Servet KARADENİZ

26 Haziran 2016

DÖRTLÜ ARAYIŞ NEZDİNDE; AKLETMEK

“Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
‘Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”

Mehmed Akif; ‘şiirinin dizesinde, tarihin tekerrürden ibaret olduğunu söyleyenlere, ibret alınırsa eğer neden tekerrür edeceğini ’’ söylemesinin üzerinden uzun zaman geçmiş olsa da, insanoğlu nedense hep tekerrür diliminin içinde dönüp dolaşmıştır. Kuran’ı Kerim’de anlatılan resul kıssalarının mahiyeti bu kervana eşlik edecek insanların bu kıssalardan öğüt alıp, aynı hatalara düşmesini engellemek, zihniyetlerde oluşturulmuş zülümat dolu tarih bilincinin aksine esenlik dolu bir tarih bilinci oluşturmak değil miydi?

Âlemlerin Rabbi Allah’ın  "Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler; üstelik onlar kuvvet bakımından kendilerinden daha güçlüydüler…’’(35/44) ayetini insanlara hatırlatarak, insanların kendi başlarına gelebilecek olaylara şahitlik etmesi tefekküre yönelik bir adım olarak algılanamaz mıydı?

Bu alanda örneklikler çoğaltılabilse de, aynı konular defalarca işlenmiş olsa dahi, insanoğlu aynı hatalara düşerek tarihin tekerrüründe gezinmiyor muydu?

İnsanoğlu, kendi elleriyle ürettiği kanlı tarihe şahit olması, bunca kan ve gözyaşı üreten insanoğluna imtihanlarla dolu çıkış yolunu gösteren Rabbimizin gücünü ve kudretinin alameti de gönüllere teskin edici motive vermektedir. Resul Muhammed(a.s) öncesi Arap cahiliyesine kısaca bir göz attığımızda bu söylemlerin, o günün örnekliğinde bizlere ders olması yahut Rabbimizin "Andolsun, onlardan öncekileri sınadık (29,3)  ayetine ek olarak ta - "İnsanlar, (sadece) "İman ettik" diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?(29,2)" ayetinde de belirttiği gibi sınanacak olaylar dâhilinde yaşanmış olayları, akletme fonksiyonu üzerine okumamız elbette bizlere öğüt olmasından dolayı tekrar ele almak faydalı olacaktır.

Günlerden bir gün fıtrat arayışına çıkan dört şahsın nezdinde bu toplumun ve o gün bu dört insanın düştüğü durumları, bugünün zihniyetiyle karşılaştırmak, umarım Rabbimizin inayetiyle bizlere ufuk açıcı olur. Dört insanın yaşadığı dört hikâye, dört algı ve dört sonuç olarak bizlere ulaşan rivayetleri dörtlü arayış diye isimlendirip bu olayın kısadan hissesine geçiyorum.

Günlerden karanlık bir gün idi. İnsanlığa nur olarak doğan ve insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak kızgın güneşin altında süregelip yapılan ibadetler, insanların şirk dolu günlerine tanıktı. Atalardan süregelen şirk bayramında dört insan,  toplum zindanının dayattığı bayram ibadetlerin çelişkisinin farkına varmışlardı. İnsanların helvadan yapıp acıkınca yediği putlara kurbanlar adarken, bu dört insan gizlice buluşup atalardan görme inançlarını eleştirecek konuşmalar yapıyorlardı. Ve toplantının son hükmü olacak şekilde ‘’Birbirimize dost olup, birbirimizi koruyalım ve bu durumumuzu da gizli tutalım. Kavmimiz yanlış yolda. İbrahim’in dinini terk ettiler ve ona muhalif oldular yanlış bir din edindiler. Ne zarar ne de fayda vermeyen bu taşlara ibadet edilmez. Kendimize yeni bir din arayalım.’’diyerek fıtrat yolculuğuna başladılar.

Bu dörtlü arayıştakilerden iki yoldaş olan Zeyd bin Amr ve Varaka bin Nevfel yolcuğa çıktılar. İlk yolculukta bir Yahudi âlimiyle karşılaşan Zeyd ve Varaka aralarında geçmiş olan konuşmalardan sonra Zeyd sessiz kalıp Varaka ise Yahudilik dinini seçerek Musevi olmuştu. Yolculukları devamında bu sefer bir Hıristiyan âlimiyle karşılaşıp konuşmalar sonucunda Varaka daha önce seçmiş olduğu Yahudilik dininden vazgeçip Hıristiyanlık dinini seçmişti. Zeyd bin Amr ise bu dinlerinde,  kendi toplumundaki dinlerden farkı olmadığını, beşer eliyle tahrif edilip putlar gibi yontulduğu kanaatine vararak yolculuk arayışlarını sonlandırıp şehirlerine döndüler. Hıristiyan olarak dönen Varakanın aksine Zeyd bin Amr kendi inancına devam ettiği gibi, inancı uğrunda kavmi tarafından dışlanıp sürgüne gönderildikten sonra suikastla öldürüldüğü söylenmektedir.

