Ahmed KALKAN

07 Aralık 2012

LAİKLİK BU DEĞİLSE NEDİR?

Bu yazı, 15 Kasım 2012 Perşembe akşamı, Hilal TV’de Ulustan Ümmete adı programdaki soru ve cevap üzerine yazılmıştır. O programda sorulan soruyu ve verilen cevabı, özetle hatırlatayım:

Soru:

“Eğer vahyî ölçüleri gözetiyorsak, amel-iman ayrımı olmaması lâzım. Bu boyutuyla baktığımızda bizim siyaset anlayışımızda meselâ türbeleri Allah’a ulaşmak için vesile kabul etmek, türbelere tâzimde bulunmak olumsuzlanır. Bu, olumlu bir şey değildir. Ama, bir de Türkiye’de reel siyaset içinde rol alan insanlar anıtkabirde tâzimde bulunmak zorundadır. Şimdi kendi değer temelli siyasetimiz, türbe karşısında onu tâzime geçirtmezken, reel siyaset anıtkabir karşısında tâzim duruşuna geçirtiyor. Ben bu çelişkiyi ifade ediyorum. Bunu nasıl çözümleyeceğiz?”

Cevap:

“Hepsi elde edilemeyenin, hepsi terk edilmez.”

“Biz siyaseti Akaid’i konuşur gibi konuşuyoruz. Bu, çok yanlış bir şey. Akidede siyah ve beyaz üzerinden konuşulur. Siyasette grinin tonları üzerinden konuşulur. Siyasette gelirler ve giderler, faydalar ve zararlar üzerinden konuşulur.”

“Te’vilin olduğu yerde tekfir olmaz” derler. Siyaset te’vil sanatı aslında.

Allah Rasûlü, Kâbe’ye doğru namaz kılarken Kâbe’nin içinde 360 tane put vardı, bunu unutmuyoruz.

Tırnak içinde: “Allah Rasûlü, reel politiği gözetti.” Kimse buradan bir şey çıkartmasın, tırnak içinde diyorum.”

“Allah Rasûlünün yüzü Kudüs’e dönük namaz kılarken gönlü Kâbe’ye dönük namaz kılıyordu Medine’de.”

“Bazen insanın yüzü ile gönlü farklı yerlere döner. Gönlünüz dönmesin. Yani gönlünüz kıblesini biliyorsa mesele yok.”

(Program yöneticisinin sorusu: Gönül de sağlam bir altın terazisi değil ama.” Cevap: Eyvallah.)

“Vezinû bi’l-kıstâsi’l-müstakîm” “Müstakîm bir kıstas ile ölçün, tartın.”Arpayı metre ile ölçmeye kalktığınızda âdil olamazsınız.

Ölçü âletimiz yanlış. Arpa metre ile ölçülmez. Siyaseti ölçeceğimiz metreyi doğru seçiyorsak, problem değil.”    

Önce ölçülerimizi kısaca belirtelim:

Allah için sevmek, Allah için buğzetmek,

Her insanın hata yapabileceği, hata yapınca mü’minler tarafından uyarılması gerektiği,

Hakka bâtılı karıştırmanın büyük bir vebal olduğu ve buna seyirci kalınamayacağı,

Hiçbir tevilin puthanede putperestliği sakıncasız ve hatta sünnet gibi gösteremeyeceği,

Hataya, suça düşman olunması, hatalıya ise hatadan dönmesi için en az dua ile yardımcı olunması…

Laiklik Bu Değilse, Ya Nedir?

“Vezinû bi’l-kıstâsi’l-müstakîm” “Müstakîm bir kıstas ile ölçün, tartın.”[1]

Eyvallah, buğdayı metre ile ölçmeyelim, ama putperestliğin hükmünü reel politikanın hizmetindeki akılla ve baştan sona yanlış kıyaslarla hiç ölçmeyelim. Müstakîm terazi vahiy terazisidir, özellikle vahyin ölçülerine göre put ve putperestlik olan hususlarda, vahye ters başka terazi kullanılamaz. İlâhî teraziye göre tümüyle olumsuz olan bir şey, onun yerine başka terazi kullanılarak olumlu hükme ulaşılamaz. Hele Anıtkabirde tâzim gibi genel ölçü olarak vahyin ölçüp biçtiği ve hükmünü bildirdiği hususlarda, vahyin ölçüsüne, hükmüne tümüyle ters ölçü, doğru ölçü olabilir mi? Bu şekilde ölçmek midir kıstâs-ı müstakîm, dosdoğru ölçü?   

Anıtkabiri tâzimle ilgili soruya verilen uzunca cevapta, bu uygulamanın tek cümle ile bile olsa çirkinliği, şer’î sakıncası gündeme getirilmeden, hatta tam tersi anlaşılacak şekilde asr-ı saâdetten nice örnekler verilerek bu olayın ruhsatı veriliyor, cevazı anlatılıyor.

