Said ALİOĞLU
KABA HATLARIYLA ULUSÇULUK (MİLLİYETÇİLİK)
Ali Muhammed Nakavi, ‘İslam ve Milliyetçilik’ adlı eserinde milliyetçiliğin (ulusçuluğun) batı düşüncesinden kaynaklandığını, bu akımın İslam dünyasında Hristiyan ve Yahudi azınlıklarla birlikte batıya bağlı yerli aydınların emperyalizme hizmet çabaları çerçevesinde kabul gördüğünü belirtir. Adı geçen dinsel azınlıklarla birlikte yerli aydınların batıdan aldıkları fikir ve inançlarına vurgu yaparak şu notu düşer; “…Bunlar, fikir ve inançlarını batılılardan alıyorlardı. “Vatan” ve “Vatanseverlik” kavramlarının Arapların, Türklerin ve İranlıların (Ve şimdilerde de Kürtlerin S. A.) arasında itibar kazanması, batı düşüncesinin girmesinin bir sonucuydu. Batı örneklerini “Milli” etiketle taklitten ibaret olan milliyetçilik, sonunda ülkelerin ya batıya ya da doğuya bağımlı hale gelmesine sebep olmuştur.”
Yeri gelmişken bu akıma isim olan terimlerin yani ‘Milliyetçilik' ve ‘Vatanperestlik’ terimlerinin menşei’nin batı dilleri olduğunu belirtelim öncelikle. Bu iki terim Frenk dillerindeki kelimelerin karşılığıdır bir defa. Latince’de “nation” ve “nitos” kelimeleri doğum yeri anlamındadır. Burada yine yeri gelmişken batılı araştırmacıların tariflerine bir-iki örnek verebiliriz; Carlton Hayes şöyle demektedir: “Millet (nation), ortak dünya görüşü ve kültürüne sahip bağımsız siyasi bir gruptur.” Bubgi ise milleti şöyle tanımlıyor; “Millet, toprak ve kanın veya dilin veya kültür ve tarihin kendilerini birbirine bağladığı fertlerden oluşan toplu luktur.”
Bu toprakların yetiştirdiği ‘batı meflucu’ aydınlarımız yukarıda serdettiğimiz tanımlardan yola çıkarak ve ayrıştırıcı bir dil ve söylem kullanarak adına Türk milleti (ulusu) denilen bir topluluk üzerinden milliyetçilik düşüncesini tesis etmiş oldular. Ama o aydınların unuttukları bir şeyler vardı. Bir defa, başta Türkler olmak üzere İslam dünyasında yerleşik –buna Araplar da dahil- kavimler, eğer ‘millet’ olma vasfı kazanmış iseler, buradaki çabayı batılı bir söylemde arayacaklarına İslam’ın o birleştirici, geliştirici ve o halklara ‘millet’ olma vasfını kazandırıcı yapısında görmeliydiler. Buna ilaveten şunu da belirtebiliriz: Vahiy, insanı karanlıktan nur’a çıkarıcı bir vasfa sahip olmuştur her zaman. Ve insanlar da gerek fert, gerek bir grup veya geniş bir toplum/topluluk olarak birleştirici bir vasıf içerisine İslam’la şereflendikten sonra dahil olabilmişlerdir. Batılı topluluklar da toplum olmaya Hristiyanlık –Ortodoks ve Katolik vs.- cihetiyle sahip olmuşlardır. Şimdi ise, batı dünyasını ayakta tutan esas öge, bir emperyalizm ağı içerisinde pastadan kapılabilecek pay üzerine kurulu ögedir. Yine bu ögenin hayata geçirilmesinde milliyetçilik bir yer edinse bile, esas yapılan şey, o güçlerin imkanları ölçüsünde milliyetçilik olgusunu batılı olmayan –özelde de Müslüman- halklara dayatılmasından ibarettir. Batı, bir küreselleşme çağında, deyim yerindeyse ‘pastadan pay koparabilmek uğruna’ kendi ayırıcı noktalarını azami oranda gidermeye çalışırken, öteki olarak tanımlayıp bir yere konumlandırdığı halkları da iliklerine kadar sömürme yoluna baş vurmaktadır. Bu işi yaparken de ‘doğunun tüm yönleriyle didik didik edilmesi anlamına gelen bir disiplin olan ‘oryantalizm’i ve misyonerliği de devreye sokmaktadır. Hem her şeyimiz didik didik edilecek, kendi mahremimiz kalmayacak ve hem de batılının inancının parçası olan ve bir nevi dini anlatıcılık olan misyonerlik bizler için sömürülmemizde kutsal bir görev icra edecek! Böylesi bir beceri ancak ve ancak sözde bizim adımıza piyasaya sürülen milliyetçilikle yapılabilirdi!