Said ALİOĞLU

23 Haziran 2007

MİLLİYETÇİLİK (ULUSÇULUK) VE FAŞİZM ÜZERİNE...

Faşizm'i tanımaya ve tanımlamaya çalışmak...

 

"Bir insan veya bir topluluk, kendi yapısını tanımlamadığına inandığı bir kavramla ya da kavramlarla tanımlanabilir mi?” diye bir soru sorsak, nasıl bir cevap alabiliriz; o muhattap ve muhataplardan?..

Mesela bir Müslüman, kendisine yönelik bir "irtica" ithamından rahatsızlık duyar ve irticanın, muarrızlarının çirkin bir yakıştırması olduğunu ve asıl irticacının onlar olduğunu vurgular.

Böyle bir örnekten yola çıkarak şu soruyu soralım: Kendisini 'milliyetçi' olarak tanımlayan bir ferdi ve bir toplumu, faşizm taraftarı/faşist olarak tanımlayabilir miyiz?

Bir kere böyle bir tanımlama karşısında milliyetçiliği/ulusçuluğu savunan birisinden, kesinlikle 'irtica' ithamına karşı duran herhangi bir Müslümanın tavrından pek  farklı bir tavır göremeyiz. Hatta bir Müslümanın tavrından daha şiddetli bir tavırla tepki gösterir. 

Bir kere hiç kimse faşist olmayı, faşist olarak anılmayı istemez! Aslında, hak etse bile, bir kişiye faşist demek, onu bir nevi "tekfir" etmek demektir. O da bundan doğal olarak rahatsızlık duyar. O halde "faşizm" nedir? Sözlük anlamına baktığımızda, karşımıza 20. yüzyılın şartlarında ortaya çıkan bir olgu çıkmaktadır. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra İtalya'da ortaya çıkan, antikomünist, devletçi, toplumcu -ki bu; kültürel zenginliğe ve etnik çeşitliliğe kapalı bir toplumculuktur- ve milliyetçi (ulusçu) hareket ve idare tarzı. Ör. Alman Nazizmi, İspanyol Falanjizmi vs. Sözlüğe müracaat ettiğimizde ise, faşistçe hareket, yani baskıcılık olarak tanımlandığını görürüz. 

Sözlükten yola çıkarak, faşizmi, bir nevi siyasal çerçevesi olan bir kavram olarak tanımlamış sayılıyoruz. Aslında bu tanımlama tek taraflı olduğundandır ki bize faşizmi tam olarak açıklamıyor.

Faşizm, akla gelen tüm siyasal, sosyal ve kültürel kavram ve olgulardan ziyade, başlıbaşına 'psikolojik' bir durum arzeder. Kısaca belirtmek gerekirse, faşizm bir ruh halidir. Haliyle bu ruh hali de ideolojik farklılıklara, düşünce kalıplarına rağmen, yapısında bu ruhu taşıyan tüm insanlar için geçerli sayılabilir. Çok rahatlıkla bir sosyalist, bir komünist veya bir Müslüman, ruh hali açısından faşizimden eser taşıyor olabilir. Düşünce kalıplarının farklılığına rağmen, bir siyasal hareket, kendisine faşizm içerisinde yer bulabilir ve süreç içerisinde faşistleşebilir de! Buna, sosyalist noktadan kalkıp, yürüyüp yol alan ve sonunda ulusalcılığa evrilen hareketleri örnek gösterebiliriz. Ör. Perinçek Hareketi ve PKK. Ya da Sovyet deneyimi.

Yukarıda, faşizmi, siyasal ve ruh hali açısından az çok tanımlamaya çalıştık. Ve gördük ki, ruh halinden bile yola çıkılsa, milliyetçiliğe (ulusçuluğa) bir evrilme sözkonusu oluyor haliyle! Tek bir farkla ki, o da sadece bir zaman farkından ibaret!