Anıtkabirdeki tâzimi savunacak, onu meşrû gösterecek bir çizgi, hepimizi derin derin düşündürmesi gereken bir durumdur. Çünkü bunu yapan, düne kadar tevhidi bayraklaştıran bir Kur’an müfessiri. O argümanları dinleyen bir kimsenin varacağı hüküm, şundan başka olmayacaktır: “Demek ki Anıtkabirde yapılan putperestlikler câizmiş, herhangi bir sakıncası yokmuş; hatta sünnetmiş. Peygamberimiz de benzer davranışlarda bulunmuş.” İktidarı savunma amacıyla “reel politik” denilen omurgasızlığı, sâbitesizliği, kırmızı çizgi tanımamayı savunmak, reel politiği savunmak için de putperestliği onaylamak… Bu isnatların, bu suçlamaların muhatabı olacak şekilde bir uzlaşmacı çizgiye gelmeden bir yerde frene basmalıydı. “Devletin dini olmaz, devletin dini adalettir.” söylemi, bu anlayışa basamakmış demek ki. Savrulmanın yavaş yavaş, adım adım getirdiği noktaya bakar mısınız? Firavunların piramitlerini tapınak edinmeye onay veren çizgiye gelindi.  Bu çizgi hayırlı yerlere götürmez, Allah’ın rızasına ulaştırmaz. Peygamber’in tavrı değil bu tavır. Rasûlullah’ın uygulamaları ile putperestliğe onay verilemez. Kendisinin de doğru olarak ifade ettiği gibi; “Ben putları yıkmak için gönderildim.” diyen Rasûl, putlara tâzimde bulunmamış, bulunmaya hiçbir şekilde onay vermemiştir; aksi görüş O’na bir iftiradır, dine bir iftiradır. Gönlü Allah’tan yana olduğu halde; zâhiriyle, vücuduyla putların karşısında tapınma kabul edilecek hiçbir ritüeli yapmamıştır. Tam tersine, o, çokça putun bulunduğu Mescid-i Haram’da sadece Allah’a ibadet etmiş, namaz kılmıştı. Eğer soru, “Anıtkabir’de namaz kılınır mı?” olsa idi, verilen cevap kısmen doğru olabilirdi. Soru, namaz değil; Anıtkabir’i tâzim. Böyle bir soruya verilen cevaba bakıyorsunuz. Muvahhid bir âlimin tavrı böyle olamaz. Dini eğip bükmeden anlatması, siyasi yapılara hakkı tavsiye edip onları şirk ve küfre karşı uyarması gereken âlimlerin, siyasi iktidarın hatırını tevhidî hakikatlerin önüne geçirmesi gerçekten “bu gidişiniz nereye?”[2] sorusuna âcil cevap aranmasını gerektiriyor. “Putperestlik” gibi İslâm’ın en büyük günah ve affedilmeyecek suç gördüğü bir problemi meşrulaştırmaya kadar götürmeye hiç kimsenin hakkı yoktur.  

“Eğer vahyî ölçüleri gözetiyorsak, amel-iman ayrımı olmaması lâzım. (…) Reel siyaset anıtkabir karşısında tâzim duruşuna geçirtiyor. Ben bu çelişkiyi ifade ediyorum. Bunu nasıl çözümleyeceğiz?” sorusuna “Hepsi elde edilemeyenin, hepsi terk edilmez.” şeklindeki meşhur ifadeyle cevap verilmeye başlanması, gerçekten talihsizliktir. “Neyin hepsi elde edilemiyorsa?” Soru anıtkabir tâzimi olduğuna göre, hüsn-i zannınızı zorlayın zorlayabildiğiniz kadar ve uygun bir cevap bulun.

Verilen cevabın ikinci delili, “Biz siyaseti Akaid’i konuşur gibi konuşuyoruz. Bu, çok yanlış bir şey. Akidede siyah ve beyaz üzerinden konuşulur. Siyasette grinin tonları üzerinden konuşulur.” Peki, diyelim ki bu sözü doğru kabul ettik, hiç olmazsa bunu söyleyen şahsın buna uymasını beklememiz gerekmez mi? Bakın siyasi bir konuda, siyasi bir soruya verdiği cevap, akaidi de içerecek şekilde dinle, namazla, Rasulullah’la, kıble ile ilgili. Siyasetle ilgili cevap verilir, konuşulurken; hemen hepsinin Akaid’le büyük bağı olan, Akaidsiz düşünülemeyecek olan bu kavramlar konuşmanın içinde geçtiğinde, siyaset Akaid gibi konuşulmuş olmuyor mu? Hani siyasetin renkleri Akaidin renklerine benzemiyordu, terazisi de ayrı idi. Öyle ise, niye Akaidin renkleri ve terazisi ile cevap verilip örnekler hep o alandan veriliyor? Bu, kişinin daha bir cümle önce söylediği ile çelişmesi değil mi? Konuşulan konu, sorulan soru, tümüyle siyasetle ilgili. Soruyu soranın ifadelerinden yola çıkalım: “Bizim siyaset anlayışımızda”, “Türkiye’de reel siyaset içinde” “siyaset içinde rol alan insanlar”, “anıtkabirde tâzimde bulunmak”, “değer temelli siyasetimiz”, “reel siyaset” terimlerinin geçtiği tümüyle siyasi bir konu ve siyasi bir soru. Cevap da Rasulullah’ın namazı, kıblesi gibi siyah-beyaz renkleri içeren, Rasulullah’ın sünnetinin ölçü olarak kullanıldığı, (yanlış çıkarımlarda bulunulsa da) dinin konuşturulduğu bir terazi kullanılmış. Demek ki söylediği şey, kendisi tarafından bile uygulanamayacak bir husus. Zaten putperestlikle ilgili bir olayı, Akaidi konuşur gibi konuşmayacak, Akaidle bağını kurmadan konuşacaksa insan, o zaman laiklerden ne farkı kalır? Dini devlete karıştırmayan klasik laiklerle reel siyaset terazisi kullanan, Akaidi siyasete karıştırmayan anlayış, birbirine benziyor ve anıtkabirdeki tazimi onaylama gibi nice temel konularda da aynı sonuca varıyor.  

“Allah Rasûlünün yüzü Kudüs’e dönük namaz kılarken gönlü Kâbe’ye dönük namaz kılıyordu Medine’de.” Anıtkabir tâzimi konusunda bunların söylendiğini dikkate alarak, burada (tek cümlede) şu benzetmeler yapılmış oluyor:

  • Politikacıların yönelişi, Rasulullah’ın yüzünü döndürmesine,
  • Anıtkabir cephesi, İslâm’ın eski kıblesine,
  • Politikacıların anıtkabirde yatana yönelişi, Rasulullah’ın Kudüs’e dönmesine,
  • Putlaştırılan kimseye yapılan âyin, Rasulullah’ın namazına,
  • Bugünkü Ankara, Rasulullah zamanındaki Medine’ye benzetilmiş oluyor.

Atatürkçü Düşünce Derneği, hâlâ put, putperest gibi kavramlarla Anıtkabirdeki tazime şirk, küfür demeye devam eden radikalleri değiştirip dönüştürmeye çalışan politikacıların Anıtkabire yönelik kıblelerini onaylayan ve bunu asr-ı saadetteki güzel uygulamalara benzeten yaklaşıma üzerinde anıtkabiri gösteren pusula şeklinde yapılmış “Atatürk Ödülü” vermesi gerekir.

Ancak, pes denir bu benzetmelere; Akaidi siyasete karıştırmayı büyük yanlış gören bir anlayışa karşı. Nasıl olsa, siyaseti konuşuyor, biz de kalkıp hangi hakla Akaidle ilgili bir hüküm verelim? Gel de “akaid açısında bu sözün hükmü şudur” demeye kalk; büyük yanlış yapmış olursun. Dini siyasete karıştırma suçunu işlediğimiz, dinle devleti ayırmadığımız, bugünkü tabirle reel politik ile, siyaset ile Akaidi benzer şekilde konuştuğumuz için, mümkün hoca çarpmaz, ama Atatürk çarpar. Üstü örtülü de değil, açık bir laikliktir bu. “Din ayrı, devlet ayrı” demek olan laiklik, “Siyaset ayrı, Akaid ayrı” biçiminde yeniden tedavüle sunuluyor. Akaidden kopuk bir siyaset, siyasetten kopuk bir akaid oluşturulmak, değişik ifade ile akaidsiz, inançsız bir siyaset isteniyor. Yine, siyasetsiz, yönetimsiz bir akaid ve inanç oluşturulmaya uğraşılıyor. Devlet talebi olmayan bir dinin, ılımlı İslam anlayışının hatırı için ve reel politik terazinin ölçeği olarak, yerseniz! Laikler, anıtkabir tâzimini Allah’tan ve Akaidden bağımsız gerçekleştiriyorlardı, hatta o inanca alternatif olarak. Siyasetle Akaid arasını ayıranlar, anıtkabir tâzimini sünnetten delillerle(!) sakıncası olmadığını, hatta sünnette benzeri uygulamalar olduğunu ileri sürerek sünnet olarak kabul edilebileceğini gündemleştiriyorlar. Artık Müslümanlar da Rasulullah’ın benzeri uygulamalarını dikkate alarak Anıtkabir tâzimine katılabilir, hatta sevap umabilir. Ama bu konu siyaseti, reel siyaseti ilgilendirdiği için Akaid’le ilgili kavramlarla değerlendirmek gibi bir yanlışa zinhar gidilmemelidir. Sözün burasında gel de şu âyeti hatırla(t)ma: “Dikkat et, hâlis din Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar (putlar) edinenler, ‘Onlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar’ diye tapıyoruz’ derler…”[3] Bu konuşmadan sonra, gönül kıblesini doğru bilerek, bedenleriyle farklı kıblelere yönelebilirler, aynen gönlünde farklı kıble olan ama farklı yönü kıble olarak kullanan(!) Rasul gibi. Gönül Allah’a yönelip O’na tapsın; bedense tam zıddına putlara yönelip onlara tapsın. Sadece gri değilmiş anlaşılan, laikliğin yeşili de oluyormuş demek ki; laikliğin, siyasetin ve putperestliğin…

Allah’ın affetmeyeceği tek büyük suç olan puta tapma, namaza nasıl benzetilebilir? Allah’ın önceki ümmetlerden miras kalan Muhammed’e (s.a.s.) emrettiği meşrû bir kıble olan Mescid-i Aksâ ile Anıtkabir arasında nasıl bir yakınlık kurulabilir? Allah’ın iki kutsalı arasında Rasul’ün yaptığı bir tercih, Allah’ın en büyük yasağı olan bir davranışa, Kemalist düzenin kutsalını tercihe ve tanrısına tapınmaya nasıl dayanak teşkil edebilir? Aman Allah’ım, bu ne biçim ölçüp biçmedir?

