Küfrün Kalesi Uluslararası Düzen

Avrupa'da neşet eden ulus-devlet anlayışı, zamanla dünyanın geri kalanına yayılmış, teker teker bütün toplumlar bu yola bile isteye girmişlerdir. Çünkü uluslararası düzende bir devlet olarak kabul edilebilmek için başta BM'nin onayından geçmek, bunun için de ön şart olarak, bir ulusa dayanmak, laiklik ve demokrasiyi kabul etmek, insan hakları, eşitlik, uluslararası hukukun üstünlüğünü kabul etmek gibi ‘amentü’ye katılmak gerekmektedir. Yola çıkan veya çıkmayı düşünen her toplumun önderleri ya bunun farkında olarak işe başlamakta ya da bir şekilde kendilerine öğretilmektedir.

24-03-2025


Her haber bülteninde, gazete haberlerinde ya da siyasi herhangi bir olay içerisinde sıkça duyulan sözlerden biridir ‘uluslararası sistem’ ya da ‘uluslararası düzen’. Duyulup, okunan ama genellikle üzerinde fazla düşünülmeyen bir ifadedir bu. Adı üstünde uluslar arasındaki düzeni ve bu düzenin tabi olduğu ilke ve kuralların bütününü ifade etmektedir. Uluslar ifadesi ‘ulus’tan ziyade ulus-devletleri kastetmekte, uluslararası düzen de bu devletler arasındaki düzeni, kuralları ya da sistemi tanımlamaktadır. Burada muhatap kurum devletler olmakla birlikte, uygulanan ve bağlı kalınan ilke ve kurallar, devletleri ve onların otoritesi altındaki toplumları alakadar etmektedir. Dolayısıyla sistemin muhatabı dolaylı olarak da toplumlardır. Basitçe örneklendirmek gerekirse, her devletin, devlet olarak tanınmak için evvela kabul edilip üyesi olması şart koşulan kurum Birleşmiş Milletler’dir. Bu kurum -ister siyasi ister içtimai, isterse ekonomik olsun- herhangi bir konuda bir karar verdiğinde bu kararın üye devlete ve dolayısıyla onun toplumuna uygulanması zorunlu kılınmaktadır. Dolayısıyla düzenin omurgasını oluşturan bu kuruluş (BM), toplumları dizayn etme potansiyeline direkt olarak sahip olmaktadır. Kendisini Tanrı yerine koyarak bizzat hüküm sahibi gören Batının, gücünü korumak ve tahkim etmek adına tasarladığı bu küresel düzen, Birleşmiş Milletlerle birlikte küfür düzeninin koruyucusu ve taşıyıcısı olmaktadır. Uluslararası düzen, batı kurum ve kuruluşlarının etrafında adeta bir kale işlevi görmektedir. Devletler ya da toplumlar arasındaki en ufak bir sorun bile ancak burada ele alınabilmekte, sistemdeki güç sahipleri tarafından ya çözüme kavuşturulmakta ya da yine onlar lehine bir çözüme kavuşana dek ‘akışına’ bırakılmaktadır. Sadece Gazze adını anmak bile yeterlidir bu durumun nasıl işlediğini anlamak için. Ancak bu kale oldukça yıpranmış olup, içindekileri koruyamaz duruma gelmişlik belirtileri vermekte olduğundan bugün bizzat sahipleri tarafından elden geçirilme ihtiyacı duyulmaktadır. ABD Başkanı Trump’ın girişimleri, ‘uluslararası’ denilen bu düzeni hedef almaktadır ve anlaşılan, düzenin yenisi hazırlanmış olup, suya indirilmek üzeredir.

