ve teolojik yönleri olan çift cinsiyetli bir kavramdır. Tabiatı icabı, hem "İsrâiloğulları kavmine mensup olma" anlamına etnik kimliği ifade eder; hem de İsrâiloğullarının dini olan ve aslı İslâm olduğu halde, onun tahrif edilmiş şekli "yahudiliğe mensup olma" anlamına dinî kimliği ifade eder.

Yahudileşme ise, etnik ve dinî menşe itibariyle yahudiliğe mensup olmadığı halde, onlar gibi olma, onlara benzeme, onların tavır ve davranışlarını gösterme mânâsına gelir. Yahudileşme temâyülü ise, sosyolojik olmaktan daha çok bireysel bir eğilimdir ve tek tek her insanda örtük bir biçimde bulunabilir. Bu eğilim, her bünyede bulunup da, vücut, direncini kaybedince ortaya çıkan bulaşıcı bir virüs gibi, ortamını bulduğunda bir tavır ve davranış biçimine dönüşür ve bulaşıcılığı sayesinde toplumsal bir felâket halini alır. Yahudileşmiş bir toplumu ya da sistemi ortaya çıkaran, tek tek fertlerdeki yahudileşme temayülü olsa gerektir.        

İsrâiloğulları konusu, eğer bu ümmeti doğrudan ilgilendirmiyorsa, Kur'an'ın bu konuya yüzlerce âyet ayırmasının anlamı ne olabilirdi? Kur'an'da hiçbir kavim ve din mensubundan, İsrâiloğullarından söz edildiği kadar geniş söz edilmez. Kısaca Kur'an'da İsrâiloğullarının yahudileşme sürecini anlatan âyetlerin bir sayım-dökümünü yaptığımızda, bu konu ile doğrudan ilgili olan âyetlerin sayısının 712 adet olduğunu görürüz. Yahudileşme süreciyle dolaylı ilişkisi olan diğer âyetleri de sayacak olursak, bu rakam en az ikiye katlanacaktır. Kaldı ki, olayla doğrudan ilgili âyetlerin toplamı olan 712 rakamı bile Kur'an'ın tamamı göz önüne alındığında 10'da biri aşan bir oran tutmaktadır. Bunca âyeti, sadece tarihte yaşamış bir kavmin hikâyesi olarak görmek, Mekke müşriklerinin Kur'an'a yaklaşımı olan "esâtîr’l-evvelîn/eskilerin masalları" mantığını benimsemekten başka bir mânâya gelmez. İsrâiloğullarına Kur'an'da bu kadar fazla yer verilmesinin sebebi, bu ümmeti gelecekte bekleyen "yahudileşme tehlikesi"ne dikkat çekmek, Muhammed ümmetini yahudileşme tehlikesinden korumaktır.

Her mü'minin her gün onlarca kez "gazaba uğrayanların ve sapıtanların yoluna iletme!" (1/Fâtiha, 7) duâsını tekrarlamak zorunda olması, Kur'an'ın bunca yer vererek uyardığı tehlikenin büyüklüğünün başka bir işaretidir. Fâtiha'nın sonundaki bu âyeti her okuyuş, "Allah'ım, bizi yahudileştirme! Allah'ım, bizi hıristiyanlaştırma!" anlamına gelmektedir. Bu duanın namazın her rek'atında tekrarı, yahudileşme tehlikesinin büyüklüğüne işarettir. Bunun anlamı, bir bilincin sürekli diri tutulmasıdır. Yahudileşmeye karşı kendisine iman edenleri sürekli uyanık halde tutan Kur'an, tarihin tekerrür etmemesi için İsrâiloğullarının yahudileşme serüvenini bir ibret vesikası olarak gündemde tutmaktadır.  

Kur'an'da bunca yer tutan İsrâiloğullarının yahudileşme sürecinin müslümanlar tarafından amacına uygun bir biçimde anlaşılıp ibret alınmasının önündeki en büyük engel "lânetli kavim" anlayışıdır. Allah'ın, meleklerin ve insanların lânetlediği herhangi bir kavim, ya da belli bir kavme mensup olan kişiler değil; bir tavır, eğilim, eylem ve onlara kaynak olan "mantık"tır. İsrâiloğulları, Allah kendilerini âlemler içerisinden seçip vahyi üstlenme nimetini verdiği halde bu lânetli tavra/mantığa saplanıp yahudileştiler. Ümmet, ya da ümmetin içerisinden herhangi bir grup aynı tavra/mantığa saplanırsa o zaman o da "lânetli mantığa" yakalanmış, yahudileşme temâyülüne girmiş demektir. Allah bu sürece giren toplulukların elinden hilâfet emanetini, aynen yahudileşen İsrâiloğullarından aldığı gibi alacaktır. "Ey iman edenler, kim Allah'ın yolundan dönerse bilsin ki Allah yakında bir toplum getirecek, O onları sever, onlar da O'nu." (5/Mâide, 54)

İsrâil İçimizde...