Osman bin Huveyris ‘in fıtrat arayışı yolculuğuna baktığımızda ise birçok şehirleri gezip durduktan sonra son olarak, Roma İmparatorluğunun başkenti durumunda bulunan İstanbul’a gidip kralla arasını iyileştirip, Hıristiyanlık dinini seçti. Kralla aralarındaki yakın ilişkiden anlaşılacağı üzere mevki ve makama getirilen Osman bin Huveyris kendi toplumuna kral olarak atandı. Arap toplumunun alışık olmadığı ve kabullenemediği bir durum olduğu için kendi içinden çıkıp kendisine boyun eğmesini isteyen kişiye suikast düzenleyip öldürüldü ve böylece Osman b. Huveyris bu şekilde çölün tarihinde kaybolmuş oldu.

Son olarak fıtrat arayış yolculuğunda,  birçok şehri gezip birçok din âlimiyle görüşen Ubeydullah b. Cahş Hıristiyanlık dinini seçerek belki bu toplantının sonunu getirmişti. Arap ırkında çıkıp özelde kendi kavmine, evrensel olarak tüm dünyaya Tevhid’i anlatan, birçok Resulün anlatıp haykırdığı, İbrahim’i mesajının devamı mahiyetinde olan Allah(a.c) tarafından Resullerin sonuncusu olan Muhammed bin Abdullah’a inen vahye inanıp Müslüman olmaya karar verdi. Bir süre zarfından sonra Habeşistan'a hicret etmek zorunda kalan Abdullah b. Cahş daha sonra tutunamadığı yeni dininden tekrar eski dinine yani İslam’ın rahipler tarafından bozulmuş İslam dinine(Hıristiyanlık) geçerek bu din üzerinde ikame ederken vefat ettiğini kaynaklarda görüyor ve okuyoruz.

Kısa bir yolculuğun sonunda bu dörtlü fıtrat arayışların yaşamı hüzünle sonuçlanırken; bizlere düşen görev; tarihin tekerrür etmemesi için ibret almamız gerektiğini de birçok ayetlerde belirten, Rabbimizin çağrısına uymak ve akletme fonksiyonumuzu devreye sokmaktır.

Bu dörtlü din kardeşinin güncel boyutuyla ele aldığımız da; yolculuğun ilk anında toplumla aralarında uçurumlar olmasını da göz önünde tutarak, düşünme melekûtunun harekete geçirecek eylemde bulunmaları, sonrasındaysa bir karara varmaları çok güzel bir sonuç olmuştur. Gözden kaçırılmaması gereken bir diğer hususta ileride de açıklayacağım üzere bu eylemlerini devam ettirememeleriyle birlikte kendilerini toplumlarından ne kadar uzaklaştırabilmeleridir.

Zihin dünyamızda bu sorular uçuşurken, bir de siz kulak verin zihin dünyanıza…

Bu dört şahsın, kendi toplumunun dinlerini masaya yatırabilmeleri nezdinde bizler kendi toplumumuzun dinlerini masaya yatırabiliyor muyuz?

Masaya yatırdığımız bu dinleri en acımasızca eleştirilere tabi tutup düşünebiliyor muyuz?

Yahut Masaya yatırılan bu düşüncelerin sonucunu bulup bu sonucunun pratiğe dökülebilme sevdasıyla harekete geçip uzun meşakkatli yolculukları, göze alarak yollarımıza devam edebiliyor muyuz?

Bir de yolculukların devamını ele alıp yaşanan süreçleri göz önünde bulunduralım.  Zeyd b. Amr’ın ilk görüşmesinde temkinli davranması Nevfel b. Varaka’nın ise ilk bulduğu dine tutunduktan sonra karşılaştıkları ikinci din adamında da Zeyd’in yine temkinli davranabilmesi ve Varaka’nın hemencecik yeni bulduğu dine tutunması bizlere DÜŞÜNEBİLEN İLE DUYGUSAL HAREKET eden iki insan karakterinin ölçütü olmalı değil mi?

Bu iki tutum arasındaki durum nezdinde bizlerin de hayatımızda olaylara gösterdiğimiz tutumlar arasında hangisiyle eşleşebiliyoruz?

Gördüğümüz ve duyduğumuz her biri din olan hem beşeri İzm’ler hem de vahiy kaynaklı muharref dinler (bozulmuş İslam olan Hıristiyanlık, Yahudilik) arasından mukayeseleştirme çabamız ne ölçüde?