Tarihsel olarak uluslararası düzenin oluşum süreci en yalın haliyle, Osmanlının Viyana’ya gelip dayanarak Avrupa’nın doğusunu kapatması ile, Avrupa’nın denizlere açılıp kendine bir çıkış yolu aramaya başlamasıyla başlatılabilir. Bir maceraya atılır gibi girdiği yolun sonunda Avrupa, daha önce tanımadığı bir dünyayı keşfetmiş, keşfetmekle de kalmayıp, bu toprakların insanını ve doğal kaynaklarını fazla bir direnişle karşılaşmadan acımasızca sömürmeye başlamıştı. Elde edilen devasa servetin Avrupa’ya taşınması, yeni güçlerin ve yeni dengelerin ortaya çıkışını sağlarken, Avrupa’da yüzyıllardır iktidarını sürdüren kral-kilise ikilisinin tahtını sarsmış, Avrupa toplumlarını dini olarak bir arada tutan Hıristiyanlığı da ülkedeki insanları bir arada tutan krallıkları da yolun sonuna getirmişti.

Fransız Devrimine sahne olan 1789 yılı işte Avrupa’yla ilgili bu dönemin sonu, yeni dönemin başlangıcı olarak tarihe geçmiştir. Bu tarihten itibaren Kral ve Kiliseler mazide kalan birer figüre dönüşürken, bunların bugün yaşıyor gibi görünen örnekleri, halkın kral ve kiliseye olan bağlılığının sömürülmesi dışında bir işlev taşımamaktadır. Hemen hiçbir konuda söz hakkı kalmayan bu kurumların gücü, kanuna dayalı ulus-devletlerin varlığına devredilmiştir. Bugün hala ayakta gibi duran kral ve kiliseler, gerektiğinde halkın desteğine başvurmak, gerektiğinde halkı sakinleştirmek ya da oyalamak (kısaca istismar) için sembolik bir müze eşyasından öte anlam ifade etmemektedirler. Buna iyi bir örnek vermek gerekirse, İngiltere’de hala adı yaşatılan bir Kral vardır. Bu kral, değil devleti yönetmek kendi ailesini yönetmekten bile aciz durumdadır. Ama İngiliz Milletler Topluluğu adını taşıyan uluslararası birliğin 16 üyesi bizzat bu kralın yönetimi altındadır. Fakat bu görünürde böyledir. Adı geçen topluluk gerçekte İngiliz devleti tarafından idare olunmaktadır. Topluluğun üyesi Kanada’da cumhurbaşkanı yoktur onun yerine İngiltere’nin atadığı genel vali vardır, tıpkı Avusturalya’da ve Yeni Zelanda’da olduğu gibi.

Kilisenin yıkılması, dinin hayattan kovulması anlamına geliyordu. O güne kadar Hıristiyan dünyanın yapıştırıcı unsuru din ve kilise idi. Bunun ortadan kalkması ile toplumları bir arada tutacak bir unsura ihtiyaç hasıl olmuştu ki, mevcut sınırlar içerisinde yaşayan insanların ortak dili, dini, ırkı bu toplumları oluşturan yeni bağlar olarak tayin edildi, toplum da ‘ulus’ (nation) olarak adlandırıldı. Fikrî altyapısı ‘aydınlanma’ düşünürleri tarafından hazırlanan bu yeni dönemde insan denilen varlık da konuşan ya da düşünen bir hayvan olarak tanımlanmıştır. Aydınlanmacı filozofun zihninden doğan ve ‘rasyonel’ hareket eden bu ‘hayvan’, sistemin temeli olarak konumlandırılıyordu. İnsan artık bireydi ve bireyin -giderek de bireyler toplamının- aklıyla vereceği karar hiçbir ilahi ya da yerel bir otorite tanımayacaktı. Bireyin kararı kanun hükmünde olacak ve kanun koyucu olarak bireyin üstünde herhangi bir merci söz konusu olmayacaktı. İşte ulus-devletin temel yapı taşı da bu ‘kanun koyucu birey’di.

Krallıkların yıkıldığı 1789 sonrasında kralın tebaası ‘vatandaş’a, toplum ‘ulus’a, yönetim de cumhuriyete (cumhur: halk çoğunluğunun yönetimine) dönüştü. Bu unsurlara dayalı ulusların birbirleri ile ilişkileri uluslar-arası ilişkileri (düzeni), bunların tâbi olduğu kurallar da uluslar-arası hukuku oluşturacaktı.