İsrail sadece Filistin’i işgal etmiş değil, işgalin kapsamı çok daha geniş, zulmün boyutları çok daha derin. Haber ajansları ve medyadaki ağırlıkları, sanat ve özellikle sinemadaki etkinlikleri, Mason locaları, Rotary ve Lions klüpleri, uluslararası nice teşkilatları, kendi ideallerine hizmet eden tâğutî rejimler ve her ülkedeki işbirlikçileriyle İsrail her şeyiyle müslümanların içinde. Yahudilerden mü'min olanlara, artık nasıl yahudi denmezse, müslümanlardan yahudileşenlere de artık müslüman denilmesi yanlış olur, o artık "yahudi(leşmiş)" bir kimsedir. Kendisinde itikadî anlamda münâfıklık alâmetleri bulunanlar, hadis-i şerifteki ifadeyle nasıl hâlis/tam bir münâfık oluyorsa (Buhârî, İman 24, Mezâlim 17; Müslim, İman 106), kendisinde yahudilik alâmetleri bulunanlar da tam bir yahudi olurlar. Yoksa, yaratılış ve ırk olarak yahudi olmak, ne başlı başına bir üstünlük, ne de alçaklıktır. İnsanın, kendi elinde olmayan bir sebepten dolayı, şu veya bu ırka mensup olmasından ötürü gazab edilmesi ve lânetlenmesi Kur'an'ın bütünlüğüne uygun bir anlayış değildir. İnsan, irâdesini iyiye veya kötüye kullanmasından, kendi yaptıklarından dolayı ödül veya cezayı hak eder. Önemli olan Kur'an'da ifadesini bulan yahudi karakterine sahip olup olmamaktır. Aynen, müslüman bir anne-babadan doğmak, yani nesil olarak müslüman çocuğu olmak, müslüman sayılmak için kâfi olmadığı gibi.

Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur'an'da beyan edilen nice olumsuz özellik, bugün "müslümanım" diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü'minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah'ta (Allah'ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil'leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk veya felâketi, cennet veya kıyâmeti seçmektir. Dışımızdaki yahudiden daha tehlikeli olan, içimizdeki yahudidir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki küfürdür dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan. "Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez." (4/Nisâ, 105). Beyinlerini ve gönüllerini, yaşadıkları çevredeki topraklarını ve hatta mescidlerini her çeşit işgalden arındıramayanlar, uzaklaştıkları mübârek yerleri ve büyük mescidlerini hiç kurtaramazlar. Gönüllerdeki yahudiliğe savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.  

Cihad görevinden kaçan, tâğutlardan korkan, beşerî ideolojiler peşinde koşan, gündelik işlerden dâvâya vakit ayıramayan, kâfirleri dost ve velî kabul eden dünyevîleşmiş müslümanlar kendilerine gelsin diye uyarıcı iğnedir İsrail vahşeti. "Zâlim Allah'ın kılıcıdır, Allah onunla yoldan çıkanları cezalandırır, sonra ondan da intikamını alır."  Zâlimlerden korkan, onlara karşı seyirci kalan insanlara, Allah zâlimleri musallat kılar ve onların seviyesine indirir.

Hamas’ın ve intifâdanın unutulmaz liderlerinden şehid Şeyh Ahmed Yâsin öyle diyordu: “Allahım! Filistin konusunda sessiz kalan ümmeti Sana şikâyet ediyorum.” Filistin’li kız çocuğunun sesi hâlâ kulaklarımızda çınlıyor: Ârun aleykum: Utanın!” Peki, utanılacak bu durumdan kurtulmak, orayı kurtarma gayretiyle, kendimizi kurtarmak için ne yapılması gerekiyor?

Pis temizlenir, ama pisliğin atılması, tümüyle yok edilmesi lâzımdır ki, gerçek temizlik olsun. İsrail denen terörist devleti tümüyle ortadan kaldırmadan Filistin meselesi hallolmaz. İsrail’i ortadan kaldırmak için de o küçük ülkenin sömürgesi konumundaki Amerika ile ve hatta İngiltere gibi bazı Avrupa ülkeleri ile savaşmayı göze almak gerekir. Bu da Üçüncü Dünya Savaşı ve hatta belki Kıyâmet Savaşı demektir. Bu yüzden, ümmetin her şeyden önce yeniden imanını, sosyal, ekonomik ve siyasal yapısını gözden geçirmesi gerekmekte, köklü değişikliklere aday olması icap etmektedir. Bunun için de başlanacak yer: Tevhiddir, şirkin izâlesidir.

Sonra canlı Kur’an adayları yetiştirmek, iman-amel bütünlüğüne, takvâ ve ahlâkî erdemlerle örnekliğe önem vermektir. İşte bu özelliklere sahip olan ümmetin içinde tüm ümmeti ve İslâm’ı temsil edebilecek öncü insanların, nasıl cihad edilmesini bilen ilim sahibi, muttakî ve ahlâklı mücâhidlerin cihadı, kapıları açacak ve Allah’ın yardımına muhatap olunacaktır. Allah, ancak bu aşamalardan geçmiş, kendi dinine yardım edenlere yardım edecektir. Ve Allah’ın yardımına lâyık olmadan böylesi büyük işleri başarmak ve hatta girişmek mümkün değildir.

Bildiğiniz gibi; İsrail, sadece Ortadoğu topraklarında 6-7 milyonluk bir ülkeden ibaret değil. Öyle büyük ahtapot ki, Ankara’ya, İstanbul’a kolları uzandığı gibi, başı ta Amerika’larda. Büyük kolları Avrupa’da. İsrail içimizde. Her şeyiyle; yaşam tarzıyla, ölüm korkusuyla, devlet biçimiyle, düzeniyle, yasalarıyla, eğitim tarzıyla, kıyafetiyle, medyasıyla… her şeyiyle içimizde. Ümmetin içinde, gönlünde, kafasında. Toprakları işgal eden İsrail’den daha tehlikelisi, zihinleri ve gönülleri işgal eden İsrail’dir. Ve ümmet topyekün bu faciayı yaşıyor. Ümmetin ekserisinin evleri ve işyerleri, çocukları ve gençleri, okulları ve sokakları işgal edildiği halde farkında bile değiller. Filistinliler bunun farkında ve düşmanlarına atacak bir taşları varsa onu atmaya çalışıyor. Ümmetin fertlerinin çoğu işgalcilerine tutkun, hayran ve yardımcı durumda. Ümmet, dostunu düşmanını tanımıyor, işgalin ne olduğunu bilmiyor. Gardiyanına âşık oluyor, celladını ölesiye (öldürülesiye) seviyor. Aman Allah’ım, nasıl olur, şehid kanları bile bu durumu değiştiremiyor. “Her yer Kerbelâ” denir ya, bugün “her yer Filistin!” Her yer işgal altında. Zulmün en büyüğü, bedenlere yapılan değil; kafa ve gönüllere yapılandır. Dünyasını yok etmekten daha büyük zulüm, insanın âhiretini mahvetmektir. Kur’an öyle diyor: “…Allah'a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.” (31/Lokman, 13). Filistin’den daha feci bu ülkenin insanlarının durumu. Onlar hiç olmazsa düşmanlarını tanıyorlar ve taşla da olsa onlara tavır alıyorlar. Ölüyorlar (ölümsüzleşiyorlar) ve kurtuluyorlar. Buradaki işgal sonucu ölenlerinse âhireti mahvoluyor. Biz, insanların suçsuz yere ölmemesi için mi öncelikle mücadele etmeliyiz, yoksa âhiretlerinin mahvolmaması için mi? Önceliğimiz insanların bedenleri mi, ruhları mı? Dünyaları mı, âhiretleri mi? İnsanların öncelikle karınlarını mı doyurmalıyız, gönüllerini mi?

İnsanımız o hale gelmiş ki, belâ kendi evinin kapısına dayanıncaya kadar suya-sabuna dokunmamayı tedbir sayabiliyor.

Para-pul, araç-gereç, sayı-nüfus hesabı yaptığı kadar bile Allah'ı hesaba katmıyor ve korkularının esiri olabiliyor.