Milliyetçilik (Ulusçuluk); seküler bir anlayışın ürünü olarak, 1800'lü yıllara ait, batılı bir paradigmadan oluşan komplike bir durum arzeder. En başta toplumsal olarak, uluslara bölünüp ayrışmamış doğu'nun "millet" yapısını, hedef olarak karşısına alır. Ki, bunun temelinde doğunun her açıdan sömürülmesi arzusu yatar. Batı, bu arzu için, birtakım bilimsel disiplinleri de ihmal etmedi. Devreye "sömürgeciliğin keşif kolu " olarak  'oryantalizm' sokuldu. Oryantalizmin rahat hareket edebilmesi için de, Hristiyanlığın bir vechesi olan 'Misyonerlik'ten yardım alınmaya gidildi. Ör. Kara kıta Afrika'da olup bitenler...

Faşizm ise, aynı seküler anlayışın ürünü olarak, bir yığın 'sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel' altüst oluşun neticesinde, yine zemin olarak 20. yüzyılın şartlarında batı'da 'neşvü nema' buldu. Ve ulusçuluk (milliyetçilik) bağlamında, seküler bir süreci de kendine göre tamamlamış oldu.

Böyle bir durum, tarihin sonu olabilir mi? Veya medeniyetler çatışmasına zemin hazırlayabilir mi? Dikkat edilirse bu iki tezde de; Avrupa şartlarının doğurduğu milliyetçilik (ulusçuluk), 'bir aşama zemini olan emperyalizm'e mevzi kazandırıyor. Geldiğimiz en son noktada, doğu'nun çözülen millet haritası, halen çözülmeye devam ediyor. Ör. Pasifik'teki Doğu Timor'un emperyalist ve birtakım yerli hilelerle Endonezya'dan koparılması hadisesi. Veya halen sürmekte olan Irak ve Afganistan'ın işgali sürecinde "Gop ve Bop" projeleri kapsamında yayınlanan Ortadoğu eksenli haritalar. Emperyalist iradenin hedefine tam ulaşması için, zaten geçmişte ulus-devletlere bölünerek parçalanmış olan İslam ümmetinin daha da parçalanması gerekiyor, bunun için de eskilere ek olarak yeni ulus devletlere ihtiyacı var! İşte milliyetçilik de bu zeminlerde doğar, büyür, gelişir, serpilir  ve canavarlaşır. Bu; ister, ezen ulus, isterse ezilen ulus eksenli olsun, farketmez! Sonuçta, paradigmal olarak, batı; kendi sorunlarını,çelişkilerini, iç çekişmelerini bir tarafa iterek veya çözüm için başka bir zamana bırakarak, seri bir şekilde, Müslüman olsun ya da olmasın, doğu'nun yekpare halk/millet yapısını uluslaştırmaya girişiyor. Aslında uluslaşma, uzun bir zaman dilimi içerisinde yol alarak kendi olabilmiş "millet/ümmet" yapısını, doğu'nun zararına, imhasına, yokedilmesine, aksine batı'nın ise; zulme, adaletsizliğe, sömürüye dayanan sosyal, ekonomik, askeri, siyasal ve kültürel yapısına birebir uygunluk arzeder.

Bunun böyle algılanması/algılatılması işi de batıcı paradigmalar çerçevesinde, kafası ve beyni ütülenmiş, zihni iğdiş edilmiş, ruhu doğunun güzelliklerine kapalı, haklı, mağrur ve cesur bir yürekten yoksun, batıcılığı imkan olarak algılayan aydınlar/elitler aracılığıyla yapıla geliyor.

         

'Dini yönünün olduğu savı' bir gerçeklik midir? Ya da...

