Ahmed KALKAN

05 Eylül 2012

MEKKE VE MEDİNE: TUZUN KOKTUĞU MEKANLAR - 4

Sömürü  Düzeni Liberalizm ve Kapitalizm, Hayat Sistemi Olmuş 

     “Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar…” (9/Tevbe, 28)

      Kur’an böyle der, ama vâkıa tam tersidir. Müşrikler her şeyiyle oraya girmiş; Kaka kolası, Pepsi’si, hatta alkolsüz (olduğu iddia edilen) birası ile müşriklerin hayat tarzı, kapitalist düzeni ve fırsat düşkünlüğü ile, 1’e alınıp 10’ satılmaya çalışılması ile, bunlardan daha fecisi, bütün bunları din adına, şeriat adına onaylamakla bu güzelim şehirler Batı’nın ve şirkin istilâsına uğramış. Hilton, İntercontinental, Four Seasons Hotel, Sheraton, Mc Donald, Pepsi, Ariel, Nike, Nokia, Efes Pilsen, Tuborg. Üzerinde, alkolsüz olduğu yazılan bira… ne ararsan mevcut, emperyalist dünyanın vampir dişli, ahtapot kollu canavarları içinde. Kâfirin, müşriğin girmesi yasak olan Mekke ve Medine’ye gâvur, yaşam tarzı ile, dünyaya bakış biçimiyle ve insafsız kapitalizmiyle, yani her şeyiyle girmiş. Mekke’ye 25 km. kadar mesafede (Mekke’nin Harem hudutları dışında) şarlatan oteli diyesim geliyor; Sharlton Oteli var; lüks mü lüks. 1983’de Dünya Kur’an Okuma Yarışması vardı. Oraya gitmiştim. Otelin lobisini gezerken ne göreyim. İçki çeşitlerinin hepsi var. Şampanya, viski, kanyak… Dikkat edince şişelerin üstünde bir yazı: “Non alcool, Bi-dûni alkol” yani, “alkolsüz”. Alkolsüz viski, alkolsüz şampanya olur mu? Kimyagerlere göre olmaz; ama yazarsan olur. Hani, “abdestsiz namaz olur mu?” diye biri, hocaya sormuş. Hoca, tabii “olmaz” diye cevap vermiş. Soran adam: “ben kıldım, oldu” demiş, aynen onun gibi. Mekke’de okuyan üniversite talebeleri anlatmıştı: Bir zamanlar Fransa’dan kesilip temizlenmiş tavuk ithal ediyor Suudi Arabistan. Bazı âlimler ve yazarlar, “Fransız gâvurunun kestiği tavuklar helâl olur mu, onlar ehl-i kitap mı, yoksa ateist mi?” diye tartışıyorlar. Sonra Suud hükümeti, ithalât yaptığı Fransız firmasına direktif veriyor: “Bundan sonra et ürünlerinin üzerine “İslâmî usullere göre kesilmiştir” yazısı yazmazsanız alımı durduracağız” diyor. Sonra ne oluyor dersiniz? Fransa’dan ithal edilen balık konservelerinin üzerinde de aynı yazı: “İslâmî usullere gore kesilmiştir.”  

