Ahmed KALKAN
DİNSİZ DEVLET Mİ OLUR BE HEY ŞAŞKIN?
Bazı şaşkınlar şöyle diyor:
“Devlet bir kurumdur. Kurumların dini olmaz, insanların dini olur. Devlet namaz kılmaz, oruç tutmaz ve ahiretle ilgili bir endişe taşımaz. Devlet gibi diğer kurum ve kuruluşların da dini olmaz. Din devleti demek doğru olmadığı gibi dinsiz devlet demek de doğru değildir. Dindarlık veya dinsizlik sadece insanla ilgili bir kavramdır.
Devletin vatandaşı ile ilişkisi, dinî veya ideolojik boyutta değil, adalet boyutunda olmalıdır. Devlet güneş gibi olmalıdır. Güneş nasıl müslüman, hıristiyan, yahudi, zengin, fakir ve ırk ayırımı yapmadan herkese aynı mesafede ise devlet de vatandaşlarına karşı hep aynı mesafede durmalıdır.”
“İslâm Devleti kavramı, ödünç bir kavramdır ve modern ulus devletlerin etkisiyle ortaya çıkmıştır. Vahyin inşa ettiği bir aklın kavramsallaştırması bu değildir. Müslümanlar ‘İnsan Devleti’nin ve ‘Adalet Devleti’nin peşinde olmalıdırlar. Zira devletin imanı adalettir.” Böyle diyorlar.
Yönetim, hangi görüş ve inanca göre şekillenirse tabii ki onunla isimlendirilir. Devletin temel unsurları olan teşri (yasama), icra (yürütme) ve kaza (yargı) hangi felsefî görüşe, hangi ideoloji, yani hangi dünya görüşüne, yani hangi dine dayanıyor ise, devlet o ismi alır. İslâmî inanç ve esasları benimseyip vahye göre insanları yönetmeyi esas alıyorsa, o devlete İslâm devleti adı verilir.
Peygamberimizin Medine’de kurduğu devlete İslâm devleti demeyeceğiz de ya ne diyeceğiz?
Öncelikle ve altını çizerek ifade edelim ki; Dinsiz bir insan nasıl olmaz ise, dinsiz bir devlet de, dinsiz herhangi bir nesne, dinsiz bir yaratık da yoktur. Hem de bazı insanların mensubu olduğu gibi bâtıl bir din değil; Allah’ın yanında tek geçerli din olan İslâm dinine mensuptur bütün her şey. Bu da yeterli gelmezse, aynı zamanda yine bazı insanlar gibi içi boş, sloganik, lâfta kalan bir Müslümanlık değildir bu. İnandıkları Allah’a tam bir teslimiyetle teslim olan samimi Müslümandır nesneler. İlâhî emre, sünnetullaha tümüyle ve tüm zerreleriyle itaat eden dindar Müslümandır hepsi. Allah’ın kendileri için koyduğu hükümlere en küçük bir şekilde itaatsizlik etmezler.
Bunları bu şekilde bilip kabul etmek için, Kur’an meali yazacak kadar bilgili olmaya gerek yok. Kur’an’ı anlayarak bir defa okuyan bile bilir, evrendeki bütün varlıkların rabbinin Allah olduğunu. Hatta Kur’an’ın ilk âyeti bile yeterlidir bu hükmü çıkarmak için. Teslim olan bir kalbe selîm olan bir akla sahip ise… Ama, “devletin dini olmaz” diye bangır bangır bağırmak için insanın fıtratını, aklını, ilmini yok sayması, fenâ fi’d-devlet olup bugünkü Kemalist devlette yok olması gerekecektir. Bütün bunları başaran (!) zâtlar, devletin dinle (İslâm’la) bağının olmamasına niye ihtiyaç duyuyor da “devletin dini olmaz!” diyor?