Okumakla adam olacağına, namazla sadece Allah’a kulluk bilincine ulaşacağına, duayla aktifleşeceğine, sabırla direnişe geçeceğine; kitapla eşekleşebiliyor, namazla ürkekleşebiliyor, duayla pasifleşebiliyor ve sabırla zilleti kuşanabiliyor.

Elini taşın altına koyacağına, yüke omuz verip yük alacağına; yük olabiliyor.

Bir yol bulacağına, yol açacağına, yola düşeceğine; yolda düşüyor, düştüğü yerden kalkmıyor, yoldan çekilmiyor.

Yangını söndürmek için eline bir kova su alıp göreve koşmak yerine; itfaiyecileri eleştiriyor, yürüyenin önüne taş, üretenin önüne set olabiliyor.

Zihni düşünce, gönlü huzur, eli iş üreteceğine, sadece dili laf üretiyor.

Esas Filistin biziz biz! Farkında bile değiliz.

İslâm, insanları kurtarmak ister. Canla cihad, yani Allah için savaş, başkalarını öldürüp cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri cehennemden kurtarmak için yapılır.

Cihad, yanmaktan kurtulan merhametli insanların başkalarının imdadına koşmasının, insan kurtarma savaşının adıdır. O yüzden kurtulmayan kurtaramaz.

Canla cihadda, yani Allah için savaşta hedef, öldürmek değil; diriltmektir. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırma gayretidir cihad. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar.

Çokların hayat bulması için, belli bir azgın azınlığın ölmesi gerekiyorsa, işte buna "cihad" deriz ve buna koşarız. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz. Bunun şartlarını da ümmetin ulemâsı belirler, birkaç gencin heyecanlı ama cahilce tavrı değil.

Cihad mekânları; mânen hastalıklı, ülkelerinde ciddi bir şey yapamayan insanların sığınağı, ucuz ve kolay yoldan cennete gitmek için kaçılacak, sığınılacak mekânlar değildir.

Maddeler halinde cihadı tahlil edelim:

1) Cihad farzdır.

2) Cihad, sadece silahla veya can alıp canını vermekle sınırlandırılamaz.

3) Kur’an’da cihadı emreden hemen bütün âyetler, “malınızla ve canınızla cihad edin” der. Önce malla, yani, can dışında Allah ne tür imkân verdiyse onlarla Allah yolunda cihad…

4) Cihad emri, Kur’an’ın topluma tedricî olarak yüklediği görevlerdendir.

5) Cihad emri, öncesinde başka çalışmaları icap ettiriyorsa oradan başlamayı gerekli kılar. Namaz için önce abdestin gerekli olduğu gibi.

6) Bu topraklarında yaşayan kimselerin en önemli cihadı yine bu topraklarda olmalıdır. Çünkü bizim yaşadığımız yerlerde cihada daha büyük ihtiyaç vardır. Şirkin izale edilmesi için yapılacak ciddi çabalar için uğraş vermek, can vermekten daha zor, daha sabır isteyen, daha ilim ve olgunluk isteyen bir tavırdır. 

7) Esas İsrail, bizim içimizdeki İsrail’dir. Esas Filistin biziz. Esas büyük işgal, toprakların işgali değil, bizim insanımızın gönlünün ve zihninin işgalidir. 

Şeytan, yapamayacağımız büyük işleri, idealleri, boyumuzun ve gücümüzün yetmeyeceği şeyleri güya yaptırmak için, yapacağımız görevleri aksattırmayı pek sever. Şeytanın sağdan yaklaşmasıdır bu.

Tamam, İsrail mallarını ve kendini ona kayıtsız şartsız destek verme mecburiyetinde hisseden Amerika mallarını boykot edelim, ama “made in Turkey” imzası taşıyan malların ne kadarı İsrailleşmemiş, Amerikanlaşmamış firmaların malları ki!? Şu an gösterebileceğimiz en iyi boykot, hayatımızdan Yahudi yaşayışına dair yaşantıları çıkarmak, gâvurlaşmaya giden yoldan dönmek olacaktır. İsrafa yol açacak, lüks tüketim sayılabilecek tüm malları boykot etmeli değil miyiz? Olayı, bir de tersinden değerlendirelim: Kârının belirli miktarını her ay İsrail’e gönderen (tespit edilebildiği kadarıyla) yüz civarında marka var ve bunların Müslümanlarca boykot edilmesi isteniyor. Aynı şekilde İsrail devleti, kendi halkına; Filistin’e ve benzeri cihad yapılan yerlere her ay yardım eden markaları boykot etmelerini istemek için firma ismi tespit etmeye kalksa, kaç tane Müslüman markası çıkar? Hatta bulabilir mi boykot edilmeyi gerektiren bir firma? Dâvâsı için Siyonist Yahudi kadar fedâkârlık yapamayan zenginleri hangi sınıfa koyacağız? Paraya tapma özelliği yönüyle kim daha fazla Yahudi(leşmiş) dersiniz? 

