Coşkun UZUN

24 Şubat 2021

SELÂM

Eğer müslümanlar İslâmî, tevhidi mücadelede önceliklerini ve yapılması gerekenleri doğru bir şekilde bilselerdi… ait/mensup oldukları, zaman ayırıp, emek vererek hizmet ettikleri mekân, kurum, grup, ekol, yapı ve cemaatlerini nihai bir hedef/menzil olarak görme yanlışına düşmeselerdi…

İslâmî/tevhidi/nebevî mücadelenin önünü bu tarz bencil/kısır handikaplarla tıkamamış olsalardı… kendi gruplarının ve bütün kardeş oluşumların bireysellikten cemaate, hareketten ümmete giden süreçte bir çeşit geçiş aşamasını, ara devreyi temsil ettiğini… bu süreç ve dönemin dayanışma/yardımlaşmaktan ibaret olduğunu ve bundan sorgulanacaklarını… ileride söz konusu bu mekân, kurum veya yapıların daha büyük nihai birlik ve beraberlikler için terk edilmesi gerektiğini… asıl oluşum ve davetin ‘Kur’an ve Sünnet’ eksenli çalışmalar olacağını, hiç kimsenin bir başkasını kendi anlayışına, yorumuna, kabullerine çağırmaması gerektiğini mensuplarına, takipçilerine öğreterek grup/hizip/cemaat kimliklerinin asla İslâmî kimlik olamayacağını…

Ümmetinin onurlu, bağımsız, muvahhid birer ferdi olmanın İslâmî kimliğin esası olduğunu, geçici siperlere, lokal mevzilere, uluslara, coğrafyalara değil bütün bir yeryüzü cephesine dair mücadele verilmesi gerektiğini, bu temelde bütün şahısların, çalışmaların, kurum, yapı, oluşum, cemaat ve hareketlerin kesinlikle geçici olduklarını, kalıcı olanın ise Allah(cc) rızası için çalışılan ümmet/vahdet/tevhidi mücadele ve kardeşlik ekseni olduğunu idrak, kabul ve deklare etmiş olsalardı, belki bu ara dönem daha kısa, daha zayiatsız olacak ve yaşanılan süreç sağlıklı olarak yürütülebilecekti.

*******

İslâmî hükümlerin hakim değil mahkûm oldukları bir coğrafyada ve zamanda Müslümanların İslâmî varoluş mücadelesine girişecekleri veya otorite tesisi için çalışacakları yerde birbirleriyle uğraşmaları akla ziyanken…

Bir de Malcolm X’in “Biz Amerika’ya getirilmeden önce zenci değildik, herkes gibi insandık. Ama bize burada zenci olduğumuz öğretildi.” dediği gibi… Biz önceleri sadece müslüman ve kardeştik. Ama artık bize coğrafyalarımız, uluslarımız, ırklarımız, mezheplerimiz, dillerimiz, farklılıklarımız, üstünlüklerimiz olduğu/olması gerektiği, kardeşlerimizin batılda/sapkınlıkta ve delalette oldukları, bizimse kurtulmuş fırka olduğumuz, ümmetin çoğunluğu/azınlığı veya umudu/lideri vs olduğumuz öğretilip içirildi ne yazık ki.

2. Dünya savaşı ve öncesindeki 500 yıllık tarih boyunca dünya üzerindeki büyük savaşların neredeyse tamamına yakını Avrupa coğrafyasında ve Avrupa halkları arasında cereyan ederken; son elli yıldır ise katliamların, savaşların ve işgallerin hemen hepsi İslâm coğrafyasında süregelmekte oluşu[1]da bizleri uyandırmak ve kendimize getirip gerçekliğimizle yüzleşmek için yeterli olmadı.

Öncelikli ve asıl Sünnetin ‘İlâhî nizâmı tesis’ etmek olduğu anlatılmadı, öğretilmedi bizlere.

Kitabımız Kur'an’ın kendisiyle amel edilsin diye indirildiği ama insanların onu okumayı amel edindikleri yüzyıllardır görmezden geliniyor.

Dünyadan kazanıp dine harcayacakken, geçen zamanla birlikte pek çoğumuz, dinden kazanıp dünyalıklara harcayanlar olduk.