Krallıkların ve imparatorlukların tâbi olduğu hukuk, işleyiş ve unsurları itibariyle tamamen farklıydı. İğdiş edilmiş de olsa dinin ve geleneğin katı kuralları içerisinde bulunuyordu. Modern hukuk ise bu yapıyı ortadan kaldırarak, birey temelli ve kimseden ’emir almayan’ bir düzen teşekkül ettirdi. Yeni düzenin unsurları arasındaki ilişkiler değiştiği gibi, krallıktan cumhuriyete dönüşmüş yeni devletler de artık savaşları, barışları, ittifakları ya da anlaşmaları da öncekilere göre farklı zeminlerde yapıyor, temel hareket noktası olarak artık ‘ulusal çıkarlar’ esas alınıyordu. Ulus-devlet, karar verdiği herhangi bir konuda ulusun çıkarlarını gerekçe göstererek harekete geçebilmekte ya da geçmeyebilmektedir. Ulus-devletin menfaatleri herhangi bir politik uyguluma için ‘meşruiyet’ gerekçesi sayılmıştır.

Ulus-devletin ortaya çıktığı yer ve zamanın, ortaçağ sonrası Avrupa olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir. Sömürgecilik keşifleri ile güçlenen ulus-devletler arasındaki mücadele, birinci dünya savaşına kadar sürdü. Servet birikimi ile birlikte üretim şekilleri de değişen Avrupa’nın yeni devletleri, daha fazla kaynak ve pazar, diğer bir deyişle daha fazla egemenlik arayışı ile 1900’lerde kaynamaya başladığı sıralarda, uluslar-arası bir düzen oluşturma ve bunu kurumsal bir yapıya dönüştürme fikri de gelişiyordu. Ülkeler içinde seküler düzlemde oluşturulan kurallar, ulusların arasındaki düzene tahvil edilecekti.

Uluslararası düzenin kurumsal olarak tesisine ilişkin en önemli adım, hazırlığı İngiltere’de ve ABD’de, kuruluşu ise İsviçre’de yapılan Milletler Cemiyeti (bugünkü adı ile Birleşmiş Milletler) oldu. Cemiyet-i Akvam adıyla, Birinci Dünya Savaşının galipleri olan İngiltere ve Fransa tarafından 1920’de kurulan birliğin ilkeleri İrlanda-İskoç asıllı Amerikan Başkanı Wilson’ın kaleme aldığı ilkelerden iktibas edildi. Cemiyet-i Akvam’ın görünürdeki amacı, uluslar (devletler) arasındaki adaleti, kolektif güvenliği ve kalıcı barışı sağlamaktı. Yine galipler tarafından oluşturulan uluslar-arası hukuk kurallarını da hâkim kılmak amacıyla faaliyet göstermesi planlanan bu ilk küresel örgütü, savaşlardan bıkmış Avrupalının kabul etmesi, ayrıca devletlerini de buraya katılmaya zorlaması oldukça kolay oldu.

Dünya düzeninin omurgası olarak tasarlanan Cemiyet-i Akvam bütün devletlere söz hakkı tanıyarak o güne kadar görülmemiş bir adım atmış ve sesini kimseye duyuramayan tüm devletlerin takdirini kazanmıştı. Oluşturulan ortak mecliste her devlet sorunlarını anlatabilecekti, öyle de oldu. Ancak meclis herhangi bir zamanda, sadece Cenevre’de toplanıyor ve sadece o anki hazırûnla karar alıyordu. Bu durum pratikte birçok sorun doğurduğu gibi, esas söz hakkı da kurum bünyesinde ihdas edilen Konsey’de bulunuyordu. Konsey’deki dört daimî üyelik sadece İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’ya verilmişti. ABD ve Sovyetler’in katılmadığı Cemiyet-i Akvam’ın İngiliz çıkarlarını savunan bir yapı olduğunun anlaşılması fazla uzun sürmedi. Bu konuda Birleşmiş Milletler’in, tarihçesinin anlatıldığı sayfalarına başvuranlar, o döneme dair oldukça ‘ilginç’ detaylara ulaşabilirler.