     Mekke’de İnter Continental Hotelinin adına bir ilâve yapmışlar: Dar al-Tevhid (Dâru’t-Tevhid/Tevhid Yurdu). Medine’deki İnter Continental Hotelinin adına da Dar al-İman (İman Yurdu). Papaz veya hahama “imam” ismi vermek gibi bir şey yani. Cismini değiştirmek yerine ismini değiştirmek. Değiştirmek de değil, uluslararası sömürünün meşhur bir şirketinin ismini ve gayr-ı İslâmî yapısını din’den güzel bir kavramla halka onaylatmak… Meşhur saat kulesinin, üzerine inşa edildiği otellerin giriş kapısı üzerinde bir yazı… “Bu binanın geliri Suud veliaht prensi tarafından Mescid-i Haram’a bağışlanmıştır.” Bu yazı, Kâbe’nin üzerine heyûlâ gibi abanmış, Mescid-i Haram’ı işgal eden bu çirkin yapıyı yıkılmaktan korumak için yazılmış. Bir yandan: “Bu binalar, yarın Suud kralı olacak şahsın, ona göre” diye siyasi koruma ve korkutmayı, öte yandan da: “Bak, bu binaların gelirleri Mescid-i Haram’a aktarılıyormuş” diye din adına koruma ve korkutmayı içeriyor. Bir Suudlu’nun ifadesi: Suud prensinin gelir ve giderlerini, bu binanın parasının nereye harcandığını araştıracak, bu konuda soru soracak bir Suud’lunun çıkması mümkün mü? Rüyasında bile böyle bir soru soramaz, krallık aleyhine rüya bile göremez burada insanlar. Yoksa…” “Yoksa” kelimesi, “yok say”, “o adam yok sayılacak, yok edilecektir o andan itibaren” anlamına geliyor. 

     Mescidlerin kapılarına kendi adlarını veren, Kâbe örtüsüne isimlerini nakşeden, Harameyn’de üzerlerine secde edilen halılarına kendi amblemlerini yerleştiren Suud hanedanı bunlarla da yetinmiyor, bu iki mescidi, diledikleri gibi yönetmeyi, yasak koyma ve emretme yetkilerini mescidde de kendilerinde gördüklerini ilan ediyorlar. Eğer Allah rızası için yaptılarsa, gerçekten Allah’ı râzı  etmek istiyorlarsa, yıksınlar bu Mescid-i Haram’ın üzerine abanıp Allah’ın beytini yok saydıracak kadar küçücük gösteren bu çirkin binaları. Allah rızası için, yıkın Kâbe’yi görüntüsüyle ezen, işgal eden, oraların mânevî atmosferini bozan sömürü markalarıyla bezenmiş, müstekbirce duran kibir otellerini! Aynen, Hz. Peygamber’in Kâbe’nin içinde ve çevresindeki anıtları/âbideleri/putları yıktığı gibi. Bugüne kadar ne kadar dağ devirdiniz, ne büyük otelleri yıktınız, bunu da yıkın. Kâbe’yi, Allah’ın evini görüntüsüyle ezen, oraya hâkim imajı veren binaları ve kuleyi. Allah, bu binaların yükseltilmesine değil; mescidlerin yükseltilmesine izin vermiştir. “Birtakım evlerde ki, Allah (o evlerin) yükseltilmesine ve içlerinde isminin zikredilmesine izin vermiştir. Orada sabah-akşam O’nu tesbih eder.” (24/Nûr, 36). Hani, siz bid’atlere karşı idiniz, sünneti ihyâ etmeyi ısrarla savunuyordunuz; işte samimiyet testiniz: Peygamber’in sünnetinde ve yaşama biçiminde olmayan, lüks ve israfın her tarafından sırıttığı, kâfirlerle (uluslar arası sömürü odaklarıyla) ortak işletilen bu oteller, Allah’ı ne kadar hatırlatır? Allah’ın evini, babalarının mülkü gibi görüyorlar; bir taraftan Ebu Kubeys dağındaki Kâbe’ye tepeden bakan kral sarayıyla, diğer taraftan Zemzem Tower’ıyla, buraların hâdimi değil, hâkimi olduğunu ilân ediyorlar.  

     En Büyük Hacı Bizim Hacı!

