Ahmed KALKAN

20 Ağustos 2011

ORTADOĞU VE UMRE HÂTIRALARIM -III-

Umre ve hac yolculuğu, hayata vahyin bak dediği yerden bakanlar için nice hikmetli dersler veren bir öğretmendir. Yolcu ve misafirlerine yolculuğun öğrettiği o kadar güzellikler ve ibretler vardır ki, Rabbimiz’in “gezin, seyredin, dolaşın” anlamına gelen “sîrû” emri, Kur’an’da 7 yerde tekrar edilmiş, bu gezmelerin turistik amaçlı  olması değil; “bizden öncekilerin, günahkârların sonunun nasıl olduğunu görüp ibret almak için” olması gerektiğini bildirmiştir. “Onlar yeryüzünde dolaşmazlar mı?” diye başlayan âyetlerin de yine 7 defa tekrar edildiğini belirtelim. Mü’minin gezip dolaşması, kâinat âyetlerini okumak için, ibâdet için olmalı  elbette. Bir insanı tanımanın en güzel yollarından birinin, onunla yol arkadaşlığı yapmak olduğunu bilmeyenimiz yoktur; yolda emir seçmenin gerekliliğini de; seferde olmanın zorluklarına karşılık seferîlikle ilgili kolaylıkları da.

Umre ve hac yolculuğu gibi uzun yolculuklar her şeyden önce insana sabrı  öğretiyor. Umreciler ve hacılar, o beldelerde birbirlerine hep sabrı  tavsiye ederler: “Ya hâc, sabran!” “Haci sabır!”  Arkadaşının yanlışlarına sabır, eşinin davranışlarına sabır, havanın sıcaklığına sabır, yolun zahmetlerine sabır, sevaba girmenin zorluklarına daha doğrusu tembellikten hoşlanan nefsin hevâsına zor gelen meşakkatlerine sabır, sabır, sabır… Ya sabır sabır sabredecek, ya sapır sapır dökülecek umre yolunda insanlar. Bütün güçlüğüne rağmen umre ve hac yolculuğu, inancın somut bir şekilde ortaya konulması olduğu kadar, aynı zamanda bir sabır sınavıdır. Mü’minler, Allah yolunda yapacakları çalışmalarında, ibadet ve amellerinde zorlukla, eziyet ve sıkıntı ile karşılaşırlarsa umre veya hac yolculuğundaki antrenmanlarının, kendilerini terbiye ederek olgunlaşmalarının açtığı yoldan felâha/başarıya doğru gidecekler, zorlandıklarında namaz ve sabırla Allah’tan yardım isteyeceklerdir. Çünkü insanlar, sabırları sayesinde kötü şartlara, nefsin hevâsının insanı zillete düşüren isteklerine direnir ve özgürlüğünü kazanır.

Ama sabrı doğru anlamak gerekiyor. Sabır, iyilikte ve takvâda ısrar, Allah'a itaat ve ibadette kararlılık demektir. Sabır, İslâm’ı kişisel ve toplumsal hayata hâkim kılma gayreti karşısında karşılaşılan zorluklara dayanma ve direnme demektir. Sabır, Cennetin bedeli olarak dünyamızın cennete benzer hale getirilmesi için iç ve dış düşmanlarımıza karşı verilen mücadelenin gerektirdiği zorluklara direnmektir. İslâm'ın içimizde ve dışımızda hâkim olması  için gayretlerimiz karşılığında gelecek zorluklara tahammül etme, direnme demektir sabır. Konu ile ilgili âyetlerden anlaşıldığına göre sabır, mevcut zor şartlara karşı sahip olunan değerleri yaşama ve savunmada gayret, tahammül, direnme gücü demektir. Pasifize olma, reaksiyon göstermeme anlamlarına asla gelmez. Musibet anında umutsuzluğa düşmemek, sıkıntılı zamanlarda gönül ferahlığı  göstererek o sıkıntının geçmesine dek tahammül etmek, kişinin kendini şeriatın gerektirdiği şeylere vakfedebilmesi, selim aklın gereklerini yerine getirebilmesi, hayatını bunlara göre programlayabilmesidir sabır.

