Yasin AYDOĞAN

30 Mart 2009

KAYBETTİĞİMİZ DEĞERLER

Bizim kaybettiğimiz, belki de modern hayatın bize gönderdiği virüslerle alabora olan, karmakarışık hale gelen hayatımızda, kaybettiğimiz değerler var. Aslında bize ait olan, ama cahili telkinler ve göndermelerle, epeydir yabancısı olduğumuz, yabancılaştığımız bu değerleri yeniden arayıp bulmamız, tanımamız-tanışmamız ve pratiğe aktararak diriltmemiz gerekiyor.

Kur’an’ın terbiye ettiği toplumlarda yaşayan ve Kur’an’ın terbiyesinden geçmeye rıza göstermiş insanlara baktığımızda, dört şeylerinin açık olduğunu müşahede ederiz..
 
Alınları, kapıları, sofraları, elleri.

Alınları açık olurmuş.

Alın açıklığı mecazen dürüstlüğü, temiz kişiliği anlatır. “Alnı ak olmak” tabirini de zaten kullanıyoruz.

İşte Kur’an terbiyesi alan bu insanlar, emin bir kişiliği kuşanırlar ve alnı ak olarak yaşarlarmış. Mahcubiyet duygusunu, yaşamamak için en başından mahkum ederlermiş. Secdenin, secde mahalli aln’ın yaratana tazim için verildiğini, şeref kazanmak için el Aziz (İzzet sahibi,izzet veren) olana, acziyeti itiraf anlamına gelen secde ile yaşamak gerektiğini bilirlermiş.

Alınları secdeli olur, secde mahalline aykırı düşecek, yüz kızartıcı işlerden kaçınırlarmış. Secde emrini veren yüce otoritenin, doğru ve dürüst olmak hakkındaki hükümlerini, tasdik ve ta’ lim ederlermiş. Yüzleri daima Allah’ a dönük olduğu için, alınları ak olurmuş. Allah’ a utanılacak bir yüzle müteveccih olmanın edepsizlik, haddini bilmezlik anlamına geleceğini çok iyi bilirlermiş. Mesela borçlu oldukları kimseyi dolandırmaz gününden önce öderler, alacaklının kapısının önünden alınları ak, göğüsleri dik geçer giderlermiş, hatta içeriye buyur-davet edilirlermiş.

Hangi inancın mensubu olduklarını bilir, bilinçli bir tercihle bunu ortaya koyarlarmış. Her durumda bundan kıvanç duyarlar dost, düşman hısım, hasım herkese deklare ederlermiş.. Alınları ak olurmuş çünkü kirli, isli, paslı, karanlık işlerden uzak dururlar. Temiz yaşar, temiz bir yüzle dolaşırlarmış. Alınlarında aldatmanın, kandırmanın, haksızlık etmenin, hukuka riayetsizliğin izi-lekesi olmazmış.

Alınlarındaki secde ışığı-izi çevrelerini aydınlatırmış, dara düşen, yolunu kaybeden, sorun yaşayanlar, aydınlanmak, yol bulmak için onlara koşarlarmış.
Ak bir aln’a sahib olmak, ak bir alınla yaşamak “er kişi” işi.
 
Kapıları da açık olurmuş.

Misafirin bereket demek olduğunu çok iyi bilirlermiş.

Yolcuya, yolda kalmışa, mahruma, mağdura sığınak, barınak olurmuş bu kapının sahipleri, bu mekanın malikleri. Yolda kalan, hangi kapıyı çalsa geri çevrilmeyeceğinin bilincinde ve kendinden emin olurmuş. Hatta düşmanları bile  bir tehlikeden kaçarken kendilerine sığınsa, himaye etmekten kaçınmazlar, sığınanı gözleri gibi korurlarmış.

Kapıları açık olurmuş, hayatın ancak paylaşarak, yardımlaşarak anlam kazanacağını bilirlermiş. Harcadıkça çoğalan tek şeyin sevgi, muhabbet olduğunu bilirler, bunun için fırsat kollarlarmış. Kapıları açık olan böylesi insanların evleri insansız kalmazmış, ev bir mekteb olurmuş, medrese olurmuş, hatta evde koltuklar, eşyalar değil insanlar otururmuş. Şimdilerde insansız kalan evlerde bakınız, artık eşyalar oturuyor. Evde eşyalardan başka pek kimse görünmüyor. Evler otel, mutfaklar fast food oldu.