‘Batı’ denilirken kastedilen Batı Avrupa devletleri ile ABD, uluslararası düzen denilirken de aslında kastedilen bu devletler arasındaki ilişkilerdi. Aynı şekilde, uluslararası toplum ifadesi de bu ülkelerin, Amerikalı ve Avrupalı (ama daha çok batı Avrupa) insanını tanımlıyordu. Dinî bir toplumdan sekülerizm temelli, çıkarcı/bencil bir halka dönüşen batılı toplumlar ve onların devletleri, yaşanan çıkar çatışmalarını ve çatışmaların maliyetlerini azaltmak, milyonlarca insan kaybını durdurmak için ortak bir düzen oluşturmak gerektiğine kani olmuşlardı. Ancak, akrebin kurbağanın sırtında suyu geçerken dayanamayıp sokması gibi, güzel umutlar öne sürülerek oluşturulan Cemiyet-i Akvam da kurucularının çıkarlarına hizmet etmenin ötesine hiçbir zaman geçememiştir. Bugün devam eden haliyle de hala öyledir.

Cemiyet-i Akvam fikri, ilk aşamasındaki başarısızlığına rağmen, İkinci Dünya Savaşı sonrası bu kez ABD’nin egemenliğinde çok daha detaylı ve kapsamlı olarak, yapılan yanlışlardan da dersler çıkarılarak yeniden kurulurken ismi de Birleşmiş Milletler-BM (United Nations) olarak yenilendi. 1945 yılında, savaşın bitiminden sadece iki ay sonra New York’ta açılışı yapılan BM’nin kurucuları arasında bu defa savaşın galibi olarak ABD ve onun rol dağıttığı Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve Çin yer alıyordu. Böylece herkesin, sembolik olarak temsil edildiği ama gerçekte, veto hakkı bulunan kurucuların (daimî üyelerin) hiyerarşisine girdiği bir uluslar (devletler) arası düzen inşa edildi.

Düzen böylece kurumsal bir hüviyet kazanıyordu. Tüm devletlerin her yıl periyodik olarak katıldıkları ve diledikleri her konuda konuşma yaptıkları ortak bir kürsü, üstelik sorunların daha üst düzeyde ve istenen her zaman konuşulabildiği bir konsey ihdas edildi. Ancak tüm kararların onay mercii olarak da aynı konsey tanımlanıyordu. Bundan sonraki süreç, Avrupa ve ABD dışında kalan devletlerin, serbest piyasa adı altında kapitalizme, demokrasi adı altında bütün yerel ve dini oluşumların terk edilip batı merkezli, batının kendinden menkul değerlerine eklemlenme süreci oldu. Bu kurumsal yapı da bu sürecin taşıyıcı kolonu olarak işlev gördü, görmeye de devam etmektedir.

Süreç içerisinde Avrupa-ABD koalisyonu, birbirlerinin ayağına basmadan, kendileri dışında kalan dünyayı aralarında pay ederek, birbirlerinin çıkarlarını zedelemeden sömürü çarklarını bugüne kadar -zaman zaman arızalar çıksa da- işletmeyi başarmıştır. Bugün herkesin şahit olduğu gibi Filistin, Afganistan, Bosna, Arakan ya da Vietnam, Ukrayna gibi tüm meseleler BM’ye taşınabilmekte ancak hiçbirinden somut bir netice alınamamaktadır. Güçlü olan ve sistemi bir şekilde arkasına almayı beceren Batı Avrupa-ABD ittifakının çıkarlarına halel gelmeden olaylar akışına bırakılmakta, ikinci dünya savaşı galibi olmadıkları halde BM’de daimî üyelik verilen Sovyetler ve Çin de sistemde kendilerine tanımlanan rolü oynadıkları sürece kendi çıkarlarını korumayı sürdürmektedirler.

