Coşkun UZUN

27 Mayıs 2022

KİFAYETSİZ MUHTERİSLER OLAMAYIZ

Bir soruyla başlayalım.

İslâm ölçeğinde, Kur'an ekseninde, sünnet örneğinde, ümmet çapında, insanî duyarlılıkta, yeryüzü kalitesinde, evrensel hakikatte, yerel gerçeklikte ve kardeşlik perspektifinde bir insan/müslüman olmak çok zor mu veya imkânsız mı?

Anlamak bilmeyi, bilmekse farkında olarak bilinçli yaşamayı, hükmetmeyi, adil şahitler olmayı varlık amacının öngördüğü ortamı, şartları, dünyayı tesis edip kurmayı, dolayısıyla bu uğurda mücadele edip fedakârlıklarda bulunmayı gerektirir.

İman, ihlas, hasbîlik ve samimiyet elbette sorgulanamaz, ölçülüp tartılamazken, görülebilir ve anlaşılabilirdir. Yani bizler ne okuyor/yazıyorsak, ne kadar biliyorsak o kadar değiliz, olamıyoruz. Neleri, nasıl, ne kadar yaşıyorsak, hayatın içinde başkalarınca ve Rabbimiz tarafından nasıl görülüp gözleniyor veya kabul ediliyorsak biz işte o kadarız. Kişiyi fikri, düşüncesi, teorisi, iddiaları değil, pratiği, tavır ve duruşları temsil ediyor.

Allah’ın aziz dini hakkında herhangi bir şahıs, kurum cemaat veya siyasî otoritenin (mezhebî iltimas, kaygı ve beklentilerle) kriter, sınır ve meşruiyet alanları belirlemeye, akreditasyon/parselasyon/angajman oluşturmaya, başka görüş, içtihat, ekol, mezhep ve cemaatlere kota koymaya, veto etmeye, ‘fırka-i naciye’ (kurtulmuş grup), hakkın temsilcisi rolleri yapmaya hakları veya yetkileri bulunmamaktadır. Buna ‘Ehli Sünnet’ ve benzeri bütün tanımlamalar dahildir. Aksi halde bu bir yönüyle fikrini/içtihadını/fıkhını/alimini/mezhebini mutlaklaştırmak, putlaştırmak, din edinmek ve diğer yönüyle de doğrudan ilahlık ve Rablik taslamak olacaktır.

Hiç birimiz bir diğerini veya ait olduğu ekolü/okulu/mezhebi sakıncalı piyade gibi göremez, üvey evlat muamelesi yapamaz, şamar oğlanı gibi davranamaz, refüze veya afaroz edemez… Kendisini/hocasını/şeyhini/fikrini merkeze oturtamaz, mutlaklaştıramaz, kabul etmesi için dayatamaz, başkalarını kendisine veya bunlara çağıramaz. Bu zorbalık, sapkınlık ve bağnazlığa kesinlikle hiç kimsenin hakkı da yetkisi de yoktur.

Yapılacak davet ve çağrılar ait olunan tarafa, durulan yere, okunan eserlere, takip edilen dinî/sayasî/coğrafî/ulusal/tarihî önderlere değil, yalnızca Allah’a, İslâm’a, Kur’an’a ve Sünnet’e olmalıdır. [1]

Bizi zengin, güçlü, derinlikli, tutarlı kılan, mutlu eden en temel haslet imanî/ahlâkî/siyasî/kültürel aidiyetlerimiz, birlikteliğimiz, belki de kabul etmekte zorlandığımız farklılıklarımızdır.

Halbukî doğudan batıya, kuzeyden güneye, Asya’lı, Afrika’lı, Avrupa’lı fark etmez hepimiz aynı fikrî, imanî, ahlâkî, siyasî soy kütüğüne bağlı olan müslümanlarız. Aynı ağacın farklı dallardaki meyveleri veya aynı kökten farklı topraklara, bahçelere, iklimlere, coğrafyalara dağıtılıp dikilmiş fideleriz.

