Servet KARADENİZ
KELİMELERİN SESSİZLİĞİ
Bismillahirrahmanirrahîm.
Mülteci kardeşlerime selam olsun.
Uzun bir yolun garip yolcusu gibi yalnız başıma kaldırım taşlarına eşlik ederken şehrin doğu tarafından bir çığlık duyuldu. Bu çığlık bombanın getirdiği çığlıktı. Acının, kanın, gözyaşının çığlığıydı. Kim bilirdi belki körpe bir fidana belki de simit parasıyla geçinen 80 m2 bir eve misafir gitmişti. Bu misafirlik istenilmeyen bir misafirlik, hatta yüzüne kapı kapatılıp bir daha gelinmesi istenilmeyen misafir karşılanmasıydı.Bombanın çığlığı kulağımdaki pası silerken sinsice burnuma gelen kömür yüklü barut kokusu beni düşüncelerimden uyandırdı. Düşünceler ki karabasan misali olmuştu…
Çığlıklar, feryatlar, ağıtlar…
Bir mırıldanma başlamıştı dudaklarda, evet çıkış yeri dudaktı; canlılığın kazanıldığı yer ise kalbin daha önce tattığı sessizliklerin sesiydi. Anne dışarıda elma kokusu var diyen yavrucağın, köyleri yakılıp yeni doğmuş yavru kuzuların ateşler içinde çırpınırken döktüğü gözyaşlarının, karanlık küçelerde (sokak) sessizce ilerleyen kurşun sesinin sessizliğiydi. Bu sessizlik yüklü feryat bitmiyordu.
Sessizlik ve Sessizlikler…
Nerde kalmıştım sahi?
Kurşun sesinde, yalnızlıklarda!
Yalnızlıklar, birkaç parça gazete ile örtülmüyor muydu yoksa?
Bağrı yanığın, acıklı ‘’Diyarbakır ortasında vurulmuş uzanırım ben bu sesi nerde olsa tanırım’’ şiirineydi sitemi. Neden haksız olsun ki? Az önce yanı başında kör kurşuna gidip ölene şahitlik etmemiş miydi?
Ahmet Kaya misali olmuştuk artık, bu sesler tanıdıktı. Vücutlarımız uzanmış olmasa da her gün vuruluyorduk. Kimimiz kalbinden, kimimiz sırtından, kimimiz de fikirlerinden…
Ne zaman susacaktı bu sesler? Ne zaman toprağa gömüp yasını tutacaktık bu seslerin; bilinmezdi ama hayatın Zilan katliamında Tunceli’ye(Dersim),Enfal katliamından Roboski katliamına ve şu an köy boşaltmalarından Sur boşaltmalarına…Bu mazlum halk, ümmetin yetim çocuklarının iki ateş arasındaki gelgitleri neden tekerrür edip dururdu? Buna çözüm bulunması, ateşe su serpilmesi gerekmez miydi?
Zihnimde uçuşan bu soruların çözümleri, beni idama götüren cevabım oluverirdi. Boğazımda, darağacında sallanan ipin hissiyatı varken, zihnimde canlanan çözümleri yok saymak isterdim. Çözümden kaçışım beni çözümsüzlüklere itecekti. Neden bu hale geldiğimi bir türlü anlamlandıramıyordum?
Beni inciten bir ses daha duydum, yoksa aynı hikâye mi başlayacaktı? En başına mı dönüyorduk? Kaçarak uzaklaştım kendimden, seslerden, zihinlerden... İlacımı almam gerekirdi. Sakın ha ilacımı ağrı kesiciler olarak düşünmeyin, benim ilacım sessizlikti, yıldızlar ve kaçak çaydı. Sessizlikti çünkü sessizleşen bir dünya daha anlamlı idi ve kendimi bulabiliyordum.