 Aslında “el-hâc”, “hacı” ünvanlarını hak eden, gerçek anlamda sabırla imtihan olanlar, develerin sırtında aylarca yolculuk yapmak zorunda kalan eski hacılar imiş. Doğru dürüst yolun olmadığı, varsa bile kumların altında kaldığı için bata çıka kum yığınlarında yol alarak, zaman zaman öldürücü kum fırtınalarına muhatap olan, eşkıya ile karşılaşma ihtimali büyük çapta bulunan, zararlı haşeratla ve vahşi hayvanlarla karşılaşabilen, kumlar üzerinde yiyen, kumlar üzerinde uyuyan o eski hacılar, umreciler…  Şimdi parasını veren, ver elini Mekke-Medine; kuşbakışı  Harem’lere bakan beşyıldızlı otellerde oda, “viskimi de içerim, haccıma da giderim” anlayışıyla turistik bir gezi…  Yeri geldiğinde ve muhataba göre bazen Paris’de yenilen haltların anlatımı, bazen Mekke’den getirilen hurmaların ikramı.

Ben umre hâtıralarımı anlatacaktım, değil mi? Bunlar da hâtıra sayılması gereken hususlar; Hâtıra: Hatıra gelen, hatırda kalan şey demek çünkü. Uçak, Medine havaalanına indi, otobüslerle Medine’ye, Peygamber şehrine doğru yol alıyoruz. Şehir denilince, aklıma “Medine” gelir hep, bu kelimenin şehir anlamına geldiğinden olacak. Medeniyet ve medenî denilince de. “Medenî”, Medineli, şehirli demek; bir de Kur’an’ın Medine’de nâzil olan âyet ve sûreleri. Demek ki, medenî olmak için Medine ile irtibatlı olmak, Medine’de inen Kur’an âyetlerinin kendine de indiğini fark etmek gerekiyor. Medeniyet de, aslında şehirlilik, Medine’li olmak, İslâm’ın emirlerine göre ve usûlü dairesinde yaşayış demek. Medeniyeti yanlış yerde arayanlara duyrulur. Dünyaya medeniyeti öğreten Medinetu’n-Nebî, Peygamber şehri. Medine denilince hemen Peygamber akla geliyor. Medine’de ve Peygamber’le birlikte yaşamak… Dünya cenneti bu olsa gerek…

Gerici, mürteci, köktendinci mi diyecekler, hiç umurumda değil; ben “ta 14 asır eskiye gidip böyle bir vasatta yaşamak isterdim”  diyorum. Hayal adlı zaman tünelinden çoktan geçmiş, asırları  geriye sardırmış ve hayal dünyasına dalmışım: İşte şurada bir yüksek tepede bir gözetleyici duruyor, Medineliler şehrin kenarına çıkmış, günlerdir gece-gündüz demeden bir bekleyiş içindeler. Şehrin sahibi, devletin başkanı, ümmetin Rasûlü geldi-gelecek…  Ensarın yeni yetişen kızlarının dilinde o güzelim na’t: “Talea’l bedru aleynâ…” Hayır! Yok böyle bir ses, yok böyle bir bekleyiş. Bu şehre bu şekliyle adım atmaz Rasûl. Peygamber şehri olmaktan çoktan çıkmış, bir kral şehri olmuş burası. Amerika özentisi içinde Batı hayranı kimliksiz bir şehir. Ne Arab şehrine tam benziyor, Ne Amerikan şehrine. Körtaklitçiliğin başşehri. Coca Cola, Mc Donald, İntercontinental, Four Seasons Hotel, Sheraton… Rasûl gelmezdi, ama şayet gelseydi bu lokantaların hangisinde yer, bu otellerin hangisinde istirahata çekilirdi? Uydu kanalların hangisini açar, hangi marka sigarayı tellendirirdi? Şu saray gibi binalardan hangisini kendine köşk edinirdi?!

Bu düşüncelerle Medine caddelerinde yol alıyoruz. Buralarda Mescid-i Nebevî görülmesi lâzım. Olmadı, az sonra mutlaka görülmesi lâzım, ben buraları daha önceki gelişimden biliyorum. Hayır, oradan da gözükmüyor. Yesrib’i Medine yapan Rasûl’den hiçbir iz gözükmüyor. Görülüyor ki, Rasûl’e bağlılık ve onun yolunu sürdürme iddiasında olup onun sünnetine ters olan şeylere bid’at diyerek günah, hatta şirk hükmü verenler, her tarafı  bid’atlerle kaplamışlar, Medine’yi Medine yapan tüm güzellikleri örtmüş veya yok etmişler… Nihayet, koca devlerin arasında zar-zor belli olan küçük bir cisim gibi Mescid-i Nebî’nin slüeti gözüktü. Önce sadece minareler, daha yaklaşınca yeşil kubbe. İyi de, bu şehir O’nun şehrine hiç mi hiç benzemiyor. Aynen Amerika’nın herhangi bir vilâyeti. Bina mimari tarzları  ve yükseklikleri (alçaklıkları mı demem gerekiyor?) ile öyle benzetmişler ki, burası İslâm devletinin kurucusunun değil de, Amerika’nın kurucusunun şehrine Washington’a benziyor. Yanlış mı geldik ne? Gözlerim odaklanmış bir kere. Orayı  görmeliyim diğer perdelerden önce. Nihayet gözüktü nazlı  bina. Bu kadar saray-otelin arasında ve Doğudan çok yine Batıyı  çağrıştıran mimarisi ile Peygamber Mescidi. Bir taraftan hasretin bitmesine sevinç, diğer taraftan bu aymaz gaflet ve hiyanete kızgınlık ve üzüntü; tatlı ve acı karışık gözyaşları… Otele eşyalarımızı bırakır bırakmaz, koşarcasına değil, basbayağı koşarak Mescid’e kendimizi atmaya çalışıyoruz. Heyecanlanmıyor değilim, heyecanlanıyorum, ama otuz sene önce gördüğümdeki heyecanın en az dörtte üçü kaybolmuş bende. Yanımdaki çocuklarıma çaktırmadan bir-iki damla gözyaşı, o kadar. Hâlbuki duygusallığımın tam doruk noktaya varması gereken bir yerde idim. Duygularım karmakarışık. İhtiyarladım mı ne? Yoksa bu çelişkiler, bu yanlış yönelişler mi bendeki gençliği aldı götürdü? Nedendi bu bendeki gönül ve ruh boşluğu? Sebebini aramak için kafamı  kaldırdım, etrafa baktım. Burada her yol Harem’e, Peygamber Mescidine çıkıyor. Merkezde orası var. Ama merkezin etrafı onun yaşayışına, onun davetine hiç uymayan yabancı unsurlarla işgal edilmiş. Ben en son 1983’de buralara gelmiştim. 28 senede değişenler o kadar çok ki.. Değişmeyen bir şey hemen hemen kalmamış. En önemli değişiklik bu heyûlâ gibi ruhsuz binalar, oteller… Mescidin dört tarafını sarıp sarmalamış. Evet, net olarak içimden geçeni söyleyecek olursam; Mescid-i Nebî işgal altında. John’un sünneti hâkim, O’nun sünneti yerine. Rasûlullah’ın (s.a.s.) ayak izi, eseri, onunla görüşen, onun hâtırası olan bir şey arıyor gözlerim; bir daha, bir daha dikkatle bakıyorum. Hayır, hiçbir şey bulamıyorum. O binaların arasından gözükmese de kala kala bir dağ kalmış diyorum. “Uhud bizi sever, biz de Uhud'u severiz.” (Buhârî, Cihâd 71; Müslim, Hacc 504) buyurduğu dağ. Yüce önderimizin müşriklerle savaşına ev sahipliği yapmış bir dağın Peygamber’le sevgi ilişkisini tam anlayamasam da, şimdi farklı bir pencereden o sevgiyi anlıyorum. Peygamber’den, onu görenlerden, kimse veya herhangi bir şey kalmamış, tek sahabi Uhud dışında. Evet sahabi Uhud. Sevdim bu sıfatı. Artık ashâbı hatırlarken Uhud’u baş sıralarda sayacağım. Onu seven biri olarak Onu görmek ve Ona hayran olmak… İyi de bir dağ, kaya yığınları için mi bu sözler? “Bu dağ taş değil, bağrındır taş senin” diyorum kendi kendime ve âyetler geliyor aklıma: “Eğer Kur’an bir dağa indirilseydi dağ Allah’ın korkusundan baş eğmiş parça parça olmuş olacaktı.” (59/Haşr, 21) nice taşın içinden su fışkırdığı, Allah korkusundan parçalandığı halde yahudilerin gözlerinden bir damla olsun su çıkmadığı dolaylı yolla ifade edilir. O yüzden mü’minler, yahûdileşmekten ve taş yürekli olmaktan kurtulmak için yumuşak kalpli olmalı, bunun belirtisi olarak da Allah için gözyaşı dökebilmelidir. “Bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı, Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da kasvetli/katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.” (2/Bakara, 74). Bu ifadeler, Allah denilince derileri ürperen, Kur’an okununca huşûsu artıp secdelere varan mü’minlerin değil; taş kalpli, merhametsiz yahudilerin özelliğidir. Taşlaşan, katı kalpli olmak. Taş kalpli bile değildir onlar, çünkü nice taş, Allah korkusuyla dağdan yuvarlanır, nice taşın gözlerinden kaynak suyu dediğimiz gözyaşı akar. Hatta yahudi bile, ağlama duvarında ağlıyor da, bizim gözlerimizden bir-iki damla dışında bir şey çıkmıyor. “Öz ağlarsa göz de ağlar demişler.” Demek ki gönül taşlaşmış, Uhud gibi dağ-taş da insanlaşmış, Rasul sevgisini dışa vurmuş. “Ağlamayan gözden, huşû duymayan gönülden Sana sığınırım.” diyen Rasûl, “Eğer benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.” (Buhârî, Küsûf 2; Müslim, Küsûf 1) der. Demek ki ağlamak bilmektir, çok gülmek de cehâlet. Ve cehennemimizi söndürecek su, dünyadayken gözümüzden dökülen su olacak: “İki göze ateş dokunmaz. Allah korkusundan dolayı ağlayan göz ve Allah yolunda nöbet bekleyen göz.” (Dârimî, Cihad 15; Nesâî, Cihad 11) “Ağlayın, su yükselsin; belki kurtulur gemi, / Anne seccâden gelsin, bize duâ et e mi?” diyor bir şâir. Diğer bir şâir de: “Ağlarım, ağlatamam, dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım.” diye şikâyet ediyor kendinden.

