Ahmed KALKAN

06 Ağustos 2014

KÜFÜRDE ÖNDERLER VE ONLARIN İZİNDE GİDENLER

İnsan psikolojisi, etkileşime açıktır; insanın diğer insanlardan, çevrelerinden etkilenmesi sosyolojik bir vâkıadır. Toplumların, kitlelerin de önderlerine tâbi oldukları gerçeğini de hemen herkes gözlemleyebilir. Halk, bazen onlara hayran olur, taklit eder, bazen emir alır, itaat eder ve isteyerek veya istemeyerek yönetilir, yönlendirilir. Halkın kendi kendini yönetimi gibi aldatıcı slogana rağmen, demokrasilerde bile itaat edenler ve itaat edilenler, uyanlar ve uyulanlar diye toplum iki sınıftan ibarettir.

İşte bu yığınların hem dünyevî hem de uhrevî sorumluluğunu büyük çapta önderler yüklenecektir. “Bir fenalığa sebep olan, onu işleyen gibidir” hükmünce, kötülüğe önder olup çığır açan kimseler, öncülük yaptıkları toplumların günah yüklerinden de pay alacaklardır. Tarihin her döneminde dalâlet ehlinden, toplumları saptıran, ideolojik bâtıl inançlarını otoriteleri ve yönetimleri sayesinde toplumların bütün kesimlerine derece derece empoze eden önderler ve elebaşılar çıkmıştır. Bazı gafil toplumlar da bu dalâlet öncülerini gözlerinde büyütmüş, kahraman yaftası altında yücelttikçe yüceltmiş, onlara büyük bir coşku ile itaat edip tâbi olmuştur.

Bazı uluslar, uyanıp akıllarını başlarına alarak o sahte kahramanları yerle bir etseler ve bir zamanlar taptıkları heykellerini devirseler de, bazı toplumların uyanışı bu dünyada olmayıp âhirete kalmaktadır. Fakat oradaki uyanışları da, “Ey Rabbimiz, biz önderlerimize ve büyüklerimize itaat ettik, onlar da bizi hak yoldan saptırdılar”[1] demekten ileriye gitmeyecek, dünyadayken itaat edip peşinden gittikleri önderlerine kendilerine verilen azabın iki katını vermesi ve lânet etmesi için Allah’a yalvaracaklardır.[2] Bu fâni dünyada, kendilerine ümit bağlayarak siyasî, idarî ve ekonomik bakımdan itaat edip uydukları, müslümanlara rağmen tercih ettikleri, “bizi kurtardı”, ya da “kurtaracak” dedikleri, âdeta takdis edip dokunulmaz ve hata etmez saydıkları, ilkelerini, görüşlerini ilâhî ve nebevî bildirinin üstünde tutarak ilahlaştırdıkları o önderleri, büyük hesap gününde en büyük düşmanları haline gelecektir.

Kalabalıkların şuursuzca itaat edip izini takip ettikleri reislerine, “Siz olmasaydınız elbette biz mü’min olurduk!”[3] şeklinde suçladıkları zaman, o itaat ettiklerinden alacakları karşılık da: “Size hidâyet geldiği zaman, sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır, siz kendiniz suç işliyordunuz!”[4] cümlesinden ibarettir. Toplumlara tahakküm eden bu müstekbirlerle itaatkâr uyduları arasındaki bu tartışma, uyduların şöyle demesiyle sona erecek: “Hayır, öyle değil! Gece gündüz (sizin işiniz) hile ve tuzak kurmaktı. Allah’ı inkâr etmemizi, O’na eşler koşmamızı bize emrederdiniz!” [5]

İşte beşerî düzenlerin hepsinde görüldüğü üzere, âdeta bir sürü gibi yönetilenler, hak nizama gözlerini ve gönüllerini kapayanlar, yanlışlık ve haksızlık karşısında hiçbir tepki göstermeyip kalabalığa uyanlar, hakka karşı olduğu halde otoriteye itaat edip boyun eğenler... sonunda yönetici önderlerine, şöyle diyecekler: “biz size uymuştuk, şimdi bize gelen bu ateş azabından küçük bir parçayı olsun bizden savabilir misiniz?” [6]

Toplumlar, genellikle meliklerinin dini üzeredirler. Meliklerin gidişatı, dünya görüşleri, tercihleri, değer yargıları, tebaalarına da yansımaktadır. “Ennâsü alâ dîn-i mülûkihim: İnsanlar meliklerinin dini üzeredir” hadis-i şerifi bunu ifade etmektedir. Bilindiği gibi, insanlar İslâm fıtratıyla doğuyor; dünyaya doğuştan inkârcı olarak gelmiyorlar. Sonradan aile, çevre, ortam, eğitim ve yönetim, onların mü’min kalmalarında ya da münkir olmalarında az veya çok etkili oluyor. Bütün bunlar gösteriyor ki, itaat konusu, dünyada onurlu bir şekilde yaşamanın, âhirette ateşten korunmanın temel dinamiklerindendir. Allah, Firavun ve adamları hakkında, “Biz onları, insanları ateşe çağıran önderler yaptık.”[7] buyuruyor. Bu liderlerin insanları ateşe çağırması demek, onları cehenneme götürecek fiilleri yapmaya dâvet etmeleri ve buna vesile olmaları demektir. “Günü geldiğinde, her sınıf insanları önderleri ile birlikte çağıracağız.”[8] O gün, her insan topluluğu, ilâhî ya da şeytânî önderlerine nisbet edilerek çağrılacak. Meselâ “ey Firavun itaatkârları” , “ey Nemrut uyduları”... diye dâvet edilecek. Ayrıca, dinlerine, kitaplarına, taraftarlıklarına nisbet edilerek çağrılacaktır.

Allah Rasûlü’nün, “Kişi dostunun dini üzeredir; onun için her biriniz kime dostluk ettiğine iyi baksın” sözünden de anlıyoruz ki, insanlar, önderlerinin sadece şahsına değil; görüşlerine de dost oluyorlar, itaat edip bağlanıyorlar. Onların yollarını kendilerine izlenilecek yol edinmek suretiyle, bâtıl dinlerini kendilerine din ediniyorlar. Dünyadaki ideolojik veya hevâî temele dayalı işbirlikleri, kesinlikle görüş beraberliğine delâlet ediyor. Bunun için Yüce Hakk’ın fermanı, “toplayın o zâlimleri ve onlarla beraber işbirliği edenleri, aynı yoldaki arkadaşlarını ve Allah’tan başka tapmış oldukları putları”[9] şeklinde tecelli edecek.

Dünyadaki etkileme, tahakküm vâkıası ve itaat anlayışı o derece açık ve enteresandır ki, ilâhî adâlet gününde bunu mütegallibelerin (haksız olarak ve zor kullanarak hükmedenler) yüzüne çarpan taklitçi ve itaatkâr uyduları, sanki bugün yaşanan “oyun”u dile getiriyor gibidir. Şöyle diyor, itaat edip tâbi olanlar, itaat ettiklerine: “Siz bize sağdan gelirdiniz (suret-i haktan görünüp vesvese verir, telkinde bulunurdunuz) derler.”[10] Güvendiğimiz yönden bize sokulup propaganda yapardınız. Siz bize hak cihetinden gelir, bâtılı bize süslü gösterirdiniz. Bizi hidâyet yoluna uymaktan alıkoyardınız. Bize din taraflısı görünerek yaklaşır, sahte delillerle aldatırdınız diyecekler. Zamanlar, metodlar ve imkânlar değişse bile, aldatmadaki asıl unsurun nasıl her devirde birbirine benzediği hayret vericidir. Yöneteni ve yönetileniyle, itaat edileni ve edeniyle, yönlendireni ve kandırılanıyla hepsi “o gün azabda müşterek/ortaktırlar.” [11]


[1]                    33/Ahzâb, 67

[2]                    7/A’râf, 38

[3]                    34/Sebe’, 31

[4]                    34/Sebe’, 32

[5]                    34/Sebe’, 33

[6]                    14/İbrahim, 21

[7]                    28/Kasas, 41

[8]                    17/İsrâ, 71

[9]                    37/Saffât, 22-23;

[10]                  37/Saffâft, 28

[11]                   37/Saffât, 33; Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, 92-97