T.C. adlı bu devleti kuran kişi de aynı düşüncedeydi. Mustafa Kamal de aynısını söylüyordu: “Türkiye Cumhuriyetinin resmi dini yoktur.” (Mustafa Kamal, 1931 yılında lise için yazdığı Medeni Bilgiler kitabı). O daha eski olduğu için, kendisinin ölümünden çok sonra doğan günümüzdeki zevatın izinden gittiği söylenemez, kendisiyle aynı görüşü paylaşsalar da. Tek önderimiz Peygamberimizden Osmanlının yıkılışına kadar devletin dini vardı; devletin dini İslâm’dı. Mustafa Kamal kaldırdı bu hükmü. O, herkesin ve her şeyin kendisi gibi Allah’la bağını koparmasını, dinsiz olmasını istiyordu. O da aynı inanca sahipti, ona göre de devletin dini olmazdı, olmamalıydı. Mustafa Kamal’ın sözünün geçtiği günden bu güne devlet, İslâm anlamında dinsiz, din de devletsiz ve güçsüz bırakıldı. “Devlet dinsiz olamaz, olmamalı!” diyenler,Allah’ın rızasına tâlip olup Rasûlullah’ın devleti gibi devlet isteyenlerdir. “Devletin dini olmaz!” diyenler kimin yanında yer aldıklarını iyi düşünmeliler.
İslâm’ın mânâsı, teslim olmaktır; Allah’ın emir ve yasaklarına teslim olmak. Allah’ın hükümlerine teslim olmaksızın İslâm olmaz (Bak. 6/En’âm, 162 ve 4/Nisâ, 65). Hayatın kanunları, bütün yaratıkların, her şeyin Allah’a teslim olmasını gerektirir. Bütün kâinat ve içindeki her şey o yaratıcının kanunlarına itaat etmektedir. O yüzden bütün kâinatın dini İslâm’dır. Güneş, ay, yıldızlar hep müslümandır. Dünya, hava, su, ışık, ağaçlar, taşlar ve hayvanlar da müslümandır. İslâm, Allah’a itaat edip teslim olmak demek olduğu için, bütün bu varlıkların isyan etmeden Allah’a itaat ettiklerini görmekteyiz. Yani teslim oluşlarına, müslüman oluşlarına şâhidiz. “Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi ister istemez O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülüp götürüleceklerdir.” (3/Âl-i İmran, 83).
Bu âyette gökte ve yerde olanların teslimiyeti insana örnek olarak gösteriliyor ve deniliyor ki “Ey insan, işte sen de böyle teslim olmalısın! Bütün varlıklar, gökte ve yerdeki her şey, nasıl Allah’ın koyduğu kurallara tümüyle teslim olup itaat ediyor, Allah, kendisini ne için yarattıysa o işi yapıyor ve onun dışına çıkmıyor; işte bu itaat ve teslimiyetin adı İslâm’dır. O yüzden, bu âyette “Allah’a teslim oldu” anlamında “esleme” kelimesi kullanılıyor ki, bu kelime, aynı zamanda “İslâm oldu, Müslim oldu” demektir. Demek ki, yerde ve gökte bulunan her şey, her konuda Allah’a itaat edip teslim olurken, aynı zamanda İslâm’ı benimsemiş ve Müslüman olmuş durumdadır.
İnsan da kendi hür irâdesi ve tercihiyle Allah’a teslim olursa, İslâm’ı seçip müslümanca yaşarsa, kâinatın boyun eğdiği zâta teslim olduğundan artık o, kâinatla barışıp uyum sağlar. Böylece bu insan, dünyada aynı zâta itaat edenlerin içinden biri olarak yeryüzünde(kilere) halife olur.
DAĞIN TAŞIN BİLE DİNİ VARDIR VE O DİN, İSLÂM’DIR
Devletin dini var mı, diye araştırırken, önce “Kur’an’a göre dağın, taşın dini var mı, yok mu?” sorusuna cevap veren âyetlere bakalım:
“Eğer Kur’an bir dağa indirilseydi dağ Allah’ın korkusundan baş eğmiş parça parça olmuş olacaktı.”(59/Haşr, 21). Gerçekten bu Kur'an'ın öyle bir ağırlığı öyle bir gücü ve etkisi vardır ki onu gerçek anlamıyla algılayan hiçbir varlık yerinde duramaz, ona dayanamaz. Bu âyetin devamında "Bu örnekleri düşünsünler diye insanlara veriyoruz.” denilir. Gerçekten bu ifade, düşünüp değerlendirmeleri için kalpleri uyarmaya en uygun ifadedir. Bu örnekleri düşünmüş olsa insan, hiç “devletin dini olmaz” diyebilir mi?
“Bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı, Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da kasvetlidir/katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.”(2/Bakara, 74)
İbn Kesîr, bu âyetin tefsiri olarak şu nakilleri aktarır: Ebû Necih, Mücâhid’den naklediyor: “Su fışkırtan veya su yüzünden yarılan ya da dağın tepesinden yuvarlanan her taş, Allah’ın haşyetinden, Allah korkusundan dolayı bu durumlar olmuştur.” İbn Abbas, bu âyeti şöyle tefsir etmiştir: “Taşlar, sizin kendisine çağrıldığınız hakikat karşısında bazen sizin kalplerinizden daha yumuşaktır.” Yahyâ İbn Ebû Tâlib, “taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar.” âyetin bu ifadesi, çok ağlamak demektir. “Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır”; bu da az ağlamaktır. “Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır”; bu da, gözden yaş dökmeden kalp ile ağlamaktır” der (İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, c. 2, s. 388).
“Gerçek şu ki, biz emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zâlim, çok câhildir.”(33/Ahzâb, 72). Bu âyetin tefsirinde Mevdudi şöyle der:
Burada "emanet" kelimesi, Kur'an'a göre yeryüzünde insana verilen "hilâfet" görevi yerine kullanılmıştır. İnsana isyan ve itaat etme seçeneğinin ve bu özgürlüğü kullanırken kendisine sayısız yaratık üzerinde hâkim olma yetkisinin verilmesi kaçınılmaz olarak insanın yaptığı hareketlerden sorumlu olmasını ve iyi amelleri için mükâfatlandırılıp, kötü amelleri için cezalandırılmasını gerektirir. İnsan bu güç ve yetkileri kendisi kazanmadığı gibi, bilakis bunlar kendisine Allah tarafından ihsan edildiği ve Allah'a bu güçlerin iyiye veya kötüye kullanılmasının hesabını vereceği için bunlar, Kur'an'ın başka yerlerinde hilâfet, burada ise emanet olarak tanımlanmıştır.
Bu “emanet”in ne kadar önemli ve ağır olduğu konusunda bir fikir vermek için Allah, göklerin ve yerlerin büyüklüklerine, dağların da sabitlik ve muazzam ölçülerine rağmen bu emaneti yüklenme güç ve cesaretini göstermediklerini bildirir. Fakat insan, bu ağır yükü üzerine almıştır.
Emanetin göklere ve yerlere teklif edilmesi ve onların bunun ağırlığından korkup kabul etmemeleri gerçekten vâki olmuş olabilir, ama mecazî olarak böyle söylenmiş olması da muhtemeldir. Bizler Allah'ın yaratıkları ile olan ilişkisini asla anlayıp kavrayamayız. Yeryüzü, güneş, ay ve dağlar, bize göre kör, sağır ve cansızdırlar, fakat Allah'a göre böyle olmayabilirler. Allah yarattıklarından hepsiyle konuşmaya kadirdir ve biz anlayamasak da yarattıkları O'na cevap verebilirler. O halde Allah'ın bu emaneti onlara sunmuş olması ve onların da bundan korkup çekinerek yaratıcıları ve Rablerine teslim olup şöyle demiş olmaları muhtemeldir:
"Rabbimiz, biz senin güçsüz kulların olarak kalsak bizim için daha iyi. Çünkü isyan etme yetki ve özgürlüğüne sahip olup onun hakkını vermeye ve hakkını veremediğimizde ise senin azabına çarptırılmaya cesaretimiz yok."
Aynı şekilde bu yaşadığımız hayattan önce, Allah'ın insanlığa farklı bir yaratılış ve varlık vermiş ve onu kendi huzuruna çağırmış olması, insanın da isteyerek bu güç ve yetkileri kabul etmiş olması muhtemeldir. Bunun imkânsız olduğunu iddia edebileceğimiz hiçbir delil ve dayanağa sahip değiliz. Ancak kendi zihnî yetenek ve güçlerini tam anlamıyla kavrayamayan kimseler bunun imkânsız olduğunu düşünebilirler (Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, Ahzab, 72. âyetin tefsiri).
BÜTÜN VARLIKLAR SECDE EDERLER
"Göklerde ve yerde bulunanlar ister istemez Allah'a secde ederler. Gökler de sabah ve akşam (uzayıp kısalarak) Allah'a secde etmektedir."(13/Ra'd, 15
Ağaçlar secde etmektedirler (bkz. 22/Hacc, 18) Ağaçlar ve bitkiler, namazdaki secde gibi devamlı olarak secdede duruyorlar. Nasıl derseniz; ağaçların ağızlarına benzeyen kökleri, devamlı şekilde yerden su ve besin alıyor. Cisimlerin gölgeleri Allah'a özel bir teslimiyet ve ibadet tarzı olarak her gün nasıl uzayıp kısalıyorsa (16/Nahl, 48; 13/Ra'd, 15), ibadet eden insan da namazda kıyam, rükû, secde ve ka'de yaparken uzayıp kısalır. Müslümanların cemaat halindeki ibadetlerde yaptıkları gibi, sürü halinde uçan kuşlar da Allah'a ibadet ederler: "Göklerde ve yerde bulunanlarla, dizi dizi kanat çırpıp uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi salâtını (duâsını) ve tesbihini (öğrenmiş) bilmiştir. Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir." (24/Nur, 41)
Secde; Allah’ın emirlerine uymak, O’nun evrene koyduğu kanunlara itaat etmek, Allah’ın rabliğine teslim olmak demektir. Kâinattaki bütün varlıklar isteyerek veya istemeyerek Allah’a secde ederler.