Mukayese yaptığımız dinlere bakışımız duygusal kaynaklı mıdır yoksa akletme kaynaklı mıdır?

Zeyd misali yanlış bulduğumuz dinlerin gerekçesini ortaya dökebilecek eylemde ne ölçüde bulunabiliyoruz?

Bu pasajın bizde düşündürdükleriyle birlikte bir diğer arayışın sembolü Osman b.Huveyris’e bakalım.

Osman b. Huveyris nezdinde arayışımızın temel eksenini oluşturan düşünme çabamızı mevki ve makam ile sonlandırma ihtimalimiz var mı?

Geleneksel ya da atalardan görme tabi olduğumuz dinden Tevhid (Kur’an’î) din ile tanıştıktan sonra mevki ve makamla sisteme entegre olma ihtimalimizi göz önünde tutup sorgulayor muyuz?

Tevhidi dönüşüm içine giren insanların bir zamanlar atalardan gördüğü dinden yüz çevirmesinden sonra ‘’toplum ne der’’ kaygısıyla istikametlerini sabit tutamaması ya da iktidar eksenli hareketlerden ‘’sayı çokluğu’’ için ilkelerinden ve hareketlerinden taviz verme durumlarımızı ne ölçüde düşünebiliyoruz.

Bu arayışımızı, bulduğumuz yâda bizlere sunulup dayatılacak olan makam, mevki ve din boyutu ile ilişkilerin günümüz seçtiğimiz din ile karşılaştırması yapınca bizlerin beklentisi ne ölçüde?

Übeydullah b. Cahş’ında kendi içinde bulunduğu toplumdan sürekli etkilenen bir karakter sahip olması hasebiyle önce Hıristiyan, sonra son elçinin gelmesiyle ona tabi olması ve belli bir süre inancını devam ettirdiği toplumundan uzaklaşıp, daha önceden tabi olduğu dine ait şehre hicret etmesinden bir süre sonra ilk inandığı din üzere vefat etmesi; bizlerinde bulunduğumuz toplumun dininde mi etkileniyoruz sorusunu akıllara getirmez mi?

Daha da basite indirgesek herhangi bir inanca dair çalışmalarda, sevdiğimiz arkadaşlarımızın ya da çevremizin bulunmasından ötürü mü o inanca sahip çıkmaktayız?

Sevdiğimiz arkadaşlarımız olmasa ya da bizi yarı yolda bırakırsa da yine bulunduğumuz inancımızı sürdürebilir miyiz?

İslami hareketin metodunu;  arkadaşlarımız, partimiz, camiamız, şeyhimiz, kanaat önderlerimiz mi yoksa Kuran’ı Kerim mi belirliyor sorusunu ne ölçüde kendimize sorabiliyoruz?

Bu değerlendirmeler artırılsa da insan zihnini meşgul edip bu soruların çözümü için adım atılmadığı takdirde acep ne faydası olacak, sadece hakikatin üzerini örtmüş olmaz mıyız?

Oluşturulacak ve harekete geçirecek binlerce soruların içinde yollar ve çözümler arayıp dururken bizler için hadî olan Kur'an-ı Kerim'in insanlık serüvenin tahlilini yapıp bize sunduğu az ve öz hakikat gerçeklerin üzerinden düşünülmesi en sahih çözüm olmaz mıydı?

Yazının başında da ifade ettiğim tekerrür kıskacından bu İlahi nağmeler bizleri kurtarabilirken, bizlere akleden kalpler, gören gözler, işiten kulaklar veren Rabbimizin emrine gözü kapalı neden bakıyoruz, oysa hakikat, Kur'an bütünlüğündeki şu evrensel çağrıdaki ayetlerde değil midir:

Al-i İmran, 137. Ayet: Gerçek şu ki, sizden önce nice kavimler gelip geçmiştir. Bundan dolayı yeryüzünde gezip dolaşın da yalanlayanların sonu nasıl oldu bir görün.

Tevbe, 24. Ayet: De ki: "Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Resulü’nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez."

Hud, 100. Ayet: Bunlar, sana doğru haber (kıssa) olarak aktardığımız (geçmişteki) nesillerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmış, (hâlâ izleri var, kimi de) biçilmiş ekin (gibi yerle bir edilmiş, kalıntısı silinmiş) tir.

Hud, 120. Ayet: Sana elçilerin haberlerinden kalbini sağlamlaştıracak doğru haberler aktarıyoruz. Bunda sana hak ve mü’minlere bir öğüt ve uyarı gelmiştir.

Hac, 46. Ayet: Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları olsun. Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir.

Kaynaklar:

Kur'an-ı Kerim

İbn-i Hişam, Siyer

İbn-i ishak, Siyer

Celaleddin Vatandaş, Siyer

Muhammed Esed, Mekke'ye Giden Yol

Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı