Mehmet ÇOBAN

07 Kasım 2014

MÜSLÜMANLARIN SEYİR DEFTERİ

Müslümanların tarihteki yaşamı, gelişimi, yükselişleri, gerileyişleri, kısaca her türlü değişimleri genellikle İslami hareket olarak değerlendirilir. Ancak ben “İSLAM’İ HAREKET” tanımının doğru olmadığı düşüncesindeyim. İslam; Allah’ın insanlara gönderdiği din yani, yaşama düzeni olarak, gelişmez, yükselmez, gerilemez, değişmez. Yeryüzünde gelişen, yükselen, gerileyen, değişen İslam’a inanan Müslümanlardır. Ne var ki, her konuda olduğu gibi Müslümanlar kendilerinde gerçekleşen olayları, İslam’a mal ederek, kendilerini olaydan soyutlarlar. Böylece insani olarak yapacakları her türlü eksikliği, hataları da İslam’a yükleyerek, işin içinden sıyrılırlar. Bu keşmekeşlik bir çok kavram kargaşasına neden olur. İslam tarihi, İslam hukuku, İslam felsefesi, İslam bilimleri, İslam tıbbı, İslam medeniyeti, İslam musikisi veya dini musiki, İslam sosyoloji, İslam devleti, İslam ekonomisi, İslam medeniyeti, Siyaset-ül İslam gibi bir çok terim Müslümanların kültüründe gezinirken, asılda bütün bunların İslam ile ilgisi yoktur. Bütün bunları gerçekleştirenler, yaşayanlar, gündeme getirenler İslam dinine inanan Müslümanlardır. Müslümanlar kendilerinin gerçekleştirdikleri bütün olayları sanki, biz sorumluluk üstlenmiyoruz, biz ne yaptıysak İslam adına yaptık, o nedenle bizi ilgilendirmez dercesine bu kavramları oluştururlar. İslam insana kendi sorumluluklarını öğretirken, insan sorumluluklarını İslam’a aktarır. Böylece, Müslümanların yaşamları Müslümanlık, yani İslam olarak algılanmaya başlar. Dost düşman bu şekilde değerlendirerek, övgüleri Müslümanlara verirken, yergiler İslam’a yönlendirilir. Bana İSLAM’İ HAREKET sunumu teklif edildiği zaman itiraz etmedim. Çünkü aşina olunan bir şeye karşı çıkmak, yeterince üzerinde durulmadığında yanlış anlamalara neden olabilirdi. Bu nedenle söylemlerimi sunuma saklayarak, konuyu burada açıyorum.

 

Müslümanların düşünceleri, yaşamı, hareketleri, gelişimi İslam’dan kaynaklansa da, İslam’ı ilgilendirmez. İslam Allah’ın gönderdiği ayetlerin ortaya koyduğu inanç ve yaşam düzeni olarak Müslümanların bilgilerini oluşturur. Müslümanlar kendilerinde oluşan bu bilgilerle düşünmeye, yaşamaya başlarlar. Hiçbir Müslüman’ın düşüncesi, inancı, yaşamı, İslam ile bütünleştirilemez. İslam ile eşleştirilemez. Bu nedenle; İslam ile Müslüman veya Müslümanların yaşamlarını mutlaka birbirinden ayırmak gerekir. Onun için ben sunumuma İSLAM’İ HAREKET değil, MÜSLÜMANLARIN SEYİR DEFTERİ diyorum.

 

İslam; Müslümanların inancını ve yaşama düzenini oluşturur demiştik. Yaşama düzeni denilince sadece bireysel, yani Allah ile kul arasındaki bir ilişkiden söz etmiyoruz. Sadece Allah ile kul arasındaki ilişki İslam’ın konusu değildir. Allah; resulleri aracılığıyla gönderdiği İslam dini (düzeni) ile, insanların birbiriyle ilişkilerini, doğayla ilişkilerini düzenler. Böylece İslam düzenine göre yaşayan insanlar, Allah ile ilişkilerini kuracaklardır. İslam düzeni ise, yani İslam düzenini oluşturan Allah’ın yasaları ise, hem birey olarak insanın tek başına Allah’a karşı ibadetini, hem insanlarla ilişkilerini, hem de doğayla ilişkilerini düzenler. Allah’ın ayetlerinde ibadet denilen kavram, sadece insanın birey olarak Allah’a olan kulluk görevlerini değil, aynı zamanda insanın toplumla, doğayla ilgili görevlerini de kapsar. Dolayısıyla insanı ilgilendiren her şey, sosyoloji, ekonomi, hukuk, siyaset Allah’ın yasalarıyla düzenlenerek ibadet kavramına alınır. Müslüman’ın adaletli davranması, fakire sahip çıkması, zenginliklerini insanlarla paylaşması, doğayı koruması, canlı cansız bütün varlıkların haklarını tanıması, insanların Allah ile ilişki kurması olarak ayetlerde belirtilir. Yani Allah’a insan, bütün bu ilişkilerin Allah’ı düşünerek. Allah’ın yasalarına göre yapmışsa Allah ile ilişki kurmuştur. Dolayısıyla ibadetini bütün yönleriyle tamamlamıştır. Değilse; Allah Müslümanların bir kenara çekilerek, Allah ile yalnız başına, iki varlık olarak tapınma şeklindeki ilişki İslam’ın önerdiği bir din, yani bir yaşama düzeni değildir. Elbette özeleştiri boyutunda Müslümanlar, kendilerini düşünce boyutunda Allah’ın huzurunda hissederek kendilerini gözden geçirirler. Allah bu eyleme salat demektedir. Salat biçimsel olarak Müslüman’ın, yalnız başına veya diğer Müslümanlarla birlikte Allah’ın huzuruna eylem olarak gelmesidir. Allah’ın huzuruna tek başına veya birlikte gelen Müslümanlar, satalı birlikte ikame ederek, hem dualarını, hem bilgilerini, hem bilinçlerini, hem de eylemlerini gözden geçirirler. Tarihsel verilerde salatın ikamesi olarak anlaşılan, uygulanan ve ayetlerde kıyam, rüku, sücut olarak özetlenen, Müslümanların ayakta durarak, eğilerek, secdeye kapanarak salatı ikame etmesi, bu eylemi yaparken ayetlerden okuyarak kendini huzurda öz eleştiriye tabi tutması, dualar yapması, bazılarınca bireysel gibi görünse de, aynı eylem birlikte yapılarak da toplumsallaştırılır. Her ne kadar günümüzde salat kavramı üzerinde yorumlar yapan bazı Müslümanlar, salatı toplumsal hareket biçimi olarak algılasalar da, kıyama, rükua, sücuda farklı anlamlar verseler de, Müslümanların yaşamlarında dilimize namaz aktarılan bireysel ve toplumsal eylem salatın içinde başından beri vardır. Yapılan yorumlar da salatın kapsamı içindedir. Bu nedenle, yapılan yorumlar nedeniyle, namaz formundaki salatın ikamesi dışlanamaz. Salat kavramı, bütün yorumlarıyla salat Müslümanların yaşamında kendini sürdürür. Bu açıdan İslam dini (düzeni) diğer bireysel dinlerden ayrıdır. Diğer bireysel dinler, Tanrı ile kul arasındaki ilişkiler düzenidir. İslam ise; insan yaşamının tümünü kapsayarak, bireysel ve toplumsal bir düzendir. 

 

İslam; bir anlamıyla Allah’ın gönderdiği bilgilere, hükümlere uyarak, insanların barışı, huzuru yaşaması olarak anlaşılır. Bir anlamıyla da; Allah’ın gönderdiği bilgilere, hükümlere insanların, teslim oluşu olarak anlaşılır. Her iki anlamda da, aynı öz korunduğundan değişmez. İslam’ın değişmeyen anlamında, İslam dini sadece resul Muhammed’e gönderilen bir din değildir. İslam; Adem’den kıyamete kadar sürecek, Allah’ın bilgisi, yasaları çerçevesinde inanılan, yaşanılan, inanılacak, yaşanılacak bir dindir. Onun için Müslümanların seyir defteri dediğimizde, Resul Muhammed ile başlayan bir serüven değil, Adem ile başlayan bir serüven karşımıza çıkar. Adem ayetlerde anlatılan insanın, insanlığın temsilidir. Adem yani, insan… Diğer varlıklardan farklı yaratılan bir varlık. İnsan yeryüzünde yaşamaya başladığı andan itibaren, Müslümanların yeryüzündeki serüveni başlamıştır. Ancak; Resul Muhammed’e kadar Müslümanların yaşadığı hayatın özleri; ayetlerde verildiğinden dolayı, bizim o bölümleri tekrar etmemize gerek yok. Zaten Allah ayetlerinde Resul Muhammed’e kadar gelen bölümle ilgili olarak bizim almamız gerekenleri yeterince vermiştir.

 

Resul Muhammed ile gönderilen ayetlere inanarak yaşayan Müslümanların hayatlarını iki bölümde inceleyebiliriz. Birinci bölüm Resul Muhammed devri. İkinci bölüm Muhammed’den sonraki devirler.

 

Resul Muhammed devrinde, ayetler zaman aralıklarıyla gönderilerek din tamamlanmıştır. Allah’ın resulü olarak Muhammed, dinin nasıl anlaşılacağı, nasıl uygulanacağı konusunda, hem resul olarak, hem toplumun önderi olarak, hem de Medine’de kurulan devletin kıralı olarak gerekli hizmetleri yapmış. Bütün Müslümanları, Allah’ın ayetlerine göre davranmaya çağırmış. Onlara yetersiz kaldıklarında ayetleri açıklamış. Eyleme yönelik ayetleri bizzat tatbik edip yaşamına sokarak göstermiştir. Sapmalara karşı Müslümanları uyarmış. Müslüman toplumu kontrol altına almıştır. Bu açıdan, Müslümanların Resul Muhammed devrinden öğreneceği çok şey vardır. Bilindiği gibi Allah’ın ayetleri, yaşamı yönlendirmiş, yaşama hem bilgi, hem bilinç, hem toplumsal kurallar belirtmiştir. Bütün bunların, yaşamı nasıl değiştirdiğinin, geliştirdiğinin özlerini anlayabilmek için, nazari bilgilerin, yani ayetlerin, yaşamın pratiği ile birlikte değerlendirilmesiyle doğru anlaşılacağı muhakkaktır. Resul Muhammed devrinin temel dinamiklerinde, bireyden başlayıp toplumsallaşan, toplumdan devletleşen, devletten dünya imparatorluğuna dönüşen bir yapılanma vardır. Bu nedenle dönemin her aşaması; Müslümanlar için önemli örneklik teşkil eder. Günümüz bilim çağında; teori ile pratiğin veya düşünce ile pratiğin birlikte ele alınması temel bir kural iken, ne yazık ki, bugün bazı Müslümanlar İslam dinini (düzeninin) düşüncesini, inancını oluşturan ayetleri ele alıp, ayetlerin ilk defa yaşanılıp örneklendiği resul Muhammed dönemini göz ardı etmektedirler. Halbuki her düşüncenin, yaşam içindeki ilk uygulanışı, ilkeleri, özellikleri, özleri itibariyle daha saftır, daha naiftir. Sonraki yıllar sürekli değişimlere uğramıştır. Özellikle Resul Muhammed’den buyana 1500 yıl gibi bir zaman süreci geçmişse, o günden bu yana Müslümanlardaki gelişmeler, değişimler, İslam’dan değil, insanlıktan, çevreden, kültürlerden kaynaklanmıştır. Üstelik hiçbir zaman, yazılan ve okunan bir düşünce, yaşamda aynı şekilde şekillenmez. Her zaman yazılan ve okunan düşünce, hem bireyler olarak, hem de toplumlar olarak, zaman, mekan değişimlerine göre farklılaşır.

 

Resul Muhammed’den sonraki devirler bir çok değişime, gelişime sahip oldu. Öncelikle Muhammed’in vefatından sonra toplumda iki türlü gelişme oldu. Birincisi; devlet yönetimi üzerinde tartışmalar. İkincisi ise; İslam’dan ayrılışlar. Resul’den sonra devletin başına geçen Ebubekir devri, İslam’dan ayrılanlara, yani Müslümanların kültüründeki ifadesiyle mürtet olanlarla mücadele ile geçti. Toplumun azımsanmayacak bir kısmı Ebubekir’e karşı çıktı.  Mürtet olanlardan kimi kendini yeni bir resul ilan etti. Kimi Ebubekir’in yönetimini kabul etmeyerek ayrı bir köşeye çekildi. Ebubekir’in yönetimini değişik nedenlerle kabul etmeyip köşeye çekilenlerin, Ebubekir’le sıcak çatışmalara girdiğinden söz edilmez. Ama kendini resul ilan edenler, taraftarlarıyla Ebubekir’e savaş açtılar. Yönetimi sırasında Ebubekir bunlarla savaşarak Arabistan’ı yalancı resullerden temizledi.  

Siyasetin cazibesine kapılan Müslümanlar, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali devirlerinin karmaşayla geçirilmesine neden oldu. Ali ile Muaviye arasındaki sürtüşme, devletin başının kim olacağına ilişkin hakeme başvurulması, Muaviye’nin liderliğini getirdi. Bundan sonra da, Müslümanların devleti saltanatlarla tanıştı. Tarihi süreç içinde, saltanat modeliyle devlet yöneten Müslümanlar, Emevi, Abbasi, Memluklu, Osmanlı olarak devam etti. 03.Mart.1924 yılında da, halifeliğin bütün yetkileri bir kişiden alınarak, halifelik Türkiye Cumhuriyeti Meclisine bırakıldı. Bu yönde çıkarılan 431 sayılı kanun metni şu şekildedir. “Halife halledilmiştir. Hilafet Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır” Yani; Halife gönderilmiştir. Yetkileri elinden alınmıştır. Hilafet ile ilgili bütün anlamlar Cumhuriyet içinde mevcuttur. Hilafetin manası, mevhumu Cumhuriyetin oluşturduğu hükümetlerde mevcut olduğu için mülgadır, yani kaldırılmıştır denildi. Cümlenin özünde, artık bundan böyle hilafetin, halifenin yetkileri cumhuriyette idi. Bundan sonra kanunda hiçbir değişiklik yapılmadı. Yani; 431 sayılı kanuna göre, cumhuriyet, halifeliği devam ettiriyor. Bugüne kadar, bu durum esasında Türkiye Cumhuriyeti anayasasına veya laikliğe aykırıdır. Bu nedenle 431 sayılı kanundaki bu maddeyi değiştirerek, cumhuriyetle hilafetin bütün bağları koparılmıştır denilmedi. Halifelik mülga edilirken, mecliste yapılan tartışmaların ana mihengini Cuma namazı oluşturuyordu. Hilafetin kaldırılmasıyla ilgili kanun mecliste tartışılırken, halifelik tamamen ülkeden kaldırılırsa, Cuma namazı kılınmaz görüşleri ortaya konularak, maddenin ilk teklifine karşı çıkıldı. Maddenin ilk teklifinde hilafet tamamıyla kaldırılıyordu. İtirazlar sonucu madde bu şekilde çıkarılarak Cuma namazlarının Türkiye Cumhuriyetinde kılınmasına imkan sağlandı. Çünkü Hanefi ağırlıklı olan Türkiye Cumhuriyeti halkının inancında, Cuma namazlarının kılınabilmesi şartlarında, İmamın veya imamın atadığı görevlilerin cumayı kıldırması gerekiyordu. Ancak bu şart gerçekleşirse Cuma namazı kılınabilirdi. Kur’an-daki Cuma suesinin 9. Ayetinde geçen “Ey iman edenler! Cuma günü salata çağırıldığı zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu, sizin için daha hayırlıdır” ifadesindeki, “Cuma günü salata çağrıldığı zaman” sözünden Hanefiler çağıranın Halife, yani devlet başkanı olduğunu, “salatın” ise halife veya atadığı görevlilerin Cuma günü namaz öncesi hutbe vermesi, yani Müslümanlarla konuşması olduğunu anladılar. Anlayışlarını fıkhı kaide, yani cumanın hukuku olarak hükmettiler. Hanefilere göre halife müminleri Cuma günü toplanma için çağırmazsa Cuma tatil edilmiş oluyordu. Nitekim; Hanefi hukukunun prensipleri içinde, Halifenin veya atadığı görevlilerin cumaları tatil edebileceği ifade edilmektedir. Aynı zamanda Halifenin olmadığı yerlerde, kafirlerin işgal ettiği yerlerde, Cuma namazının kılınmayacağına yönelik hükümler de vermişlerdir. Bu nedenle, Maraşlı sütçü imam, Maraş’ın Fransızlar tarafından işgalinde, “artık Maraş kurtulunca kadar Cuma kılınmaz hükmü vererek, cumaları tatil etmiştir” Türkiye cumhuriyeti Hanefi mezhebine dayalı olarak 431 sayılı Hilafetin mülgasıyla ilgili kanunu çıkarmış. Böylece cumhuriyet adına Türkiye Büyük Millet meclisinde çıkarılan kanunlarla, devlet adına diyanet teşkilatı ve onun görevlendireceği görevliler Cuma namazı kıldırarak Hanefi hukuku yerine getirmiştir. Laikliğin kabulünde de, bu madde, bu hüküm laikliği aykırıdır diyerek iptal edilmedi. Sonuçta Halifeliğin mülgasıyla ilgili kanun çıkarılırken yapılan tartışmalarla, Türkiye Cumhuriyetinin hilafeti yürütmesine, resmi mezhebinin Hanefi olmasına karar verilmiş oldu. Ancak Türkiye Cumhuriyeti halifelik, hilafet makamlarının anlamlarını kabul etse de Cuma namazı ve Müslümanları kontrol etme dışında, halifeliğin diğer yükümlülüklerini fiilen uygulamayarak tam tersi uygulamalar yaptı. İlk önce Müslüman toplumlarla bağını kesti. Haccı yasakladı. Devlet uygulamalarından İslam’ın ve Müslüman hukukçuların hükümleriyle oluşan kanunları kaldırarak, batıdan tercüme ettirdiği kanunlarıyla ülkeyi yönetti. Bu gelişmeler teorik olarak da, yasal olarak da hilafeti devam ettiren, ama pratik olarak hiç ilgisi olmayan bir devlet durumunu doğurdu. Böylece Müslümanlar yasal olarak halifesi olan, ama pratikte hilafetsiz kalmıştı.  

