Ahmed KALKAN

27 Ağustos 2020

NE KADAR AKLEDİYORSANIZ O KADAR MÜ’MİNSİNİZ; NE KADAR MÜ’MİNSENİZ O KADAR AKLEDERSİNİZ

İslâm’ın siyasî alanda hâkim değil, mahkûm konumda olması toplumların tüm yaşayışını olumsuz anlamda etkilemekte olduğu malumdur. Sosyal hayatın, hukukun, ekonominin ve her türlü bireysel yaşayışın dünyevî ve uhrevî açıdan problem yumağı olduğunu kabul etmek zorundayız.

Devletin hayra doğru değişmesi için, önce toplumun değişmesi gerekir. Bireyler kendilerini ıslah etmeden toplumun da düzelmeyeceğine göre, iş kendimizi düzeltip ıslah etmekten geçiyor. İşte tam burada aklı kullanmak devreye giriyor. “İnsanlara iyiliği emrediyor da, kendinizi unutuyor musunuz? Bir de Kitap okuyorsunuz ha! Hiç mi aklınızı kullanmıyorsunuz?”[1] Demek ki, değişimi, kendinden başlatmayan kimse, aklını kullanmayan birisidir. Hayırlı bir değişim ve dönüşümü başkaları için istemek güzel, ama o güzellikten kişinin kendini mahrum etmesi, toplumu kurtarmaya çalışırken, kendini uçuruma atması, aklını kullanan birisi için düşünülemez. Sadece başkalarına anlatmakla yetinenlerin, postacıdan veya taşıdığı kitaptan yararlanmayan dört ayaklılardan farkı olmayacaktır.[2] Bildiği ile amel etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa da kendisi ondan yararlanamaz. Bileği taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi kesmez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat kendisi daima çıplak durur. Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan kurtulamaz. Demek ki, dikkat etmemiz gereken; başkasına iyiliği emrederken, kendimizi unutmamamız, kendimize de emretmemizdir; Sadece başkalarına anlatarak görevimizi yaptığımızı iddia edemeyiz. Demek ki, güzel değişimleri önce kendi hayatımızda, ailemizde ve işyerimizde gerçekleştirerek işe başlamalıyız. Kendi hayatına, evine ve bulunduğu yere güzelliği hâkim kılamayan kimse, başkasını hiç düzeltemez. İslâm’ı kendi yaşayışında, iş yerinde, evinde hâkim kılıp yaşamayan kimse, devlete İslâm’ı hiç mi hiç hâkim kılamaz. Kendisine ve çevresine şeriatı hâkim kılamayan, ülkesine şeriatı getiremez.

Burada çözüm olarak iki şey öne çıkar. Vahy ve akıl. Vahy, Allah’ın, yarattığı kullarına gösterdiği çıkış yolları, problemlerine esaslı çözüm tavsiyeleri demek. Vahye/Kur’an’a teslim olmadan insanın dünyada huzura ve güzelliklere, âhirette de kurtuluşa ve cennete gitmesi mümkün değil. Akıl ise, eşyadaki düzeni anlayacak güce sahip olduğu gibi, İlâhî gerçekleri de kavrama, sezme, onların üzerinde düşünüp yorum yapma, onların hikmetini kısmen de olsa idrâk etme gücüne de sahiptir. Zaten aklın temel görevi de budur.

Türkçe’deki deyimle ‘aklını başına alanlar’ hayatın sırlarını çözerler, varlığın ve onun ardından gelen ölümün arkasındaki gerçeği görürler. Kendilerine faydalı olan şeyleri tercih ederler, zararlı olanlardan kaçınırlar. Kur’an, mü’minler için bazı hükümleri sıraladıktan sonra; “İşte Allah, size âyetlerini böyle açıklar; umulur ki akledersiniz”[3] buyuruyor. Demek ki mü’minler akıllarını kullanıp Allah’ın koyduğu hüküm ve kanunların hikmetini anlamak ve onları yerine getirmekle görevlidirler.