SECDE İKİ TÜRLÜDÜR
İki türlü secde vardır. Birincisi; ihtiyarî, yani insanın kendi hür iradesiyle/özgür tercihiyle yaptığı secde. Bu, yalnızca insana mahsustur. Allah (c.c.) bütün insanları kendine secde etmeye, yani kendine mutlak anlamda itaat etmeye davet ediyor (22/Hacc, 77; 53/Necm, 62). İkincisi; Teshirî, yani ister istemez, daha doğrusu zorunlu olarak yapılan secdedir. İnsanın dışındaki bütün varlıklar da Allah’a secde ederler ve bu secdelerini zorunlu olarak, yaratılışlarının icabı yaparlar. Çünkü başka tercihleri olamaz (13/Ra’d, 15; 16/Nahl, 49; 22/Hacc, 18; 7/A’râf, 206).
İnsanın dışındaki varlıkların secde şekli konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Kimilerine göre, onların Allah’a olan itaatlerinin secde olarak nitelenmesi sembolik bir ifadedir. Ya da secdenin anlamı; mutlak bir itaati, boyun bükmeyi, tesbih etmeyi, Allah’ın hükmüne uymayı içine alacak kadar geniştir. Buna göre secde, gerçek boyun eğişi, mutlak itaati, Allah’a tam teslimiyeti ve yakınlaşmayı, O’nu Rab bilmeyi ve kulluğun bütün görüntülerini bünyesinde toplayan çok önemli bir eylemdir.
"Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah'a secde ediyor."(22/Hacc, 18). Devleti güneşe benzettiği halde, devletin dini olmaz diyen şaşkın, Kur’an’a göre güneşin dini var olduğu, onun adının da hak din İslâm olduğu halde; güneşe benzeyen devletin dini olmasın, bu mümkün mü?
“Göklerde bulunanlar, yerdeki canlılar ve bütün melekler, büyüklük taslamadan Allah'a secde ederler."(16/Nahl, 49)
Her şeyin Allah’a secde ettiğiyle ilgili öyle bir örnek verilir Kur’an’da ki, “şey”in kapsamı olağanüstü genişler. Gölge diye bir varlık cinsi yoktur. Bir cismin, ışığı engellemesi sonucu oluşan karanlık demek olan “gölge”nin, bir “şey” olup olmadığı tartışılır. O yüzden somut bir varlık olmayan devlet gibi “şey”lerin de secde etmemesi düşünülemez. Allah, bütün âlemlerin rabbidir. Yani, bütün âlemlerdeki bütün varlıklar rab olarak Allah’ı kabul eder, O’na itaat ederler.
Devleti bir nesne olarak görmek istemeyip onun elle tutulur bir şey olmadığını, soyut olduğunu söyleyebilir bazıları. Peki, gölge bir nesne midir, elle tutulabilir bir şey midir? Şey olup olmadığı, bir varlık mı değil mi tartışılabilecek olan, herhangi bir cisme ışığın yansımasından oluşan gölgenin secdesinden, yani onun da Allah’a teslim olup itaatinden bahsediyor Kitabımız: "Allah'ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi? Onun gölgeleri, küçülerek ve Allah'a secde ederek sağa sola döner.” (16/Nahl, 48). Gölge bile secde ediyor, yani Allah’a itaat ediyor, onun da dininin bulunduğu ve dininin adının İslâm olduğu halde; devletle din arasında bir bağ oluşturmamak hangi aklın kârıdır? Gölge diye bir varlık cinsi yoktur. Bir cismin, ışığı engellemesi sonucu oluşan karanlık demek olan “gölge”nin, bir “şey” olup olmadığı tartışılır. O yüzden somut bir varlık olmayan devlet gibi “şey”lerin de secde etmemesi düşünülemez. Allah, bütün âlemlerin rabbidir. Yani, bütün âlemlerdeki bütün varlıklar rab olarak Allah’ı kabul eder, O’na itaat ederler.