Bu olaylardan sonra Müslümanların tarihi; Resul Muhammed’den sonra ikiye ayrıldı. Hilafet dönemleri, hilafetsiz dönemler.

Hilafet dönemlerinde toplum daima ikiye ayrıldı. İktidar muhalefet. İktidar mevcut saltanatları temsil ediyordu. Muhalefet ise iktidara karşı olanlardı. İktidara karşı olanlar kendi aralarında ikiye ayrıldılar. Mevcut halifelere biat eden ama gönülden istemeyenler. Mevcut halifelere biati ret edip karşı çıkanlar. Karşı çıkanlar mevcut iktidarlar tarafından ya isyancı, ya da mürtet ilan edilerek üzerlerine savaş açıldı. Ali’den sonra Ehli Şia olarak tanımlanan toplum, karşı çıkanların başını çekerek tarihe kendini yazdırdı. Ehli Şia’nın akidesine, ameli pratiğine uygun görüşler ortaya koymayan, onların içinde olmayan bir çok grup da karşı çıkanlar arasında yer aldı. Zaman içinde, mevcut yönetimlere karşı çıkanlar lokal, yani anlık birliktelikler oluştursalar da uzun süre devam etmedi. Mesela; Hanefi Mezhebinin kurucusu Ebu Hanife veya tam ismiyle Nu`mān ibn Sabit ibn Zūṭā ibn Merzubān, Şia imamlarından Zeyd Bin Zeynelabidin’in 740 yılındaki Emevilere karşı isyanını destekleyerek, Zeyd Bin Zeynelabidin’e biat ettiği rivayet edilir.  Ancak; Ebu Hanife’nin bu biati, Ehli Şia ile, Hanefi Mezhebini bir araya getirmemiştir.

Tarihi süreç incelendiğinde, bugün Müslümanların din yaşamına egemen olan, mezheplerin, tarikatların ilk çıkışları, mevcut düzene başkaldırıdır. Geniş çaplı toplumsallaşıp savaş noktasına gelemeseler de, tarihte oluşan bütün mezhepler, tarikatlar mevcut sistemin yetersizliğine inanarak kendilerine farklı bir yol çizmişlerdir. Bugün Müslümanların kültürlerinde var olan, tarikatların Hindistan kökenli sufi düşüncenin uzantısı yargısı tamamen doğru değildir. Elbette tarikatların oluşumunda böyle bir etkileşim vardır. Ama işin temelinde yatan asılda, tarikatların oluşumu toplumsal karşı çıkıştır. Her toplumsal karşı çıkışların bir gün sisteme entegre edildiği gibi, tarikatlar da, mezhepler de, Abbasi, Memluk ve Osmanlı dönemlerinde sisteme entegre edilmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti döneminde de, mevcut düzene karşı oluşturulan tepkimelerde, Nakşibendi tarikatının, Hanefi, Şafi mezheplerinin devrimci yanlarının başı çektiği bir gerçektir.

Bugün dört mezhep olarak bilinen Hanefi, Şafi, Hanbeli, Maliki mezhepleri dönemlerindeki iktidarlara karşı hareket olarak ortaya çıkmışlardır. İlk imamlarının ortaya koydukları mücadele sürekli mevcut sistemin din inancı, anlayışı ve uygulamalarına karşıdır. Bu nedenle imamlar sistemin yakın takibine uğramışlar. Zindanlara mahkum edilmişlerdir.

Tarihte çıkan bütün mezhepler, ortaya koydukları usuller, hükümler ile mevcut sistemin dışında kalarak, anlayışlarını, usullerini, hükümlerini devrim olarak sunmuşlardır. Bugünün penceresinden bakarak yargıladığımız mezhepler, zamanlarındaki karışık bilgileri ayıklamak, Kur’an-a yeni bir bakış açısı kazandırmak, toplumun ihtiyaçlarına cevap vermek için, usuller oluşturmuş, hükümler vermiştir. Bunun anlamı şudur. Tıpkı bugünkü gibi, tolum devlette aradığını bulamamış. Aralarında yaşayan imamlara başvurmuştur. Nasıl bugün Müslümanlar içinde yaşadıkları devletlerde cevabını bulamayınca, kendi aralarında bilgi, bilinç açısından yetişmişlerin ardına düşmüşlerse, dünde toplumlar bunu yapmıştır. O nedenle bugün oluşan bütün gruplar, cemaatler aslında birer mezhep olarak şekillenmektedirler. Kur’an-a yaklaşma, karışık bilgileri değerlendirme metotlarıyla mezheplerini, yani görüşlerini ortaya koymaktadırlar.

Her oluşumun süreçte sistemle uyuştuğu gibi, mezheplerde süreç içinde mevcut sistemlerle uyuşarak devrimsel niteliklerini kaybetmişlerdir. Dört mezhebin imamları mevcut sistemle çatışmalı iken, onları takip ettiklerini söyleyenler sistemle uyuşum içinde olmuşlardır.

Tarihi süreçte sapık mezhep olarak nitelenen bir çok mezhep, sisteme ters düşerek dışlanmıştır. Osmanlı hakimiyeti, karşısına çıkan bütün devrimsel, yani hareketleri yok etmiştir. Ancak Osmanlı’nın tamamıyla yeryüzünden silemediği selefi, vahhabi mezhepleri halen günümüze kadar gelmiştir. Yine Osmanlı dönemlerinde ortaya çıkan, anlayışlarını bilimsel temellendirmelere dayandıran, Cemalettini Afgani, Reşit Rıza gibi isimler, hem Müslümanların İslami ve toplumsal yapılanlarına karşı çıkmışlar, hem de siyasal konularda ciddi görüşler öne sürmüşlerdir.

Sünni mezhepler algısı, bilimsel bir algı değildir. Sünni mezhepler algısı Osmanlı hükümranlığının kabulü veya reddine bağlıdır. Osmanlı hilafeti, kendine biat eden mezhep tabilerini Sünni kabul etmiş, diğerlerini batıl sapık mezhep ilan ettirmiştir. Ehli Şia ile Osmanlı’nın uyuştuğu Ehli Sünnet mezhepleri Osmanlı hilafeti sürecinde eskisi gibi mücadele içinde olmamışlardır. Aralarında tartışmalar olsa da, konu bilimsel noktaya çekilerek kan dökülen savaşlardan uzak kalınmıştır. Bunda Osmanlı’nın Yavuz Sultan Selim’den sonraki zamanlarında Ehli Şia’nın başını çeken İranlılar ile barış içinde oluşunun önemi büyüktür. Günümüzde bazı Müslümanların dillendirdiği gibi, Sünni mezhepler algısı Emevi saltanatının oluşturduğu bir süreç değil, aksine Osmanlı’nın oluşturduğu bir yapılanmadır.

Müslümanların tarihinde tarikatlarda mezheplerin geçtiği süreçlerden geçerek, sistemlere karşıt olarak başlayan tarikatlar, sistemle uyuşarak, mevzi hareketler olarak kalmışlardır. Osmanlı sultanlığı mezheplere takındığı tavrı, tarikatlara da takınarak, biat edenleri hak tarikatlar, etmeyenler sapık fırkalar ilan etmiştir.

