Ahmed KALKAN

07 Ekim 2014

IŞİD'DEN ÖNCE, ABD'Yİ İSLAM COĞRAFYASINI BOMBALAMAYA DAVET EDENLER KINANMALI

İnsanları ve insanlığı etkileyen gündemleri takip etmeden İslâm’ın dünya görüşüyle, hayata bakışıyla ilgili mesajımızı veremeyiz. Gündemlere gözümüzü ve kulağımızı kapatarak bunların etkisindeki toplumu bu konularda aydınlatamayız. Elbette Müslüman ferâseti ve yorumlama kabiliyetiyle gündemi takip etmeliyiz, ama bunun da bir ölçüsü, sınırı vardır. Demek istediğim; edilgen değil, etken olmak; pasif değil, aktif olmak; yönlenen değil, yönlendirici olmak, müdafaaya çekilen değil, hücuma geçen olmak. Ertesi gün için pek bir değeri kalmayacak olan basit gündemlerin oltasına takılmadan, kendi gündemimizi (hatta toplumun gündemini) kendimiz tespit ve tayin edecek seviyeye yükselmeliyiz. Egemen güçlerin ve yalancı medyanın etkisinde kalan değil; kamuoyunu en güzel şekilde yönlendiren gündemlerimizle toplumun karşısına çıkabilmeliyiz.

Televizyonsuz yaşanabilir, gazetesiz olabilir, internete takılmadan günümüz geçebilir. Ama Kur’an’sız, Peygambersiz bir yaşayış, hayat bile değildir; canlı cenaze olmak, hayat süren leş haline gelmektir: “Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlüne icâbet edin, uyun.” (8/Enfâl, 24). Önemli olan Kur’an’ın ölümsüz gündemini, gün geçtikçe tazelenen hayat veren mesajını iç dünyamıza ve dış dünyamıza hâkim kılmak için gayret göstermektir. 

Kurban Bayramında, Amerika’ya Kurban Olmak

Müslümanların topraklarını, zihin ve gönüllerini işgal edip her şeylerini yağmalayan Batılı kâfirler, Müslümanlara ait “Kurban Bayramı”nın da yarısını gasp etti: “Bayram”ımızı çaldılar, onların oldu; bize de “Kurban” olmak kaldı. Evet, bayram onların payına, onlara kurban olmak da bizim hissemize düştü. IŞİD bahanesiyle Ortadoğu kanıyor, kaynıyor, kaçıncı kez bombalanıyor, yakılıp yıkılıyor. Kaçın, yine demokrasi geliyor. Sığınaklara koşun, aman görmesin; Amerika yine kurtaracak. Ne kadar insaflı ve merhametlidir o, bak bizi IŞİD belâsından kurtarmak için İslâm topraklarını bombalamak üzere binlerce kilometreden on binlerce sorti yapacak uçaklar gönderiyor, büyük fedakârlıklar ve zahmetlere katlanıyor; aynen Afrikalı zencileri kurtardığı, Kızılderili tüm yerlileri bu hayattan kurtardığı gibi... Müslümanlara ve Müslüman geçinenlere bu zillet yeter, acımasız vampir Amerika’dan IŞİD’e karşı yardım istemek, Amerika’ya IŞİD’e karşı yardım etmek. IŞİD denizine düşen, Amerika yılanına sarılmamalı. Açgözlü Amerika, ne zamandır bekliyordu Ortadoğu ülkeleri bir fırsat verse, bir yardıma çağırsa da iyice bir yardım etsem diye. Nihayet kendi yaramaz çocuklarının kulağını çekemeyen ev sahibi, düşmanından kendi oğluna karşı yardım istedi. Kulağını çeksin diye çağrılan düşman da baltasıyla oğlanı doğramak, diğer oğulları da, hatta oğulun kavga ettiklerini de kesmek için yardıma koştu. Ev sahibini seven komşuları da bu acımasız zâlim düşmana yardım etmek için koalisyona katılıyor. Hele içlerinde biri var ki, bu güne kadar komşusunu himaye etti, ona evini açtı. Şimdi komşularını vurmaya gelenlere yardım ve yataklık etmeye can atıyor. Eee, ne de olsa Osmanlı çocuğu; mehter adımı atacak, bir ileri, bir geri. Bir nalına bir mıhına. Böyle dost düşman başına. Halkına kan kusturan Esed’e karşı kılını kıpırdatmayan Amerika’ya ne demeli; IŞİD ve Nusra’ya karşı Esed/aslan kesiliyor. IŞİD dursun, önce Nusra’nın liderlerini vursun. TC de yardımcı olsun. Sahi, 101 gündür esir tutulan 49 Türk’ün IŞİD’e saldırı kararı alınmasının arefesinde serbest bırakılıp teslim edilmesinin arka planında ne yatıyor dersiniz? Amerika, aynen Apo’yu yakalayıp Türk yetkililerine teslim ettiği gibi, tam IŞİD’e karşı savaşta kendisine yardım edecek koalisyon ortakları temin ederken Türk esirlerini teslim etmesi düşündürücü ve sahnenin arkasında oynanan oyunları deşifre edici değil mi? Böylece TC’nin IŞİD’e saldırtılmasının önünde rehine engeli kalmayacak, aynı zamanda TC yetkilileri minnet altında kalıp teşekkür için Amerika’ya destek verecek. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, dost ve düşman tanımlarını da, onlara tavırlarını da doğru dürüst yapamazlar.

IŞİD’e terör örgütü diyenler, eğer Amerika’ya terör devleti demiyorlarsa, İsrail’i terör konusunda dünyanın gelmiş-geçmiş en vahşisi saymıyorlarsa ya ihânet içindedirler veya gaflet. Allah için IŞİD’e karşı çıkanlar, bugün IŞİD’e ve onun bahanesiyle muhalif kesimlere ve (yanlışlıkla diye geçiştirilecek) halkın üzerine bombalar yağdırılmasına Allah için karşı çıkmıyorsa, onun derdi üzüm yemek değil, bağcı dövmektir. Böyle bir tavır, “zulme karşı çıkmak”la izah edilemez. Bir zulme daha büyük zulmü desteklemek için karşı çıkanlar, ateşin kendine dokunacağı büyük zâlimlerdir.   

Amerika tarafına bakınca; İsrail’in sömürgesi, çağın yüz karası, insanlığın bedduası, bunca zulüm ve işkence gibi sözlüklerin en olumsuz anlamlı kelimelerini sıralamak gerekiyor.