Kavim kabile asabiyeti; yani ulusçuluk, milliyetçilik, ırkçılık, faşistlik yaparak Siyah/Beyaz Türk/Kürt/Arap/Acem davası gütmek bizlere yasaklanmış olup aslen batıl ve haram şeylerdir.

Aynı şekilde Mealci, Kur’ancı, Hadisçi, Sünnetçi, Mezhepçi, Tasavvufçu gibi ayrıştırıcı tanım ve unsurları da bölücü ve ötekileştirici oldukları gerekçesiyle terk etmek durumundayız.

Başkalarını kendimiz gibi olmaya (düşünmeye, inanmaya, hareket etmeye) zorlamaktan vaz geçme erdemini göstermeliyiz. Çünkü bu bir meziyet değil sorumluluktur.

Benzeşmek mümkündür, fakat aynîleşmek, birbirinin aynısı, kopyası olmak hem yanlış hem de imkânsızdır. Aynı zamanda/ortamda yaşasanız da, aynı hocadan/okuldan aynı ilmi tahsil etseniz, aynı eserleri okusanız, aynı gıdaları yeseniz, aynı kişilerle görüşüp tanışsanız, aynı şeylerle meşgul olsanız da bu mümkün değildir. Kişilik, karakter, huy, ilgi, algı, ahlâk, mizaç, zekâ, duygu gibi pek çok faktör buna izin vermeyecektir.

Biz dünyaya yük olmaya değil, yük almaya, sorun olmaya değil sorun çözmeye, çare aramaya değil çare olmaya geldiğine iman eden insanlar değil miyiz?

Dünya’dan kazanıp dine harcayacakken dinden kazanıp dünyalarına harcayan yığınlara rağmen… Dünyadan ve insanlardan alacaklı değil, aksine dünyaya, hayata ve insanlığa çok şey borçlu olduğumuzun farkındalığıyla… Kim olursa olsun zalime karşı ve yine kim olursa olsun mazlumdan yana tavır alma şiarıyla yola çıkmamış mıydık biz?

Dostlarımızla, kardeşlerimizle, ehli secdeyle, ehli kıbleyle, ehli imanla uğraşmak değil düşmanlarımızla savaşmak emredilmedi mi bize?

Kardeşlerimiz hakkında, o Allah(cc) ve Resulü(sav)’i seviyor deyip susmak ve bir müslümanın aleyhinde olmamak çok mu zor?

Rivayet kültürü, indirilen din, uydurulan din, mealci, hadisçi, kur’an’cı, kur’anizm, tekfirizm, tağutizm gibi indî/süflî tanım/yorum/benzetme/yafta/itham/kamplaşma içerikli tekelci iştah ve iştiyak... “İslâmî ilimlerden, ahlâktan nasibi olmaksızın allamelik iddiasında olan”, çarpık/bencil/tasallut/hegemonya meraklısı hasta ruhlu, olgunlaşmamış algı ve aklın dip akıntılarından beslenerek sahneye çıkmaktadır. Anılan durum ve hasletler eksiklerin, yanlışların, tutarsızlıkların, çelişkilerin yani yaşadığımız gerçekliğin yansımaları değil midir?

Bu kopma, ayrışma ve ötekileştirmelerin ardı arkası asla kesilmez ve sonu da gelmez.

Ümmetin mensuplarına aidiyet ve çatı belirlemek, birilerini bu çatının uzağında/dışında kalmakla itham etme işgüzarlığı herhangi bir ırkın, coğrafyanın, grup, hizip, zümre, müçtehid, mezhep veya cemaatin insiyatifine, tekeline, keyfine, gücüne, imkânlarına terk edilecek bir durum olmaktan çok uzaktır. Bu meyanda herhangi bir zümreyi ümmetin ana omurgası gibi isimlerle tanımlamak, bu çerçevede görüş beyan etmek suretiyle algı oluşturarak insanları manipüle etmek fitne ehlinin işidir ve ümmet/kardeşlik hukukundan oldukça uzaktır. Sonuçta havanda su dövmek ve bindiği dalı kesmektir.