Siyasi görüşün ağırlığı, Müslümanlar arasındaki ayrışmalarda birleşmelerde etkendir. Tarihte mezheplerin, tarikatların, cemaatlerin şekillenmesinde siyasi kavgalar etken olmuştur. Günümüzde her ne kadar bazı Müslümanlar, mezhepleri, tarikatları bilimsel açıdan ele almaya çalışsalar da, asılda toplumda varlık haline gelmeleri siyasi nedenledir. Değilse ne Ebu Hanife’nin, ne İmam Şafi’nin, ne İmam Malik’in, ne İmam Hanbel’in ne de Caferi Sadık’ın usulü ve görüşleri kimsenin umurunda değildir. Eğer Osmanlı sultanlığına bu mezheplerin tabileri biat etmeseydi. İlim ehilleri Osmanlı hilafetine biat ederek desteklemeseydi, bugün bunlardan söz etmemiz mümkün değildi. Nasıl tarihte adını sanını bilmediğin binlerce mezhep varsa, bunlarda onların arasına karışacaktı. Kısaca Müslümanların hilafet dönemleri, saltanatlara biat eden mezhep algılarının, İslam algısı olarak saltanatlar tarafından dinleştirilmesidir. Halbuki mezheplerin İslam ile hiçbir ilintileri yoktur. Mezhepler sadece Müslümanların ayetler hakkında, ayetlerin olmadığı alanlarda insani görüşlerinden ibarettir. Asla İslam’la veya ayetlerle bütünleştirilemezler, birleştirilemezler, eşitlenemezler.

Birinci dünya savaşından sonra Müslümanların yaşadığı alanda savrulmalar başladı. Hilafetin merkezi İstanbul işgal edildi. İstanbul’a en büyük desteği veren Anadolu’nun büyük bir bölümü işgal edildi. Bugün Ortadoğu dediğimiz bölgeler işgal edildi. Arabistan, Yemen, Habeşistan, Mısır zaten önceden Osmanlı’dan kopmuşlardı. Osmanlı’ya bağlı olan bütün topraklar işgal altına girince, işgaldeki bütün alanlarda yerel yönetimler oluşmaya başladı. Oluşan yerel yönetimlerin temeli Osmanlı hilafetini artık istememe yönündeydi. Böylece İngiliz, Fransız, İtalyanların başını çektiği sömürgeciliğin sürdürülebilmesi için toplumlarda oluşturulan yerel yönetimlerle Müslüman halk arasında ayrılıklar başladı. Anadolu’da da, İstanbul yönetiminden kopuk Ankara’da yönetim oluştu ve Cumhuriyet ilan edildi. Türkiye Cumhuriyeti, yapılanma itibariyle her ne kadar Hanefi mezhebini temel olarak kabul etmişse de, bağımsızlaşmasını İslam’a karşı yaparak, batı adına kendini özgürleştirdi. Elbette İslam’a karşı bağımsızlaşan, batı adına özgürleşen bir devlet yapılanmasının batının güdümüne gireceği belliydi. Birinci dünya savaşından sonraki savrulmalarda, İslam dini kabahatli bulunularak, oluşturulan yönetimlerce ya denetim altına alındı, yada devlet uygulamasından kaldırıldı. Böylece toplumla devlet yönetimleri arasında çatışma başladı. İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların, sonradan işe karışan Amerikalıların yardımlarıyla, halkına rağmen oluşan devletler karşı çıkan toplumları ezip geçtiler. Meydanlara dikilen darağaçlarında asıldılar. Kurşuna dizildiler. İsyan eden şehirler, köyler, kasabalar askerlerle çevrilerek bombalandılar. On, on beş yıl içinde, Türkiye Cumhuriyeti de dahil, Müslümanların yaşadıkları bölgelerdeki batı destekli devletler, kendilerine karşı çıkan halk isyanlarını bastırarak sindirdiler. Türkiye, Irak, Suriye, Libya, Tunus, Ürdün,Lübnan, Yemen, Suudi Arabistan vesaire. Hep aynı yoldan geçerek, kimi cumhuriyet, kimi demokratik rejimler, kimi krallıklar adına egemenliklerini sağlamlaştırdılar. Her birini ardında batılı devletlerin desteği vardı.

Bütün bu oluşumlardan sonra Müslümanlar toplumlar üçe ayrıldı. Ülkelerinde oluşan devletlere entegre olanlar. Devletlerin içinde mücadele ederek ıslah yöntemini uygulayanlar. Devletlerle bağını koparak ayrı yapılanmalara girenler. Ülkemizde Süleyman Tunahan ve Said Nursi’nin oluşturduğu topluluklar, devletten kendini soyutlayarak ayrı bir çalışma içine girdiler. Süleyman Tunahan Kur’an, Arapça ve klasik hukuk bilgilerini okutarak bir toplum yetiştirmeyi düşündü. Said Nursi, artık şeriat devrinin bittiğini, yeniden toplum inşasının gerekliliğini vurgulayarak devrin iman kavgası olduğunu söyledi.  Doğuda isyan eden bazı tarikatlar sindirildi. Sindirilen tarikatlar sessizce çalışmalarını sürdürdüler. Nakşibendi Tarikatının İstanbul, Rufai tarikatlarının değişik yerlerdeki grupları devletin içine girerek, düzeni değiştirmek istediler. Sonraki yıllar, Said Nursi’nin ölümünden sonra oluşan nur cemaati gruplarından okuyucular ve Fethullah Gülen cemaati, aynı şekilde devletin içine girerek düzeni değiştirmek istediler. Ancak nur cemaatlerinden bazı gruplar çalışmalarını düzene entegre olmadan devam ettirdiler. Süleyman Tunahan grubu, sonraki yıllar kendilerine yöneltilen saldırılar karşısında koruma içgüdüsüyle iktidar olan veya olacak sağ partilerden yana oldular. Ülkemizde bunlar olurken, Mısır’da gelişen Müslüman kardeşler teşkilatı ile, Pakistan’da gelişen Cemaat-i İslam cemaati, ülkelerinde kimi zaman düzenle entegre, kimi zaman düzeni ıslah, kimi zaman da düzene radikal karşı çıkışlarıyla gündeme geldiler. 1950’li yıllardan sonra ülkemizdeki Müslümanlar her iki gruptan yani, Müslüman kardeşler teşkilatından, Cemaat-i İslam teşkilatından tercüme ettiği kitaplarla etkilendiler. 1979 yılında İran’da devrim oluncaya kadar, Türkiye’deki Müslümanların anlayışlarında belirgin bir radikallik yoktu. Müslümanların anlayışları düzene karşıt olsa da, düzeni ıslah yönündeydi. Ancak 1979 yılındaki devrim, İslam’a karşıt düzenleri ıslah ederek düzeltmeyi amaçlayan Müslümanlar üzerinde büyük etki yarattı.