Ne mi yapmak lâzım? Önce durum ve konum tahlili… Akıllıca, çekinmeden. Sonra uzun vadeli programlar. Ümmetin ihyâsı, tevhidi anlayan muvahhidlerin vahdeti. Sonra öncülerin şûrâsı ve önderliği. Ulemânın beraberliği, kolektif dayanışma ve güç birliği ruhu. İlim-takva-cihad bütünlüğü. Allah’a (O’nun dinine) yardım. İlâhî rahmete paratonerlik ve liyâkatlik. Ümmet içinde öncü bir kadro, ümmet içinde ümmet. Ve, onların İslâmî değişim ve dönüşüm için planlı programlı faaliyetleri. Cihadsa, her çeşidiyle cihad; Ama niyetlerin, inançların, amellerin/eylemlerin, safların, önderliğin netliği.

"Dinde zorlama yoktur." (2/Bakara, 256). Ancak, cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle de savaştan başka çare yoktur. Bizim cihadımız, muhâtaplarımızı yok etmeyi değil; onları İslâm’laştırarak kurtarmayı veya kurtulmak istemeyen o zâlimlerden diğer insanları kurtarmayı hedefler.

Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebebi, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleridir. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.

Ortadoğudaki müslüman kıyımına bakıp “sıra bize de gelecek” diyenler de, bilsinler ki; onlar bizim kardeşimiz ve sıra bize çoktan gelmiş. Onları ümmetin parçası olduğu halde, kendimizden, bizden saymıyorsak, safımızı kontrol etmek durumundayız.

Esas acınacak insanlar, dostunu düşmanını tanımayan ve düşmanını dost zannedenlerdir. Cihadıyla, ibâdetiyle Allah'ın dinini yaşamayan, Müslüman kardeşine yardım edemeyen kimsenin, müslümanca ölmesi de çok zordur.

Yolumuzu aydınlatmak için gerektiğinde malımızı yakmak, cehennemde yanmamak için gerekirse İbrâhim gibi dünya ateşlerine atılmak, dinimizin izzeti için canımızı incitmek, Allah için gerekli zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek.

Zafer önce gönüllerde ve kafalarda kazanılır. Gönüllerindeki, zihinlerindeki, hayatlarındaki işgallere karşı direnenler, er-geç zafere ulaşacaktır.

Kurtulmayan kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Gönül kapısını tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde nice kapalı kapılar kolayca açılacaktır.

Allah nazarında en üstün kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen kimsedir. "Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı... Allah mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle fazîletli kıldı." (4/Nisâ, 95)

Vahdet halinde dünya müslümanları gerçekten kıblelerine yönelip kıyâma durunca, bu işgal ve zulümler, yerini fethe ve güzel bir dünyaya kısa bir anda bırakacaktır. Ümmet bilinci içinde dünya müslümanları olarak hepimiz, cihad ve fetih şuuruyla Mekke fâtihleri gibi davransak; Filistin'deki zulüm, Irak'taki vahşet, karşımızda kaç dakika dayanabilir?

Cihad, karşımızdaki, hangi dilden anlıyorsa, o dilden anlatmaktır. Dille anlıyorsa dille; elle anlıyorsa elle konuşmaktır. Şehâdet kelimesini haykırmak, bütün dünyaya meydan okumak, bütün küfür dünyasını karşısına almak, şehidliğe tâlip olmak demektir. İsrâil, T.C.’den, Arabistan’dan değil; elinde taştan başka silahı olmayan, kendini taşlayan gençten korkup üstüne tankla yürüyor.

Yarın tarih kesinlikle yazacaktır: “Sapan taşları canavar tankları yendi.” Dünkü tarihin yazdığı gibi: Ebâbil kuşlarının taşları, azgın filleri yendi. Yarınki dünya, İsrail ve Amerika karşıtlarının olacaktır, yarınki âhiretin onlar için olduğu gibi.