TESBİH, ŞİRKİ PROTESTODUR
Tesbih, bir nevi protestodur. İnandığımız Allah'a birileri iftira atıyor. O'na ait olan vasıfları başkasına vermeye kalkışıyor. O'nun isimlerini, sıfatlarını kendi sevdiklerine, bağlandıklarına yakıştırıyor ve onları ululayıp yüceltiyor. İşte biz, bu durumu red ve protesto için "sübhânallah" diyoruz. Bunu söylerken, şirki protesto ettiğimiz gibi, aynı zamanda da Allah’ı yüceltip övmüş oluyoruz.
Kur'an'da kullanıldığı şekilde tesbih, üç temel anlama gelir. 1- Aklama-uzaklaştırma; 2- Zikir/anma, dua, namaz; 3- Kâinattaki her şeyin Allah’ın düzenine, sünnetullaha uyduğu.
Allah’ı mükemmel (en yüce) sıfatlarla düşünmek, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmek (uzak tutmak), tesbih’tir. Sübhânallah şiarı, şirki mahkûm etmek için söylenir. Kâfir insan ve cinlerden/şeytanlardan başka her şey, Allah'a kul oluyor, secde ve tesbih ediyorken, bu hayvandan aşağı yaratıklar, bu nizam ve uyumu bozuyorlar. İşte bu fesat ve isyan, sübhânallah şiarıyla reddediliyor.
BÜTÜN VARLIKLAR ALLAH’I TESBİH EDER
Kur’an’ın haber verdiğine göre yerde ve gökte olan bütün yaratıklar Allah’a tesbihte bulunurlar. Kur’an bunu bazen geçmiş zaman kipiyle ‘tesbih etti’ şeklinde, bazen de şimdiki zaman kipiyle ‘tesbih eder/ediyor’ şeklinde vermektedir. Bu, varlıkların geçmişte ve şimdi sürekli tesbih ile meşgul olduklarını gösteren bir gerçektir. (57/Hadîd, 1; 59/Haşr, 1, 24; 61/Saff, 1; 24/Nûr, 41; 62/Cuma, 1 vd.)
“…Kuşları ve tesbih eden dağları da Dâvud’a boyun eğdirdik.”(21/Enbiyâ, 79). “Doğrusu Biz akşam sabah onunla beraber tesbih eden dağları, toplu halde kuşları onun emri altına vermiştik. Hepsi O’na (Allah’a) yönelmişlerdi.” (38/Sâd, 18, 19).
İnsan dışındaki canlı veya cansız varlıkların nasıl tesbih ettiklerini bilmiyoruz. Bu konuda birçok açıklama yapılmıştır ama doğrusu onların tesbihlerinin nasıl olduğunu tümüyle anlamak bizim için imkânsızdır; hem de bunu anlama diye bir görevimiz yoktur. Bize düşen, bütün varlıkların ister istemez Allah’a teslim olup O’nu tesbih ettiklerini bilmek ve böyle bir gerçeğe şüphe etmeden inanmaktır. “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız. O halîm’dir, bağışlayandır.” (17/İsrâ, 44). Bütün varlıkların biz anlamasak da tesbih ettiğine göre; devlet denilen varlığı nasıl istisnâ edebiliriz, nasıl “onun dini imanı olmaz” diyebiliriz? Kur’an’da “O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur” denilirken, devletin dini olmasın ve o da hamd ile tesbih etmesin, bu mümkün müdür?