İbn Kesîr, yukarıda zikrettiğim Bakara, 74. âyetin tefsiri olarak şu nakilleri aktarır: Ebû Necih, Mücâhid’den naklediyor: “Su fışkırtan veya su yüzünden yarılan ya da dağın tepesinden yuvarlanan her taş, Allah’ın haşyetinden, Allah korkusundan dolayı bu durumlar olmuştur.”  İbn Abbas, bu âyeti şöyle tefsir etmiştir: “Taşlar, sizin kendisine çağrıldığınız hakikat karşısında bazen sizin kalplerinizden daha yumuşaktır.” Yahyâ İbn Ebû Tâlib, “taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar.” âyetin bu ifadesi, çok ağlamak demektir. “Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır”: Bu da az ağlamaktır. “Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır”: Bu da, gözden yaş dökmeden kalp ile ağlamaktır, der (İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Y., c. 2, s. 388). 

Uhud’dan bahsediyordum, bir dağ, kaya yığını deyip geçiverdiğimiz Uhud’dan, gözü yaşlı Uhud’dan. Rasûl sevgisiyle asırlar boyu dimdik ayakta durmak... Evet, Peygamber’in izlerini görmek isteyenler, o devirden bu zaman dilimine değişmeden bize ulaşan hâtıra bekleyenler bunu sadece Uhud’da bulabilir. Mescid-i Nebevi'ye uzaklığı 5 kilometre olan, Medine’nin kuzeyinde yer alan 8 km. uzunluğundaki Uhud dağı. Hacılar ve umreciler Amerikanvari binaları görmeye gelmiyor, bu dağı, dağ gibi hâtıraları, o Kutlu Rasûlü hatırlatan mekânları görmeye geliyor. Alın atın saraylarınızı, saray gibi otellerinizi; verin bana dağı, Uhud dağını… Hâlâ ağlayan Okçular tepesiyle Uhud’u, Hira mağarasıyla Nur Dağını, Cennet bahçesini andıran, Güvercinleri ve örümceğiyle Sevr mağarasını barındıran Sevr dağını, mahşeri bu dünyadayke yaşatıp canlandıran Arafat dağını görmeye geliyor hacılar, beton yığınlarını değil…  

Müslümanlar bu topraklara niye Suudi Amerika diyor, anlamayan buraya gelince çok kolay anlar. Bir mankenin acemice başına kondurduğu iğreti başörtüsü  gibi sırıtıyor yapmacık din anlayışı Suud esnafında. Hayata hâkim olmayan, kapitalistleşmiş, dünyevîleşmiş insanlar…  Yollarda satıcıdan geçilmiyor. Tezgâhlarda çoğu Çin’den gelmiş ucuz eşyalar. Ne ararsan bulursun hesabı… Gözlüğümü, otelde bıraktığım yerde bulamadığım için bir okuma gözlüğü baktım; 2 riyal, Türk parasıyla 75 kuruş. Vergi yok, kaça alırsa üzerine kârını koyup satıyor satıcılar, dükkân kirası yok, masraf yok. Tam açık pazar. Ama zaman zaman belediye zâbıtalarıyla kovalamaca oynamaları, T. C.’yi hatırlatıyor. 

“Güzel şeyler yok mu?” Olmaz olur mu, var elbet. Güzellikler olmasa, bizim burada işimiz ne ola? Meselâ namaz vakitlerinde hayat duruyor. Kapitalizmin, serbest piyasanın, paranın sesi çıkmıyor; ezanla birlikte yerli Arab’ı, Afrikalısı, umrecisi başka bir âleme kanat çırpıyor. Onu ezan-ı Muhammedî çağırıyor, onu ezan çağırıyor, onu Rasûl çağırıyor, onu Allah çağırıyor. Bu çağrıya hemen herkes icâbet ediyor. Çarşılarda, kaldırımlardaki tezgâhların üstüne ya bir bez örtülüyor veya öylece açık bırakılıyor, mescid’e yetişmek üzere mallar Allah’a emanet ediliyor. Emîn belde olmanın güzellikleri bunlar. Nice mağazanın, büyük marketlerin yaptıkları da buna benzer. Kapıya “kapalı” olduğunu belirten bir tabelâ, veya kapı girişine bir sandalye ya da tabure: tamam. Alarma da gerek yok, kapıyı kilitlemeye de. Buralarda görmeyip oralarda gördüğümüz güzelliklerin başında her şeyin namaza endeksli olması geliyor. Gün ve gece ezana ayarlı. Hayatı namaz yönlendiriyor. Ezanla maddî kazanç saati duruyor, mânevî kazançlar vakti başlıyor. Namaz, hayatı durdurduğu gibi, (hayır, hayatı asıl mecrâsına koyduğu gibi, münkerleri kovduğu gibi) yoldaki arabaları da durduruyor. Şehirlerarası yollarda ezanın okunmaya başlamasıyla birlikte hemen bütün arabalar yol kenarına çekilir, karı-koca, çoluk çocuk cemaat olmuştur, namaza durulmuştur. Hanbelî mezhebine göre namazın ilk vakitte edâ edilmesinin gerekliliği ve cemaatin farz kabul edilişi bu konuda önemli rol oynasa gerek diye düşünürken, içdünyamdan bir açıklama: “Bunlar dindar olmasa bu olmaz, çünkü dini takmayan mezhebi de takmaz.” İçimden başka bir ses buna itiraz ediyor: “O kadar da olmasın mı burası Mekke, Medine. Hem, namazla insanlar dirilmeli, cemaat bilincine, sosyal ve siyasal şuura sahip olmalı. Her çeşit münkeri nehyeden namaz, bunca günaha, tuğyana karşı insanı tavır almaya zorlamaz mı? Küfre ve fıska isyan edip kıyama kaldırmaz mı? Diriltip canlandırmaz mı? İnsanlar uyuşuk; hem uyumaklı/uykulu anlamında hem câhilî düzenle uyumlu anlamında “uyuşuk”. Cihad ruhu çoktan uçup gitmiş. Demek ki hayatlarında namazdan daha etkin bir başka şey var, olumsuz şey veya şeyler...

M. Alagaş’ın cümleleri aklıma geliyor: “Şeytan ve dostları kendi çıkarlarına uygun bâtıl dinleri ihdas ederlerken, çoğu zaman hak dinin bazı görüşlerine hiç dokunmamışlardır. Şeytan ve dostlarının çıkarlarına zararlı gözükmediği için müdâhale edilmeyen bu gibi görüşler, hak dinleri tahrif edilen toplumların, kendilerini hâlâ hak dinde sanmalarına ve dolayısıyla bâtıl dinlere tepki göstermemelerine neden olmuştur.