Geçmişte sonuçlandırılamayan, üzerinde uzlaşılamayan, hakkında bir karara varılamayan ilmî, siyasî, tarihî kamplaşma ve tartışmalar üzerinden oluşturulan spekülasyonları sürdürerek veya benzerleriyle meşgul olarak geleceğe/yarınlara sağlam adımlarla yürünemez, haklılık/haksızlık davası güdülemez, kardeşlik/ümmet/birlik/beraberlik mesajları verilemez, davet/tebliğ çalışması yapılamaz, yol alınamaz. Bu olsa olsa grup, hizip veya cemaat asabiyeti olabilir.

Hayata aktarıp yaşamak, yarınlara taşımak zorunda olduğumuz iddialarımız ve ideallerimiz varken bunlarla meşgul olmak abesle iştigaldir. Her biri ayrı bir zindanda, hapishanede, benzer şartlar altında yaşayan insanların gardiyanlar, hapishaneler, yemekler, giysiler, duvarların rengi, yüksekliği, kalınlığı, ilgili kurum yöneticilerinin asabiyeti, kıymeti, boyu, posu, bilgisi, konuşmaları, faziletleri veya mahkumların onlardan beklentileri(!) üzerinden kendi aralarında tartışıyor, problem yaşıyor hatta amansız kavgalara tutuşuyor olmaları bütünü anlayamama, şartları görememe, strateji geliştirememe, perspektif/vizyon/misyon sahibi olamama probleminin hayatî bir sonucudur.

Yapı sökümüne uğratmamız, ekarte etmemiz, gayri meşruluğunu görmemiz ve ayrışmamız gereken paradigmalar, beşerî ideolojiler, batı aklı, eğitimi, hukuku, ahlâkı, küresel kumpas ve tezgâhlar başımızın ucunda bir tehdit ve şantaj gibi dururken, müslüman kimliğine veya iddiasına sahip kendi aile fertlerimizle uğraşmak, abesle iştigalin de ötesinde açık bir ihanet veya cinayet olsa gerek.

Okuduğumuz kitapları, araştırdığımız konuları, tahsil ettiğimiz ilmi, hayattan elde edilen tecrübeyi; bilgi biriktirmek, etiket/ünvan sahibi olmak, üstünlük iddia etmek, kardeşlerimizle tartışıp onlara galebe çalmak, ayrıcalık/öncelik sahibi olmak, dokunulmaz kılınmak, eleştirilmemek, mutlaklaştırılmak, egomuzu tatmin etmek için değil, daha fazla yük taşımak, sorun çözmek, yol almak, örnek olmak, fikir, düşünce, çözüm üretmek için bir fırsat/vesile bilenler olmakla yükümlü değil miyiz biz?

Statükonun, çürümüşlüğün, saltanatın, oldubitti siyasetinin, kıymeti kendinden menkul ben yaptım oldu anlayışının, popülist algıların mensupları, arka bahçesi, günah keçileri, paralı/gönüllü askerleri olamayız.

İnancımız, fikirlerimiz, hayal, umut, birikim, tecrübe, enerji ve nesillerimizin; muhteris, makam tutkunu, riyakâr, kifayetsiz muktedirler eliyle bir çeşit koltuk değneği yapılmasına, değerlerimize yaslanılmasına, atlama tahtası ve basamak muamelesi görmeye, ikbal, istikbal, istikrar ve kariyer sofralarında meze edilerek harcanıp tüketilmeye, batıl değerlerin/sistemlerin peşine düşüp sahte rüyalar/dünyalar uğruna yok edilmesine razı olmamalıyız, olamayız

