Yüksel YILMAZ

19 Şubat 2016

SÂMİRİ VE GÜNÜMÜZ SÂMİRİLERİ

Mûsa (as) kavminin kendi yolunda, izinde, öğretisinde olmadığını gördüğünde çok kızgın bir şekilde Hârun (as)’a hesap sormuş ve daha sonra bu işin elebaşı, öncüsü olan Sâmiri’ye dönerek “Ey Sâmiri, bu işte, bu meselede, yaptığın şeyde hitabın, amacın Ne? Ne anlatmak istiyorsun? Derdin/zorun/sıkıntın/isteğin Ne? (Taha-95) “ diye sormuştur.
Soru, çok açık olduğu halde verilen cevaba yönelik açıklamalar soruyu bile değiştirmektedir. Yapılan işi neden, niye, ne amaçla yaptığı sorulurken cevap buna yönelik olması gerekirken ne yazık ki hem cevap hem soru değiştirilmiş ve asıl yakalanması gereken Sâmiri davranışı kaçırılmıştır. Önce bununla ilgili açıklamaları yapalım daha sonra da biz açıklamamızı yapacağız.
 
“O da: Ben, onların görmediklerini gördüm. Zira o elçinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu böyle nefsim bana hoş gösterdi, dedi.” (Taha-96)
 
“(Samiri) dedi ki: “Ben onların görmediklerini gördüm. Bana gelen ilahi elçinin (Cebrail'in) ayak izlerinden avucumu doldurarak onu erimiş altın külçesinin bulunduğu potaya attım. Böyle yapmamın iyi olacağı içime doğdu.”(Taha-96)
 
Dikkat ederseniz parantez içlerinin doldurulma şekli sorunun nedenliğinden çıkarak nasıllığına kaydığını görmekteyiz.
 
Nasıl yaptın Sâmiri? Böğürmeyi nasıl çıkardın? Ona ilahlık vasfını nasıl verdin?
 
“Resulun (Mûsa veya Cibril) yürüdüğü yoldan bir avuç toprak alıp erimiş altın külçesini içinde attım.”
 
Soru sadece “neden” üzeri iken “nasıl” ilave edilerek anlatılmak istenen mesajın özden kopmasına sebebiyet vermiştir. İnsanlar “Nedene” değil “Nasıla” takılıp kalmışlardır.
Şimdi bununla ilgili İmam Kurtubi’nin, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an da yer alan kaynaksız rivayetlere şöyle bir bakalım;
 
“Cibril, Musa (as)ı semaya yükseltmek üzere indiğinde, bü­tün insanlar arasından Sâmirî onu gördü. O da, o atın izinden bir avuç aldı.”
 
“Ben Cibril'i atının üzerinde gör­düm. O gözün uzanabildiği en uzak noktaya kadar adımını atabiliyordu. Be­nim içimden onun izinden bir avuç almak geçti. Ben onu neyin üzerine bı­rakırsam hemen onun canı ve kanı olur.”
 
“ O, Cibril'i indiği gün erkeği arzulayan cins bir kıs­rak üzerinde görmüştü. Denizden geçmek için de Firavun'un atlarının önün­den gitmişti.”
“Sâmirî'nin annesi onu doğurunca Firavun öldü­rür korkusuyla bir mağaraya bırakmıştı. Cibril (as) gelip Sâmirî'nin avucunu ağzına yerleştirdi. Böylelikle o bal ve süt emmeye başladı. Cibril zaman za­man onun yanına gider gelirdi, işte Cibril'i ta o zamandan tanıyordu.”
 
“Musa (as) birisi öküz, diğeri de at suretinde balmumundan İki heykelcik yapıp bunları Nil nehrine attığında, Yusuf (as)ın kab­rinin bulunmasını istemişti. Onun kabri Nil'de bir tabutun içerisinde idi. Öküz bu tabutu boynuzu üzerinde taşıyarak getirmişti. İşte Sâmirî bu esna­da Musa (as)ın söylediği sözleri işitmişti. Musa (as)ın söylediğini duyduğu bu sözleri tekrarladı ve elçinin atının bastığı yerden aldığı bir avucu da yaptığı buzağının içine yerleştirdi. Bunun üzerine de buzağı böğürmeye başladı.”
 
Okuduğunuz gibi açıklamalar birbirinden farklı, açıklanması gereken çok yönü olan ve tutarlılığı olmayan çelişkili rivayetlerden oluşmaktadır. Ayeti bu şekilde yani onun gördüğü olayı gerçek olarak anlamaya kalktığımızda Sâmiriliğin devamını sadece keşf âleminde gezen uydurukçu sofiler/tarikatçılar olarak anlayabiliriz ve diğer açılardan Sâmirilik bitmiş demektir.
 
Farklı müfessirlerin bu konuya açıklık getirecek ifadeleri de mevcuttur. Onlardan bir kaçı şöyle;
 
Taberi diğer bir izah şeklini şöyle belirtiyor: Sâmirî demek istemiştir ki "Ey Musa, ben se­nin hareketlerini ve dinini gördüm ve onun hak olmadığı kanaatine vardım. İşte senin bu dininden, eserinden bir avuç aldım ondan bazı şeyler edindim ve onu yine attım. Onunla amel etmek istemedim."
 
Fahreddin Razi kendisinin de kabul ettiği Ebu Müslim el-İsfahani’nin görüşünü şöyle belirtir: " Burada yapılabilecek başka bir izah da şudur: Ayetteki "resul" sözüyle, Hz. Musa (as); "eser" kelimesiyle de, onun sünneti ve kendisiyle emrolunduğu şeyler kastedilmiştir. Sâmiri "Ben onların görmediklerini gördüm "demiştir. Yani, üzerinde olduğun şeyin, hak olmadığını bildim ve anladım. Ey Resul, senin eserinden, yani senin sünnetinden ve dininden bir şeyler kaptım. Ve onu attım" demek istemiştir.
 