Batının (ve tabii Amerika’nın) insanlığa vaad edeceği hiçbir değer kalmamıştır. Batı iflas etmiştir, çöküş devrini yaşıyor ve can havliyle oraya buraya saldırıyor. Aslında ecelini bekliyor.

Batıyı temsil eden ve Batılı diğer devletlerce sürekli desteklenen ABD ve İsrail başından beri iç içe geçip bütünleşmiş iki terörist devlet olarak tarihte yerlerini almışlardır. İkisi de daha doğuşlarında, başka halklara ait toprakları zorla işgal ederek ve yerli halklar üzerinde soykırım uygulayarak, kan ve gözyaşı üzerine kendi varlıklarını inşa etmiş, adeta kanla beslenen “vampir devletler” hüviyetini kazanmışlardır. Kuruluşta mazlum halkların kanları üzerine oluşturulan bu devletler, ondan sonraki tüm tarihlerinde de sürekli kanla beslenme ihtiyacı içinde olmuşlar, sürekli yeni işgaller ve yeni kan dökücü saldırı ve sömürülerle hayatlarını idame ettirmişlerdir, halen gerek Gazze'de, gerekse diğer bölge ülkelerinde yaşanan kanlı süreç de bunun devam ettiğinin göstergesidir.

IŞİD’i oluşturan gençler bakıyor ki, hep müdâfa halinde Müslüman. O müdâfa da, kendisine verilen sınırlı yetki ve dar çerçeve içinde. Unutuyor ki o, bu şartlarla müdâfaya çekildikçe düşman saldırıları artacak ve o daima mağlup olmaya devam edecektir. Unutuyor ki, en iyi müdâfa hücumdur ve ancak hücum etmekle savaş kazanılır.

Evet, devamlı hücuma geçen, istedikleri an, diledikleri şekilde ve canları çektiği yerlere olanca güç ve imkânlarıyla saldıran kâfirler oluyor. Müslümanlar da ihtiyar âciz kadınlar gibi sadece bu durumdan yakınıyorlar. İzzetli, onurlu olması gereken ümmetin durumu içler acısı: Tâğutların emrinde ve güdümünde, Yahûdi haber ajanslarının etki alanında, her taraftan kuşatılmış ve işgale uğramış konumda. Hele, kurtarıcı adaylarına düşman olan, gardiyanlarına övgüler sunan, cellâtlarına hayran ve âşık olanlar var ki, bunların tasviri için kelimeler yetersiz kalmakta…     

Mürcie düşüncesi: İman ayrı amel ayrı diyerek amellere önem vermeden cenneti garanti gören zavallı anlayış; anlamını ve gereklerini önemsemeden şehâdet kelimesi getiren bir kimsenin ne tür haltlar işlerse işlesin, imanına zarar vermeyeceği ve cennetlik olduğunu iddia…

IŞİD’in tabanını oluşturanlar da, bu yanlış din anlayışına biraz sertçe tepki vermeye kalkan samimi, ama ufku dar gençler.  

Ümmetin sadece toprakları değil; ondan çok daha önemli gönülleri ve kafaları işgal edilmiş vaziyette. En acısı işgalin farkında olmamak, hatta işgalcilerle işbirliği yapmak, bilinçsiz de olsa onlara yardımcı olmak. 20. asrın başından bu yana, yerli ve yabancı zâlimlerin işgali öylesine büyük ki, müdâfacıların kafalarında ve kalplerinde de büyük çapta izler ve derin yaralar bıraktı. Câmii, dinî mektep ve benzerlerinin işgalden aldığı yara, tahribat ve tahrifat, tabiî olarak elbette oralardan yetişen Müslümanlarda da görülecekti. Bundan dolayıdır ki, yıllardır Müslümanlar, bütüncü değil, parçacı; inkılâpçı değil, ıslahatçı; radikal değil, uzlaşmacı olarak bazı müdâfa ve isteklerde bulunmakla yetindiler; bu özelliklere kesinlikle uymak kaydıyla küçük hücumlara geçmekle avundular.

Zamanın çocuğu, aktüalitenin oyuncağı, olayların ve çevrenin kulu, gündemlerin yönlendirdiği insan haline gelen “el-hamdu lillâh Müslümanım” demekle kurtulacağını düşünen gâfil yığınlara tepki anlayış ve hareketidir IŞİD’i besleyen. Bizim eleştirimiz, bu tepkide aşırı gitmeleri, suçluların yanında suçsuzları da aynı şekilde suçlamaları… Rabbin yoluna hikmetle, güzel öğütle dâvet etmek emrolunduğu ve karşı tarafla mücâdele için en güzel yol hangisiyse onun yapılması gerektiği halde (16/Nahl, 125), yasaklanan kaba ve katı yürekli olmayı (3/Âl-i İmran, 159) tercih ediyor. Ama bu tercihte kendini İslâm’a nisbet edenlerin vurdumduymazlığı, kendini insancıl ve barışçıl ilan edenlerin sergilediği vahşet, bu gençlerin bu sert tavırlarının sebebi ve gerekçesi.

İster IŞİD, ister farklı daha radikal herhangi bir örgütün yaptıkları ve yıktıkları ile, Batı, özellikle Amerika ve İsrail hiçbir şekilde kıyaslanamaz. Hatta Batının uşakları olan Esedler, Saddam Hüseyinler, Kaddafiler zulümde, fesat ve katliamda Amerika’nın eline su dökemez, İsrail’de bunlar cellat yardımcısı sınavını bile geçemez.      

Bizzat Batılı emperyalist devletlerin işgal, sömürü ve katliamları ile yerli işbirlikçileri despot, diktatör yönetimlerin baskı, zulüm, sömürü ve katliamlarının oluşturduğu zulüm bataklıklarında, yine Batılıların birçok engelleriyle kuşatılmış zeminlerde yetişen bölge halklarının çocuklarının bugün yaptıklarını eleştirme hakkını kendilerinde görebilmeleri için, Batılıların ve Batıcıların önce kendilerini ve ideolojilerini hesaba çekme tutarlılığını gösterip utanmaları gerekir. Öncelikle IŞİD’i ortaya çıkaranları tel’in etmeyenlerin sadece IŞİD’e eleştiri yapması dürüst ve tutarlı bir tavır değildir.

Tevhidî duyarlılığa belirli oranda sahip, tâğutların zulüm ve oyunlarına şâhit gençler kurtuluşun, ancak, başında halifesi olan İslâmî bir devletle mümkün olabileceğini düşünüyor. Bir yerlerden bir hareket ve “işte halife, işte devlet, burayadır hicret, gel bizimle cihad et!” diye bir ses geliyor. Gencimiz neyi nasıl ne kadar araştıracak?Zaten yıllardır bu çağrının hasretiyle yanıp tutuşmuş; o zamana hep kadar, ezilmiş ve itilip kakılmış;bir de bakmış, ezen ve sert şekilde kesip biçen, ona göre aslan yürekli kahramanlar çıkmış meydana. Heyecanla hemen desteklemekte veya harekete katılmakta tereddüt etmiyor.Dâvâ adamı gibi yaşayamadığını düşünüyor, “hiç olmazsa dâvâ adamı gibi öleyim” diyor. Hani, zaten dikiş tutturamadı şu dünyada, sözü eylemlerinin hep önündeydi, orada ispatlamak istiyor kendini. Hani, meşhur biri vardır bir zamanlar Konya’da. Bir hocasını çok sever. Çok geçmeden de onu kaybeder. Aranır, araştırılır bulunamaz. Sonra serserinin biri çıkagelir “ben onu gördüm” deyiverir. O da çıkarır ona cübbesini giydirir. Derler ki ona: “Efendim, bu adam yalancının tekidir, senden hediye koparmak için ‘gördüm’ diyen biridir. Cübbe vermek yeri midir?” Seven Konyalı cevap veriyor: “Ben de biliyorum” diyor, “yalan söylüyor. Ben, onun yalanına cübbemi verdim, gerçek olduğunu bileydim, canımı verirdim.” Bu gençler de İslâm devletinin adına, hayaline, görüntüsüne bile canlarını veriyor. Aslında bunlar ve geride kalan yüz binlerIŞİD’i değil, IŞİD’in temsil ettiğini zannettikleri İslâm’ı, İslâm’ın devletini seviyor. Yarın daha ideal bir kıyam ve Nebevî tarzda, râşid halifelerin uygulamalarında bir devlet için bu gençler ve bunlara benzer daha akıllı yiğitler nasıl fedakârlık yapacak, bütün dünya görüp duyacak. 

Şüphesiz dinleri hususunda gayretkeş ve ihlâslı olan bu IŞİD’çi gençlerin, Müslümanlardan, kendilerine aykırı düşünenleri tekfir etmeye ve onların canlarını ve mallarını mubah kılma­ya sürükleyen bu aşırılığının sebepleri var. O sebepleri ortadan kaldırmadığımız müddetçe bu akım yok olmayacak ve hatta güçlenecektir.        

IŞİD, aşırılığın simgesi; tamam da bunun sebepleri neler? Amerika ve Batılılar tarafından dünyanın kan ağladığına şahit olan, haksız yere tutuklanıp zindanlara konulan masum insanlara bakan genç, aşırılığa kaçmasın da ne yapsın? Sert ve acımasızlığının sebeplerine baktığımızda, bizim de IŞİD’e çok sert bakmamamız gerektiğini anlarız. Batının, özellikle İsrail ve Amerika’nın dünyanın her tarafında ve çevresinde sergilediği zulüm ve vahşettir IŞİD’i ortaya çıkaran. Amerika’nın zulüm ve işgalleri ve ona çanak tutan Ortadoğu ülkelerinin yöneticileri, bu tâğutlara bırakın karşı çıkmayı, her türlü desteği veren “Müslümanım” diyen mürcie zihniyetli kalabalıklar ve onlara yön verme adına zâlimlere itaat edip destekçi olmayı emreden “İslâmcılar”dır IŞİD’in sertliğinin sebebi…

IŞİD’i muvahhid mü’minler olarak biz aramızda eleştiririz; onların bizi şiddetle eleştirdiğinin ve hatta çoğunun bizi tekfir ettiğinin bir benzeriyle değil, daha hafifiyle mukabele ederiz. Âdil olduğuna inandığımız değerlendirmeyi yapar, nasihatler ederiz. Gerektiğinde kızar, sözle de olsa kulaklarını çekeriz. Bir babanın evlâdını biraz sertçe uyarması gibi, bir oğulun babasını biraz sertçe eleştirmesi gibi. Ama hasmımız, düşmanımız oğlumuza veya babamıza bizden daha hafif bile olsa çattığında çocuğumuza ve çocuğumuzun dedesine sahip çıkarız. Söz söyletmeyiz onlara. Aile bireyi olarak eleştiri bizim hakkımız olduğu gibi, yabancılara karşı onları korumak da bizim görevimizdir.

IŞİD’i bombalaması için Amerika’yı davet edenlere ise ateş püskürürüz. IŞİD bahanesiyle Suriye ve Irak’ı yeniden bomba tarlasına çevirecek ABD’ye ise “hoş geldin” demeyiz elbet, “hoşt geldin, kuduz köpek defol!” deriz. Koalisyon ortaklarına ve onlara lojistik destek veren “dost ve müttefik” yöneticilere ayı ile aynı çuvala girdiklerini hatırlatır, “zâlimler ve zâlimlere yardımcı olanlar için yaşasın cehennem!” diye haykırırız. Batıyı darıltmaktansa, Müslümanları küstürmeyi tercih edenlerin maskelerinin düştüğünü, ama nice insanın bunu fark edemediğini görüyoruz. Kâfiri Müslümana; küfrü İslâm’a tercih edenleri babamız, kardeşlerimiz bile olsa dost kabul etmeyiz: “Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velî-dost edinmeyin, imana karşı küfrü yani Allah'tan gelen gerçekleri örtbas etmeyi seviyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dostlar ve yakınlar bilip yönetme yetkisi vermeyin. Çünkü içinizden kimler onlarla dostluk kurar, dostça muamele ederse, bilin ki onlar zâlimlerin ta kendileridir, yaratılış gayesi dışında hareket eden kimselerdir.” (9/Tevbe, 23)

“İman edenler! Yahûdileri ve Hıristiyanları dost kabul etmeyin; onlar ancak birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, içinizde kim onlara yardakçılık ederse onlardan sayılır. Allah zâlimler topluluğuna hidâyet vermez, onları doğru yola çıkarmaz.” (5/Mâide, 51)

"Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir." (5/Mâide, 45)

Peygamberimize, “hangi cihadın daha faziletli olduğu” soruldu. Buyurdu ki: “Zâlim bir sultanın (yöneticinin) yanında hak kelimesini söylemektir, (hakkı anlatmaktır).” (İbn Mâce, Fiten 20, Hadis no: 4012)