Gönül istiyor ki herkes/hepimiz/hep bir ağızdan “eyvah ahlaksızlık geliyor… Adaletsizlik, demokrasi, faşizm, kapitalizm, cehalet geliyor… Taşeronluk, işbirlikçilik, tarafgirlik, taraftarlık, torpil, rüşvet, yandaşlık, trollük, siyasi körlük, fikrî zafiyet geliyor… Şahsiyetsizlik, tembellik, ifrat/tefrit, bencillik, cimrilik, sabırsızlık, tahammülsüzlük, açgözlülük geliyor… Kifayetsizlik, ihtiras, ahiretsizlik, tek dünyalılık, anlayışsızlık, önyargılılık, bereketsizlik, omurgasızlık geliyor’’ diye haykırıp tedirginlik, rahatsızlık ve üzüntülerimizi paylaşıp duyurabilsek.

Ne yazık ki bu kendi ellerimizle yapıp ettiklerimiz yüzünden sözüm ona ümmet, vahdet, hizmet eksenli popülist ihtiraslar, bekâ kaygıları gibi ikilemlerle kendi son perdelerini oynayan ‘kifayetsiz muhterisler’ sayesinde ‘şeriat istemeyen müslüman’gibi absürt/ucube durumlarla karşı karşıya kalıyoruz.

Bahsi geçen bu bilinçaltı ve meşruiyet inşası merakı, temelden marazlıdır. Geçici zeminlerde sergilenen bu türden kalıcı tavırlar genellikle çarpık/eksik veya yanlıştır. Halbûki ben geçmişimiz, biz kardeşliğimiz, vahdet hedefimiz, insanlık umudumuz, ümmet geleceğimiz, bağımsızlık istikametimiz olmalıydı.

Nifak, niza, cedel ve münakaşanın izzeti, şerefi, haysiyeti, heybeti ve muhabbeti azalttığı muhakkaktır. Birlik, beraberlik ve kardeşlikse Kur’anî bir emirdir,[2]dirlik getirir, direnişi/dirilişi öğretir, vakar, azamet ve haysiyeti inşa eder.

Açık yüreklilikle söylersek hepimiz; küçük ailemiz olan ümmete ve geniş ailemiz olan insanlığa, yani her iki aileye birden mensubuz.

Bu aileye giriş için herhangi bir grubun, cemaatin, mezhebin, şeyhin, alimin, toplumun, ulusun, dini veya siyasi liderin iznini, onayını almamız gerekmiyor. Çünkü bizler hepimiz bu ailenin doğal üyeleriyiz. Dolayısıyla mezhep ümmet, din, İslâm kimsenin insiyatifinde, tekelinde, tasarrufunda değildir.

Cemaat, gurup, hizip, vakıf, dernek, sendika, parti, stk, örgüt vs… neyse hepsi bir yere kadar. Fakat din ve müslümanlık söz konusu olduğunda onun sahibi her şeyi yoktan var edip yaratan, âlemlerin ve din gününün sahibi olan Allah(cc)tır. Bizler bu dinin mensupları, bağlılarıyız sahibi değiliz. Kimse bu dinin ne giriş, ne çıkış kapısı, ne de vaz geçilmezidir.

Dünü ihya ve bugünü inşa etmek, birbirimizle kardeşçe ilişkiler çerçevesinde yaşamak gerektiğini biliyor olmalıyız. Evrensel yalanlarla yüzleşmenin ve geleceği özgürleştirebilmenin bizlere rağmen pek de kolay olmayacağını görebilmeliyiz.

Biliyoruz ki; ilâhî rızaya ulaşmak için, terörü, nifakları, işgalleri, coğrafi, siyasi, tarihi sınırları, sorunları, savaşları üretip besleyen ve (farkında olsak da olmasak da) bizleri buna dahil eden, yabancılaştıran, kimlik, aidiyet ve değerlerimizden uzaklaştırarak düşman haline getirip birbirimize düşüren, küresel şer odağı şeytanî güç merkezleriyle… Modern/seküler/laik/demokrat akılla, imtiyazlı guruplarla… Tevhidi, ahlâkî, adil bir duruş ve misyon üzere mücadele etmek durumundayız. Bu insanlığın ve kulluğumuzun gereğidir.