Tüm bu görüşlerden sonra ayeti şimdi, biz birlikte okumaya çalışalım. İnşaAllah
 
Öncelikle soruyu “neden” olarak anlıyoruz ki soru da bunu açıkça göstermektedir.
 
“Ey Sâmiri bu işte, bu meselede, yaptığın şeyde hitabın, amacın Ne?
 
Ne anlatmak istiyorsun?
 
Derdin/zorun/sıkıntın/isteğin Ne?”
 
O zaman cevap nedeni açıklamaya yönelik anlaşılmalıdır.
 
İlk kelimemiz “basurtu” fiiline “gördüm” anlamı verilmektedir. Ama Arapçada görmek için en çok kullanılan fiil “raê”dir. “Rae”, gördüğünü idrak etmektir. İdrak ise bir şeyi en özel nitelikleri ile ve bir bütün halinde kavramaktır. Aynı düz çeviri “ânestu naran” daki “ânestu” fiili içinde “gördüm” şeklinde kullanılmıştır. Asıl çeviri “ünsiyet” şeklinde olması gerekirken sonuçtan(gittiğinde ateşi görmesinden) yola çıkarak gözleri ile görmüş şeklinde çevrilmiştir. Evet, görmek ama bu görme yalıngözle ile yapılan bir fiil değil farklı etkenleri içinde barındıran bir görmedir. Yoksa Arapçada görmek fiili için birçok farklı kelime bulabilirsiniz ama hepsinin anlamı aynı değildir. İşte “basara” fiili de bunlardan biridir.  Şimdi her üç fiilin tek bir ayette kullanımına bir baktığımızda konu daha iyi anlaşılacaktır.
 
“Eğer onları doğru yolu göstermeye çağırsanız duymazlar. Onları sana bakar (yenzuru) görürsün (terâ). Hâlbuki onlar göremezler (yubsirun).”(Araf/7-198)
 
İlk kelimemiz “nazara” karşı karşıya olduğun, odaklandığın şeye bakmandır. Gözlerimiz yakına odaklanırken uzakta olan şeyleri görmeyiz aynı şekilde uzağa odaklandığımızda yakınımızda olanları görmeyiz. “Arkadaşa bakıp çıkacağım veya Öküzün trene baktığı gibi ne bakıyorsun” Türkçe kullanımları da var. O yüzden “nazara” gözümüz ile bir şeye yönelmemizdir. İlk nazara/ilk bakışa “bedihe” daha detaylı, uzun ve tefekkür içeren bakışa da “reviyye” denilmektedir. “Reviyye” kelimesi “rae” fiilinde türemiştir. “Rae” fiili ise sadece bakmak değil aklında kullanılması, ihsas (görme ve diğer duyularla hissetme) ile “görmek” anlamında kullanılmıştır. Bakmak için göz; görmek için de ilim gereklidir. Bakmak ile görmek aynı değildir. Bir tabloya yüzeysel bakmak ile tablonun hikâyesini bilerek bakmak aynı şey olmadığı gibi. O zaman ayete dönersek onların doğru yol çağrısını idrak edemedikleri/görmedikleri sadece geçici baktıkları ifade edilmektedir. Hâlbuki onlar, bu bilgiye/ilme dayanmadan, kalbi ve bilinçli bir yönelim göstermediklerinden görmezler (basara). Basiret kelimesi de bir şeye ilişkin ilm ve marifetin kemale ermesi şeklinde tarif edilmiştir.
 
Ayette, bakmak (duyu, geçici), görmek(akıl, seçici) ve anlamak (ilim, marifet ve kalb) sıralamasını görmekteyiz. Şimdi bunlardan sonra sâmiri ile ilgili ayete geçebiliriz.
 
Sâmiri, “Ben onların anlayamadıklarını anladım, kavradım. Resulün öğretisinden/yolundan bir kısmı aldım ve akabinde o aldığım şeyi de attım. Resulün yolunu/öğretisini terk ettim. Nefsim, bana bunu hoş gösterdi. Ben de bunu/bu görüşü/bu eylemi yapmayı tercih ettim. Bu benim görüşüm, fikrim, yorumumdur.” diye cevap vermiştir.
 
İşte Sâmiriyi böyle tanırsak günümüz Sâmirilerini de daha iyi yanıma imkânı bulmuş oluruz.
 
Sâmiriyi tarif edersek;
a)Toplumda ilmi anlamda saygınlığı olan
b)Zeki ve kurnaz
c)Resulün yolunda/öğretisinde olduğu sanılan
d)Resulün yolunu/öğretisini terk eden
e)Kendi anlayışını/görüşünü tercih eden, öne çıkaran
f)Resulün yolunu/öğretisini tahrif eden (bid’at, hurafeler ve şirk ameller sokan) kişi, kişiler Sâmiridir.
 
Kur’an’ı Samirice okuyuş biçimleri süregeldiği için, çağdaş Samiriler, Kur’an öğrencilerinin gördüğünden daha farklı şeyleri gördüklerini iddia ederek, kendilerini, İslam düşmanı rejimlerin kulluğuna adamaktadırlar. Kendileri gibi beşer olan rablerinin verdikleri para, unvan, yetki ve makam gibi iltifatlar sayesinde Samiri’nin buzağısı benzeri buzağılar/ putlar yaparak, insanları bunlara tapmaya çağırmaktadırlar.