“Kim bir kişinin zâlim olduğunu bilerek ona yardım etmek üzere zâlim ile birlikte yürürse, İslâm’dan dışarı çıkmış olur.” (İbn Kesir, Hadislerle K. K. Tefsiri, c. 5, s. 2089; Râmuz el-Ehâdis, c. 2, s. 445)

“Kim bir zâlime yardım ederse, Allah Teâlâ, o zâlimi ona musallat eder.” (Deylemî; İbn Asâkir, Tarih)   

"İnsanlar, bir zâlimi görür, ona engel olmazlarsa, bundan dolayı hemen hepsi cezalanır." (Tirmizî; Tuhfetu'l Ahvezî Şerhu Câmiu't Tirmizî, 8/423) 

“Allah’ım… Bana zulmedene karşı bana (yardım et) ve zâlimden intikamımı almayı bana nasib et.” (Buhâri, Edebu’l-Müfred, 82, hadis no: 649-650)

IŞİD tarafına bakınca… Rasûlullah (s.a.s.) Medine’de savaşmak için düşmanı daima teke indirmiş, diğer düşmanlarıyla gerektiğinde antlaşmalar yapmış, hatta onları savaştığı düşmana karşı kendi safında kullanmaya çalışmıştır. Rasûl’ün izinden gittiğini, başında O’nun halifesinin olduğunu iddia eden bu örgüt, hem Suriye’de savaşıyor, hem Irak’ta. Hem asıl düşman gördüğü Şiilere karşı İran askerleriyle, Suriye rejimini savunmak için gelmiş değişik ülkelerden şii militanlarıyla, Lübnan Hizbi ile savaşıyor; hem kendisinin de içlerinden çıkıp koptuğu el-Kaide’ye, en-Nusra’ya karşı. Suriye’deki diğer muhaliflere de dostça yaklaşmadı. El-Kaide’yi, Zerkavi’yi tekfir etti, Sisi’yi savunmasa da onun ekmeğine yağ sürecek şekilde onun devirdiği Mursi’yi ve İhvan’ı düşman bildi, tekfir etti. Peygamber türbelerini yıkmak kasdıyla camileri bombalamaktan çekinmedi. (Y)ezidilere saldırdı, Peşmergelere ve PKK’ya savaş açtı. Karşı tarafın intikam hislerini kamçılayacak şekilde kıtır kıtır kesmekten, diri diri dağlardan yuvarlamaktan zevk aldı. Kameralara poz vererek dünya kamuoyu önünde Amerika’lı rehin gazetecilerin kellelerini kopardı. Türk konsolosluk görevlilerine saldırıp onları esir etmenin şimdi TC’nin misilleme olarak saldırıp intikam almasına zemin oluşturdu, hatta onu kendisine saldırmaya mecbur etti. Bir İsrail’e savaş açmadı. Esed rejimine karşı da savaş yapar gibi gözüktü. Müslümanlara terörist ve barbar diyenlere ve demek için fırsat arayanlara bol malzeme vermekten çekinmedi, hatta zevk aldı. Yarın on binlerce sorti ile vahşice bombalanma neticesinde şehirleri baştan sona harap, insanları tümüyle perişan olmuş bir Irak, bir Suriye göreceğiz Amerika ve onu kışkırtanlar ve davet edenler sayesinde. Daha dün Irak’ta iki milyona yakın insanı hiçbir gerekçe olmaksızın katleden sicili bu kadar bozuk Amerika’ya ödül olarak aynı suçu tekrarlayacağı ortam hazırlamak… Yeni Guantanamolar, yeni Ebu Gureybler... İslâm Devleti, hilâfet, bey’at, davet denildiği için bu kavramlara canını vermek niyetiyle Dünyanın her tarafından gelmiş bunca yıl yetişip ehl-i tevhid olmuş samimi, fedakâr gençlerin göz göre göre ölüme veya ölümsüzlüğe terk edilmeleri…         

Malikî diktatörlüğünün yıllardır süregelen, özellikle Sünni kesime yönelik adaletsizlikleri, katliamları, hak ihlalleri üzerinde durmadan, şiddet eksenli eğilimleri besleyen şartları oluşturan zâlimler ve destekçileri tel'in edilmeden sadece İŞİD'in bir sonuç olarak ortaya çıkan zulümlerini eleştirmek yeterli, haklı ve âdil değildir. Doğal olarak bu taraflı tutum sahiplerinin samimiyet ve dürüstlükleri de sorgulanır. Ama hangi şartlar sonucu olursa olsun, ortaya çıkan bir örgütün İslâm adına İslâmî tüm ölçü ve ilkeleri ve şer'î hudutları yok etmeye de hakkı yoktur. Arkasındaki zulüm bataklığı gerekçe gösterilerek bu yapılanlar mazur, meşrû, haklı görülemez. Ancak bu hali eleştirmek, sadece tevhidî akîdeye ve İslâmî ölçülere sadakat gösteren, Kur'an ahlâkını kuşanmış Müslümanların hakkı ve görevidir.

Allah Rasûlü (s.a.s.) ümmetini, aşırılıktan ve bağnazlıktan sakındırmıştır. İbn Abbas’ın rivayet ettiği hadiste Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Sizi dinde aşırılığa gitmekten sakındırırım. Çünkü sizden önceki (ümmet)leri dinde aşırılığa git­mek helâk etmiştir."

Îbn Mes'ud'un rivayet ettiği hadiste de şöyle buyurulmuştur: "Aşırılığa kaçanlar helak olmuştur, aşırılığa kaçanlar helak olmuştur, aşırılığa kaçanlar helak olmuştur..." Rasûlullah (s.a.s.) bir kelimeyi, ancak ifade ettiği teh­likenin büyüklüğünden veya taşıdığı gerçeklerin önemini te'kid etmekten dolayı tekrarlıyordu.

"Kim bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır" (5/Mâide, 32) âyetine rağmen İslâm adına ortaya çıkan grupların egemenlik oluşturmak için rastgele insanları, masum halkları, kadınları ve günahsız çocukları bile katledebilmesi hiçbir sebeple mazur ve meşrû görülemez. Rabbimizin kullarını imtihan etmek için irade serbestliği verdiği din seçme özgürlüğüne; "Dinde zorlama yoktur" (2/Bakara, 256) ve "dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin" (18/Kehf, 29) âyetlerine rağmen, insanları şiddet kullanarak İslâm'a girmeye zorlamak, aksi takdirde katletmek İslâmî değildir. Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın bu özelliklerini besmele ile sık sık tekrar eden ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiş Peygamber’in (21/Enbiya, 107) izinden gittiğini iddia eden grupların ellerine güç geçince kulların arasında adalet ve güvenliği sağlamak, saadeti yaşanılan yere taşıyıp asr-ı saâdeti yeniden yaşa(t)mak, güven, huzur ve mutluluk ortamı oluşturmak yerine “İslâm” adına ölçüsüz şiddete kaymaları, masum insanları kolayca katledebilecek hale gelmeleri meşrû görülemez. Hele başka Müslüman grupları bile sırf kendilerine biat etmedikleri için katletmeleri hiç bir sebeple mâzur kabul edilemez. Hatta failini İslâm'ın dışına çıkaracak ve ebedi cehennemlik yapacak kadar büyük bir günahtır. "Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır" (4/Nisa, 93).

Savaşta bile mecbur olunmadan insan öldürmeyi yasaklayan ve hayvanı bile öldürürken acı çektirmeden güzel şekilde kesmeyi emreden bir dinin mensupları kameralar karşısında insanları kıtır kıtır kesmez. Cihad, yanmaktan kurtulan merhametli insanların başkalarının imdadına koşmasının, insan kurtarma savaşının adıdır. O yüzden kurtulmayan kurtaramaz. Canla cihadda, yani Allah için savaşta hedef, öldürmek değil; diriltmektir. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırma gayretidir cihad. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar. Çokların hayat bulması için, belli bir azgın azınlığın ölmesi gerekiyorsa, işte buna "cihad" deriz ve buna koşarız. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz. Bunun şartlarını da ümmetin ulemâsı belirler, birkaç gencin heyecanlı ama cahilce tavrı değil.

Mehmet Pamak ağabey bu konuda şu değerlendirmeyi yapıyor: İslâm, savaşa bilfiil katılanlar dışında kalan sivilleri, yani kadın, çocuk ve yaşlıları, engellileri, çiftçileri, mâbedlere çekilmiş din adamlarını ve savaşla ilgisi bulunmayan diğer insanları öldürmeyi yasaklar.

Savaşta düşman etkisiz hale getirilip esir alındıktan sonra, esirlere uygulanacak hüküm Kur'an'da şu şekilde belirlenmiştir: "İnkâr edenlerle -savaşta- karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice yıldırıp sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye alarak onları salıverin." (47/Muhammed, 4). Buna rağmen IŞİD savaş halinde bile olmayan kimseleri esir almakta, rehin tutmakta, şantaj amaçlı kullanmakta ve istediği zaman da kafasını keserek vahşi biçimde katledebilmektedir. Bunlar İslâmî de, insanî de olmayan uygulamalardır.

Müslüman Âlimler Birliğinden Karadaği, IŞİD’ın hilâfet ilanı hakkında Al Jazeera'ye yaptığı açıklamada şunları ifade etmiştir; “Herhangi bir grup veya devletin kendi kendine hilâfet ilan etmesi meşrû değildir ve şeriata aykırıdır. Çünkü hilâfet, aslında tüm İslâm âlemine vekâlet etmektir. Hilâfette tüm İslâm ümmetinin, âlimlerinin ve beyinlerinin hakkı vardır. Dolayısıyla belirli bir grubun kendi kendine hilâfeti ilan etmesi şer'î açıdan bâtıldır.”; “Ne yazık ki İslâm’ı şiddetle özdeş hale getirmek isteyenler var. İslâm ‘Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla’ başlar. Müslüman her işe bu cümleyle başlar. Müslüman rahmetsiz iş yapmaz. Ne yazık ki bazı Müslümanlar şiddete başvurarak Batı dünyasının eline koz veriyor. Ama İslâm onların işlediği cinayetlerden masumdur. “Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” diye buyurmuş Cenab-ı Hak. İslâm rahmet dinidir; Azabın, öldürmenin ve işkencenin dini değildir.”

IŞİD'in İslâm'a aykırı uygulamaları onu saltanat dönemi uygulamalarının bile gerisine düşürmüş bulunmaktadır. Osmanlı orduları bile bir ülkeye girdiklerinde, oranın gayrimüslim yerli halkları onları özlemle bekliyor ve onlardan sadece adalet uman bir hal üzerinde bulunuyorlardı. Bunlar ise; zulüm, katliam, kafa kesme uygulamalarıyla, üstelik bütün bu yaptıkları sanki çok matah bir şeylermiş gibi propagandasını yaparak yayılmasını da bizzat kendileri sağlayarak, insanların kendilerinden ve dolayısıyla İslâm'dan nefret etmelerini, korkmalarını bizzat kendileri temin ediyorlar. Böylece insanlar, hatta kimi Müslümanlar bile "eğer İslâmî yönetim böyle olacaksa olmasın daha iyi" diyerek, gidip seküler laik demokratik sistemlere doğru meylediyorlar. Ayrıca bu kadar büyük zulümler, İslâm'a aykırılıklar, adaletsizlikler sebebiyle, "İslâm devleti" ve "hilâfet" gibi kavramların yıpranmasına, küçük düşürülmesine de yol açmaktadırlar. Küresel emperyalist sistem, sanki İslâm adına bunların vahşetini gösterip, bölge halklarını laik liberal dünya sistemine ikna ve entegre etme projesini uyguluyor gibi.

İslam Devleti demek, şeriat/devlet ilan edildiği anla birlikte işlenen günahlara ceza vermeye başlayan devlet demek değildir. İslâm Devleti, önce insanını yetiştirir, terbiye eder; kötülükleri, insanları harama yönlendirecek unsurları kaldırır, ortamı İslâm’ın istediği hale çevirir. Günahların önüne kaç tane engel konulması gerekiyorsa o kadar engeller koyar. Yazılı ve görsel basınıyla, öğretmeni ve imamıyla halkı ve görevlileriyle günahların çirkinliği anlatılır, günah fiillerin helal olan alternatiflerini oluşturur. Bütün bu görevleri yerine getirdikten sonra nasılsa bu engelleri aşmış kimse cezayı hak etmiş olur. Bu tedricî süreç olmaksızın şeriat ilanı demek, hemen zina edenlere had cezası vermek, devlet ilan edilir edilmez hırsızlık yapanın hemen elini kesmek değildir. Meselâ, devlet ilan edildiğinin ertesi günü siz bankaları kapatabilir misiniz? Bankaların faizle muamelesini bir günde sona erdirmesini bekleyebilir misiniz? Belirli bir geçiş süresine ihtiyaç vardır. Halktan insanlara, iman nedir, teslimiyet nedir yeterince bilmeyen, namazsızlığa alışmış câhiliyye toplumundan birisine Cuma namazı kılmadı diye cadde ortasında kırbaçla dövme cezası verip uygula. Şeriatın ilan edildiği cezalardan mı belli olacak ilk olarak? Peygamberimiz böyle mi yaptı? Hz. Yusuf’un (a.s.) kardeşini Mısır’da alıkoyması ile ilgili olarak şöyle buyrulur: “…(Yoksa) Hükümdarın dininde (yürürlükteki kanuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı. (Bu, yakışık almazdı.) Ancak Allah'ın dilemesi başka…” (12/Yûsuf, 76).

Mevdûdî’nin bu konudaki açıklaması şöyle: “Hz. Yusuf (a.s.) ülkenin en yüksek mevkiindeyken Mısır'da gayri İslâmî bir düzen yürürlükte bulunmaktadır. Dolayısıyla bu durum bizzat peygamberin Melik'in gayri İslâmî yasalarını uygulamak zorunda olduğunun bir delilidir. Şu halde Hz. Yusuf'un (a.s.) kendi özel meselesinde Hz. İbrahim'in (a.s.), şeriatı yerine, uygulamak zorunda kaldığı Melik'in şer'i sistemine göre amel etse ne fark ederdi? Kesinlikle fark ederdi, zira mesele Hz. Yusuf'un bir peygamber oluşuyla ilgi içindedir. Çünkü o İslâmî hayat nizamını tesis etmeye çalışmaktaydı ve bu, tedrîcî olarak (zamana yayılarak) başarılabilecek bir işti. Dolayısıyla bu süre içinde Melik'in yasası kaçınılmaz olarak yürürlükte kalacaktı. Aynı şey Hz. Peygamber'in (s.a.s.) Medine'de olduğu sırada Arabistan'da vuku bulmuştu. İslâmî sistemi bütünüyle ikame etmek dokuz yılı almış ve bu dönemde birtakım gayri İslâmî yasalar yürürlükte kalmıştı. Sözgelişi içki, faiz, gayri İslâmî miras ve evlilik geleneği, batıl ticaret şekilleri vs. bir süre daha yürürlükte kalmak durumundaydı. Aynı şekilde İslâm'ın medeni ve ceza hukukunun bütün olarak yürürlüğe girmesi de belli bir süreyi gerektirmişti. Dolayısıyla Hz. Yusuf'un (a.s.) hükümranlığının ilk dokuz yılında Melik dininin (yasal düzeninin) yürürlükte kalmasında hiçbir tuhaflık bulunmamaktadır. Şu var ki geçiş dönemi esnasında gayri İslâmî melik yasasının devam etmesi, Allah Rasulü'nün Allah'ın dinini ikame için değil, Melik'in dinini izlemek için gönderildiğine delil teşkil etmez. Melik'in yasasına kendi şahsi davası için başvurmasının Hz. Yusuf'a (a.s.) yakışmayacağı meselesine en iyi karşılık yine Rasulullah'ın (s.a.s.) uygulamasında bulunmaktadır. Geçiş dönemi esnasında yani cahili yasaların henüz İslâmî yasalarla yer değiştirmediği dönemde, kimi müslümanlar daha önce yaptıkları gibi şarap içmeye, faiz yemeye devam ediyorlardı. Ancak Rasulullah (s.a.s.) bu gibi fiilleri asla işlemiyordu. Yine iki kız kardeşle birden evlenmek, muta gibi yasalar uygulanmaktaydı, fakat Rasulullah (s.a.s.) asla böyle bir uygulamada bulunmadı. Böylece açıklığa kavuştu ki, İslâmî yasaların evrimi döneminde kimi gayri İslâmî yasaların yürürlükte bırakılmasıyla onların bizzat uygulanması arasında fark vardır. Eğer Hz. Yusuf (a.s.) Melik'in yasasını kendi şahsi davası için uygulasaydı bu onun yaptırım gücünü bu yasaya hamlettiği, bu yasayı tasdik ettiği anlamına gelirdi. Oysa bütün cahili şeriatleri ortadan kaldırmak üzere gönderilmiş bir peygamberin, başkalarına ruhsat verilmiş olsa bile bu yasaları izleyemeyeceği açıktır.” (Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Y., 2. baskı, İst. 1991, c. 2, s. 482-485, 12/76. âyetin tefsiri).

Gel de bütün bu İslâmî ve fıtrî konuları IŞİD’e işittir ve uygulat bakalım, kolaysa.      

Bütün bunlara rağmen IŞİD'e yönelik ABD saldırısına sıra gelince; bizce ABD'nin saldırısı da başlı başına bir başka zulümdür ve daha büyüktür. Ama şeytan ve dostlarının zulmü, vahşeti onların temsil ettiği ifsadın doğal sonucudur. Şeytana insanları saptırması sebebiyle söylenecek tek şey lanet etmek ve kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınmaktan ibarettir. Büyük Şeytan ABD ve dostları AB ülkelerinin IŞİD'e ve Irak topraklarına yönelik son saldırı zulmü de bölgeye yönelik süregelen emperyalist amaçlı alçakça projelerinin ve vahşi katliamlarının devamından başka bir şey değildir. Ancak IŞİD'in yaptığı zulümler de bu tür şeytani emperyalist müdahale ve projelerin işini kolaylaştıran bir rol oynamakta, onu şeytanın ifsadını kolaylaştırma konumuna düşürmektedir. Bu sebeple de, IŞİD'in İslâm adına yaptığı zulümler başkalarının yaptıklarından daha fazla İslâm'ı ve Müslümanları yaralamaktadır. Şurası iyi bilinmelidir ki, ABD'nin kendisine saldırısı asla IŞİD'in meşrûiyetinin kanıtı olarak kullanılamaz.