Eğer Allah(cc)’a ve toprağa yakın, siyasetin çekim alanındaki iktidarlardan, beka hırsı ve dünyalıklardan uzak sade/sakin bir hayat yaşıyorsak bu bağımsızlık/özgürlük yürüyüşü er veya geç mümkün olabilecektir. Değilse işimiz oldukça zor.

 

Bu ümmetin; hangi ulustan, coğrafyadan, ırktan, renkten, mezhepten İslâmî ekol/okul/hizip/klik veya oluşumdan olursa olsun birbirinden farklı fakat değerli evlatları olduğumuzu kabul ve teslim etmekle yola çıkmalı, işe buradan başlamalıyız.

Her birimizin yaşadıkları kendi içsel şartları, gelişim tecrübeleri itibariyle asla homojen bir yapı meydana getirmediği… Birbirimizden farklı fikrî, sosyal, siyasî hâl ve şartlarda coğrafî, siyasi, tarihi, beşeri imkânlar ve dayatmalarla yüzleşerek, hesaplaşarak, savaşarak veya onları reddedip terk ederek bu günlere geldiğimiz bilinmelidir. Ve bu yolculuğun hiç de kolay olmadığı, grup, hizip, cemaat, mezhep, coğrafya ve ulus mensuplarının her birinin imtihanının bir diğerine asla benzemediğini kabul etmeli ve birbirimize yönelik tutumlarımızda bunu gözetebilmeliyiz.

Bizler üstünlüğü ancak takvada bilen, ast-üst ayrımına veya piramit sistemine değil saf düzenine iman etmiş bir medeniyetin çocukları olduğumuzu unutamayız.

Kimliğimiz, akıllarımız, düşüncelerimiz, inançlarımız, yurtlarımız, geçmişimiz, hayatlarımız, emperyalist, siyonist, kapitalist ve terörist (ideolojik/kültürel/ahlâkî/sosyal/siyasî/hukukî/tarihi) bir işgal, tecavüz, dayatma ve görülmemiş bir baskı altındayken… Gücümüzü, enerjimizi ve dikkatimizi birleştirip bu düşmanlar üzerinde yoğunlaştırıp hasımlarımıza yöneltmek, kurtuluş ve çıkış için el ele verip özgürlük ve bağımsızlık için beraberce çareler aramak varken… Kendi aramızda usûlsüz, metodsuz, yersiz, zamansız, gereksizce açılmış, geçmişte sonuçlandırılamamış tartışmalara, kavgalara veya benzerlerine tutuşmak İslâm ve insanlık düşmanlarının değirmenine su taşımakla, ellerine koz vermekle aynıdır. Aymazlık, körlük ve ihanettir.

Kabul etmek her ne kadar zor gelse de; ilmi, eğitimi, ehliyeti, liyâkatı olanı olmayanı, mekteplisi, medreselisi, alaylısıyla… Mezheplisi, mezhepsizi, mezhepçisi, sünnisi, şiisiyle… Yaşadıkları coğrafyayı darûl harp veya darûl İslâm kabul eden cihadçısı, tekfircisiyle… İtikadda mezhepleri kabul edeni ve reddedeniyle… Tarihselcisi, tasavvufçusu, radikali, gelenekseli, mealcisi, hadiscisi, sünnetcisi ve Kur’ancı’sıyla hepimiz bu havzanın/bahçenin/ailenin çocuklarıyız, bu ümmetin mensuplarıyız, İslam’ın evlâtlarıyız…

İman etmedikçe Cennet’e giremeyeceğimiz, birbirimizi sevmedikçe de iman etmiş olmayacağımız [3] bildirilip öğretilmişti bizlere.

Bizler aziz/mecid/furkan olan kitabullah’la (hukuken) kardeş kılınan fakat fiilî olarak birbirimizi pratik hayatta kardeş/sırdaş/dost/velî edinmekte zorlanan, şahsi/indî, sosyal, siyasi, tarihi, fikri, ahlâkî pek çok sıkıntı ve problemler yaşayan güdük, eksik, kusurlu insanlarız.