Ülkemizde, Müslümanlar sağ partiler içinde kendilerini var kılarken, Necmettin Erbakan’ın siyasi hayata girmesiyle yeni bir boyut kazandı. Erbakan; geleneksel, tarikatçı, Sünni mezhebini esas alan anlayışıyla toplumdaki düzene karşıt Müslümanların sesi olarak çıktığında, onu devrimci boyuttan değil, düzeni ıslah boyutundan konuya baktığı gördük. Müslümanlar devlet içinde ne kadar etkin olurlarsa o kadar düzen de değişiklik yapabileceğine inanan bu hareket, kendine inanç sağlayıncaya kadar, düzenin İslam yasaları dışındaki anlayışları, yasalarını uyguladılar. Halbuki Müslümanların bu tür davranışları, ne İslam’ın özüne, ne de resulün sünnetine yani örnekliğine uygun değildi.

Müslüman ülkelerde, hilafetin mülgasından sonra Kur’an-a yöneliş hareketleri de başladı. Gerçi hilafet dönemlerinde de Kur’an-a yönelişler vardı. Ama hilafet dönemindeki Kur’an-a yöneliş hareketleri İslam’a göre yönetim olduğunu iddia eden mevcut yönetimleri düzeltmek amaçlıydı. Hilafet döneminden sonraki Kur’an-a yöneliş hareketleri ise, daha çok Müslümanların bireysellikten, toplumsallığa, toplumsallıktan devlete geçişini esas alan anlayışları bilinçlendirmekti.

Hilafet dönemlerinde  toplumdaki, bilgi kirliğini önlemek, toplumu bilinçlendirmek için oluşan mezhepler nasıl Arapça kelimeler ve terimler üzerine ıstılahlaştırma hareketi başlatmışlarsa, günümüzde de Müslümanlar Arapça kelime ve terimleri kavramlaştırma hareketi başlattılar.

Arapça kelimelerin, terimlerin ıstılah anlamları, kelimelere verilen dini anlamlardı. Yani toplumda kullanılan, ayetlerde geçen Arapça kelime ve terimler, lügat anlamlarından çıkarılarak, dinde nasıl anlaşılmalıdır sorusunun cevabı olarak ortaya kondular. Günümüz de kavramlar üzerinde duranlar da aynı mantıkla kavramlaştırma yaptılar. Bugün ayetlerde geçen şu kelimelerin, şu terimlerin kavramı budur dediğimizde, yapılan şey, kelimelere, terimlere dini tanım getirmekti. Mantık ve amaç olarak, ıstılah ve kavramlaştırma aynıydı. Bunu kavramayan bazı Müslümanlar ıstılah anlamlara karşı çıkarken, kavram anlamlarını yüceltmeyi, kutsamayı öne çıkardılar. Aslında dikkat edilirse, Allah ayetlerini toplumun anlayacağı dil ile, yani toplumun konuştuğu halk diliyle indirmiştir. Halbuki hem ıstılah, hem de kavram anlamları, toplumun anlayacağı dil değil, ıstılah Müslüman bilim adamlarının, kavram ise, İslam’ı dava edinenlerin anlamıydı. Amaç olarak güzel gibi görünse de, bir dönem sonra, ıstılahlar ve kavramlar, ayetlerin önüne geçiyor. Ayetlerin anlaşılması için yapılan bu çalışmalar, bir müddet sonra ayetlerin anlaşılmasına engel oluyordu. Akıl etmenin uzantısı olan ıstılah ve kavram anlamlarının, din haline getirilmesi, ne yazık ki, Müslümanların yeni bir ehli kitaplaşmasının önünü açacak gibi görünüyor.

Müslüman ülkelerde henüz Müslümanlar; ayetlerin ve resulün pratiğinin ortaya koyduğu öz doğrultusunda, müminleşemediler, Müslüman toplum olamadılar. Kur’an merkezli olmayan oluşumlar, insanların egemenliğinde genişleyip çoğalırken, Kur’an merkezli olanlar, amip gibi bölünerek ayrıştılar. Geçmişte ıstılahlaşmayı hedef alanlar, ayetlerdeki kelimelerin anlamları üzerinde oynamanın önüne geçmek için yola çıkmışlardı. Günümüzde de kavramsallaştırma üzerine duranlar aynı gaye ile yola çıktılar. Ancak amaçlar hep tersine gerçekleşiyor. Özellikle Kur’an merkezli Müslümanlar afaki bir şekilde birbirine tezat, birbirin öteleyerek, karşıtlarını, kafir, sapık ilan ederek, küçüldükçe küçülüyorlar. Sanki her biri kendi kulelerinin sağlamlığına inanarak karşıtlarını din dışında bırakıyorlar. Çoğu zaman rastladığım gerçek, birleştirici, bütünleyici dil kullanmak yerine, ayrılıkçı, öteleyici, hakaret dili kullanılarak arınılacağına inanılıyor. Halbuki resulün dilinde öteleyici, ayrılıkçı, hakaret dili yoktu.