Kur’an müfessiri bir zata politikacı kardeşlerine hiç olmazsa ağabeylik yapıp Akaidin kırmızı çizgilerini, siyah ve beyaz renklerini hatırlatıp dinin şirk ve putperestlik dediği uygulamalara karşı uyaracağı yerde; tevil mekânı olan siyasette Akaid diliyle konuşmayıp “reel politik” terazi ile tartarak onların yaptıklarının sünnette yeri olan Peygamber davranışı gibi bir davranış içinde olduklarını söylemek hiç yakışmıyor. Siyasetle ilgili putperestliğe “putperestlik” dememek için önce bir hazırlık gerekiyor: “Siyaseti Akaid gibi konuşmak çok yanlış.” Bu yanlışı vurguladıktan sonra Anıtkabirdeki tâzim için Akaidle ilgili bir değerlendirme yapılamayacaktır. Akaid, anıtkabirin kapısından giremeyecektir. Nasılsa Mahmut Kaçar eline Kur’an alarak Anıtkabir’e girip âyin yapanlara: “Putlara tapmayın, Allah’a tapın. Allah’tan başka ilah yoktur” diye İbrahim’i (a.s.) örnek alarak haykırdıysa, ne bilsin gariban siyasetle Akaidin karıştırılmayacağını. Demirel de zaten reel siyaseti Akaid diliyle konuşan, böyle büyük bir yanlışlık(!) yapan Kaçar’ı “meczup” diye damgalandırıp bu yanlışı ancak meczupların yapacağını ilan ediyordu. Atalarının dinine uyarak, Rasul’e ve Rasullere kendi dönemlerinin reel politik hesaplarıyla yaptıkları bu ithamı tekrarlamış oluyordu.

Tırnak içinde: “Allah Rasûlü, reel politiği gözetti.” Kimse buradan bir şey çıkartmasın, tırnak içinde diyorum.” Tırnak içinde söylenen sözden melekler de bir şey çıkartmazlarsa gerçekten ustaca bir siyaset. Sadece konuşan anlam çıkaracak, dinleyen cümlenin ne anlama geldiğini bilerek anlayacak; ama eleştirenler buradan bir şey çıkaramayacak, eleştiremeyecek. Eee, tırnak içinde diyor ya… Ama bir şey çıkarmayalım da, ne diyor: Allah Rasûlü, reel politiği gözetmiş… Demek ki o zaman da Ak Parti benzeri bir siyasi yapılanma varmış, Rasul müfessirimiz gibi reel politiği gözeterek anıtkabirde tâzim benzeri putperestliği onaylayan fetvalar vermiş, vermiş de hoca’dan başka kimsenin haberi olmamış. Reel politiğe uymayan bizim gibiler sünnete de uymayan günahkârlar. Anıtkabire de gitmiyorlar ki, günahlarını affettirecek vesilelere yapışsınlar. Tırnak içine daha fazla girip de, tırnağın içindeki pislikleri daha fazla deşmeyelim, hoca müsaade etmiyor zaten.   

Siyasi konuları içeren kitaplar şöyle yazar: “Bir politikacı bir seçim sonrasını, bir devlet adamı yüzyıl sonrasını düşünür.” Ben de ilâve edeyim: Bir Müslüman ise ölüm sonrasını, âhireti…

“Te’vilin olduğu yerde tekfir olmaz” derler. Siyaset te’vil sanatı aslında.” Bu iki cümleden çıkan mânâ olarak; “siyasette tekfir olmaz.” Siyasetle ilgili bir şahıs tekfir edilemeyeceği ve siyasî bir tavır küfür kategorisine sokulamayacağı için, “siyasette her yol meşrûdur” anlamı çıkaranların vebalini kim taşıyacak?

 “Bazen insanın yüzü ile gönlü farklı yerlere döner. Gönlünüz dönmesin. Yani gönlünüz kıblesini biliyorsa mesele yok.” Tv.de bunları söyleyen zat, daha önce şunları söylüyordu:

“Bugün bunların izdüşümü ‘sen kalbe bak, kalbim temiz’ diyen cahillerdir. İmanın gayesi vicdanda ya da fikirde hapsolmak değil, hayatı değiştirmek ve güzelleştirmektir. Çünkü insan ‘hilâfet’ görevini ancak bu sayede yerine getirebilir.”[4]                  

“Organların ameli, kalbin amelinden bağımsız değildir.” [5]

“Kur’an, amelin imandan bağımsız olmadığının delilleriyle doludur.” [6]

“Amel imandandır.” [7]

“Sonuç: İman hem marifettir, hem tasdiktir, hem ikrardır ve hem de ameldir.” [8]

“Gönlünüz kıblesini biliyorsa mesele yok.” Bu cümle, siyasetle ilgili ve Akaid diliyle söylenmiş, söyleyeni az önceki yasaklayana şikâyet ediyorum. Demek ki, gönlün yani imanın kıblesi esas. Gönül, yönelinecek kıbleyi bilip bulacak; beden de o kıbleye yönelecek. Kıble, bulunmakla yetinilecek bir şey değil. Kıbleyi bulmak bedenle ibâdet içindir. İbâdet yapılmayacaksa kıbleyi bulmanın ne önemi olabilir? “Gönül doğru kıbleyi bilsin, beden o kıbleye yönelmese de olur, beden başka kıblelere yönelebilir, putlara tapabilir” denilebilir mi hiç?  

“Biz siyaseti Akaid’i konuşur gibi konuşuyoruz. Bu, çok yanlış bir şey. Akidede siyah ve beyaz üzerinden konuşulur. Siyasette grinin tonları üzerinden konuşulur. Siyasette gelirler ve giderler, faydalar ve zararlar üzerinden konuşulur.” buyruluyor. Bu ifadeler, “konuşma” kavramı üzerinden gündeme gelse ve söyleyenin kasdı bilinmese bile, Anıtkabirdeki tâzime katılanların iman ve amel konusunda çelişkiye düşmeleri ile ilgili soruya cevap sadedinde olması, bu sözden muhatapların ne çıkaracakları dikkate alınmayınca ne feci neticelere sebep olunacağı tahmin edilmek zorundadır. Akide, hayatın her alanına hükmeder. Gönül, bedenin yöneticisidir. Selim bir kalbin, salih amel üretmesi şarttır. Sâlih amel işlemeyen bir kimsede Allah’ın istediği gibi bir gönül bulmak mümkün değildir. “Vücutta bir et parçası vardır; o düzgün olursa bedenin tamamı düzgün olur, bozuk olursa bedenin tamamı bozuk olur. Dikkat edin, o, kalptir.”[9] İmanın kalple, kalbin de organların amelleriyle ilişkisi, bir hadis rivayetinde şöyle ifade edilir: “Kulun imanı istikamet bulmaz, ta ki kalbi doğrulmadıkça; Kalbi istikamet bulmaz, ta ki dili doğrulmadıkça.”[10]

Allah ilişki kuruyor siyasetle ibâdet arasında. Ve sadece Allah’a ibâdet etmek; tevhidin en temel yansıması; Anıtkabirde tâzim ise putperestliğin en ilkel tezâhürüdür. Rabbimiz siyasetle ibâdet arasındaki irtibatı şöyle kuruyor: “Onlar ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah’a varır.”[11] Yani, iktidarın gerekçesinin; namaz, zekât gibi ibâdetleri hakkıyla îfâ etmek, insanları sadece Allah’a kulluk yapmaya yöneltmek ve emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker gibi faâliyetlerle sosyal hayatı İslâmlaştırmak olduğu belirtiliyor. Bu durum da, yönetme hakkının sadece Allah’a ait olduğu, insanın ancak O’nun hükümleriyle hükmetmesi gerektiğini ortaya koyar: “...Onların (göklerde ve yerde olanların) O’ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükmüne/hükümranlığına kimseyi ortak etmez.”  [12] Firavun’un “ben sizin en yüce rabbinizim”[13]dediğini haber verir Kur’an. Siyasetçilerin rablik iddiasının, bazen dille bazen de halle olacağı mâlumdur. Halleriyle nasıl rablik iddia ettikleri ve edecekleri de Kur’an ve Sünnette açıklanmıştır: Tevbe sûresi 31. âyetin izahı olarak Rasûlullah (s.a.s.), Allah’ın helâl kıldığını yasaklayıp haram kıldığını da serbest kılmayı rablik taslamak; onların bu hükümlerini kabul etmeyi de onları rab kabul etmek olarak açıklar. [14]

Mü’minler, kendi aralarındaki anlaşmazlıkları Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne başvurarak çözüme ulaştırmak yükümlülüğünde oldukları gibi; onların hükmüne de tam bir teslimiyetle boyun eğmek zorundadırlar.[15] Allah’ın hükmünü kabul etmemek, O’nun hükmü ile hükmetmemek ise, insanı iman dairesinin dışına çıkarır; kâfir, zâlim ve fâsık yapar. [16]

“Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliyye hükmünü (idaresini) mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?”[17]

“Hüküm yalnız Allah’ındır. O, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”[18]

Kur’an’da siyasetle ilgili, bu âyetlerden başka nice âyet vardır ki, Kur’an bunları Akaid diliyle anlatır: Rab kabul etme, teşrî hakkını verme, velî kabul etme, tâğutu reddetme, itaat-isyan, ulu’l-emr[19], tâğut[20], “yu’minûne bi’l-cibti ve’t-tâğut/cibt’e ve tâğuta iman edenler”[21], “abede’t-tâğut/tâğuta kulluk yapanlar”[22], “Vellezine’ctenebu’t-tâğute en ya’budûhâ/tâğuta kulluk yapmaktan kaçınanlar” [23], “Femen yekfur bittâğuti/Kim tâğuta küfreder, onu inkâr ederse”[24] bu kavramlar ve benzeri onlarca ifade, siyasi değil midir ve akaid dili ile hüküm verilmemiş midir?