Kendisini Allah’a, Kitaba, İslâm’a nisbet eden, ben müslümanım diyen, kendi kapasitesi, bilgisi ve ilmî doğruları ekseninde İslâm’ın konuları ve müslümanların dertleriyle gündemlenenlerin aleyhinde olamayız. Geçmişte yaşayıp gitmiş veya halen hayatta olan müslümanların fikirleri, düşünceleri, aidiyetleri, yapıp ettikleri, vaatleri, özlemleri ve umutları hakkında yorum, eleştiri ve reddiyeler yaparak zaman geçiremeyiz. Şu iyi, bu kötü, şu doğru, bu yanlış ekseninde insanları tasnif ve değerlendirmeye tabi tutarak taraftarlık/tarafgirlik veya düşmanlık yapamaz, kardeşlerimizin hukukuna tecavüz edemez, hakkında kin ve nefret oluşmasına, itibarsızlaştırma ve ötekileştirmelere zemin hazırlayamayız. Bu bize yasaklanmıştır. [4]Eğer hayrı emretmek, şerden sakındırmak kabilinden eleştiri, uyarı, tenkid, ihtar, izah gerekiyorsa bu kendi ilmî/ meşrû/mahrem dairesi/zemini içerisinde yeri, zamanı, usulü ve önceliği gözetilerek yapılabilir. Her ağzını açan her şeyi öyle ulu orta konuşamaz, önüne gelenden aklına estiği şekilde hesap soramaz. Makul ikaz/eleştiri/münazara/mütalaa/istişare/murakabeler ise ilmî ortam/yeterlilik/seviye, kardeşlik hukuku ve haysiyeti gözetilmek kaydıyla, ancak ehlince ve usulüyle mümkün olabilir.

Din baronluğu, grup/hizip şövalyeliği, racon/ahkâm kesmek gibi diktatörlüklere karşı duyarsız kalamaz, ahlaksızlık ve hukuksuzluklara prim veremeyiz.

Unutmayalım ki sadece Kur’an’ı dikkatle, fakat bunun dışında kalan bütün bilgi, belge eser ve kişileri… eleştirel bir dikkatle, okuyarak, düşünerek, sorgulayarak, dinleyerek… fikir, düşünce, yapı, kurum, cemaatleri merkeze alıp mutlaklaştırmadan istişare/murakabe/itidâl/denge/vasat ümmet/teenni ile hareket etmek gibi hâl, durum ve olgular birer tercih değil mecburiyettir bizlere.

Biliyoruz ki hapishanelerin, gardiyanların, zalimlerin, tağutların iyisi veya kötüsü olmaz. Onların hepsi sizin sessizliğiniz, mahpusluğunuz, mahkûmluğunuz, madunluğunuz, mağdurluğunuz, mustaz’aflığınız ve kör itaatleriniz sebebiyle çarklarını çevirip karınlarını doyurmaktadırlar.

Amel defterlerimizin diğer adı tarihtir..!

Tarih, insanların Allah’a sunacakları amel defterlerinin toplamına verilen genel bir addır. [5]Tarih boyunca hiçbir peygamber, şehid, alim, müçtehid veya mezhep imamı statükoyla, gayri meşru rejim, sistem ve beşerî ideolojilerle, “yetmez ama evet”, “masada olup sözümüzü söylemek gerekir”, “ikna olmadık, içimize sinmiyor fakat şartlar gerektirdiği için ehven-i şerle biraz yol alacağız” şeklinde ifadelendirilebilecek bir uzlaşı/yozlaşma/taviz/işbirliği üzere bulunmadılar. İzzeti, onuru, haysiyet ve meşruiyeti asla terk etmedi, hep adil şahitler, muttaki, muvahhid, muhalif önderler oldular. Azimet/şecaat üzere bulundular ve ruhsat kullanmayı akıllarından bile geçirmediler.