Avrupa’da neşet eden ulus-devlet anlayışı, zamanla dünyanın geri kalanına yayılmış, teker teker bütün toplumlar bu yola bile isteye girmişlerdir. Çünkü uluslararası düzende bir devlet olarak kabul edilebilmek için başta BM’nin onayından geçmek, bunun için de ön şart olarak, bir ulusa dayanmak, laiklik ve demokrasiyi kabul etmek, insan hakları, eşitlik, uluslararası hukukun üstünlüğünü kabul etmek gibi ‘amentü’ye katılmak gerekmektedir. Yola çıkan veya çıkmayı düşünen her toplumun önderleri ya bunun farkında olarak işe başlamakta ya da bir şekilde kendilerine öğretilmektedir. Suriye’de 8 Aralık’ta kurulan yeni yönetim de bir hafta içerisinde, BM temsilcisi tarafından ziyaret edilerek gereken izahatlar yapılmış, kurulacak yönetimin temel esasları hatırlatılmıştır!

Bir başka güncel örnek de Sudan’dır. 2023 Nisan ayından bu yana süren iç savaş geçtiğimiz günlerde yeni bir aşamaya girmiş bulunmaktadır. İsyancı HDK (Hızlı Destek Güçleri), mevcut Sudan hükümetine paralel bir hükümet ilan etmiştir. İlan ettiği hükümetin dayandığı başlıca esaslar arasında ise ‘elbette’ laiklik, demokrasi ve insan hakları bulunmaktadır.

Muhatap bir devletin halkı, velev ki başka bir din ya da yerel uygulamaya sahip olsun, uluslar-arası düzene tabi olan kendi devletleri, o düzenin gerektirdiği siyasi, ekonomik ve içtimai kuralları uygulayarak, o halkı uluslararası düzenin bir parçası haline getirmektedirler. Bugün dünyaya baktığımızda -İran gibi, Kuzey Kore gibi bir iki devlet müstesna- bunun dışında bir manzara görmek mümkün değildir, ki anılan devletler de ulus-devlet çizgisinden çıkabilmiş değillerdir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası bağımsızlıklarını kazanan toplumlar oldukça kısa süre içerisinde sisteme entegre olmuşlardır. Cezayir 5 Temmuz 1962’de bağımsızlığını ilan etmiş, 8 Ekim 1962’de BM’ye üye olmuştur. Tunus 20 Mart 1956’da bağımsızlığını kazanmış, 12 Kasım 1956’da üye olmuştur. Senegal 20 Ağustos 1960’ta kurulmuş, 28 Eylül 1960’ta üye olurken Slovakya da 1 Ocak 1993’te bağımsız olmuş 19 Ocak’ta BM’ye katılmıştır. Onlarca devlet bu şekilde önce ulus-devlet olmuş ardından uluslar-arası düzene sokulmuş, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştur.

Batı ittifakınca tasarlanan bu yapı, aslında devletler arası düzen olarak anılmalıdır. Devletlerin arasında eşit statü olduğu, düzenin kurucuları tarafından öne sürülmesine karşın işleyişte ast-üst ilişkisi içerisinde hiyerarşik bir yapı hüküm sürmektedir. Ancak girdikleri yolda daha iyisini bulamayan, düşünemeyen ve eli kolu bağlanan devletler, batılı güçlü devletlerle aynı safta durarak, beladan korunmak istemektedirler. Bugün Türkiye’nin NATO içinde kalma mücadelesi vermesi, İran’ın tüm ABD baskısına ve düşmanlığına rağmen New York’taki BM toplantılarına kesintisiz devam etmesi, İsrail’in bile tüm nefretine karşın BM’de İran’dan ve Filistin’den sonra çıkıp konuşma yapması, aynı kurulu düzenin kendini dayatmasından başka bir anlama gelmemektedir. Yeterli gücü olmayan, yem olmaya hazır devletler, sistemin dışında kalıp düşmanlık ve öfkeyi üzerlerine çekmekten kaçınmaktadırlar. Kimsenin sahibi olduğu egemenliği bir başkasına devretmeyi ya da paylaşmayı istemediği göz önüne alınırsa, devletlerin de bu düzen içerisinde kerhen durduklarını düşünmek daha doğru bir yaklaşımdır.