     “Yatıyorlar üstüne; okuyorlar Kur’an’ı, iyi ama sonra koyuyorlar yere, hatta yastık yapanlar bile var, gözlerimle gördüm.” Hacı amca, umre veya hac dönüşü, çok bilmiş edâ ile, kimbilir 68. defa anlatıyordur: “Kesin olarak söyleyeyim ki, en iyi müslümanlık yine bizde. Türkler kadar dinine düşkün hiçbir ülke yok. Onca farklı ülkeden hacıları, hocaları gördüm. Adamlar Kur’an’ı okuyorlar, sonra yere bırakıveriyorlar. Tövbe tövbe, Allah yine acıyor, Kur’an nasılsa bunları çarpmıyor. Hatta bazıları yastık yapıyor, üzerine yatıyor. Arapların hepsi böyle (Araplar dediği, içinde zencilerin de, farklı ırkların da bulunduğu Türk dışında her kavim). Türklerin hiçbiri bunlar gibi saygısız değil. Bizim halkımız Kur’an’a böyle edepsizlik yapmaz. Kim ne derse desin, en iyi müslümanlık bizde…”  Aslında halkın Kur’an’a inancı var mıdır, tartışılır; ama gereken önemi vermediği, hayata uygulanması için gayret etmediği kesindir. Halk Mushafa inanır, yani üzerine matbaa mürekkebiyle yazılan kâğıtlardan ibaret kitap halindeki yazılı esere. Ona saygıda kusur etmez. Göbeğinden aşağı tutmaz, abdestsiz zinhar dokunmaz. Evin, yatak odasının en mûtenâ yerine, duvara asar; Evi yangından korusun diye. Küçük ebatta olanı varsa arabasına asar; Kaza ve belâdan korusun diye. Mushafın olağanüstü gücüne inanır. Meyhanedeki sarhoşlar bile, birisi densizlik ve dinsizlik etse Mushaf sayfasını çiğnese linç ederler adamı. Kur’an’a gelince; okunması, anlaşılması, yaşanılması gereken Kur’an, mecliste ahkâmı kanunlaşsın, mahkemede hükümleri uygulansın, okullarda anlamları açıklansın, ekonomide prensipleri uygulansın, hayata hâkim olsun diye gönderilen Kur’an, kimsenin umurunda değildir. O ihmal edilmiş, mehcur bırakılmıştır. Hükümleri ayaklar altında çiğnenir, kimsenin gıkı çıkmaz. Hacı amca hâlâ tekrarlar ve övünür: “Olsun, en iyi müslümanlık, Kur’an’a en çok saygı bizde!”  

     Okumak İçin Mealli Kur’an mı İstiyorsun? Yallah Defol!

     Mescid-i Haram’da ne yapılır? Hz. Peygamber’in en çok yaptığı. Yani Kur’an okumak, Kur’an’ı tefekkür ve hayata geçirme gayreti… Tefekkür ve hayata geçirme endişesi duyduğuna dair hiçbir işaret bulunmayan, ama hiç değilse kendi dilleriyle meali yazılmış Kur’an okumaya çalışan her ülkeden umreciler var. Mescid-i Haram’da ve Mescid-i Nebevî’de her üç-beş metrede bir, cemaat namaz kılmıyorsa, tavaf yapmıyorsa okusun diye konulan Mealli Kur’an-ı Kerim’ler var. Urduca, Malayca, İngilizce, Fransızca gibi hemen her dilden mealleriyle birlikte Kur’an metni, bazı önemli Afrika dilleriyle bile yazılmış mealler. Ama, aradık, taradık, belki yüz ayrı yere baktık, kitaplıkların hiçbirinde Türkçe mealli Kur’an yok. Arz-talep meselesi. Türklerden meal isteyen ve okuyan yok da ondan. Haremeynde görülen manzara o ki, Kur’an ve meal okumama rekoru Türkler’de. Bizim hacı amcalar için Kur’an’ı okumak, hele anlayarak okumak hiç de önemli değildir; önemli olan Kur’an’a (daha doğrusu Mushaf’a) Osman Gazi örneğindeki gibi saygıdır. Hatimle kılınan teravih namazlarını mealden takip ederek kılmak isteyen arkadaşlar ve vakitlerini değerlendirip okumak isteyen, ama Türkiye’den meal getirmeyi de unutan arkadaşlar için Mescid-i Haram’da Türkçe mealli Kur’an aramaya başladım. O kitaplığa bak, bu kitaplığı incele, temizlikçilere sor; baktım olmayacak, görevlileri buldum, onlara konuyu açtım. O birine gönderdi, öteki bir başkasına. En sonunda Mescid-i Haram’ın Mushaflar ve Kitaplarla İlgili bürosuna yönlendirildim. Oradaki şahıs, “bukra; yani bugün git, yarın gel” diye iki gün oyaladı. Sonra Mescid-i Haram’daki Mushaflarla ilgili müdür Şeyh Abdurrahman’la görüşmem istendi.  