Kur'anî/İslâmî/Nebevî bilgileri ümmeti kucaklayıp kuşatmaya, insanlık ailesini sevip saymaya değil de ayrıştırmaya, ötekileştirmeye, fitne ateşine odun taşımaya götüren, küresel şeytanları ve işbirlikçi taşeronlarını takip etmeye, onlara itaate ve alkışlamaya razı olan, önyargı/zan/manipülasyon/hizip/buğz/nifak ehlini…

Lâl olmuş dilleriyle tellâl olmuş yürekleri anlayamayan… Kime secde edip kimlere kıyam edeceğini kavrayamayan… Ulusçuluk, milliyetçilik, coğrafyacılık, yerlilik ve millilik hastalığına müptela olan… Emperyalizm, kapitalizm, siyonizm ve küresel şeytanlar aleyhine bir adım atamayan ve bir cümle dahi kuramayan…

Küresel güçlerin ipine göbekten bağlı… Demokratik, seküler ve modern dünyanın gönüllü, secdeli askerleri olan… Herkesle ve her şeyle normalleşmenin taşlarını döşeyen… Mukaddesatları İslâm düşmanlarıyla dostluk, işbirliği ve taşeronluk olan… Ümmete, vahdete, mücadeleye, direnişe, mezheplere, cemaatlere itaat ve bağlılığı ihanet bilip farklılıklara küfretmeyi bir çeşit ibadet sayan…

İnsanlığı, kardeşliği, sınırsızlığı, yeryüzü vatandaşlığını, evrensel ilkeleri unutan kriptoları… Tepkisel meydan okumaları, güç gösterisini, duygusal tatminleri, doyumsuz açlıkları, vites büyütme sevdasını, ham hayalleri, boş beklentileri, tûl-i emelleri, vizyonsuz ufukları, misyonsuz duruşları, fitneden başka bir işe yaramayan çapsız/kifayetsiz entrikaları… Pahalıya mâl olan, bedelini hep birlikte ödediğimiz macera ve ihtirasları bir kenara bırakıp…

Allah'a havale ettikten sonra...!

Bugünün gerçekliğiyle yüzleşip hesaplaşabilecek nitelikli, cesur, çok boyutlu, yüksek ufuklu bir bağımsızlık mücadelesiyle, seküler dayatmaları aşarak, kendi özgün İslâmî kurumlarımızı ve gerçekliğimizi oluşturmak, ümmeti kucaklamak, evrensel değer, referans ve meşruiyet sistemimizi bütün insanlığın idrakine sunmak üzere...

Eski konular, sorunlar, tartışmalar, yaklaşım­lar, ayrışma veya parçalanmışlıklarla kendi içimizde çatışarak hayatı, zamanı, imkânları, fırsatları tüketip yok etmeyelim, kısır döngüler, mahrumiyetler, mahkûmiyetler yaşamayalım, mazlum/mustaz’af olmayalım, içerisinde bulunduğumuz çağa ve zamana hakkınca şahitlik eden özneler, etkin aktörler olalım istiyorsak…

Coğrafyalarımızda ve dünyada yaşananları; eleştirel/seçici bir dikkatle, basiret ve ferasetle yakinen takip etmeye, güncel/popülist söylemlerden uzak, dakik, evrensel bir farkındalığa ulaşmaya, mü’mince bakış ve sorgulamalar yapmaya, bağımsız, muhalif, müslümanca bir duruş ve hakkaniyetli bir çalışma planı/program/eksen/kamuoyu/metodolojik ilkeler oluşturmaya talip olmalı değil miyiz?

Kur’an’dan, mealden, hadisten, sünnetten, siyerden, tarihten, fıkıhtan, tefsirden, sosyolojiden, psikolojiden edindiğimiz bilgileri… tecrübe adına yıllardan beri heybemizde taşıdığımız her ne varsa hepsini hayatın içinde kullanmalı, acilen tedavüle sokmalı, ertelemeyi, müsait zamanları kollamayı terk etmeli değil miyiz?