Bizim Siyasetimiz İbâdet, İbâdetimiz de Siyasettir

Kur’an’da iki çeşit yönetici vardır. Biri, hoşlanmadığımız durumlarda bile itaat etmek zorunda olduğumuz, Allah’ın indirdiğiyle hükmeden bizden olan yönetici, yani ‘ülü’l-emr’. [25] İkincisi, hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz, onun iyi taraflarını bile kabul edemeyeceğimiz kötülük odağı, şeytanın siyasal versiyonu ‘tâğut’. İşte bu ikinci yöneticiyi aynı zamanda inkâr etmemiz, iyiliklerini örtmemiz iman için şart koşuluyor. [26] Güne kâfirlere ültimatomla başlamamız Peygamberimizin sünneti: Her sabah ilk işimiz namaz kılmak. İlk olarak kıldığımız sabah namazının sünnetinin ilk rekâtında Fâtiha’dan sonra ‘Kâfirûn’ sûresi okumak sünnettir. Bu sûrede ‘De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza’ Sizin dininiz size, benim dinim bana!’ [27] diyerekkâfirlere ve tâğutlara tavrımızı, Allah’ı şâhit tutarak namazımızda ilân ediyoruz. Günümüzü de benzer bilinçle kapatıyoruz: Gece, en son kıldığımız namaz yatsıdan sonra vitir namazı. Onun da en son rekâtında okuduğumuz kunut duası. Bu duada ‘ve nahlau ve netrukü men yefcuruk’ diye Allah’a söz veriyoruz. Yani diyoruz ki: ‘(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, liderlikten) hal’ edip alaşağı ederiz, onu kendi haline terk ederiz.’ Nahlau (hal’ ederiz) derken kullandığımız hal’ kelimesi, ‘ehl-i hal’ ve’l-akd’ denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. ‘Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye’ hal’ etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dair bir ahid ve söz verme, bir siyasi bilinçtir.

İki Hoca:Dünkü Hoca, Bugünkü Hoca. Bugün reel politik takılır ve iktidara şirin gözükmeye özen gösterirken, dün Akaidle siyaset arasında kendisi de ciddi bağlar kuruyor, siyaseti Akaid diliyle konuşuyordu. Dün “İmamlar”dan yana idi, bugün “Sultanlar”dan yana. Dün “Yahûdileşme Temâyülü”nü eleştiriyordu; bugün reelpolitik gereği ve siyasetin tevli sanatı olup Akaidle karıştırılmaması gerektiğinden bahsederek, artık bu temâyülü reelpolitik olarak görüyor. Dünkü konuşup yazdıklarından bir-iki örnek vereyim:

“Küfre Hayran Olmak Akide Sorunudur”

“İman şereftir. Bugün müslümanın en önemli sorunlarından biri, kimlik bunalımıdır. Bunun farklı tezahürleri olan kişilik erozyonu, şahsiyetsizlik, zillet ve meskenettir. Müslümanın kimlik bunalımı imanını iktidar edemeyişinden, müslüman oluşuyla iftihar edemeyişinden, daha doğrusu iftihar edebilecek bir imana sahip olamayışındandır. Bu durum, kâfirleri sevmeyi ve onlara gıpta etmeyi getirecektir. Tabii olay, sadece kâfiri sevmek sınırında kalmayacak; onun küfrüne lâkayıtlıkla başlayan süreç küfre rıza ve küfre gıpta etmenin ardından, küfre sevgi ve hayranlığa kadar varacaktır. Küfre rızâ küfürdür, bu kesin! Ya küfre hayran olmak nedir? Evet, bu bir akîde sorunudur ve çözümü de imanla ilgilidir. [28]

“İnsanları etrafına toplamak için dinin emir ve yasaklarından Allah adına taviz veren bu şarlatanlar geçmişte olduğu gibi bu gün de Şeriat düşmanı yönetimler tarafından taşvikkâr bir müsamahayla karşılanmakta, toplumun dinî duygularını dışarıdan yıkamayanlar, içeriden tahrip etmektedirler.” [29]

“Nifakınuluslararası ilişkilerdeki adı “diplomasi”, bireylerarası ilişkilerdeki adı “kibarlık/nezaket”, siyasal alandaki adı da “politika” olmuştur.” “Özgürlük imanın gıdasıdır. İman girdiği bir kalpte tutsak ise, onun orada yaşama şansı azalır. İmanın özgür olduğunun göstergesi de, eyleme yansıması, kendini “amel” diliyle ifade edebilmesidir.” [30]