DEVLETİN DİNİ/DEVLET DİNİ
Mustafa Kamal’e kadar, devletin dini İslâm’dı. Kendi yakıp yok ettikleri Osmanlı Devletinin külleri üzerine kurulan T.C.’nin bile ilk zamanlar dini vardı, adı İslâm’dı. 1921 Anayasasında da,1924 Anayasasında da “Türkiye Devletinin dini, İslâm dinidir” yazıyordu. 10 Nisan 1928 tarihinde ise anayasanın 2. maddesinden “Türkiye Devletinin dini, İslâm dinidir” kuralı çıkarıldı. Dokuz sene devletin resmî dini yoktu. Ne İslâm, ne laiklik… 1937 anayasasında “Türkiye Cumhuriyeti laiktir” maddesi eklendi de devletin resmî dini belirlendi. Özetle, her devletin hak veya bâtıl bir dini vardır. İçinde yaşadığımız ülkenin başındaki devletin dini de hep ola gelmiştir. Osmanlı Devletinin dini İslâm’dı. T.C. kurulunca da birkaç sene devletin dininin İslâm olduğu resmen vurgulandı. 1928’e kadar devletin dini İslâm’dı; 1937’den sonra devletin dini laiklik olarak anayasaya geçti. Tevhid ehli ve Rasûlullah’ın izini takip etmeye çalışan biz Müslümanlar inşaAllah Medine İslâm Devletini örnek alarak Rasûl’ün kurduğu gibi bir İslâm devleti kuracağız. Bunu da toplumu Kur’anî ölçüleri kabul edip yaşayacak şekilde değiştirerek oluşturacağız. Devletin dinini yeniden İslâm haline getireceğiz; çalışma ve gayretlerimizin önemli bir alanını bu gaye oluşturuyor.
Devletin dini olmaz diyen şaşkın kafa, vâkıayı da görmezden gelip tümüyle yok sayıyor. Bu devletin dini olmasa dinle ilgili işleri düzenlemeye kalkmaz; Diyanet gibi, 12 bakanlığın bütçesini geride bırakacak şekilde devletin desteğine muhatap olan bir devlet kurumu oluşturmazdı. İslâm’ın istediği gibi bir din topluma ve sisteme hâkim değilse, devletin istediği bir din (dinin tahrif edilen şekli) ortaya çıkacaktır. Değişik ifadeyle ya dinin devleti, ya da devletin dini. Biz devletin dine yön vermeye kalkmasından şikâyetçiyiz ve dinin devlete yön vermesini istiyoruz. Devletin dini mutlaka olur; biz devletin dininin laiklik değil; İslâm olmasını hedefliyoruz. İslâm Şeriatı da zaten devletin dininin İslâm olması, yani devletin uygulaması gereken İslâmî hükümleri devletin tatbik etmesi demektir.
İslâm’ın istediği gibi bir din topluma ve sisteme hâkim değilse, devletin istediği bir din (dinin tahrif edilen şekli) ortaya çıkacaktır. Değişik ifadeyle; dinin devleti olmayınca, devletin dini insanları kuşatacaktır. Diyanet, devlet dininin yansıması olarak 3 Mart 1924 tarihinde Atatürk’ün isteğiyle meclisin kabul ettiği 429 sayılı kanunla kuruldu.Diyanetin kuruluş amacı, tamamıyla devletin hizmetinde olan, devletin kurallarına, büyük tâğutun ilkelerine ters düşmeyen bir din oluşturmaktır. Bu tarihten itibaren tekke ve zâviyeler kapatıldı. Câmilerin bazısına kilit vuruldu. Bütün bu yerler çok değişik maksatlar için kullanıldı. Bir kısmı depo, ambar, işyeri olarak kullanılmaya başlandı. Bazı câmi, medrese ve vakfiyeler de Cumhuriyetin ilk yıllarında torpilli bazı azınlıklara satıldı. 15 Kasım 1935 tarihinde çıkarılan bir kanunla eskiden câmi olarak kullanılan kiliseler, tekrar kiliseye çevrildi. Bunun yanında, 3 Şubat 1932’de “ezan”ın Türkçeleştirilmesi kanunlaştırılarak Arapça aslıyla okunması yasaklandı. Bütün bunlar, devletin diniyle ilgilidir.
Bugün de devletin dini vardır. Devletin dini yoksa, devlet, okullarında niye öğrencilere heykellerin önünde saygı duruşunu mecbur ediyor? Devletin bayram diye hepsi Mustafa Kamal’le ilgili İslâm’a darbe vurulan günleri niye kutsal günler olarak kutluyor? 10 Kasım törenlerini, devlet adamlarının devleti temsilen çelenk koymalarını, deftere yazı yazıp hallerini arzetmelerini, bir ölünün karşısında namazdaki kıyam gibi saygı duruşu içinde tapınmalarını nereye koyacağız?