Oysa şeytan ve dostlarının müdâhale etmedikleri bu gibi görüşler, hak dinin bütünlüğünde anlam ve hikmet kazanan görüşlerdir. Hak dinin bütünlüğünden koparılan bu görüşler, ne yazık ki insanları uyarıcı niteliğini yitirip, hâkim otoriteler tarafından insanları uyutucu bir niteliğe dönüştürülmektedir. Meselâ küfrî otoriteler tarafından yönetilen halkında müslüman olan ülkelerde, küfrî otoritelerin namazı yasaklamamaları ve bunun da ötesinde bu yönetimlerdeki bazı Firavunların halkın karşısına namaz kılıyormuş görüntüleriyle çıkmaları, aldatılan halkın ülkeyi İslâm, yöneticileri müslüman kabul etmelerine neden olmaktadır. İşte müslümanların yaşadığı ülkelerde müslümanları kötülüklerden uzaklaştırıcı, uyarıcı, arındırıcı ve diriltici bir niteliği olan namaz eylemi, böylesi ülkelerde kendi özünden ve anlamından uzaklaşarak halkların uyutulmasına neden olmaktadır.”

Mescid-i Nebevî’de ne yapılır? Peygamberin en çok yaptığı. Yani Kur’an’la birliktelik. Onu yapmaya çalışan umreciler. Bu konuda rekor Türklere ait. En uzun müddet Kur’an’sız kalma rekoru, Kur’an okumama rekoru. Mescid-i Nebevî’de ve Mescid-i Haram’da her üç-beş  metrede bir, cemaat namaz kılmıyorsa, tavaf yapmıyorsa okusun diye konulan Mealli Kur’an-ı Kerim’ler var. Urduca, Malayca, İngilizce, Fransızca gibi hemen her dilden mealleriyle birlikte Kur’an metni, bazı önemli Afrika dilleriyle bile yazılmış mealler. Ama, hemen hiçbirinde Türkçe mealli Kur’an yok. Arz-talep meselesi. İsteyen ve okuyan yok da ondan. Bizim hacı amcalar için Kur’an’ı okumak, hele anlayarak okumak hiç de önemli değildir, önemli olan Kur’an’a (daha doğrusu Mushaf’a) saygıdır. Hacı  amca, umre veya hac dönüşü, çok bilmiş edâ ile, kimbilir 68. defa anlatıyordur: “Kesin olarak söyleyeyim ki, en iyi müslümanlık yine bizde. Türkler kadar dinine düşkün hiçbir ülke yok. Onca farklı ülkeden hacıları, hocaları gördüm. Adamlar Kur’an’ı okuyorlar, sonra yere bırakıveriyorlar. Tövbe tövbe, Allah yine acıyor, Kur’an nasılsa bunları çarpmıyor. Hatta bazıları yastık yapıyor, üzerine yatıyor. Bunların hiçbiri Türk değil. Bizim halkımız Kur’an’a böyle saygısızlık yapmaz. Kim ne derse desin, en iyi müslümanlık bizde…”  Aslında halkın Kur’an’a inancı var mıdır, tartışılır; ama gereken önemi vermediği kesindir. Halk Mushafa inanır, yani üzerine matbaa mürekkebiyle yazılan kâğıtlardan ibaret kitap halindeki yazılı esere. Ona saygıda kusur etmez. Göbeğinden aşağı tutmaz, abdestsiz zinhar dokunmaz. Evin, yatak odasının en mûtenâ  yerine, duvara asar; Evi yangından korusun diye. Küçük ebatta olanı  varsa arabasına asar; Kaza ve belâdan korusun diye. Mushafın olağanüstü  gücüne inanır. Meyhanedeki sarhoşlar bile, birisi densizlik ve dinsizlik etse Mushaf sayfasını çiğnese linç ederler adamı. Kur’an’a gelince; okunması, anlaşılması, yaşanılması gereken Kur’an, mecliste ahkâmı kanunlaşsın, mahkemede hükümleri uygulansın, okullarda anlamları açıklansın, ekonomide prensipleri uygulansın, hayata hâkim olsun diye gönderilen Kur’an, kimsenin umurunda değildir. O ihmal edilmiş, mehcur bırakılmıştır. Hükümleri ayaklar altında çiğnenir, kimsenin gıkı çıkmaz.

Fertleri ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa "Kitapsız!" denildiğinde hemen şiddetli tepki vererek bu sözü büyük bir hakaret kabul eder, ama yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur cahiliyye toplumu. Devlet, Kitapsız devlettir. Öldükten sonra sorulacak sorulardan birinin  "Kitabın ne?" sorusu olacağı hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. "O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder." (36/Yâsin, 65) “Kitabın ne?” sorusuna o gün ellerimiz "filânın nutku", "falan anayasası", ya da "filan gazete", "şu kanal", "bu televizyon"... diyebilir. Yani, Kitabımız diye iddia ettiğimiz Allah'ın Kitabı yerine, bize yön veren, bizim O Kitap'tan fazla okuyup baktığımız, etkilendiğimiz, uyduğumuz ne ise vücudumuz yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir. "Kitabım Kur'an" sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak, inandığını yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini ateşe uzatmaz. “Ben ateşin yakacağına inanıyorum ya, bu inanç beni kurtarır” demez dünya ateşi için insanlar.  