Allah ayetlerinde aklını, muhakemesini, iradesini kullanacak Müslümanların aralarında istişare ederek bütünleşmelerini, güç oluşturmalarını, böylece hakkı ve adaleti gerçekleştirmelerini isterken, Müslümanların istişare dışına çıkıp, paramparça olmaları manidardır. Görünen o ki, henüz Müslümanlar, Allah’ın ayetinde belirttiği gibi, daha azgın topluluklarla terbiye edilmeye devam edecekler. 

Sonuç olarak konuyu şöyle bağlayabiliriz. İslam ve Müslümanları birlikte ele aldığımızda İslam’ı merkeze oturtmalıyız. Mesela matematik hesabında sayıların sıralanışı vardır. 0 merkezdir. Bizim rakamlara bakışımıza göre sıfırın sağında sıralanan rakamlar artılar olarak devam eder. Sıfırın solundaki rakamlar olarak eksiler olarak devam eder. Artılara olumlu gelişmeler dersek, Müslümanlar merkezdeki İslam’dan hareket ederek, sağında olumlu gelişmeler sağlarlar. Bunun sırrı, ayetlerde ifade edilen akıl etme, muhakeme kurma, gerçekçi olarak adil bir şekilde fikirler üretip kararlar vermedir. Eğer Müslümanlar istişare yoluyla, birbirlerini akıl etmeleriyle, muhakeme kurmalarıyla ve adil kararlarıyla yararlandırırlarsa, Müslümanlar güçlenir. Birlikten kuvvet doğar anlayışı gerçekleşerek Müslümanlar yeryüzünde İslam’ı hakim kılar. Adaleti öne çıkarırlar. Böylece Allah’ın ipi olarak ifade edilen merkezdeki İslam, bütün artı sayıları kendinde toplamıştır. Artık sıfırın sağındaki bütün rakamlar, yani bütün Müslümanlar, Müslümanların bütün olumlu kararları, kararlarıyla birbirlerini desteklemeleri ne kadar çoksa, o kadar yeryüzü adalet bulur. Tabi bunun tersi de söz konusudur. Müslümanlar sıfırın solunda eksiler olarak da artabilir. Müslümanların akıl etmeleri, muhakeme kurmaları, olumsuz kararlara dönüşüp, Müslümanlar istişareden uzak, her kararlarıyla birbirlerini yiyorlarsa, birbirlerinden kopuyorlarsa, amip gibi binlere, milyonlara, milyarlara bölünerek sıfırın gücünü yansıtamazlar. Güçten düşer, güçlü olan kafirlerin egemenliklerine girer. Yeryüzünde köle olarak yaşarlar. Tıpkı bugünkü gibi. Unutmayalım ki, Müslümanları bir araya getiren her dil, üslup, akıl etme, muhakeme kurma, fikir üretme Müslümanları güçlendirir. İslam’a uygundur. Allah’ın ayetlerinde ifade edilen, Allah’ın ipinde, yani İslam’da toplanmalıdır Aksi ise, yani akıl etme, muhakeme kurma, fikir üretme Müslümanları ayrılıklara itiyorsa, her konu Müslümanlar arasında tartışmaya, çatışmaya dönüşüyorsa, bütün bu eylemler İslam’a aykırıdır. Allah’ın ayetlerinde yasaklanan şeydir.  Böyle bir durum Allah’ın Bakara suresinin 213. ayetinde belirttiği,  “İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir” ifadeyle karşı karşıya kalırlar.

Dikkat ederseniz, sıfır rakamının sağında ve solunda oluşan tüm rakamlar sıfırı etkileyemezler. Ama sıfır rakamı sağındaki solundaki bütün rakamlara anlam kazandırır. Kiminin artı, yani olumlu değerlendirilmesine, kiminin de eksi, yani olumsuz değerlendirilmesine ölçü olur. İşte İslam sıfır gibi, insanlığın merkezindedir. İnsanlar İslam ile, inançları, eylemleriyle ölçülürler. Kiminin kitabı sağından, kiminin kitabı solundan verilir. Allah hepimizin kitabı sağından verilenler olmayı nasip etsin inşallah diyelim. Tabi bunun için yapacağımız tek şey, akıl etmelerimiz, muhakeme kurmalarımız, irademizle karar almalarımız, istişarelerimiz ile Müslümanların birliğine, güçlenmesine yönelik olmalıdır. Bu konuda şeytanın tüm taptırmalarına, içimizden yükselen tüm olumsuz isteklere hayır deyip, Allah’ın ipinde toplanmayı amaç edinmeliyiz. Ancak o zaman Müslümanlar olarak,  yeryüzündeki seyrüseferimizi bizde yüzümüzün akıyla tamamlamış oluruz. Rabbim hepimizi doğru yolundan ayırmasın ve bize daima, ilminden nasip ederek, ilmimizi irfanımızı artırsın, izanımı korumamıza yardımcı olsun inşallah.