Kapıları açık olan böylesi insanlar, peygamberlerinden şunu öğrenmişlerdir. “Misafir gelir ev sahibinin günahlarını alır ve gider”. Bu kapıların sahipleri, evlerini sadeliğin, temizliğin, ev olarak tecessüm ettiği kabe’ye benzetmeye çalışırlarmış. Kabe’ de hakim olan güvenliğin-emniyetin aynısını evlerinde, beldelerinde hakim kılmaya çalışırlarmış. Ama kapılarını kapatmaz, daima açık tutmaya çalışır, kimsesizlere kimse, sahipsizlere sahip, umudu tükenmişlere umut olmanın mücadelesini verirlermiş.

Sofraları da açık olurmuş.

Sofranın açık olması, ehl-i ikram oluşun da mecazi ifadesi.

İkramın, ihsanın kişide verme ahlakı, infak ahlakının gelişmesini temin anlamına geleceğini bilirlermiş. Misafirin dokuz bırakıp bir götüreceğine inanırlarmış. Sofraları ayrımsız herkese açık olurmuş. Fakirin davet edilmediği sadece zenginlerin bulunduğu sofranın laneti hak edeceğini, bereketin kaldırılacağını bilirlermiş. Sofraya asla yalnız oturmaz, mutlaka misafir edecek birilerini arar ve bulurlarmış. Dualarında sofralarına Halil İbrahim bereketi isterler ve misafire muamelede Hz. İbrahim’ in (a.s) bereket dolu sünnetini yaşatırlarmış.

Sofralarında aç kimseleri ağırlamayı dünyanın en lezzetli işleri arasında sayarlar, yemeğe esas tad veren şeyin katıklar değil, sofraya dışardan dehalet edenler olduğunu düşünürlermiş, asla fazla yemek yapmaz, aşırıya kaçmaz, israftan şiddetle kaçınırlarmış, çöpe dökülen her nimetin, dünyanın bir yerlerinde aç, açıkta yaşayanların hakkı olduğu bilinciyle ürperir bu müsriflikten ateşten kaçar gibi kaçınırlarmış. Sofraya besmele ile oturup, hamdele ile kalkmalarının aslında hayatında besmele ile hamdele arası bir seans olduğu bilinciyle hareket ederler, hayatı sadece ve sadece ahireti kazanmak için bir fırsat telakki ederlermiş.

Elleri de açık olurmuş.

Elleriyle cepleri arasında kilometrelerce mesafe olmazmış. Elleri mefluç değilmiş, hatta bir elleri ceplerinde gezerlermiş. El açıklığının aslında dünya cebinden alıp, ahiret cebine koymak anlamına geldiğini bilirlermiş. İnfakın, dünyadan ahirete doğru kurulmuş bir köprü olduğu şuuruyla yaşar, vermenin engin hazzını yaşamak için birbirleriyle yarışırlarmış.

Mü’mini kafirden imanı, münafıktan infakı ayırır derlermiş. Mü’min cihad ve infakla münafık servet ve ganimetle kendini gösterir, “aman onlar gibi olmayalım” diye teyakkuz halinde bulunurlarmış. Yığmanın, üst üste koyarak biriktirmenin krize yol açacağını bilir bundan kaçınırlarmış. Veren el’ in alan elden hayırlı olduğunu öğrenip amel ederlermiş. Alan elin çok olması, veren ellerin azalmasının bir nevi kıyamet olduğuna kail olurlarmış….

Vermekle azalmayacağına, tam tersine artacağına inanırlar, her şeye kadir olan Rablerinin, aslında ellerinde olanı artırmak için istediğini bilirlermiş.

Verdiklerinin kendi kazandıkları değil, kendilerine ait olan değil, Allah’ın onlara emanet olarak verdiği ve verdiği emanetten “verin” emrinin hikmetleri üzerinde düşünür infak ederlermiş…

El hasıl elleri de açık olurmuş, sıkmazlarmış, kısmazlarmış, tutmazlarmış, yığmazlarmış, cimrilik etmezler, hayata karşı kör, sağır, dilsiz, duyarsız davranmazlarmış. Ellerindeki imkanı, imanla hizmete tahvil eylerlermiş….

Bunları yeniden hayata taşırsak-taşıyabilirsek emin olun bu salih ameller de bizi cennete taşıyacaktır Allah’ ın izni-keremiyle.

Geleceğe dair umudu tükenmiş insanlığa, zulme, şirke endeksli kafalarca  teklif ve telkin edilen yeni uyduruk ideoloji ve hayat tarzlarıyla yol almak imkansız.

Bizler kaybettiğimiz bu dinamik değerleri hayata taşıma sorumluluğunu yeniden üstlenirsek, umut olabilirsek, umut taşıyabilirsek, bu ameller de bizi rıza ve rıdvana taşıyacaktır.