İnsanlarla ya dinde, ya coğrafyada ya da insanlıkta nihayet kardeşler[2] olduğumuzu… Ümmetsiz vahdet olmayacağını, vahdetsiz de tevhid olamayacağını, fırkalaşma ve tefrikanın yasak oluşunu her şeye rağmen hala tartışıyoruz.[3]

Halbuki biz, Eş’ari, Maturidi, şii, sünni, selefi, vehhabi, harici vs olmakla değil, müslümanlıkla emrolunmuştuk.

Ademoğlunun ilk mezhebi ne ifrat ne de tefrit olmadığı gibi ihlal veya ihmal de değildi. Bunu sorgulayıp göz önünde bulundurmak mümkündü. Ama biz göz ardı ettik.

Kimseyi herhangi bir mezhebe, içtihada, yoruma, fikre, lidere, şahsa, esere çağıramazdık. Fakat ne yazık ki sadece bunlara çağırır olduk.

Dahil olup takip ettiğimiz mektep, mezhep, yapı, kurum, cemaat, hizip, hareket ve oluşumları yüceltemez, eleştiriden, hatadan muaf tutamaz, merkeze alarak mutlaklaştıramazdık. Bunu da yapıyoruz.

Oysa biz; mezheplerin akidelerine, siyasi ihtiraslara, iktidar gücüne, geçmişte (müslümanlar arasında) yaşanan kamplaşmalara, rivayetlere, israiliyata değil,Allah(cc)’a, Kur’an’a, Peygamber(sav)’e iman etmiştik.

Mezhepleri din edinenlerden, dini mezhepleştirenlerden ve yahudileşenlerden berî olmalıydık.

Senaryosunu batının, avrupa’nın, amerika'nın veya israil’in yazdığı filmlerde başrol almayı veya figüranlık yapmayı matah bir şey sananlarımız bile var.

“Bin kez mazlum olsan da, bir kez bile zalim olma” düsturu bize hiç tanıdık gelmiyor. Zulüm bizdense ben bizden değilim diyemiyoruz. İslâmizasyon/islâmcılık oynayan yerli/milli veya yabancı piyonları deşifre edip İslâmlaşma uğruna gece gündüz canhıraç mesai yapmak dururken…

Tahammülsüzlük, az olsun bizim olsun anlayışına öyle tavizler vermişiz ki şu mezheptekiler bu mezhebtekilerin arkasında namaz kılabilir mi kılamaz mı… şu halin veya ibadetin filan mezhebe göre hükmü nedir, diğer mezhebe göre durumu nedir… namazda eller bağlanır mı, bağlanmaz mı gibi yersiz tartışmalarla uğraşmaktan fırsat bulup kafamızı kaldırarak o elleri/kolları nasıl keseriz diye hesap yapan, uygun bir fırsatı kollayan, ellerini ovuşturanları ne yazık ki göremiyoruz.

*******

Kur’an’ın referans olması ve müslümanların tarihe tekrar geri dönerek özne olması, İslâm’ın meşruiyetine ve meşrulaştırıcı gücüne tekrar ulaşması için işimizin vaktimizden çok olduğu bilinciyle canla başla çalışılacağı…

Kur’an’ı dikkatle diğer bütün kitapları, eserleri veya bilgileri eleştirel bir dikkatle okumanın gereği…

Demokrasi, liberalizm, sekülerizm, modernizm, rönesans, aydınlanma,  Fransız devrimi ve benzeri olayların/kavramlarının, değerlerinin yapı sökümüne uğratılması gerektiği…

Ansiklopedik, kronolojik bilgiler veya tartışmalar için değil, farkındalık ve bilinç inşası için, İslâmî dünya görüşümüze dair bir tarih, siyaset, bilgi felsefesine sahip olup, perspektif birlikteliğine, ortak akla, eleştirel bakışa ulaşmak, batı aklıyla hesaplaşmak için okuyup öğrenmeye ihtiyacımız olduğu inanç ve iradesiyle…

*******

İblisin aklına veya Kabil’in ihtiraslarına değil, Habil’in imanına sahip, şeytanın askerliğine değil İsmail’in teslimiyetine namzet, varını yoğunu, her şeyini Rabbine ayırıp adayanları…

Ailesi, toplumu, tarihi, aidiyetleri, geçmişi, imkânları, imkânsızlıkları, bildikleri, bilmedikleri, tecrübesi, teslimiyeti ve her an yaşadıklarıyla sınanan izzet/kimlik sahibi şahsiyetleri…