“Tevhid İslâm akidesinin mihveridir. Muvahhid bir mü’minin görevi; tevhidi, bir dünya görüşü, bir hayat felsefesi, bir yaşam biçimi, bir bakış açısı, özetle bir varoluş amacı olarak algılayıp, bunu hayatın tüm alanlarına hâkim kılmaktır. Bireysel, toplumsal, sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik, eğitim ve öğretime ilişkin tüm alanlarda tevhidin gerçekleşmesinin ilk şartı “sahih bir akide”dir.“Allah’ım! İktidarsız imandan, imansız iktidardan sana sığınırız.” [31]

“İmanlarımıza vurulmaya çalışılan… siyasal zincirleri kıracak bir basiret ve feraset lutfet.” [32]

“İmanın vicdanlara hapsedildiği bir çağda, bundan zarar gören yalnızca mü'minler olmayacaktır. Bilakis bütün insanlık zarar görecektir. Çünkü imanın hâkim olduğu toplumda ahlak, adalet, fazilet, muhabbet, muâvenet, sadakat ve iffet baştacı edilen değerler olarak yerini alacak; imanın hakim olmadığı toplumda ise rezalet, nefret, sefalet, sefahat, atalet, ihanet, bencillik ve her türlü dalavere ortalığı kaplayacaktır. [33]

Rasulullah’a İftira

Peygamberler ve Peygamberimiz… Gönderiliş gayeleri insanları putperest âyinlerine yönlendirme değildir. Ya nedir? Tam tersi: “Allah’a kulluk edin ve tâğuttan (ona kulluktan) sakının’ diye (emretmeleri için) her ümmete/topluma, bir peygamber gönderdik.” [34]

Güya Rasulullah da benzer davrandığı için Anıtkabirde tâzim yapabilirmiş particiler rahat rahat. Ve anlatıyor da anlatıyor hiç alâkası olmayan olayları Rasulle ilgili. Meselâ, Kâbe’ye ait bazı alanın Kâbe binasının dışında bırakılması ile Anıtkabir konusunun ne alâkası vardır? Ama kendisi nasılsa bir alâka kuruyor ve “Rasulullah da Anıtkabirde tâzime benzer uygulamalar yapmıştı” şeklinde çıkarım yapılacak sözlerle peygamberimizi bühtan altına koyuyor. Bu da Dördüncü Muhammed demek ki. Anıtkabirdeki tapınmaya benzer tavırlar içindeki Muhammed; Dört Muhammed’in dördüncüsü. Kitabın yeni baskıları artık Üç Muhammed’den değil, Dört Muhammed’den bahsedebilir. Hayır, öyle değil!

Bakın nasıl bir rasulün ümmetiyiz? Rasulullah, günümüzdeki ile mukayese edilemeyecek derecede büyük baskıların olduğu Mekke döneminin son zamanlarında illegal bir eylem yaparak Kâbe’de asılı birçok putu yerle bir etmiştir. Anıtkabirle ilgisiz şeyleri anlatmak yerine, bu olayı anlatsa ve ona göre hüküm çıkartsa ne doğru iş yapmış olurdu. Anlatılanları bilmediğini sanmıyorum. Ama ah şu reel politik terazisi…

Rasûlullah (s.a.s.), put kıran bir peygamber babanın, put kıran bir peygamber torunudur. Tek başına bir ümmet olan İbrâhim (a.s.), put kıran bir peygamber idi. O zâtın torunlarından biri olan Rasûlullah da, put kıran bir Peygamberdir. Rasûlullah, hem kalplerdeki, hem beyinlerdeki putları ve putlaşmış fikirleri, akîdeleri kırıp parçalamış, hem de müşrik putperestlerin kendi elleriyle yapıp meydanlara diktikten sonra tapınılan put heykelleri paramparça edip kırmıştır. Rasûlullah, hem putçu ideolojileri ortadan kaldırmış, hem de tapınılan ve putlaştırılan şeyleri yok etmişti.

Gerek içteki, gerekse dıştaki putları kırmak ile vazifeli olan Rasûlullah’ın, müşrik tâğutların egemen olduğu tevhidin merkezi Mekke’deki bir uygulaması şöyledir: (Bu uygulama, Rasûlullah’ın hicret edeceğine yakın bir sırada gündeme gelmiştir.) Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) anlatıyor: “Ben ve Peygamber (s.a.s.) (karanlık bir gecede, geceyarısı) yürüdük, nihâyet Kâbe’ye vardık. Bana: “otur!” dedi. Oturdum, omzuma çıktı, yukarıya kaldırmak istedim. Benim güçsüzlüğümü görünce, indi ve: “Sen, benim omuzuma çık!” dedi. Omzuna çıktım, beni kaldırdı, bana öyle bir hal geldi ki, istersem göğe kadar yükselebileceğimi sandım. Nihâyet Beyt’in üstüne çıktım. Bakır ve altından yapılmış birçok heykellerle karşılaştım. Beyt’in sağından, solundan, önünden ve arkasından onları toplayıp bir araya getirdim. Hepsini topladığımda bana, şöyle buyurdu: “Şimdi onları bir bir aşağıya fırlatıp at!” Fırlatıp attım, cam bardaklar gibi kırılıp parça parça oldular. Sonra indim. İnsanlardan birinin bizi görmesinden korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.” [35]

Müşrik tâğutların egemenliğindeki Mekke’de örnek bir put kırma olayını gerçekleştiren önderimiz Rasûlullah, birkaç yıl sonra fethedilen Mekke’de, gerek Kâbe’nin içinde ve üstünde, gerekse Kâbe’nin etrafında, yani Harem-i Şerif’teki bütün putları kıracaktı.