IŞİD'in, asla İslâmî olmayan ve İslâm'dan bir sapmayı teşkil eden insanlara korku salan, binlercesini yurdunu terke zorlayan bu tür baskı ve zulümlerinin faturasını İslâm'a kesip, IŞİD üzerinden İslâm'ı eleştirmeye cür'et eden önyargılı, Batılıların, Batıcı seküler sol, liberal ve alevi yazarların, siyasetçilerin, gazetecilerin; öncelikle kendileriyle örtüşen seküler düşüncenin müntesiplerinin tarihte ve bugün yaptıkları ve yapmaya devam ettikleri zulüm ve katliamlarını hatırlamaları gerekir. Bu bağlamda, Batı seküler paradigmasının ortaya çıkardığı kapitalist bloğun kotardığı 1. ve 2. Dünya Savaşlarında yüz milyonun çok üzerinde masum insanı katleden büyük zulüm ve katliamını hatırlasınlar. Sonra da, aynı sapkın paradigmanın diğer kolu olan sosyalizm adına da sadece Sovyetlerin yine sadece Stalin döneminde hegemonya kurduğu coğrafyada ve civarında bile on milyonların çok üzerinde katliam yaptığını hatırlasınlar. Yine Avrupa'da on yıllar süren zaman dilimine yayılan mezhep savaşlarında aynı şekilde milyonlarca kendi insanlarını nasıl acımasızca katlettiklerini, bunun yanında Haçlı seferlerinin Müslüman halklara yönelik vahşetini, bunlara ilaveten de Kore, Vietnam ve Kamboçya benzeri ülkelerde aynı seküler sapkın paradigmanın temsilcilerinin nasıl alçakça işgal ve katliamlar yaptıklarını düşünsünler.

IŞİD üzerinden İslâm'ı ve Müslümanları haksız eleştirilerle mahkûm etmeye çalışanlar; bahsettiğim büyük insanlık suçlarına ilaveten yandaşı ve takipçisi oldukları seküler modern paradigmanın ürünü emperyalist demokrasilerin ve bölgede egemen kıldıkları Siyonist katillerin vahşetini ve sadece son 20 yılda Çeçenistan, Afganistan, Irak ve Filistin'de bizzat kendilerinin yine milyonlarca masum Müslüman'ı nasıl vahşice katlettiklerini hatırlasınlar. En son olarak da Suriye ve Mısır'da diktatör ve darbecilerin yanında yer alıp, yüz binlerce masum Müslüman'ı vahşice katletmelerini, binlercesini de dakikalık uyduruk mahkemelerde kitlesel idam kararlarıyla susturmaya çalışmalarını nasıl destelediklerini ve kendilerinin de bu vahşetler karşısında nasıl edilgen ve suskun kaldıklarını düşünüp utanç içinde başlarını yere eğmelidirler.

Ayrıca aynı seküler çevreler, İslâm ümmetini uyduruk ulusal sınırlarla bölüp despot yönetimleri egemen kılıp, bir de İsrail terör devletini bölgenin kalbine bıçak gibi saplayıp bugünkü bütün çatışmaların, kan ve gözyaşının tohumlarını bilerek, planlayarak ekenlerin; yine kültürel olarak peşlerinden sürüklendikleri seküler emperyalist demokrasiler olduğunu düşünmeli, bu zulüm bataklığında yetişen IŞİD üzerinden İslâm'ı ve Müslümanları suçlamaya kalkanlar bir kez de bu sebeple utanmalıdırlar.

Cumhuriyet adı verilen dönemde ise, seküler Türk ulusalcılığına dayalı laik Türkçü resmi ideolojiyi oluşturup dinleştirerek bütün topluma zorbalıkla dayatıp Zilan ve Dersim benzeri katliamlarla on binlerce sivil halkı yok edenlerin de Batıcı seküler İT'in artıkları olması sebebiyle, bir de bunun için utanmalıdırlar. Genelde CHP ya da diğer seküler partileri destekleyen bu çevreler, "kafa kesen IŞİD'in" yaptıklarını İslâm'a fatura edip eleştirirken, hâlâ izinden gittikleri seküler ideolojinin atasının, dayattığı seküler politikaları kabul etmeyenler için "bu uğurda gerekirse birçok başlar kesilir" tehdidiyle estirdiği terörü hatırlasınlar. Laik ulusalcı Kemalistlerin sadece "İstiklal mahkemelerinde" hukuksuz yargı terörüyle on binlerce masum insanın kellelerinin nasıl zâlimce koparıldığını hatırlayıp utansınlar.

İşkence de Batılı seküler insanın karakteridir. Avrupa'ya gidenler, orada ortaçağdan bugüne işkencenin nasıl sistematik ve sürekli biçimde uygulandığının izlerine rastlarlar. İşkence aletleri teknolojisinin nasıl yenilenerek geliştirildiğini, çok büyük ıstırapları insanlara yaşatan, insanlık onurunu yok eden şedit ve vahşi usullerle yapılan işkencelerin kültürel ve teknolojik boyutuyla nasıl yaygın olduğunu ve neredeyse bir endüstriye dönüştüğünü işkence müzelerini gezince anlarlar. Avrupa'nın birçok şehrinde yüzyıllardır ve 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar uygulana gelen bu vahşi işkencelerin akla ziyan aletlerinin sergilendiği, yöntemlerinin izah edildiği müzeleri görmek mümkündür. Batıyı taklit eden TC döneminde de, Batıcı seküler Kemalist ve ulusalcı solcu kesimlerin de daha AKP dönemine kadar ülkemizde iğrenç işkencelere imza attıklarını herkes bilir. Yani işkencecilik de Batının ve Batıcıların karakteridir. IŞİD zulümleri üzerinden İslâm eleştirisi yapanlar, kendi işkenceci seküler ideoloji ve uygulamalarını hatırlayıp utanmalıdırlar. Türkiye'de işkenceyi sıfır toleransla azaltanlar bile Kemalist ulusalcılığın dışına çıkan kadrolar olmuştur.

En son Irak, Suriye, Mısır ve Gazze'de ve dünyanın pek çok yerinde insanlar, insanlık dışı uygulama ve yöntemlerle katledilirken, yaygın insanlık suçları ve soykırım boyutunda vahşetler gerçekleştirilirken; sessiz durarak dolaylı, katillerin tarafını tutarak doğrudan destek veren bu seküler emperyalist devletler ve yerli işbirlikçileri, çıkarlarına ters düşen en ufak bir hâdiseye ise aniden tepki vermekte ve müdahale etmektedirler. Bizzat sebep oldukları ya da  destekledikleri işgal ve katliamlar karşısında çoğu kez gözlemci refleksi gösteren seküler dünya, insana ait olan tüm değerlerini ve en önemlisi insanlık onurunu kaybetmiş bulunmaktadır. Bu sebeple Gazze'de Siyonist terör devletinin en güçlü silâhlarla yaptığı soykırımı görmezden gelen, bir kısmı da silâh vermek dahil her türlü destekle açıkça yanında yer alan Batılı devletler ve onların çıkarlarına hizmet eden uluslararası kuruluşları, Siyonist katliamla ve çok boyutlu ambargoyla sarsılan HAMAS'ın kuşatma altındaki zor şartlarda ve imkânsızlıklar içinde elde ürettiği gücü sınırlı birkaç füzeyi İsrail'e fırlattığında çok büyük tepkiler verebilmekte ve hatta HAMAS'ı insanlık suçu işlemekle, "terör örgütü" olmakla bile suçlayabilmektedirler. Üstelik bu alçakça tutumlarından hiç bir utanç da duymamaktadırlar.

IŞİD üzerinden İslâm'ı ve Müslümanları suçlamaya kalkışan tüm seküler, sol, liberal ulusalcı, laik, demokrat, Kemalist, Alevi, kapitalist, sosyalist vb. tüm İslâm dışı kesimlerin utanacakları ne kadar çok şeyleri var. Gerçekten de müntesibi oldukları seküler modern paradigmanın ürettiği ideolojiler adına yapılan ve halen devam eden bunca işgal, sömürü ve katliama rağmen bir de kendilerini iyi bir konumda görmeleri ibret verici bir kendini bilmezlik halidir. Üstelik IŞİD gibi örgütlerin yaptıkları İslâm'dan bir sapma olarak ortaya çıktığı halde, Batı ve Batıcıların, seküler paradigmaya dayananların ürettikleri tüm vahşet, onların insanî olanı yok eden, fıtratı bozan seküler ideolojilerinin doğal sonucudur. Ayrıca İslâm adına ama İslâm'a aykırı olarak yapılan zulüm ve öldürmelerin failleri, onların işgal, sömürü ve katliamlarının oluşturduğu bataklığın ürünü olup, üstelik bu ürünlerin yaptıkları da bizzat Batlıların ve Batıcıların yaptıklarının milyonda biri mesabesinde bile değildir. Bugün IŞİD'e saldıranların çoğu, onu doğuracak şartları hazırlayan zâlimlerdir (M. Pamak, Radyo Denge Söyleşisi, 3. Bölüm).

Olaya bir de sünnetullah cephesinden bakalım. Allah’ın sosyal hayatta kesinlikle hüküm sürecek olan değişmez ve değiştirilemez kanun ve uygulamalarıdır sünnetullah.

Sünnetullah penceresinden baktığımızda görüyoruz ki; Allah, bazen bir zâlimi diğer bir zâlimin üzerine musallat ederek cezalandırır. Mü’min zâlimi bazen kâfir zâlimle uslandırır. Allah'ın zulüm ve zâlimler hakkındaki bir sünneti/kanunu da, bireyleri birbirine zulmeden bir toplumun başına, yaptıklarının bir cezası olarak, zâlim bir yöneticiyi ve yönetimi musallat etmesidir. "İşte kazandıkları (günahları)ndan ötürü zâlimlerden bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız."  (6/Enâm, 129). Dolayısıyla Allah, zulmün cezası olarak, zâlimi zâlime musallat kılar, o da onları zillet ve felâkete götürür. Bu İlâhî sünnet, hem şirk gibi büyük zulmü (31/Lokman, 13), hem insanlara acımasızca davranıp kesip biçeni, hem de Allah’ın hükmüyle hükmetmediği için zâlim (5/Mâide, 45) olanlara yönelik tehdit kapsamına girmektedir. Fahreddin Râzi, bu âyetin (6/Enâm, 129) tefsirinde şöyle der: Âyet gösteriyor ki, halk ne zaman zâlim durumda olurlarsa, Allah onlara başka bir zâlimi musallat eder. Bu zâlim yöneticiden (ve yönetimden) kurtulmak istedikleri zaman da zulmü terk ederler. Hadis-i şerifte: "Nasılsanız öyle yönetilirsiniz" (Tefsir-i Âlûsi, 8/27) buyrulmaktadır. “Eğer Allah bir kısım insanların kötülüklerini başka bir kısım insanlarla ortadan kaldırmasaydı, yeryüzünün düzeni kesinlikle bozulur, kargaşalık ortalığı kaplardı. Ama Allah bütün âlemlere karşı sınırsız lütuf sahibidir.” (2/Bakara, 251).  "Zâlim, Allah'ın kılıcıdır. Yoldan çıkmış azgınları onunla cezalandırır; sonra o zâlimden de intikamı alır." Bu, zâlimler için bir tehdittir. Eğer zulmünden vazgeçmezse, Allah ona diğer bir zâlimi musallat eder.  "De ki: 'Allah'ın azabı size ansızın veya açıkça gelirse, zâlimlerden başkası mı yok olur!" (6/En'âm, 47)

Yeryüzünün halifesi olmak için yaratıldığını (2/Bakara, 30) unutmaması gereken ve tüm arzdaki fitneyi kaldırmak için mücadele ile görevli olan (2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39) ve tüm dünyadaki fesâdı kaldırmaya çalışıp (11/Hûd, 116-117) yeryüzünü ıslah etmekten sorumlu olan Mü’minler, gündelik ve geçici şeylerle vakitlerini harcayamazlar. Vakit de Allah’ın büyük bir nimetidir ve her ânından insan hesaba çekilecektir.

Fesad, kargaşa, terör insan ürünüdür: "İnsanların elleriyle kazandıklarından dolayı karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat ortaya çıktı." (30/Rûm, 41) Bazıları fesad çıkardığını kabul etmez: "Onlara: 'Yeryüzünde fesad çıkarmayın' denildiği zaman, 'Biz ancak ıslah edicileriz' derler. Kesin olarak bilin ki, onlar ancak kötülük yapan fesatçılar (bozguncular)dır. Lâkin, anlamazlar (yani yapmakta oldukları kötülüğü fark etmezler)." (2/Bakara, 11-12)

Rabbimiz, tekfirci ve şiddete dayalı aşırılıkları da, hak-bâtıl karışımı sistem içi demokratik yöntemlere yönelen uzlaşmacı tavırları da, her türlü aşırılıkları terk ederek vasat ümmetin özelliği olan Kur’an ilkelerini Nebevî yöntemle uygulama inanç ve gayreti nasip etsin ve hepimizi Kur’an’ı hayata geçirme çalışmalarımızda Nebevî çizgide buluştursun.