Akıl iki şekilde kullanılabilir. Bu kullanımlardan biri insanı dünya ve âhiret saâdetine götürür. Bu, Allah’ın yaratıp bize ihsan ettiği aklı Allah’ı râzı edecek şekilde kullanarak O’na kulluk ve itaati merkeze alıp kendisinin ve insanlığın hayrına yönelik akletmedir. Diğeri, aklı yegâne referans görüp sadece dünyevî çıkarlar için kullanmaktır. Kur’an buna akletmemek der. İnsanı en büyük tehlikeden, ebedî azaptan kurtaramayan akıl sahibinin IQ’sü fazla olsa neye yarar? Cepteki para, çok olsa bile, gerektiğinde gerektiği şekilde kullanılmazsa insana ne faydası olabilir ki? Bir otomobili, bir uçağı kullanmak için belirli kurallara uymak gerekir de aklı kullanmak için kurallara ihtiyaç hissedilmez mi? Aklı yaratan ve onu kullanmayı ibâdet sayan Rabbimiz, aklımızı ancak vahyin kılavuzluğu ile doğru kullanacağımızı belirtir. “Allah'a verilen sözü onun pekiştirilmesinden sonra bozan, Allah'ın birleştirilmesini emrettiğini koparan ve yeryüzünde fesat/bozgunculuk çıkaranlar var ya, işte onlar için lanet vardır. Yurdun fenası da onlaradır.”[4] Âyette geçen “Allah’ın birleştirilmesini emrettiği” şeyin ne olduğu açıklanmamış, hangi şeylerin birleştirilmesi gerektiği vahiyle eğitilmiş olan akla bırakılmıştır. Akrabalık bağı demiş çoğu âlim, fıtratla vahyin birleştirilmesi demiş bazıları. Biz de rahatlıkla, akılla vahyin birleştirilmesi diyebiliriz. Tevhid, aynı zamanda yaratılanlar arasındaki birlik ve bütünlüğü kavramaktır. Birleştirilmesi gereken bir bütünün iki parçası olan vahiy ile aklı birleştirmek zorundayız. Vahiy, akla hitap eder. Akletmeden vahiy doğru anlaşılmaz, doğru yaşanmaz. Aklını vahye muhatap kılmayan ve vahyi selîm akılla aklederek doğru anlamaya çalışmayan kimse, üç günde bir hatim de yapsa, vahyi terk etmiş, Kur’an’ı mehcur bırakmış olur. Vahiy olmadan akıl, dosdoğru çalışmaz, insanı kurtarmaz. Tek kanatlı kuşun yükselip uçamayacağı gibi, bu durum da insanı dünyada huzura, âhirette ebedî ödüle götürmez.

Eğer insan, aklını her şeyden üstün görür, tek ölçü ve tek hâkim kabul ederse, özellikle çevrenin aklı çeldiren, aklı hasta eden bunca uyutucu ve uyuşturucunun bulunduğu bir ortamda bu düşünce onu İslâm’a, hidâyete, dosdoğru yola ulaştırmayacağı gibi, bu akıl onu dünyada da huzura götürmez. Vahye ihtiyaç hissetmeyen akıl, her şeyi kendisi çözebileceğini ve bütün doğruları kendi başına bulacağını iddia etmiş olur ki, bu durum, aklın putlaşmasıdır. Vahye ihtiyaç hissetmeyen akıl, doğru şekilde kullanılmayan akıldır. Vahye teslim olmayan akıl, kendini tek ölçü kabul ettiğinden bu aklın sahibi, aklını kullanılması gerektiği gibi kullanmamış olduğundan “akletmeyen” kimsedir; Türkçede bu kimseye “akılcı” denir.

Bu, aklı tek ölçü kabul edenlerin yanında; bir de aklı önemsemeyen, aşağılayan, aklı kullanmayı günah gibi gören, aklını müslümanca kullananlara mu’tezile veya akılcı diyen, rivayetleri Kur’an’la eğitilmiş akla havale etmeyi suç gördüğü gibi, Kur’an’a arzetmeyi bile hadis inkârcılığı olarak yaftalayan; aklı kullanmak yerine geleneği, eski âlimleri taklit etmeyi din kabul eden bu kimseler, Kur’an’a göre yine “akletmeyen” kimselerdir. Türkçede bunlara aklını doğru şekilde kullanmayan anlamında “akılsız” denilir. “… O, iğrenç azabı, pisliği akıletmeyenlerin üzerlerine gönderir.”[5] İbn Haldun da şöyle der: “Müslümanlar akletmeyi terk ettiler; bu yüzden zillete düştüler.”                                   