Kur'an'sız hayat, karanlıkların nuru boğduğu vahşi bir hayattır, zindan hayatıdır, körlerin hayatıdır. "Kim benim zikrimden (Kur(an'dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O: 'Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!' der. (Allah) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Ahiret azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir." (20/Tâhâ, 124-127)

Haremeynde boş boş oturan, yanındaki Türklerle kahvehane sohbeti, geyik muhabbeti yapan bizim umrecilerimiz veya hacılarımızdır. Yanındaki farklı ülkelerden gelmiş kardeşleriyle konuşacak, ama hangi dille? Arapça, İngilizce ve Fransızca gibi uluslar arası  bir lisan bilmeyen sanırım sadece Türkler var. Gittikleri gibi geri gelen, takvâsının, ilminin, kültürü ve dünyaya bakışının hiç değişmediği, giderken nasılsa gelirken de aynı konumda geldiği, olumsuz özelliklerinin zerre kadar hafiflemediği, olumlu özelliklerinin zerre kadar artmadığı; inkılâbın, olumlu değişim ve dönüşümün kendisine hiç uğramadığı muhafazakâr hacılarımız… Varsa güzel istisnâlar, onlar sadece istisnâ. Dünyanın her tarafından oralara gelen umreci ve hacıların içinde ayrımcılık ve ulusalcılık yapan tek halk. Madalyalı ya da yaftalı. Giydikleri milli takım formaları gibi giysilerinin tam kalbin üstüne gelen tarafında at nalı gibi kocaman bir TC bayrağı taşıyan hacı amcalar, hacı teyzeler. Ümmetçiliğin, kaynaşmanın olması gereken, ayrımcılığın hiç girmemesi gereken yerde böyle bir bölücülük, ırkçılık…                 

Hacı  amcanın biri, “memlekete gidince sorarlar, bilemeyince kınarlar”  diye kapıları sayacağından, biliyorsam benim söyleyip de onu yorulmaktan kurtarıp sevaba gireceğimden bahsediyor. İçimden muziplik geçiyor: “Böyle sevap kaçırılır mı, başkasına devredilir mi…” diye başlayan, geleneği kutsayan uzunca bir nutuk atmak geçiyor. Hemen vazgeçiyorum. “Boşver bunları, sen buraya bunun için gelmedin, kapıların sayısını soranlara sen cennetin kapılarından bahset. Kapıların sayısı değil, yapacağın tavafların sayısı  önemli…” diye anlayacağını umduğum basit dille anlatıyorum. “Ne kadar fayda etti acaba?” diye düşünürken, adam kalkıp demez mi ki: “Hoca efendi, sen bilirsin, okumuş adamsın, gel söyle kaç kapısı var buranın, beni koca caminin çevresinde tur atıp yorulmaktan kurtar, sevaba gir.” Anlaşılan bazı  hacı amcaların bilmediği sadece yabancı dil değil, kendi dillerini de bilip anlamıyorlar, kendi dillerini ve kendi dinlerini... Aynı hacı amca, Medine hurma pazarındaki hurma fiyatları  konusunda on numarayı hak ediyor. Öyle ki, hurma çeşitlerinin fiyatlarıyla birlikte Arapça adlarını nasıl ezberlediğine şaşıp kalıyorsunuz. Yarım saat bu konuda konferans verebilir, diğer hediyelik eşyaların da, hangi yerde kaç paraya satıldığı, nasıl pazarlık yapılıp kaç paraya indirilebileceği hakkında kitap bile yazabilir. “Tavaf duaları mı, oralarda geçen zamanın kıymeti mi?” “O kadar derine dalma kardeşim, din kolaylık dini…” Aslında kolaylık dediği; tembellik, basitlik, çocukluk…  Bu bakış İslâm’ın da insanlığın da bakışı olamaz… 

Söz uzar gider, hâtıralar ve hatırda kalanlar bitmez.  

Devam edecek inşaAllah.