Soru soran zâtın, bu programın yöneticisi kimliğiyle, Kur’an bilincine tümüyle ters cevapları, hayranlığını gösterecek tarzda gülerek ve tasdikleyerek dinlediği ve kibarca da olsa hiç itiraz etmediği için benzer vebale ortak olduğunu sanıyorum. Çağın en büyük tâğutuna tapınanları kınamak yerine, onları teşvik edecek tarzda tevhid dininden kılıf bulmaya kalkan anlayışa gelinceye kadar ve en azından böyle bir fâcia karşısında uyarmayan; bir müridin, Kur’an’a ters tavırlarında bile hikmet arayıp şeyhine tâbi olmayı sürdürmesi gibi, bu savrulmaları sessizce geçiştiren çevresindeki şahısların da veballeri olduğunu düşünüyorum. Allah için sevgi besleyen, sevdiğinin kendisini de sevenlerini de helâke götürmesine seyirci kalamaz. Çevresinden kimse eleştirmeyince, bunlar ne yaparlarsa doğru yaptıklarını, ne söylerlerse en doğruyu söylediklerini vehmediyorlar. Anayasa referandumuna evet çağrısı yaptıklarından beri çizgi giderek düzene doğru kayıyor. Bunları düzeltmeye çalışmayan çevrelerindeki muvahhid kimseleri Kur’an’ın kendilerine yüklediği göreve davet ediyorum.

O televizyon, babanızın malı değil, ümmetin malı, Allah’ın emaneti. Orada kuruluş ilkelerinize de ters programlar yapamazsınız. Biz, muvahhid mü’minlerden toplanan paralarla kurulan bir televizyon kanalında “Ulustan Ümmete” soru soran ve cevap veren beyleri, 15 Kasım 2012 tarihindeki sözleriyle hatırlamak istemiyoruz. Bu görüşlerinden vazgeçmelerini bekliyoruz; âhirette bu sözleriyle yargılanmalarını değil; tevbe etmiş, kendilerini ıslah etmiş ve tekrar tevhidî hakikatleri topluma tebliğ etmiş bir şekilde yaşamalarını istiyor ve bu istikamette Rabbimize dua ediyoruz.

Mahmut Kaçar’a ve İbrâhim’in (a.s.) izinden giden tüm put düşmanlarına selâm olsun!

Hz. İbrâhim’in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz:  “Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz aklınızı kullanmaz mısınız?” [36]

DİPNOTLAR:

[1]17/İsrâ, 35; 26/Şuarâ, 182

[2]81/Tekvîr, 26

[3]39/Zümer, 3

[4]M. İslâmoğlu, İman Risalesi, Denge Yay., Ocak 1993, İst., s. 329

[5]M. İslâmoğlu, a.g.e., s. 311

[6]a.g.e., s. 311

[7]a.g.e., s. 315

[8]a.g.e., s. 332, yine bk. S. 341

[9]Buhâri, İman 39, Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107; Ebû Dâvud, Büyû’ 3; Tirmizî, Büyû’ 1; Nesâi, Büyû’ 2; C. Sağir, hadis no: 3856

[10]Ahmed bin Hanbel, Müsned c. 3, s. 198

[11]22/Hacc, 41

[12]18/Kehf, 26

[13]79/Nâziât, 24

[14]Tirmizi, Tefsir (9. Sûre), 10

[15]4/Nisâ, 59, 65

[16]5/Mâide, 44, 45, 47

[17]5/Mâide, 50

[18]12/Yûsuf, 40

[19]4/Nisâ, 59

[20]2/Bakara, 256, 257

[21]4/Nisâ, 51

[22]5/Mâide, 60

[23]39/Zümer, 17

[24]2/Bakara, 256

[25]4/Nisâ, 59

[26]2/Bakara, 256

[27]109/Kâfirûn, 1, 2, 6

[28]M. İslâmoğlu, İman Risalesi, Denge Yay., Ocak 1993, İst., s. 301-302

[29]A.g.e., s. 347

[30]A.g.e., s. 350

[31]A.g.e., s. 351-352

[32]A.g.e., s. 353

[33]A.g.e., s. 348

[34]16/Nahl, 36

[35]Ahmed bin Hanbel, 1/84; Rûdânî, Cem’u’l-Fevâid: Büyük Hadis Külliyatı, c. 3, s. 259, hadis no: 6396-6398; İslâm Tarihi, Mekke Devri, M. Âsım Köksal, c. 6, s. 149

[36]21/Enbiyâ, 67 

(NOT: Bu yazı İktibas Dergisi'nin Aralık sayısında yayınlanmıştır.)