Yahûdi kadar, bâtıl ideoloji mensupları kadar çalışmayan, fedâkârlık yapmayan insan, Müslüman sayılamaz!

Şehidler, kendi hayatlarını fedâ etme pahasına kutsal emâneti, tevhid şiarını, İslâm sancağını bize ulaştırdılar. Bizler, bu bayrağı taşıyabiliyor muyuz? Bizden sonraki nesillere bayrağı daha yükselterek teslim edebiliyor muyuz? Cevabımız “hayır” ise, unutmayalım; hesap meleklerinden önce şehidler yakamıza yapışacaktır.

Yenmek başkadır, kazanmak başka. Yenilmek başkadır, kaybetmek başka. Allah’ın askerleri savaşı kaybetse de, zaferi kazanırlar. Fillerin tavşanlarla savaşındaki gâlibiyeti, aslında alçak bir mağlûbiyettir.

İki güzelden birine (9/Tevbe, 52) tâlip insanlar çoğaldıkça, canını, malını Allah yolunda fedâ etmeyi ve Allah Teâlâ ile yaptığı antlaşmayla cennet karşılığında canını satmayı (9/Tevbe, 111) gâye edinmiş Allah erleri çoğaldıkça; dâvânın hâkimiyeti yakın demektir.

Çilesiz, zahmetsiz, sıkıntısız, ihtiyar kadınlar gibi evlerinin köşesinde oturarak zafer beklemek, ancak cihad kaçkınlarının işidir. Şehâdete, zorluklara, sıkıntılara tâlip olmak, Allah'ın dinini hâkim kılmak için çalışmak; gerçek imanın alâmetidir. Ve bu iman sahipleri için neticede iki güzellikten biri (9/Tevbe, 52) vardır: Ya şehâdet, ya da zafer ve ganîmet; bir de Allah'ın rızâsı.

“Gâyemiz Allah, önderimiz Rasûlullah’tır. Anayasamız Kur’an, yolumuz cihaddır. En yüce temennîmiz Allah yolunda şehîd olmaktır.” (Şehid Hasan el-Bennâ)

İslâm’ın zaferinin önüne, Mûsâ'nın denizi, İbrâhim'in ateşi veya Yusuf'un hapishanesi çıkmış, hiç önemli değil; ya geçeriz ya geçeriz!  

Selâm olsun tüm şehidlere, şehid gibi yaşayan ve dâvâsını yaşatan canlı şehidlere, şehâdet duâsı ve hazırlığı yapanlara!

Son vahşi olaylar bir kez daha gösteriyor ki, insanlık İsrail eliyle hızla dünya savaşına doğru sürükleniyor. Kıyâmet savaşının sirenleri çalıyor. Planlarımızı, hazırlıklarımızı buna göre yapmak, yaşantımızı ufukta gözüken bu geleceğe göre gözden geçirmek zorundayız.

Nice İslâm toprağında da ateş gibi yakıcı sıcak savaş sahneleri uyguluyor. Müslüman, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, bunlara seyirci kalamaz, tarafsız olamaz. Bertaraf olmak istemeyen bîtaraflığı seçemez. Müslüman, gündelik basit işlerle oyalanamaz. İki yoldan birini seçmek zorundadır, yol ayrımına gelmiş insanımız. Ya cenneti ya cehennemi; ya izzeti ya zilleti; ya cihadı ya mağlûbiyeti; ya Allah’ı ya dünyayı… Allah’ı tercih edenlere selâm olsun!

Allah’ım! Bizi, azâba hak kazanmış kimselere senin dünyevî azâbını tattırmaya memur eyle! Ey Muntakîm olan Allah! Bizi intikamı hak edenlere karşı görevli kıl.

Dünyevîleşmeye, gâvurlaşmaya, yahudileşmeye giden yolu bırakıp, kendilerine nimet verilen peygamberlerin, sıddıkların, şehid ve sâlihlerin yolunu takip eden ve Allah için her imkânıyla cihad edenlere ne mutlu!

YORUMLAR
  • ferhat   19-12-2023 13:58

    Hocam müthiş bir yazı, delil ve tanımlarla birlikte Gazze'de yaşanan şu felaket günlerinde yahudilerin ne kadar aşağılık olduğunu, delilleriyle ortaya koymuşsunuz. Gazze'de ve Filistin'de yaşananlara karşı 'Bu yahudiler neden böyle yapıyorlar' sorusunun fazlasıyla cevaplandığı bir yazı. Yüreğinize sağlık.

Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN