Ahmed KALKAN
EVLÂT KATİLİ BİR BABANIN İTİRAFLARI -I-
Başkasının hikâyesi gibi okuma; Bu, senin hikâyen! Katil kim, iyi değerlendir...
Bir evlât katiliyim ben. İşlediğim cinâyetin farkına yeni varan bir sarhoşluk içinde, et-kemik yığını ruhsuz bir ceset karşısında avazım çıktığı kadar bağırıyorum: "Yavrum, seni ben öldürdüm; Affet beni evlâdım!.."
Aman Allah'ım, evlât katili olmak! Ne fecî şey yâ Rabbî! Katil olmak, hem de çok sevdiği, doğunca dünyaların kendisinin olduğu, yiyeceğinden kesip yedirdiği, yetişmesi için her şeyini seferber ettiği evlâdının, öz çocuğunun katili olmak...
Nasıl mı oldu bu iş? Anlatmaya çalışayım: Efendim, aslında çok farklı şey değildi yaptıklarım. Anlayacağınız, uydum kalabalığa, el ne yapıyorsa ben de onu yaptım; ne bir fazla ne bir eksik. Ele baktım, onlar ne yapıyorsa ben de yaptım, doğru yoldan öyle saptım. Nereden bilebilirdim işin sonunun böyle fecî bir cinâyetle noktalanacağını? Ne bileyim herkesin bal dediği, benim de câhil olduğum için kanıp öyle zannettiğim şeyin aslında zehir olduğunu? Kendi ellerimle yavaş yavaş çocuğuma o zehirden içirdim. Sonra, bir de baktım ki tümüyle zehirlenmiş çocuğum.
"Çocuğun sağ, ölmedi ki, nereden çıkarıyorsun bunları?" mı diyorsunuz? Şu zibidi mi, şu ruhsuz zavallı mı, şu canlı cenâze mi, şu hayat süren leş mi benim çocuğum? Hayır, hayır yanılıyorsunuz! Çoktan öldü, daha doğrusu öldürüldü benim çocuğum. Hem de katillerden biri ve en büyüğü benim, ben! Evet, asacak mısınız, kesecek misiniz, her cezaya hazırım; bu evlât ölü, ben de katilim. Daha onun ölü olduğunu hâlâ anlayamıyorsanız -ki dün ben de farkında değildim- öyleyse... Evet, evet, öyleyse siz de evlât katili ve benim de suç ortağımsınız.
İlk câhiliyye asrında çocuklarını diri diri toprağa gömüyormuş câhil Araplar. Sizi bilmem, ama artık ben ayıplayamıyorum onları. Çünkü yeni yeni anladım kendi yaptığımın daha fecî olduğunu. Onlar, çocuklarının sadece maddesini öldürüyormuş; bense mânâsını öldürdüm. Onlar, çocuklarının üç-beş günlük dünya hayatlarını yok ediyorlarmış; bense âhiretlerini mahvettim. Onlar, sadece kız çocuklarını öldürüyorlarmış; bense kız-erkek hepsini öldürdüm. Gerçek katillik, asıl barbarlık câhiliyye Araplarının yaptığı gibi değil; benim yaptığım gibi olur. Onlar, çocuklarını günahsız yaşta öldürerek, onları cehennemlik olmaktan farkında olmadan kurtarıyorlarmış. Çocuklar için gerçek ölüm değil; kurtuluşmuş bu. Bense kendi ellerimle ateşe ittim onları, hem de bu dünyanın basit ateşine değil, cehenneme sürükledim, oraya ellerimle attım onları... Çocuklarım da şimdi beni oraya çekiyorlar, bana kendi yanlarında yer ayırmışlar, dâvetiye üstüne dâvetiye gönderiyorlar. Bilmem bu çağrıyı geri çevirebilecek miyim?
Evlâdım! Senin terbiyenin, daha senin anneni seçmekle başladığını, bülûğ yaşına kadar tümüyle, ondan sonra da tavsiyelerle, yetişmen için bütün sorumluluğun bana ait olduğunu nereden bilebilirdim o zamanlar. Beni câhil bırakanlar, İslâm'dan habersiz yetiştirenler, hele hele anneni daha bir câhil bırakanlar, gâvur gibi yaşamamız için çabalayanlar da benim kadar suçlu değil mi? Ama, esas suçlu yine de benim, ben! Affet beni evlâdım... Sana ilk kelime olarak ALLAH demesini öğretmeliymişim. Yeni yeni öğrendim bunu. Gerçi sık sık duyardım sana helâl lokma yedirmenin şart olduğunu. Ama nereden, nasıl, ne kadar helâl bulacaktım? Düzen buydu, mutlaka helâla haram da karışıyordu. Eh ben de tümüyle dikkat edemezdim; zâten kim ediyordu?
İşimden başımı kaşıyamıyordum, eşim de başından savmaya bakıyordu. Sağolsun (yok, sözün gelişi dedim, "yok olsun!") bizim yerimize çocukla ilgilenenler oluyordu: Sokakta birçok fesat, evde televizyon denen âlet, çocuğu avutuyordu. Sonradan anladım ki, avutmuyor, eğitiyor, öğütüyordu. Ağaç yaşken eğilirdi. Benim körpe fidanım da yaşken her yana yamuluyor, küfrün her boyasıyla boyanıyordu, hem de hayat boyu çıkmayacak boyayla. Artık; inancı, fikirleri, düşünce ve davranışlarıyla, her şeyiyle müslüman çocuğuna hiç benzemiyordu. Bir gâvurun çocuğuyla yan yana konulsa, benimkinin müslüman olduğunu, diğerinden farklı bulunduğunu nesiyle isbat edeceklerdi? Mümkün değildi mü'min olanını ayırdetmek. Beş bilinmeyenli denklem uğraşılarak çözülebilirdi, ama bu sorunun altından kalkmak her babayiğidin, hatta Pentium 4 PC'nin harcı değildi. Hâlbuki her temel esasta çok farklı bir inancı, yaşayışı ve ahlâkı olacaktı; böyle istiyordu Mevlâ. En güzel boya Allah'ın boyasıydı. Boyacılar da çocuk babası, sonra çocuğun hocasıydı, böyle olmalıydı.
Ben bunları o zamanlar hiç görmüyor, düşünmüyor, çaresini aramıyor değildim. Çevremde namazlı niyazlı insanlar çocuğunun dini için, ne yapıyorsa, ben de onu yapmaya karar verdim. Ben din bakımından câhil sayılırdım. Anası ise ooo, zır câhil. Kendimiz ne öğretecektik çocuğa. Hocaya gönderdim yaz tatilleri, bazen de hafta sonları Pazar günleri. Çocuk hocadan şikâyetçiydi, önemsemedim şikâyetlerini. Ama niye çocuk, öğretmeninden hiç şikâyetçi olmadığı halde, hocadan hiç hoşlanmıyordu. Kafama takılıyordu bu. Çocuğun dediğine bakılırsa hoca pek bir şey öğretmiyor, bir sürü çocuğu ancak zorla susturuyor, çok da dövüyormuş... Olsun, yine de gidecekti çocuk hocaya. Çünkü evlâdım dinini iyi bilsin istiyordum. Nereden bilebilirdim o zamanlar dinin üç-beş gün hocaya gitmekle öğrenilmeyeceğini. Ben hocaya yardımcı olmadan, düzen her kurumuyla, çevre de her yönüyle hocanın vermek istediklerini bozup tam tersini her türlü zengin imkânlarıyla vermeyi terk etmeden mümkün müydü çocuğa dinini gerçekten öğretmek, öğrendiği dini yaşatmak? O zamanlar bilemezdim bunları.
O zamanlar biliyordum çocuğun nasıl dindar olacağını, dinini nasıl öğreneceğini: Hocaya/câmiye arada sırada gönderirsem iş tamamdı. O öğretirdi nasıl olsa çocuğa dinini. Çocuk böylece otuz iki farzı ezberleyecek, Kur'an'ı hatim edecekti. Namaz kılmasını da öğrenince, eh ne kaldı geriye, iş tamamdı. Ben böylece vazifemi yapmış olurdum. Allah bana "çocuğunu niye okutmadın?" demez, kurtulurdum. Mes'ûliyetten kurtulmak(!) için çok gayret ederek, zorla da olsa, çocuğu hocaya gönderdim. Bazen kaytarıp kaytarmadığını takip edemedim, ama başkasından daha çok uğraşarak, çocuğun oyunundan, eğlencesinden kısarak câmiye gitmesine çalıştım. Bir gün olsun, çocuk ne okuyor, hocanın şikâyeti var mı, merak ederek sorup kontrol etmedim, ama yıllarca tatilleri hep gönderdim. Veee sonunda, zorla da olsa, unutup unutup tekrar elife dönse de hatim ettirdim. Otuz iki farzı da su gibi sayacak şekilde kerataya ezberlettim. Ehh, artık görevimi yapmış olmanın mutluluğu vardı bende. Çocuk dinini de öğrenmiş, benden sorumluluk da gitmişti. O zaman bana göre din bundan ibâret, çocuğu yetiştirmek için bunlar gerekti. Bunları da senelerce uğraştan sonra halletmiştim. Çok sonraları anlayacaktım ki, bunlar, vicdanımdaki din yarasını pansumana yarayan fantezilerden ibaretti. Hiç yoktan iyiydi ama çocuğumu İslâmlaştırmaya, fıtratını korumaya, keferenin istediği ve şekillendirdiği yapıyı kökten değiştirip çocuğun hayatını yönlendirerek âhiretini kurtarmaya kâfi gelmekten öyle uzaktı ki... Ve benim sorumluluğumu gidermekten...
(Devamı edecek...)