Ahmed KALKAN
EVLÂT KATİLİ BİR BABANIN İTİRAFLARI -III-
"Hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüğünüz sürüden mes'ulsünüz." Böyle buyuruyordu o sözlerin en güzelini, en doğrusunu konuşan. Çobanlık yapabilmiş miydim? Allah'ın yasakladığı, sınır koyduğu hudûdu aşarken o ekin tarlasından çıkarabildim mi onu? Yoksa ben mi o yasak yerlerde otlattım çocuğumu? En azından göz yummadım mı o yasak ekinlerde otlamasına? Öyleyse güttüğüm sürünün değil; suç benim gibi çobanındı. Kabahatin çoğu evlâdın değil; babanındı.
En kıymetli varlığıma, Allah'ın emânetine ne yaptım? Emânete ihânet etmeden koruyabilmek için emâneti iyi tanımak ve nasıl korunacağını bilmek şarttır. Emâneti niçin vermişti esas sahibi? Hâin olmamak için nasıl koruyacaktım, onu öğretmemiş miydi âlemlerin Rabbi? Târifesi yok muydu bunun? Öyleyse emânete ihânet eden hâin damgası yemeyi hak eden bendim, ben, ben! Enfâl sûresi 27-28. âyetlerde öyle denmiyor muydu? "Ey mü'minler! Allah'a ve Peygamber'e hâinlik etmeyin. Bile bile aranızdaki emânetlere de hâinlik etmeyin. Bilin ki, mallarınız ve evlâtlarınız ancak bir fitnedir (sizi günaha sokmaya sebeptir). Allah yanında ise büyük mükâfat vardır." Teğâbün sûresinin 14 ve 15. âyetleri ise şu mealdeydi: "Ey iman edenler! Zevcelerinizle evlâtlarınızdan bir kısmı (sizi ibâdetten alıkoymak, emirlerinize uymamak sûretiyle) size (bir nevî) düşmandır. O halde onlardan sakının (kötülüklerinden emin olmayın). Mutlaka mallarınız ve çocuklarınız (sizin için) bir fitnedir (belâ ve imtihandır; çünkü sizi birtakım günahlara sokabilirler). Allah ise, büyük sevap O'nun katındadır."
Affet beni evlâdım! Okuduğun kitapları, gazeteleri, konuştuğun arkadaşlarını, sana terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiğin filmleri, oynadığın oyunları... kontrol altında tutamadım; gerektiğinde ambargo koyamadım. Kalbine ve kafana gireceklere gümrüksüz gel geç dercesine tavrımla, bahçedeki korkuluk kadar bile olamadım. Bütün bunları benim yerime ve benden daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştiremedim. Gecemi gündüzüme katıp, seni "nasıl müslümanca yetiştirebilirim?" diye planlar, programlar yapamadım. Dinim seni nasıl yetiştirmemi emrediyor, öğrenip uygulayamadım. Ben suçluyum Rabbim, Affet beni Allah'ım!
Bir zamanlar bana karşı yeterince hürmetli ve saygılı davranmıyor, emirlerimi yapmıyorsun diye kızıyordum sana. Şimdi ise o kızdığıma kızıyorum yavrum. Öyle görmüştük biz çocukluk ve gençliğimizde: Zerre kusur etmezdik saygı ve hürmette atalarımıza, hatta yaşça büyük herkese. Ben de bir zamanlar senden bunu bekliyordum. Çok önemliydi o demler, çocuğumun beni sayıp hürmet etmesi. Şimdi kızarak gülüyorum bu halime. Allah'a saygısız olan, O'nun emirlerini çiğneyen, Kur'an'ın hükümlerini umursamayan çocuk bana saygı gösterse ne olurdu? Allah'a saygı mı, bana saygı mı, hangisi daha önemliydi? Bir çeşit ilâhlık taslamış oluyordum o zamanlar. Allah'a saygıdan çok kendime hürmet istiyordum. Ölçü bendim, önce kendime istiyordum itaati ve saygıyı. Önce benim sözüm tutulacak, emirlerim yerine getirilecekti. Allah'ın emirlerinin tutulup tutulmaması benim için o günler önemli değil; benimki önemliydi. Şimdi kızarak gülüyorum bu halime; ben neydim ki Allah'ın yanında, zerre bile olabilir miydim? Ben neydim ve neyim ki, Yaratan'a isyan ederken çocuk, ben kendimi düşünüp bana itaat ve saygı isteyeceğim?
Ana-babanın veya başka bir beşerin koyduğu kurallara karşı gelenler isyankâr olur, anarşist kabul edilir de, Allah'ın kanunlarına boyun eğmeyen, her şeyiyle isyan edip baş kaldırana anarşist ve isyankâr denmez de ne denirdi? Esas anarşist ve isyankâr, benim namaz kılmayan oğlumla, İslâmî örtüye bürünmeyen kızımdı. Anarşiyi batılı ve bâtıl rejimler üretiyordu ama gençleri kurban eden bu rejimleri besleyen, anarşist yapanlara fırsat veren biraz da bendim, ben. Anarşist babasıyım ben! Zehirli yılanları iyice besleyip büyüttükten sonra sokağa salıveren insan, yılandan daha suçlu, daha zararlı değil miydi? Kendi elleriyle yılanın zehirlerini takviye eden, ettiren terbiyeci, hele benim gibi tedbir de al(a)mamış ise, kendisi de zehirlenip ölecekti. Keşke büyüttüğüm yılan, zehriyle sadece bana zarar verip beni öldürseydi de dâvâma saldırmasaydı, toplumu ifsâd etmeseydi!
Pek önemsemiyordum eskiden evlât terbiyesini. Birkaç beylik lâfla oluverecek zannediyordum: "Oğlum namaz kıl, kızım başını ört!" Niçin kılacaklardı namazı, başını niye örtecekti kızım? Öğretmiyor, öğretemiyordum. Öncelikle Allah'ın her şeyden fazla sevilip emirlerine itaat edilmeye lâyık biricik Rabbımız olduğunu, emirlerinin hikmetini, dünyâ ve âhiret saâdetine eriştireceğini... Şimdiki gençler öyle bir toplum içinde yaşıyorlar ki, namaza, örtüye giden yollar tümüyle tıkalı. Kolay mıydı bu devirde gencin namaz kılması, ahlâklı-iffetli olması, başını örtmesi? Köklü, çok sağlam bir iman olmadan mümkün müydü bunlar? Gerçek iman olmadan sâlih amel olmayacak, tevhidî imanın adına ise düzen irticâ koyacak, toplum da bu zokayı yutacak... Her şeyin başı imandı. Motor olmadan veya motora enerji konmadan araba çalışabilir miydi? İnsanın motoru da kalbi idi; Kalbin ihtiyacı da iman. Kalp motoru, iman enerjisi olmadan elbette çalışamazdı. Kalp bütün vücuda kan pompalayacak güçte olmalıydı. İman da her uzvu sâlih bir şekilde harekete geçirecek yeterlikte/sağlamlıkta olmalıydı. İman olmadan ya da yeterliliği bulunmadan hareket/amel/ahlâk beklenebilir miydi? "Kalp sağlam olursa bütün vücut sağlam olur" diyordu Allah'ın Rasûlü. Kalbi/imanı sağlamlaştırmalıydı her şeyden önce.
Sonraları anladım, işin hiç de kolay olmadığını. Yaptıklarımın kendimi avutmak, içimden gelen duyguları, vicdanımı bastırmak olduğunu; çocuğa hatim ettirmekle işin bitmediğini, belki başladığını. Çocuğum yedi yaşına girince namaz ve örtüyle emredecek, emrimi yerine getirtmek için bir komutan edâsı takınacak; on yaşlarına geldiklerinde artık namaz ve tesettürün karşısındaki tüm iç ve dış engelleri kaldıracak, her nasılsa bunları hâlâ yapmazlarsa, onları hafifçe dövecektim; Böyle emrediyordu Yüce Peygamberim. Namaz ve örtü prototipti, bir baş örnekti. Diğer İslâmî emirler için de terbiye yolu bu idi. Yapmış mıydım bütün bunları? İslâm'ı yaşamaya engel olacak kültürel, siyasal, sosyal, psikolojik tüm baskı ve engelleri ortadan kaldırmış mıydım? Ona müslümanca yaşayabileceği bir çevre hazırlamış mıydım? Hayır! Öyleyse esas suçlu bendim, ben!
Biri bana materyalist deseydi, kızardım eskiden. Ama şimdi, eski hayatıma kendim bu sıfatı takıyorum. Maddeci olmasaydım, çocuklarımın evvelâ rızıklarını mı düşünürdüm, yoksa müslümanca yetişmelerini mi? Ancak bir maddeperest yapabilirdi benim yaptıklarımı. Yorgun argın, posam çıkmış vaziyette, dilim bir karış dışarıda işten eve dönüyordum. Çocuklarla meşgul olacak zaman bile bulamıyordum (gerçi, söz aramızda; televizyona, kahveye yer yer vakit bulabiliyordum). “Bu kadar çalıştığım, sadece çocuklarım için” diye teselli buluyor, çocuklarımı düşündüğümü sanıyor, kendimi kandırıyordum. Çocukların midesini düşündüğüm kadar dinlerini düşünseydim, en az karınları kadar ruhlarını doyurmanın babanın esas görevi olduğunu hesap etseydim, herhalde sekiz saat de onların dinleriyle uğraşırdım; sekiz saat rızıkları için çalıştığım gibi. Ama, dedim ya materyalistmişim, maddeye tapıyormuşum o zaman.
Çocuk, çocukluk yapıp elini ateşe atsa, sobayı ellemeye kalksa elbette engellerdim; ille de yanmak istese de kendi haline bırakmaz, müsâade etmez, gerekirse, yanmasın diye, şefkatle tokatlardım onu. Çünkü o, neyi yapınca, nasıl davranınca yanacağını bilemezdi. Biraz büyüyünce, yine çocukluğun daniskasını yaparken, cehennem ateşine elini uzatıp, çevresinin teşviki ve kendi arzusuyla kendini ebedî alevlerin içine atarken seyirci kalmam, hatta bu yanma olayına yardımcı olmam neyle izah edilebilirdi? Evlâdımı sevseydim, ama Allah için ve gerçek sevgiyle sevseydim, onun cehenneme doğru yuvarlanmasına seyirci kalmaz, göz yummazdım. Demek ki sevmiyormuşum seni; affet yavrum beni!
Sahibi bulunduğum bir sığır, bir koyun eve akşam birkaç saat gelmeyince, merak eder, aramaya çıkardım onu. Evlâdım akşam eve geç geldiğinde bu kadar bile merak etmemiştim. Koyunumu bir canavar, bir kurt yemesin diye araştırıp tedbir alıyordum da, evlâdımı nice kurtlar ve canavar tehdit ederken boş veriyor, hatta bazı kurtların eline kendim teslim ediyordum. Kuzuyu kurttan çoban korur, ya çoban kurt olursa o sürünün hali ne olur? Bunu düşünmüyordum. Hem kurtları kendi sürüme saldırtıyor, onlara fırsat veriyor, hem de güya çobanlık yapıyordum!.. Aslında çocuğun pek suçu yoktu. O taklit etti yanlışlarımla beni, benim vekillerimi. O örnek aldı; kanallarda seyrettiği artistlerin, şarkıcıların, futbolcuların hayatını. Kızım, yıldız diye göklere çıkartılan şıfrıntıların kıyafetini, modasını, dansını. Çocuk su gibi renksiz ve temiz geliyordu hayata. Hangi kaba koyarsan onun rengini ve şeklini alıyordu. Bendim, o suyu kirleten, o suyu çirkin boyalı pis bir kaba koyan. Oğlum! Sana peygamberini ve ashâbını tanıtıp sevdiremedim; topçuları ve popçuları sevdirdiğim kadar. On tane ashâbın adını sayamazdın, ama onlarca belki tonlarca futbolcu ve sanatçıları sayar, hayat hikâyelerini anlatırdın. Ben hazırladım bu ortamı sana; televizyon adındaki öğretmeni ben tutup getirmiştim eve, sana bunları belletsin ve sevdirsin diye. Kızım! Sana da Hz. Âişe'yi, Hz. Fâtıma'yı tanıtıp örnek gösteremedim. Sen Sümeyye'leri, Sümeyrâ ve Rümeysâ'ları nereden bilecektin? Kim öğretecekti, evdeki veya cepteki o özel öğretmen mi? Onları değil; sanatçıları(!) örnek almana ben sebep oldum. Evdeki ekrandan tepinme (pardon dans) dersini ve bin bir çeşit ahlâksızlık/hayâsızlık derslerini tâkip etmene ben seyirci oldum, ben sebep oldum, ben! Sen tabii, çocuk olarak, gözünle düşünecektin; aklınla değil. Ve gördüklerine uyacaktın; dinine değil. Onları gördün, onları belledin, onlara benzedin. Artık ne hayâ kaldı, ne din...
(Devam edecek)