Aklını vahiy istikametinde doğru şekilde kullanan kimse ise Kur’an’a göre “akleden” kimsedir; Türkçede bu kimseye “akıllı” denir. Akıl, sağlam bir göz; Kur'an ise ışıkları her tarafa yayılan bir güneştir. Göz ne kadar sağlam ve görüşü keskin olursa olsun, ışık kaynağından mahrum ise, o göz bir şey göremez. Doğru işlemeyen akıl, keskinmiş neye yarar? Saatin kalitesi, koşmasında değil; doğru gitmesindedir.

Kur’an, ancak akledenlerin gerçekleri anlayabileceğini,[6] öğüt alacağını[7] ve Kur’an’ın, akledenler öğüt alsın diye gönderildiğini[8] bildirmiştir. Akledenler Kur’an’da övülmüş ve müjdelenen insanlar arasında sayılmıştır: “… Kullarımı müjdele. Onlar ki sözü dinlerler ve sözün en güzeline uyarlar. İşte bunlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir. Ve onlar ancak akledenlerdir.”[9]

Aklın görevi; araştırma, düşünme ve gerçeği bulmadır. Araştırmayan, düşünmeyen akıl, görevini yerine getirmemiş akıldır ki, sahibini insanî erdemlere yükseltemez. Akıl çalışmayınca görevini yerine getiremez ve sahibini taklit bataklığına düşürür. Taklit ise, araştırma ve düşünmenin baş düşmanıdır. Allah, kitabında taklidi, donukluğu kınarken; araştırıcı aklı övmektedir. İslâm taklitçiliğe karşı çıkmıştır. Çünkü taklitçilik, Allah’ın insana ikram ettiği en büyük nimetlerinden olan aklı kullanmamak, başkalarına körü körüne uymaktır.

Allah ile birlikte başka bir ilâhın olmadığını akıl bulmak zorundadır. O’nun asıl görevi bu yüce gerçeği bulmak ve ona göre yaşamaktır. Akıl Allah’ı bulmanın yanında O’na itaat etmesini de bilecektir.

Aslında gerçek anlamda akletmeyenler; kafaları küflenmiş, kalpleri mühürlenip mânevî pisliklerle kararmış olanlar, bilgi ve kültürleri çok zannedilse bile, gerçek cahillerdir. “Onların bu konuda ilmi yok, sadece atıp tutuyorlar.” [10]

İnsan, aklı ile tabiatı anlarken, vahiy ile İlâhî hakikatleri öğrenip bilebilir. O halde vahye teslim olmuş aklın görevi; hem insandaki, hem tabiattaki, hem de Kur’an’daki âyetleri anlamak ve akıllıca yaşamaktır.

İnsan, değişken bir varlıktır. İnsanı temsil eden en önemli organına değişen anlamında kalp denilmesi, gönlün çok sür’atle değişmesinden ve halden hale geçmeye yatkın bir yapıya sahip bulunmasındandır. Gönlün bu özelliği ile onun sahibi bulunan insanın da devamlı değişken olduğuna şahit oluyoruz. Bir ayağı, değişmeyen temel doğrularda sâbit, diğer ayağı arayış içinde sistemli daireler çizen bir pergel gibidir, öyle yaşamalıdır insan. Bireyler hayra doğru değişip gelişirken, onların birleşip toplu şekilde yaşamasından oluşan toplum da değişecektir. Sonra, Allah da kendilerini değiştiren toplumun köklü değişimi istikametinde onların devletini değiştirecektir.

“Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.”[11]

“Allah, içinizden, iman edip de sâlih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için hoşnut ve râzı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaadde bulunmuştur. (Bu devletin şartı olarak:) Onlar ancak Bana kulluk eder ve Bana hiçbir şeyi şirk/ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.”[12]


[1]2/Bakara, 44

[2]62/Cum’a, 5; 7/A’râf, 176

[3]2/Bakara, 242

[4]13/Ra’d, 25

[5] 10/Yunus, 100

[6] 2/Bakara, 269; 3/Âl-i İmran, 7

[7] 13/Ra’d, 19

[8] 14/İbrahim, 52; 38/Sâd, 29

[9] 39/Zümer, 17-18

[10]43/Zuhruf, 20

[11]13/Ra’d, 11

[12]24/Nur, 55