Bir mütefekkir yazarımız şöyle diyor: “Rabbimiz Kur’an'da, bireysel alanla sınırlı hükümler inzal etmekle yetinmemiş, siyasi, sosyal, hukuki, ekonomik, toplumsal ve kamusal bütün hayat alanlarını düzenleyen ve yöneticilere, bu alanlarla ilgili emirler veren hükümler de vazetmiştir. O halde ekonominin de, siyasetin de, hukukun da, kamusal alanın da dini ve ilahı vardır, eğer İslâm ve Allah değilse, başka din ve ideolojilerin varlığı ve onları üretenlerin ilahlığı söz konusu demektir. Bu alanların belirleyicisi din olarak İslâm şeriatı ve ilah olarak Allah değilse, Kur’an’ın ifadesiyle “bilmeyenlerin hevâ ve zannının” din ve ilah edinilmesi söz konusudur (45/Câsiye Suresi, 18, 23). Bu sebeple, bütün dinlerden soyutlanmış devlet ve kamu alanı tasavvur bile edilemez. Devlet ve kamu alanını düzenleyecek kuralları kim koyuyorsa, o devletin ilahıdır ve o kurallar bütünü de devletin dinidir. Bu sebeple laik devletin dini de laikliktir ve ilahı ise o alanı düzenlemek üzere laik yasaları, laik hukuku hevâsına göre yapan laik parlamentolardır. Devlet ve kamu alanı yönetilirken, ekonomik alan kapitalist piyasa ilahının arzularına göre mi düzenlenecek, yoksa vahyin belirlediği ölçülere göre mi; adalet sistemi, medeni hukuk, miras ve ceza hukuku ve insan hakları alanlarını düzenleyen yasalar insanların hevâlarına göre mi yapılacak, yoksa vahyin belirlediği ölçü ve hudutları dikkate alarak mı; başka ülkelerle savaş ve barış yaparken hevâ ve ulusalcı hırslar mı belirleyici olacak, yoksa Kur'an'da savaş hukuku için vazedilmiş hükümler mi? İşte bütün bunlar, laik devletin de bir dini olduğunu ve bütün bu alanları insan hevâ ve aklını ilahlaştırarak yapılan yasalarla yönettiği için bu dinin adı şirk dinidir. Şirk ise, Kur'an'a göre büyük zulümdür ve şirkle yönetilen ülkede zulüm kaçınılmaz sonuçtur.”(Mehmet Pamak, İzzeti Yanlış Yerde Aramak)
HER DEVLETİN HAK VEYA BÂTIL BİR DİNİ VARDIR; DİNSİZ DEVLET OLMAZ
Bilindiği gibi, TBMM, kanun yapma yeri. Allah’ın kanununa ters düşmesi hiç önemsenmeden insanların aklı ve hevâsı nihai otorite olup Allah’ın kanunlarına muhâlif kanunlar çıkartılan yer. Bu tür kanun çıkartanlara Tevbe sûresi 31 ve bu ayetin tefsiri olarak Tirmizi, Tefsir sure 10’da açıklandığı üzere Allah’a rağmen serbest ve yasak koyanlar rablik iddia etmiş oluyor. Birçok rabbin (rab taslaklarının) olduğu devlete hâlâ “bu devletin dini yoktur, devletin dini olmaz” mı denilecek?
TBMM İLK OLARAK NASIL AÇILDI?
Hacı Bayram Velî Câmi-i Şerîfi'nde Cuma namazı kılınarak, namaz çıkışında meclise kadar sakal-ı şerif ve sancak-ı şerif taşınmış, dualar yapılıp kurbanlar kesilmiştir. Kur’an hatmi indirilip Buhârî-i Şerîf okutulmuş, hatmin geri kalan kısmı Cuma namazından sonra Meclis'in önünde tamamlanmış, dualarla meclis açılmıştı. Bu kadar dinî tören herhangi büyük bir camii açılışı için bile yerine getirilmez. Devleti temsil eden mecliste o zamanlar “vallahi” diye sonraları “namusum ve şerefim üzerine andiçerim” diyerek edilen yeminler, devletin dinini ve dinindeki değişmeleri göstermiyor mu? Yeminlerin içeriği de devletin dinini ve bu dinin rengini ele vermiyor mu?
TÜRKİYE CUMHURİYETİ, BİR DİN DEVLETİDİR
Okullara ve her türden resmî kurumlara baktığınızda bunu kabullenmek zorunluluğu var. Kemalizm dini, tek dindir ve kimse Mustafa Kamal’e hiçbir şeyi ortak koşamaz.
Laik olduğunu iddia eden T.C. aslında Kemalist bir teokrasidir. Devletin resmî lügatinde bu ilan edilir: 1948’de basılan Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğüne göz atılırsa sadece devletin değil, tüm Türklerin de dini Kemalizm’dir. Bu resmî sözlüğe göre; “Kemalizm: Türklerin dini”dir. Türkiye Devletinde Atatürk tek ulusal lider kabul edilir ve halkın da bu tercihi alternatifsiz kabul etmesi istenir.