Benim ilacım Allah’ın ayetlerinden olan yıldızlardı. Çünkü mükemmel bir şekilde yaratılarak düzenlenen ve her bakışta ayrı bir hayranlıkla beraber bakışlarımın aciz bir şekilde geri dönmesi acizliğimin sembolü olarak yaratıcıya şükrümdü. Bir diğerine gelince kaçak çaydı. Boğazdan geçmeyen kelimeleri çay ile yutardım. Suskunluğumu çay ile bozardım. Gözyaşlarımı çay ile buluştururdum. İşte bütün bunlar benim ilaçlarımdı, dert ortaklarımdı. Bunlarla buluşma vaktim gelmişti.
İlaçlarıma doğru tam da adım atacakken donakaldım.
Gözlerimden yanaklarıma doğru bir gözyaşı süzüldü. Şimdi ağıt yakma sırası bendeydi. Ağıt, mülteci duygularımaydı. Acılarımın, sevinçlerimin şahit olduğu gözyaşları, şuan matem havasında benden dökülüyordu. İlk sevinçlerim, ilk hüzünlerim ilklerimi benden koparmıştı. Çünkü mülteciydim mülteciliği anlayamamıştım ya! Suriye'den gelen insanlara maddi yardım yaparken tüm sıkıntılarının bittiğini düşünmüştüm oysa yanıldığımı kendim yaşayarak deneyim sahibi olmuştum.
Yaşam standardım daha iyiydi geçmişe nazaran ama duygularımı benden almıştılar beni mülteci yapmıştılar.
Mülteciydim, mülteci ve mülteci…
Sözcükler ardı sıra dizilirken yaşadığım son şoku atlatıp masanın başına geçerek kalemin sözle buluşması gerektiğine karar verdim. Bu karar zor bir karar olsa da mülteci duygularımla Kürt mülteciliğin sorunu, bu sorunun başlangıcı, gelişmesini ve şuanda görüşülen sonuç kısmını ele alacağım. Bu sorun Kürt-Türk-Müslüman tavrın sorunuydu.
Bu sorun ırkçılık (Kavmiyetçilik) fitneleriyle başladı. Ortaçağ Avrupasının sözüm ona getirdiği demokrasi, özgürlük adı altında her halk kendisini yönetmeli fikriyle insanlık ümmetinin içine fitne tohumları ektiler ve bu tohumlar yeşerdi şimdi de meyvesini verdi.
Şer'i ve örfle yönetilen Osmanlı devletinin yıkılmasıyla Avrupa’nın bozguncuları tarafından idame ettirilen yeni ülkeler, tek tip insan üretme modeline geçti.
Bu tek tip insan üretim modeline bir din inanışı olarak laisizm sevdası aşılandıysa da kıyam hareketleri çoktan başlamıştı. Bu kıyam hareketleri bu coğrafyanın her tarafından görüldü. Sadece kıyam değil fitne tohumuyla kavmiyetçiliğini atamayanlar da sisteme başkaldırdı.
Sisteme yönelik yapılan bu kıyamlar ve başkaldırılar yeterli bir organizasyon olamadığından sisteme yenik düştüler. Yazının girişinde de belirttiğim toplu infazlardan köy yakmalarına, faili meçhullerden işkencelere bu halkın öfkelerini biriktirmesi sonucunda bir mücadelenin safını bugünkü adıyla PKK silahlı mücadelesi başlatıldı. Acıları tadan halkın duygusal olarak soluğunu yanında aldığı PKK ile özgürlüğüne kavuştuğu zannedilen yer oldu. Örgüt büyüdü, dünyayı sardı tabi iç ve dış güçlerin desteğini de alınca başa çıkılmaz dev haline geldi.
Bu arada bizim mahallenin arka sokaklarını oluşturan kahramanlara gelince (sistem tarafına geçen kahramanlar), halka aynı acıları yaşatmaktan maalesef geri durmadılar. Geçmişte kör şiddet eylemleriyle bugün gariban bir kaç avuç Müslüman’ın önüne taş koydular. Arka sokaklarımızda bu sorunlar böyle devam edip dururken PKK ise son süreçte olaylara farklı boyutlar ekleyerek ‘’özyönetimi’’ barikatlar, hendekler arasında kurmaya başladı!
Halk, iki ateş arasında kalmıştı. Pardon 3 ateş arasında: Biri PKK diğeri sistem ve bir diğeri de geçmişli yılların kâbusunu yaşatan arka sokakların insanları.
Mülteci iken kime sığınılabilirdi?
Geçmişi aydınlatılmamış, bombalar atan tankların sahibine mi? Hendekleri kazıyıp mayınları döşeyerek insanları mülteci konumuna düşürdükleri yetmediği gibi simit parasıyla alınan evlere delikler açıp mevzilenen, kepenkleri kapatıp iflasa yol açan sol zihniyete mi? Yoksa muhafazakârların oluşturduğu arka sokakların kahramanlarına mı sığınmaktı çare? Bu düşünceler sadece zihinlerde kalıyordu. Yaşattıkları acılardan dolayı farklı kucaklara, farklı duygulara sığınmak isteyen mazlum halka yönelik üzülerek görmekteyiz ki sesler kısıktı. Bu durum beni hüzün tablosunun bir parçası kılarken bu soruyu sormak bize düşmez miydi?
Müslüman olarak bizler kimiz, neler yapıyoruz?
Bizler kimdik, bizler neler yapıyorduk? Kaçmaktan, yanlış örnek olmaktan başka ne yapıyorduk? Sohbet ortamlarında haykırılan, gurur duyulan Muhacir-Ensar kardeşliğinde sınıfta mı kalmıştık, sadece bir hikâye olarak mı bize kaldı? Gözlerimizden dökülen gözyaşları yanaklarımızı ıslatırken kime karşı riya yapıyorduk?
Evini açıp kardeş aile kabul eden kahraman insanların malı ve canı ile şahadetliğini tarihe gömelim de Ebu Bekir gibi Osman gibi neden kardeşlerle bağdaş kurup dert dinleme noktasında yarışamıyorduk ki? Susuyorum, susmanın ne olduğunu Mehmet Uzun'un kitabında öğrenmiştim. Kendisi Dicle kenarında yıkıma uğrayan bir halkın sesi olmak isterken sesini kısmışlardı. Evet, bizler de bu halkın sesi olmak isterken siz acizler sayesinde sesimiz sessizliğe gömüldü. Sesimiz komünizme sosyalizme kavmiyetçi ulus devlete gömüldü.
Oysa Emirul Müminun Ömer bin Hattab(İslam)’tan böyle işitmemiş miydik? Kendisi “ Dicle nehrinde bir kurt koyunu kaparsa benden sorulur dememiş miydi? Sahi biz neredeydik bu çağrıya?
90'lı yıllarda yaşatılan acılarına ek olarak büyüklerimin meydanlarda Filistin, Afganistan, Bosna’yı unutmayıp bu mazlum halkı, şovenizme kurban etmeleri onların kucağına düşürmedi mi? Fildişi kulelerine çekilip sadece sorunları, çözümleri ve reddiyeleri yazmakla elinin altındaki telefonu dahi kaldırmaktan üşenip o şehirlerde yaşayan kardeşlerin ihtiyaçlarını sormayı bırakalım da neler olup bittiğini öğrenemeyen sadece sanal ortam zanlarıyla yazan çizen entelektüel ağabeylerimizi, fırkalarınızı hiziplerinizi, ders halkanızı; ne kadar samimi görebiliriz? Size sorarsam kardeşlik hukuku sadece ders halkalarındaki iddialardan mı ibarettir?
Evet, ne kardeşlik hukukunu tattırdınız ne de zalimliği hikmetle haykırdınız...
Bu düşünceler kaleme alınırken sadece küçük çapta acımız vardı şimdi ise vücudumuzu saran ateşler içindeyiz...
Bu ateşin fitnesini nasıl zannî bilgiler üretti ise bu zannî bilgileri yutacak vahiy bilgileri kuşanmalı, vahyin meşalesinde yürümeye gayret etmeliyiz ve o zaman örnek neslin varisleri yeryüzünün müstazaflarının yeryüzünün halifesi olacağına şahit olmuş olacağız...
Elhamdulillahirabbilalemîn.