     Git-gellerden sonra nihayet Abdurrahman Efendi ile görüşebildim. Benim Türkçe meal isteğimi kendisine iletmişler, odasına girer girmez; Arapça olarak: “Türkçe Kur’an meali istiyorsun, değil mi? Yok, yallah!”  demez mi? Gel de sîneye çek. Biraz da gerekli gördüğüm hafif sert bir üslûpla dedim ki: “Ben, sizden bağış, hediye kitap istemiyorum. Mescid-i Haram’da okumak üzere arkadaşlarım adına 20-30 adet veya ne kadar varsa, 3-5 adet de olsa mealli Kur’an istiyorum. Hediye edin demiyoruz; burada okumak için istiyoruz. Siz de Mescid-i Haram’da Mushaf işlerinden sorumlu âmirsiniz. Burada kendi göreviniz olan bize mealli Kur’an temin etmek yerine, dilenciyi kovar gibi davranıyorsunuz. Kaldı ki, Kur’an dilenciyi kovmayı bile yasaklar. Ve burası emîn belde ve vahyin indiği mekânlar. Bu cür’eti nereden alıyorsunuz? Sizi Allah’a şikâyet ediyorum. Biliyorum ki, Türkçe mealli Kur’an-ı Kerim bastınız, elinizde var. Fazla olduğu için, değişik seneler nice Türk hacılarına bedava dağıttınız. Mescid-i Haram’da her dilden mealli Kur’an var, Türkçe yok. Sizin göreviniz bize meal temin etmek. Buna rağmen, en azından özür dilemeniz gerektiği halde, müstekbirce davranışınızı kınıyorum ve sizi Allah’a şikâyet ediyorum.” dedim. Sözümü bitirdim; asık suratlı olarak, kuru ve yavan bir şekilde “afven, hayye!” yani, “afedersin, haydi güle güle!” Ne açıklama yapıp bilgi vermek, ne mâzeret bildirmek… Karşımdaki şahıs, düne kadar deve çobanlığından başka hiçbir görev üstlenmemiş bir bedevi, büyük ihtimalle Suud ailesinden olduğu için bir büronun âmiri olmuş, kendini küçük kral gören, gurur ve kibrinden yanına yaklaşılmayan sonradan görmelerden biri… Yani Suudlu yönetici. Yöneticilerin hemen hepsi böyle ve tavırları öyle.  

     Burası  Mescid, Burada ya Kur’an Okunur, ya Namaz Kılınır; Başka Bir Şey Yapılmaz!       

     Yer: Medine-i Münevvere, mekân: Mescid-i Nebî, zaman: 20 Ramazan, 8 Ağustos 2012, Çarşamba, ikindi namazı sonrası. Hoca, umreye beraber geldiği arkadaşlarına kısa bir konuşma yapacak. Küçük bir halka oluşturuluyor. Birkaç cümle söz etmeden “mutavva”  denilen din polislerinden biri geliyor ve hemen müdâhale ediyor: “Burası mescid, burada ya Kur’an okunur, ya namaz kılınır; başka bir şey yapılmaz!” diye gürlüyor. Bir-iki dakika sonra, dağılmadığımızı, konuşmaya devam ettiğimizi görünce daha sert uyarıda bulunuyor. Alttan alıyoruz, saf düzeni alıyor ve konuşmayı özetleyip bitiriyoruz. Mutavvalara karşı çıkmak; dine karşı çıkmak ve mescidde anarşi çıkarmak olarak değerlendiriliyor. Peki, gerçekten mescidde namaz ve Kur’an okuma dışında bir şey yapılmaz mı? Sadece bu iki şey mi sünnettir? Mescidde, Mescid-i Haram’da, Mescid-i Nebevi’de Peygamberimiz neler yapmıştı namaz ve Kur’an okumanın dışında? 

     Mescid, her şeyden önce bir ibâdethânedir. İslâm’da ibâdetin sadece namaz ve benzeri görevlerden ibâret olmadığı, bireysel, sosyal ve siyasal hayatın bütün alanlarını kapsadığı için, mescidin de her çeşit ibâdet için bir mekân olduğunu, Peygamber devrinde, asr-ı saâdette hayatın her alanıyla ilgili fonksiyon icrâ ettiğini görüyoruz. Mâbeddir, mekteptir, irşad yeridir, buluşma görüşme mekânıdır, istirahat yeridir, mahkemedir, hastahane ve hapishanedir, düğün yeridir, spor merkezidir, mâliye ve hazinedir, kültür meclisi ve şiir kürsüsüdür... Hz. Peygamber’in mescidi böyle idi. Peygamber sünneti, mescide bu fonksiyonları yüklüyordu. Şimdi ise, Allah’ın mescidlerinde Kur’an’ın açıklanması, insanlara sahih dinin öğretilmesi bile yasaklanabiliyor, hem de din adına.   

     Kur’an’ımızda; mescid inşâ etmenin, îmar, tamir ve koruma hakkının sadece mü’minlerin, imanını eylemleriyle isbat eden, namazı ikame edip zekâtını veren ve Allah’tan başkasından korkmayan müttakî mü’minlerin hakkı olduğu, böyle şerefli bir görevi ancak böyle şerefli insanların yapabileceği ifade edilir (9/Tevbe, 18). Mescidin îmarı ile ilgili ifade, mescidlerin fizikî imarları gibi, aynı zamanda cemaate katılarak mânevî îmar ve hayatiyetine katkıda bulunmayı, bir iman ve takvâ alâmeti olarak görmemizi de gerektirir.  

     Allah’ın mescidlerinde ve yeryüzü mescidinde Allah’ın zikredilmesine, O’nun hatırlanıp hatırlatılmasına engel olan ve maddî ve mânevî yönden mescidleri harâb edenlerden daha büyük zâlim olmaz. Bugün câmilerde tevhidin, şirkin, tâğutun, şeriatın, İslâm devletinin Kur’an’ın istediği şekilde anlatıldığı, hakkın ketmedilmediği, hakka bâtılın karıştırılmadığı iddia edilebilir mi? En büyük zulüm, kişileri Allah’tan alıkoymaktır (2/Bakara, 114). Bâzı âlimler, Hz. Peygamber’in, “yeryüzü bana mescid kılındı” hadisini delil göstererek ibâdet edilen tüm yerlerin mescid olduğunu, "Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve mescidlerin harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?!...” (2/Bakara, 114) âyetini de “Allah’ın dinine muhâlefet edenden daha zâlim kim olabilir?” şeklinde açıklar. Sadece Allah'a ibâdet edilmesi (1/Fâtiha, 5) gereken yeryüzü mescidinde Allah'a açıkça isyan edilmesi ve sadece Allah'a kulluk yapmak isteyenlere engeller çıkarılması, işkenceden daha büyük zulüm, insanın en doğal haklarına tecâvüzdür.    