Kendisinde rablik vehmeden Batı aklı, hakkın ve adaletin hüküm ferma olması yerine ‘çoğunluğun’ verdiği kararın ‘doğru’ olduğu iddiasına dayanmaktadır. Ancak çoğunluğun verdiği karar sistemin sahiplerinin hoşuna gitmediğinde, çoğunluk kararı doğruluk vasfını yitirmekte, seçimler, hükümler, kararlar rahatlıkla iptal edilebilmektedir. Kısacası, helvadan putların yenme vakti gelmiş olmaktadır. 2016’da Avusturya’da cumhurbaşkanlığını çoğunluğun oylarıyla kazanan kişinin aşırı sağcı olması seçimlerin iptal edilmesini gerektirmişti. Benzer olay 2024’te Romanya’da tekrarlanmış, yine aşırı sağcı birinin çoğunluğun oyunu alması üzerine seçim iptal edilmiştir. Onca düzenleme ve baskıya karşın ‘ulus’ eğer kendi bildiği yoldan gitmeye kalkmak gibi bir cüretkarlığı seçerse, düzen de ona göre tavrını değiştirmekte, dokunulamaz olduğunu kendisinin ileri sürdüğü ilkeler dokunulup, çöpe dönüştürülmektedir.

Ulusların (devletlerin) arasında kurulan düzen her ne kadar sadece devletleri ilgilendiren ve birinci derecede ulusu (halkı) ilgilendirmez gibi gözükse de işin gerçeği böyle değildir. Uluslararası anlaşmalar, imzalanan protokoller, devletlerin hem dışarıda hem de memleketlerinde uygulayacakları politikaları şekillendirmekte, atılan adımlar toplumda hemen her kesimi etkilemektedir. Avrupa’nın ve ABD’nin fonladığı kurumlar eliyle Türkiye’de birtakım uygulamaların dayatılması ya da Avrupa Birliği’ne ‘uyum’ adı altında bizzat devlet eliyle yürürlüğe konulan kanunlarda bu durumu görmek mümkündür. Dolayısıyla ulus ile uluslar (devletler) arası düzen birbiri ile bağlantılı, iç içe ve yukarıdan aşağıya doğru etkili, söz geçiricidir. Karşılıklı bir etkiden kâğıt üzerinde söz edilebilirse de alt konumdaki uluslar, üst konumdaki uluslararası düzenin yüksek basıncına maruz kalmakta, basınç şiddetinin artması halinde küçük ulusların infilak etmeleri de kaçınılmaz olmaktadır.

ABD’nin başat rol oynadığı uluslararası düzenin küreselleşme dönemi uygulamaları yerel medya, dernekler, vakıflar ve diğer bir takım STK’lar eliyle sürdürülmüş ve toplumların bu düzeni özümsemeleri için uğraşılmıştır. Fonlarla desteklensin ya da desteklenmesin, küreselleşme fikrini taşıyan bu yapılara karşı gerek İslamî kurumlar gerekse geleneksel değerlere sahip STK’lar mücadelelerini sürdürmüş, belli bir etki alanı da oluşturmuşlardır. Bir başka açıdan baktığımızda ise küreselleşme çabaları batının beklediği getiriyi sağlamamıştır. Dayatılan anlayış, muhatap toplumlarda kök salamamış, insan ve toplum fıtratına aykırı girişimler Rabbimiz Allah’ın lütfuyla akim kalmıştır.

Önce İngiltere’nin daha sonra ABD’nin merkezinde olduğu ve bugüne kadar yenilenerek sürdürülen liberal demokratik uluslararası düzen bütün devletleri merkeze bağımlı kılmak üzere tasarlanmış, ‘kurallara dayalı düzen’ olarak bugüne kadar işlevini görmüştür. Ancak düzene tabi olan ulus-devletler 50’li yıllardaki özelliklerinin çok ötesine geçmiş durumdadırlar. O dönemin şartlarına göre tasarlanan yapı bugünün şartlarına birkaç numara dar gelmektedir. Bundan sonrası için hepten dar gelecektir. Durumun farkında olan sistemin merkezindeki ABD, başta BM olmak üzere düzenin ana unsurlarını baştan aşağı yenilemeye yönelmiştir. Fakat bilmeliyiz ki bu yenilemeyi ABD’ye vahyeden şeytandan başkası değildir.