Sanıldığının aksine, resmî inanışa göre o, yalnız askerî ve siyasî bir dehâ değil, aynı zamanda dinî liderdir de. Günümüzde, devletin okullarında okutulan Din Dersi (Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi) kitaplarının kapağına ve içeriğine, âyet ve hadisten daha fazla onun referans gösterildiğine bakmak yeterlidir. O, devlet inancında “ulu önder”dir. T.C., 1923’den beri Mustafa Kamal’in en büyük olduğuna inandığı için her Türk vatandaşının onu sevmek ve ilkelerine itaat etmek zorunda olduğunu devlet, din yaklaşımı içinde tartışmasız kabul eder ve ettirir. Anayasa, partiler kanunu ve tüm yasalar onun ilkelerinin hiç birine ters düşemez. Hangi parti yönetim rolünü üstlenirse üstlensin, aslında M. Kamal, her dönemde tek başına iktidardadır ve iktidarını başkalarıyla paylaşması, yani M. Kamal’e şirk koşulması kabul edilemez. Bu ülkede egemenlik kayıtsız şartsız Kamal’indir. Bu ülkede din devletinden bahsedilemez, ama devlet dininin egemenliğinden rahatlıkla söz edilebilir. Ne diyordu Celal Bayar: “Atatürk’ü sevmek ibâdettir.” Evet, devletin gözünde “Atatürkçülük” bir dindir. Devletin anayasasında, Allah, Peygamber, Kur’an, İslâm gibi kelimeleri bulamazsınız. Bunun yerine sadece Atatürk’e ve onun ilkelerine atıfta bulunulur. Devletin, Allah yerine onu öne çıkarması, sevgi ve bağlılığı, tapınması, din değil de ya nedir?
Kur’an, müşriklerin, “biz atalarımızın yolundan ayrılmayız, onların izinden gideriz” dediğini belirtir. T.C. de kendine özgü bir “ata” ve atalar rejimidir. Türkiye düzeni, tüm Türk vatandaşlarının atası kabul ettiği için, atasını sevmeme hakkını kimseye vermez. Atatürk sevgisinden daha büyük sevgi olmaması gerektiğini, onun ilkelerinin tartışılmaz doğru olduğunu bir akîde ve davranış biçimi olarak ilân eder ve çeşitli âyinlerle bu tavır, İlköğretimin ilk sınıfından itibaren tüm vatandaşlara uygulattırılmaya çalışılır. Düzene göre, onun hata yaptığı kabul edilemez. Kimse onun suçlarını ve yanlışlarını söyleyemez, heykellerine ve fotoğraflarına yan gözle bakamaz. Bütün bunlar, devletin dinini göstermiyor mu?
ADÂLET, ANCAK İSLÂM’IN DOSDOĞRU UYGULANMASIYLA ORTAYA ÇIKAR
Adalet Devleti’nden bahsedip “devletin dini adalettir.” diyen bir kimse, nasıl olur da “devletin dini olmaz” diyebilir? Devletin dini adalet ise, adaleti bize; Allah’ın indirdiği ile hükmetmek olarak bildiren İslâm değil midir? İçinde yaşadığı devleti eleştirmemeye özen gösterenlerin İslâm Devleti’nden nasıl bir korkuları vardır ki, devletin dini olmaz, İslam devleti olmaz diyebiliyorlar. Allah nurunu tamamlayacak ve inşaAllah, bazıları istese de istemese de İslâm Devleti bir gün mutlaka kendini gösterecektir.
Adâlet, öncelikle, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmektir. Allah’ın indirdiği hükümler adâlet, o hükümlerin dışında kanunlarla insanları yönetenler zâlim (5/Mâide, 44), Allah’ın hükümleri dışındaki hükümler/yasalar da zulümdür. Şirk en büyük zulüm (31/Lokman, 13), sadece Allah’ın hükümleri ise adâlettir.
“...Allah’a şirk/ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.” (31/Lokman, 13). İnsanları putlara tapmaya teşvik eden, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen devlet, adâlet devleti olabilir mi, be hey şaşkın?
Not: Ahmed Kalkan’ın bu makalesi, Vuslat Dergisi’nin Şubat 2017 tarihli 188. sayısında yayınlamıştır.