     Müslüman toplumu ve onlardaki İslâmî hayatı ve şuuru mescidler ayakta tutar. Mescidler bu görevlerini yapamaz duruma gelince,  sıradan birer bina durumuna veya tarihî eser konumuna düşerler. Mescidler müslümanlar için birer merkez durumundadırlar. Hem ibâdet yerleri, hem toplanma, hem de eğitim yerleridir. Mescidler günün her saatinde bu işlevlerini yapmalıdır. Müslümanların hayatı  ile mescid arasında sıkı bir bağ vardır.  

     İçinde Müslümanların yaşadığı bazı laik ülkelerde ve Suud gibi üstü örtülü laik memleketlerde, gayri İslâmî yönetimlerin uygulamaları sebebiyle, mescidler yalnızca namaz kılma mekânları haline getirildi. Mescid dışındaki hayata yön vermeyen, o hayatla mescid arasında bağ kurmaya, ibâdeti mescid dışına yaymaya müsaade etmeyen zihniyet, camileri tekellerinde tutuyor. Böyle bir uygulama o yerleri gerçek mescid olmaktan çıkarır, resmî mâbet yapar ve onu kuru yapı haline getirir. Müslüman toplumda icrâ etmesi gereken fonksiyona engel olur. 

     Mescid-i Haram’ı, Mescid-i Nebî’yi, hac ve umrenin menâsikini uluslar arası mü’min âlimlerden oluşan bir heyet yönetmelidir. O mekânlar kimsenin babasının malı değildir. Mescidlerin kapılarına kendi adlarını veren, halılarına kendi amblemlerini, Kâbe örtüsüne isimlerini nakşeden Suud hanedanı bunlarla da yetinmiyor, bu iki mescidi, diledikleri gibi yönetecekleri, okunacak hutbeler başta olmak üzere mescidde kimin konuşma hakkına sahip olup olmadığını, ne konuşulup ne konuşulmayacağını belirleyecekleri kendi özel çiftlikleri gibi görüyorlar. Krallık ve saltanatlarına zarar gelmesin diye, küçük öbeklerin bile muhâlif konuşma yapma ihtimallerinin önüne geçiyorlar.  

     Hacı  ve umrecilerden elde ettikleri müthiş gelirler karşılığında Harameyn'in hizmetlerini yapmayı Müslümanlara lütuf gibi görüyorlar. Hâdimu’l-Harameyn maskesi altında, bazılarının hâinu’l-harameyn dediği şekilde hâkimu’l-harameynlik taslıyorlar. Kâbe, Rabbimizin evi, Mescid-i Nebî, Peygamberimizin mekânı. Oralara ibâdet için gelen mü’minler, Rahmân’ın misafirleri. Suudlular, oraların sahibi gibi davranmasın, gölge etmesin, başka bir şey istemiyoruz. "Siz, hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram’ın bakım ve onarımını, Allah’a ve âhiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden kimse(lerin amelleri) gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah katında eşit olmazlar. Allah, zâlim topluluğu doğru yola erdirmez." (9/Tevbe, 19) 

     İslâm sadece namazdan ibaret olsa, ibâdet edilecek yer sadece Mescid-i Haram’la sınırlandırılmış olsa, “din en güzel Mescid-i Haram’da yaşanılandır” denilebilirdi. Ama tüm hayatı ibâdet haline getirmeyi emreden bir din, Mescid-i Haram’a hapsedilemez.  

     Bize düşen görev; camiileri, mescidleri amacına uygun kullanmak, görünür veya görünmez işgalle, amacından saptırılan mescidleri kurtarmak ve mescidleri hayatımızın merkezine yerleştirip kurtulmaktır.

   “Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25) Fitne, imtihan, ya da belâ... İçindeki bir grubun ne şekilde olursa olsun, zulüm, hatta zulmün en büyüğü şirk işlemesine hoşgörü ile bakan, zâlimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir toplum, zâlimlerin ve bozguncuların cezasını hak eden bir toplumdur. Zulüm, bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan yerlerinde oturmalarını İslâm asla hoş görmez. “Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size ateş (Cehennem) dokunur. Sizin Allah'tan başka velîniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.” (11/Hûd, 113)