Dünyayı tekrar keşfetmenin de eskilerin tecrübelerini tekrar etmenin de hiç gereği yok. Aklımızı başımıza alıp öncelikle zamanı ve sorumluluk bilincimizi kuşanalım. Birbirimizi sevip saymayı ve hukukunu korumayı gerekiyorsa tekrar, sil baştan yapıp öğrenelim. Kalabalıklarda yalnızlığı yaşamak kader olmasa gerek.

Daha yapılacak çok işimiz, yürünecek çok yolumuz, söylenecek çok sözümüz var. Lakin ömür kısa, boşa harcanacak vaktimiz yok. İşimiz vaktimizden çok.

İslâm’ın aslî bütünlüğünün korunduğu… Allah, Kitap ve Peygamber(sav)’in meşruiyet ölçüsü… Hakimiyet ve referansın ilâhî değerlerden oluştuğu… Bir dünyayı el ele verip kuramazsak, başkalarının kurdukları karanlık, kirli bir dünyada izzet ve şereften yoksun, onursuz, sığıntı ve marjinal olacağımız, sahte bir hayat yaşamaya mecbur kalacağımızı… Mazlum, mağdur, madun ve müstaz’aflığın bir kader olmadığını… Ve bizler adım atarsak Rabbimizin eksiklerimizi tamamlayacağını biliyorsak…!

Yazılmış bütün eserleri okumak, söylenen bütün sözleri duymak, bütün konulara, fikirlere, şahıslara, dönemlere, yorum ve içtihatlara vakıf olmak, her şeyi görüp, duyup, bilmek mümkün olmayacağına… Bilgi değil iman, tavır, duruş, tercih ve salih amel esas olduğuna göre…

Mahkûmluğu, gardiyanları, hapishaneleri, sınırları, dayatmaları benimsemeyi, kutsamayı, geçmişin veya başkalarının bagajlarını taşımayı terk ederek, yarınlarımızı özgürleştirmenin ilk adımlarımızı beraberce atabiliriz.

Neyi bekliyoruz? Yerinde duranların yürüyenlerden daha çok gürültü çıkarttıklarını hala öğrenemedik mi, bu hali terk etmeyecek miyiz?

Hadi buyurun, kifayetsizlerden, muhterislerden teberri ederek yola koyulalım. Sevgide, saygıda, ahlâkta, kardeşlikte bencillik ve cimrilik edenlerden olmayalım.

Belki yola çıkışımız, yolda oluşumuz, tarafımız, arayışımız, sancılarımız, umutlarımız bizim için bir mazeret olur.

Umuda, ahlâka, hukuka, adalete, kardeşliğe, geleceğe, mücadeleye, özgürlüğe, ümmete, insanlığa bismillah.


[1]İnsanları Allah’a, O’nun yoluna çağıran ve kendisi imanın gerektirdiği doğru, sağlam, yerinde ve ıslaha yönelik işler işleyen ve “Ben Müslümanlardanım” diye ilan eden kimseden daha güzel sözlü kim olabilir? (41 Fussilet 33)

[2]Bir haksızlığa uğradıkları zaman, yardımlaşırlar. (42 Şûrâ 39)

[3]“Sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” (Müslim I, Kitab al-İman, s. 113).

[4]“……Rabbimiz”, derler, “Bizi ve bizden önce iman etmiş bulunan bütün (Din) kardeşlerimizi bağışla ve iman edenlere karşı kalbimizde herhangi bir kötü duygunun uyanmasına meydan verme….” (59 Haşr 10)

[5]Câsiye Suresi 28-29. Ayetlerin tefsirinde kişilerin amel defterlerinin kendilerine sunulacağı an /ortamla ilgili anlatımlarda teker teker ve topluca (imamları, önderleri, cemaatleriyle birlikte) huzura alınmaktan, hesaba çekilmekten bahseder.