Batı merkezli bir düzen yerine kendilerinin bir nebze daha kuvvetli olacağı bölgesel veya yerel birliklere yönelen diğer devletler ise çok kutupluluk söylemlerinden etkilenmektedirler. Ayrıca, toplumların ve devletlerin, artan bilgi ve vizyonları etraflarına örülen duvarların genişletilmesini zorunlu kılmaktadır. Üstelik, dijitalleşme ve yapay zekanın yayılması ile dünyada üretim, tüketim ve lojistik şekillerinin değişmesi, bugüne dek hâkim durumda olan petrol, silah ve finans gibi batının güçlü kalmasını sağlayan geleneksel sektörlerin sistem içindeki görece ağırlığını azaltmaktadır. Dijitalleşmeye bağlı olarak yeni sektörler yükselişe geçmiştir. Dünya siyasetini daha iyi takip etmekte olan devletler kendi ellerindeki kozları daha iyi görmekte, güçleri nispetinde bunları da kullanmaya çalışmaktadırlar. Bu ve benzer sebeplerin tamamı, sistemde köklü bir değişimi zorunlu kılmaktadır.

Sistemin sahipleri gibi, gidişatı fark eden bazı aktörler de son yıllarda değişim yönünde benzer söylemlere yönelmişlerdir. BM’de değişim tartışmaları, NATO, Uluslararası Adalet Divanı, Uluslararası Ceza Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, BMGK, DSÖ, DTÖ ya da UNRWA gibi örgütlerin hedef tahtasına oturtulması bu manada tartışmalardır.

ABD, sistemi yeniden organize ederken merkezî konumunu sürdürmek istemektedir. Fakat hayata hâkim olan ABD değil, alemleri yoktan var eden Allah’tır. Allah’ın hesabı bir gün ABD’nin ve tüm şürekasının hesaplarını ait oldukları yere, cehennem ateşine savuracaktır. Bundan kuşku duymak Müslüman imanı ile bağdaşmaz. Yeni yapılanma içerisinde devletlerin daha fazla söz hakkına sahip olmaları beklenebilir fakat sistemin iplerinin ABD’nin başında olduğu batının elinde tutulacağı hesaplanmaktadır. Ancak sistemin açmazı şudur ki, bilinçlenen dünyanın, Amerikan oyunları ile çarık-çürük bir sistemin içerisinde hapsedilmesi daha nereye ve ne zamana kadar mümkün olacaktır? Rusya-ABD uzlaşması ile şimdilik ikinci plana düşen BRICS gibi yapılarla bundan sonra daha sık karşılaşılması muhtemeldir. Yeni düzene tabi kılınacak devletleri bir arada tutmak için ABD baskısı veya korkusu ne zamana kadar işe yarayacaktır? Din ile insan arasındaki bağı gerçekten yok edemeyen batı aklı, özellikle İslam’ın dünya üzerinde artan etkisini daha ne vakte kadar yok sayabilecektir? Muharref Hıristiyanlık üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılan bu haydut düzeni arka plandan yönetecek teknoloji baronları hayatı ne kadar kontrol edebileceklerdir? Daha birçok soru art arda sıralanabilir. Yeni düzen için nasıl bir savunma mekanizması oluşturulacağı da şu anda meçhuldür.

Meçhul olmayan şey ise, tarihin bu minvalde akıp gitmekte olduğudur. Şeytani düzen, her ne pahasına olursa olsun küresel ölçekte iktidarını sürdürmeye heveslidir. Hilelerinin ardı arkası kesilmeyecektir. Ama İslam’ın yeryüzüne hâkim olacağı ve Müslüman olmayanlara dahi huzur ve sükun kazandıracağı günler gelecektir. Bu, Siyonistlerin ‘arz-ı mev’ud’ları gibi yalan değil, Allah’a istinat eden kesin hakikattir. Bunun için çok çalışmak, okumak, düşünmek, dönen dolapları hakkıyla kavramaya çalışmak Müslümanlar için temel bir ihtiyaçtır.

İktibas Dergisi Mart Sayısı Yorumu

Etiketler : #Küfrün   #Kalesi   #Uluslararası   #Düzen   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN