Ahmed KALKAN
EVLÂT KATİLİ BİR BABANIN İTİRAFLARI -II-
Çocuğuma hatim ettirdiğim halde, hayret! Benim de ara-sıra hatırlatmama rağmen çocuk hiç namaz kılmıyordu. "Oğlum, hiç olmazsa Cuma'ya git, Cuma akşamları dedelerine Kur’an oku!" Nerdeee? Peki, “ben günahkârım, çocuğum arkamdan Kur’an okusun, ben de onun yüzünden kurtulayım” diye -aslında kendim için- okutmuştum onu, şimdi hiç Kur’an okumadığına göre, ben ölünce arkamdan, herhalde elinden düşürmediği romanları okuyacaktı. Öğrendiği halde Kur’an okumuyor, nasıl kılınacağını bildiği halde namaza yaklaşmıyordu. Ne yapsam nâfile! (Gerçi, söz aramızda, fazla da bir şey yap(a)mıyordum ya...) Yavaş yavaş delikanlı olmaya başlıyordu, ama cennetle müjdelenen gence, Peygamberimiz'in ashâbına, hatta sıradan bir ümmetine, İslâm tipine hiç benzer yanı yoktu bizim delikanlının. Kızım da başını zorla kapatıyor, ben olmadığım veya zorlamadığım zaman biliyordum ki başını hiç örtmüyordu. Senelerce alıştırmış olacaklar, körpe fidanımı iyice bükmüş olacaklar, sevdirmiş olacaklardı benim yerine çocuğa yön verenler. Bu ortamı ben hazırlamış, ben vekiller tutmuştum. "Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra ana-babası onu gâvurlaştırır." Buna yakındı hadis meâli. Çocuğun gâvurlaşmasından, önce ana-baba sorumluydu. Evet suç benimdi; affet beni Allah’ım!
Bir tavuk kadar bile olamadım. Allah'ın emânetine onun kadar bile sahip çıkamadım. Bir tavuk, yavru civcivine zarar verecek bir düşman, yavrusunu (ç)almaya kalksa, hayatını tehlikeye atarak, atılırdı düşmanının üstüne. Ölümü göze alırdı da vermezdi yavrusunu hiçbirine. Bense, yapamadım bu kadarını bile. Hiçbir hayvanın yapamayacağı vahşîliği yaptım. Çocuğumu düşmanın önüne kendim attım.
Bir hırsızlık olayı ile karşı karşıya idim. Hem de en sevdiğim dünya nimeti olan yavrumu çalmışlardı. Kimler mi? Hırsızların kiminin adını bile anamıyorum, çevre deyip geçeyim; sokaklar, kanallar, gazeteler, kitaplar, partiler, topçular, popçular... Evet, hem de göz göre göre çalmışlardı çocuğumu herkes seyirciydi sadece. Sessiz çığlığımla ciğerlerimi yırtarcasına bağırıyorum: “Geri verin çocuğumu! Geri verin çocuğumun dinini, imanını, ahlâkını. Geri verin onun ruhundan, gönlünden kopararak çaldıklarınızı. Geri verin namazını, niyazını. Geri verin! Geri verin!...” Ama nâfile. Siz vermek isteniz bile veremezsiniz ki! Çocuk istemiyor geri vermenizi. Babasından (daha önemlisi Rabbından) koparılan çocuğum hırsızlarla işbirliği içinde, onların safını seçmiş... Aman Allah'ım, benim elimde cennetin yollarını öğrenmesi ve o yola koyulması için bana emânet olarak verilen yavrum, cehenneme doğru son sürat gitmekten o kadar memnun ki...
Çalmışlardı çocuğumu. Çalarken bahane de bulmuşlar, minareyi çalanların kılıf hazırladığı gibi kılıf da uydurmuşlardı: Güya beni ve çocuğumu düşündükleri için, çocuğumu kurtarmak, yetiştirmek içindi bu yapılanlar. "Bırakın benim çocuğumu, kurtulmasını istemiyorum ben!" diye ortalığı birbirine katmak geliyor içimden. Çocuğun, insanın âhiretini mahvetmenin, esas kurtuluşunu engellemenin adı olmuş kurtarmak, yetiştirmek, eğitmek. Çalmışlardı çocuğumu ve onun yerine başka birini: "Al, senin çocuğun bu!" diyerek, zibidi bir genci teslim etmişlerdi bana, daha doğrusu beni teslim etmişlerdi ona. Ama, hayır, bin defa hayır! Bu değildi benim çocuğum. Hiç bana, dedesine benzer yanı yoktu bunun. Müslüman çocuğu olamazdı bu, Peygamberime benzeyen hiçbir tarafı yoktu bu yabancının. Benim çocuğum değildi bu. Ölmüştü benim çocuğum.
Vatan dediğin bir toprak parçası; evlât ise toprağın gülü; o yüzden vatanla ilgili meşhur beyti şöyle değiştirebiliriz: "Sahipsiz nesillerin çalınması haktır; Sen sahip çıkarsan bu çocuklar çalınmayacaktır!" Ben sahip çıkmadığım içindi bütün bunlar. Çalmışlardı çocuğumu. Kimlerin çaldığını öğrenmiş, hırsızı da yakalamıştım. Ama, “yakaladım” hırsızı derken, aslında benim yakam hırsızın elindeydi, asıl o beni bırakmıyordu. Ne? Beni de mi çalmışlar? Biriktirdiğim üç-beş kuruşumu çalsalar, oturduğum evimi beni kandırarak elimden alsalar, her tarafı velveleye verir, ciyak ciyak bağırır feryad ü figan ederdim. Çocuğumu çaldılar, bunları bile yapamadım. Demek beni de çalmışlar çalanlar ki, sesimi bile çıkaramadım. Çalınan çocuğumu geri vermediler, veremezlerdi tabii. Çünkü ölmüştü artık o. Öldürmüşlerdi onu. Ama katillerden biri, hatta en büyüğü bendim: Ben öldürdüm onu, ben, ben, ben... Hem de Firavun'un erkek çocuklarını doğramasından daha fecî bir şekilde öldürdüm. Modern bir şekilde, incitmeden, nâzikçe; ama bu idamların en vahşîcesiydi. Çağdaş câhiliyye döneminin yöntemiyle.
Çocukların et ve kemiklerinden çok kıymetli olan dinini, imanını, hayâ ve iffetlerini, nâmus ve faziletlerini, âhiretlerini, topyekün onları insan yapan her şeylerini öldürmüştüm. Bu cinâyetin en büyük suç ortağı benim, ben! Ben yardım etmeseydim, ben râzı olmasaydım dönemezdi bu zulüm çarkları. Gerekirse cesedim bile durdurmaya yeterdi onları. Ölümüm bile işe yarardı. Direnmeliydim sonuna kadar. Kâfir babası olmaktansa, hatta onun yüzünden küfre yaklaşmaktansa, büyük sıkıntılar çekmem, ölmem elbet daha iyiydi. Benim gibi korkak babalar, büyük zulümlerin suç ortağı babalar yüzünden değil miydi bunca cinâyetler?
Doğduğunda kulağına ezan okunmuş, Allahu Ekber denmişti. Öldüğünde yine "En büyük sadece Allah'tır, O her şeyden daha büyük ve daha önemlidir" denilecek, arkasında namaza durulacaktı. Ama doğumla ölüm arasındaki tüm hayatı ezan ve Allah kelimesinden, bu mânâlardan çok uzaktı. Ben bir baba olarak, sadece doğarken mi, şimdiki gibi ceset haline geldikten sonra mı, ölünce mi hatırlatacaktım çocuğuma Allah'tan başka büyük olmadığını, diğerlerinin değer olmadığını? Başkaları başkalarının büyüklüğünü değerini anlatmışlardı Allah'ın büyüklüğü yerine ona; ben de dolaylı da olsa yardımcı olmuştum buna. Artık şimdi o, ezandan, namazdan değil; castık-custuk seslerinden zevk alıyor. Allah'ın karşısında eğilmeyen vücudu tâğutlar, cıvık kızlar karşısında eğiliyordu. Şimdi artık, çocuğumun taparcasına sevdikleri artistler, şarkıcılar, futbolcular, biraz da kızlardı. İlâhların kurbanıydı benim yavrum. Benim ellerimle kanı akıtılmış, sahte tanrıların önüne atılmıştı. Esas suçlu bendim, ben, ben!
Affet beni evlâdım! Gerçi sen, şimdi henüz beni suçlamıyorsun ki affedesin. Ama yarın... Ahzâb sûresinin 66-68. âyetleri aklıma geliyor sık sık. Özellikle geceleri, devamlı senin suçlamaların, yakama yapışıp hesap sormalarınla sıçrayıp uyanıyorum. Şöyle buyuruyordu o âyetlerde Cenâb-ı Hak, senin gibi mazlum kurbanların fecî durumunu anlatırken: "O gün yüzleri ateş içinde kaynayıp çevrilirken: 'Vah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' diyecekler. Yine şöyle diyecekler: 'Ey Rabbımız! Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize (ana-babamıza ve diğer büyüklerimize) itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbımız! Onlara azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır)." Bu âyetlerin meallerini öğrendim, bir de tefsirlere baksam, âhiretteki o acıklı sahneyi düşünerek iyice kahrolacağım. Ama dünyada kahrolmak belki benim kurtuluşum, âhiret cezam için keffâretim olacak.
Hele yatağa girip gözlerimi yumayım, hemen bir tablo çıkıyor karşıma: Çocuklarım yakama yapışmış beni cehenneme doğru sürüklüyorlar. "Esas suçlu bu!" diye zebânîlere beni gösteriyorlar. Lânetlerin en büyüğünü yapıyor, kendi çektikleri azâbın iki mislini çekmem için Allah’a yalvarıyorlar. Kızamıyorum onlara. "Dünyada ben sizin için ne fedâkârlıklar yaptım, şimdi niye bana böyle davranıyorsunuz? Bırakın yakamı, ben size ne yaptım?" diyemiyorum. Çünkü çok şeyler yaptım, çok şeylerini yıktım, mahvettim biliyorum. Esas suçlu ben olmasam, Cenâb-ı Hak onların bu davranışlarını anlatıp beni ikaz etmezdi zaten. Evet, esas suçlu benim, ben! Affet beni evlâdım. Sen affetmezsen, Cenâb-ı Hak da herhalde affetmeyecek. Senin affetmen de dilinle değil; imana ve sâlih amele dönüşünle olacak. Affet beni evlâdım! Seni yarının bile haram ve şirklerinden koruyacak köklü bir iman vermeliydim. Böyle tavsiye ediyordu Hz. Ali. Fakat sen bugünlere bile dayanamadın. Ne ektim ki onu biçeyim, ne verdim ki iman nâmına, küfre ve haramlara silâh adına; bugün senden ne bekleyeyim?
Senin istikbâlin için câhillerin mektep ve sokağına, iş tezgâhlarına, gazete ve televizyonuna seni teslim etmiştim. İnan, senin istikbâlini düşündüğüm içindi bunlar. Hâlbuki yeni yeni anlıyorum ki, istikbâl gelecek demekti. Gelecek de âhiret ve âkıbetti, dönüş Allah'a idi. Senin geleceğini, âhiretini düşünseydim, senin değerlerini parçalayacak olan canavarların önüne seni atar mıydım? Âhiretini üç-beş kuruşa satar mıydım? "Otuz iki farzı öğrettim, Kur'an'ı hatim ettirdim" diyerek yan gelip yatar mıydım? Sonra da "vah benim yavrum!" deyip ortalığı velveleye katar mıydım? Seni cehenneme ellerimle atar mıydım? Söyleyin, çocuğumun istikbâlini gerçekten düşünseydim, bütün bunları yapar mıydım?
(Devam edecek)