Bir fiyatı olmadığı gibi satılık veya kiralık da olmayan, modern, seküler dünyanın ayartıcı, ucuz ayak oyunlarına ve çeldiricilere pabuç bırakmama iradesi taşıyanları…

İslâmî, itikadî, insanî, irfanî, ahlâkî, evrensel, entellektüel bir cehd ve gayret üzere çalışıp çabalayan, sözünü dudaktan gözünü budaktan esirgemeyecek gözü kara insanımızı…

Grupları, hizipleri, klikleri, coğrafyaları değil, ümmeti, insanlığı ve dünyayı kucaklayan, Allah varsa problem yok diyenleri…

Safını, duruşunu, kültürünü, ideolojisini, doktrinini, konseptini, paradigmasını ilâhî/nebevî sofradan alıp tavır koyanları…

Allah(cc)’ın dostlarına dost, düşmanlarına düşman olan, Peygamber(sav)’lerini ayırt etmeden seven, yoldaki işaretleri takip edenleri…[4]

Bütün dikkatini, enerjisini, gücünü, imkânını, din kardeşleri aleyhinde değil düşman üzerine odaklanıp harcayanları…

Kardeşlerinden, dostlarından değil isyandan, tuğyandan, beşerî rejim/sistemlerden, cahiliye, küfür, şirk, emperyalist, siyonist şeytanlardan, küresel güç merkezlerinden, işbirlikçi taşeronlardan uzaklaşıp ayrışanları…

İslâm’ın meşruiyeti, aslî bütünlüğü, ilkeleri, kavramları, değerlerinden taviz vermeden, dine ekleme ve çıkarmalar yapmadan, bilgiyi islâmîleştirme azmine sahip olup vakti kuşananları…

Tarih, siyaset, ahlâk ve varoluş felsefesi gereği ‘devlet tanrısı’ ve ‘resmi ideoloji ilahı’na karşı berâatini ilan edenleri…

Demokrasi, tasavvuf, tarih, gelenek, coğrafya, medya gibi uyuşturuculardan arınmış özgün, yetkin bilince ve yüksek farkındalığa sahip olanları…

Adamları değil kardeşleri olanları, düşman değil dost biriktirenleri, vefayı, hasbiliği, kadirşinaslığı yaşatanları, iz bırakanları…

Yüreğinde en çok müslüman adresi taşıyanları…

Çok yüzlü ve tek dünyalı olanları değil, tek yüzlü ve iki dünyalı olanları… Kur’an’ı hayatın içinden okuyanları… Zırvaya, tevile, ruhsata değil azimete sarılanları…

Asimetrik bir zeminde ve orantısız mücadele içerisinde olduğumuzu gören, istikameti kaybetmemeye çalışan, her türlü ortam ve hava şartlarında kıble arayışını sürdürüp çıkış/gidiş yönünü tayin edebilenleri…

Küresel güç merkezleri veya şeytanî rejimlerin zihinlerimize ve hayatımıza soktukları şüphe/endişe/fitne tavşanlarının hepsinden kurtulma azmi taşıyanları…

Genelde dünya özelde müslüman halklar/coğrafyalar hakkında çıkan her bilgi/haberin; önce Washington, Londra, Paris, Tel Aviv gibi şeytanî merkezlere gittiğinin, orada istenen şekle sokulduktan sonra tüm dünyaya servis edildiğinin, yani tüm dünyaya algı operasyonu çekildiğinin, manipüle edilişimizin farkında olarak özgürleşmeye çalışanlara, bilinç ve iradesini diri tutabilenlere…

Günü kurtarmaya değil, geleceği özgürleştirmeye çalışan… muvahhid, muttaki, aydın, münevver, mü’min/müslüman/mücahid iman ehlini[5] selâmlıyoruz...!


[1]Kuşku Çağından Uygar Barbarlığa, Ömer Miraç Yaman - Abdurrahman Babacan, Sayfa 7-8

[2]“Mü’minler ancak/sadece kardeştirler, öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’a karşı sorumlu davranın ki, O’nun merhametine mazhar olasınız.!” (49 Hucurât 10)

[3]“Gerçek şu ki, dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç bir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah'adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir. ” (6 En’âm 159)

[4]“….. Selâm, hidayete tabi olanların üzerine olsun.” (20 Tâ-hâ 47)

[5]“İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.” (M194 Müslim, Îmân, 93)