 

Sözlüklerde her ne kadar, milliyetçiliğin yapılan tanım(lar)ı; 'Din hanesini' de kapsıyor olsa bile, elimizde bulunan birtakım sağlam delillere bakarak, bunun bir yanılsamadan ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Zira, milliyetçilik (ulusçuluk), herkesin de bildiği gibi, coğrafi keşifler akabinde değişen dünya dengesi içerisinde sekülerleşen Avrupa -batı- zihniyetinin bir ürünü olup, zamanın kisvesi olan modernizm destekli bir ideolojik vak'adır. Bizi alt etmeye yönelik birtakım kelime oyunlarına iltifat etmeyip, bazı milliyetçi çevrelerin "milliyetçilik ayrı, ulusçuluk apayrı şeylerdir..." yollu sözlerine kanmamamız icap eder. Her zaman ve her mekanda insanlara cazip gelmiştir milliyetçilik. Biraz daha derinlere inersek, milliyetçiliğin (ulusçuluğun), fıtrarın bozumu sonucunda nefiste oluşan ve insanı çepeçevre kuşatan bir ruh hali olduğunu söyleyebiliriz. Yani, "psikolojik bir durum!" Yukarıda faşiz- mi tanımlamaya çalıştığımızda onun bir ruh hali olduğunu belirtmiştik. Belki milliyetçiliğin kotarılma aşamasında faşizmle, daha doğrusu patolojik bir ruh haliyle özdeş kılınabileceğini hiçbir kimse tasavvur dahi etmiyordu. Fakat, bilinen bir gerçekliktir ki, yanlış ata binilince, yanlış noktaya dönülebileceği de besbellidir. Şunu kesin olarak anlamalıyız ki, milliyetçilik hiçbir zaman, doğru sonuş vermedi ve ver(e)meyecek!

Yukarıda "milliyetçiliğin 'dini yönünün olduğu savı' bir gerçeklik midir?" diye yerinde bir soru sorarak, bir gerçeğin orta yere çıkmasını arzulamıştık. Coğrafyamız baz alındığında milliyetçiliğin/ulusçuluğun dini yönünün olduğu kendiliğinden fos çıkar. Çünkü din; yani İslam, genel anlamda bir ayrışma durumu üzerine değil, aksine bir birleşme temeline dayanır. Bu, çıplak bir gözle bakıldığında, soyolojik bir vak'a olarak karşımıza çıkar. O zaman dini yöne neden ve niçin vurgu yapılır? Bunun çeşitli versiyonları bulunan tek bir cevabı vardır bizce. O da milliyetçiliğe itilmek istenen halkın 'Müslüman' ve 'ümmetçi' bir karaktere sahip olma istidadıdır. Ki, bu istidat, milliyetçiliğin/ulusçuluğun kaynağı sayılan batıya verilecek kallavi cevap/cevaplar manzumesinin de kalkış noktasıdır. Burada şu noktayı belirtmekte fayda mülahaza ediyoruz: Dinin/İslam'ın en büyük talihsizliği, mensupları tarafından yeterince anlaşılmaması, karşıtları tarafından ise, pervasız, fütursuz, ilkesiz ve tutarsızlık içerisinde alabildiğince istismar edilmesidir. Bir ulus devlet olan laik Türkiye Cumhuriyeti devletinin, yapısı gereğince üzerine vazife olmadığı halde, dinden -din adına değil- alabildiğince yararlanması, bu uğurda bir teşkilat kurması bizce canlı bir örnektir. Sistemin din istismarını kolaylaştıran temel unsur, 'Müslüman' olduğuna inanılan veya öyle kabul edilen insanların Kur'an öğretisine uygunluk içerisinde bir din telakkisine sahip olmamalarıdır. Olaya net olarak Kur'ani bir perspektifle bakmaya çalıştığımızda 'Müslümanların' ezici çoğunluğunun 'olmazsa olmaz olan' 'tevhid inancı'ndan yoksun olmaları, reddetmeleri emrolunan 'tağut'un reddinin mahiyetinin yeterince bilinmemesi. Ki, bundan dolayı da Türkiyeli müslümanların ezici bir çoğunluğu sağcılık batağına saplanmış, bir kısmı da batılı bir değer sayılan 'sosyal demokrasi ucubesi' gibi, "liberalizm" gibi gayr-i İslami yapılanmalar içerisinde yer almışlardır.