Ahmed KALKAN

18 Aralık 2015

SULTAN I. TAYYİP HAN CAMİİ VE CAMİLER ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Daha önce tevhidi savunduğu halde, savrulup demokratikleşen bazı kuruluşlar, "Çamlıca Tepesine yapılan caminin adı Recep Tayyip Erdoğan Camii olsun" diye bir imza kampanyası başlatmış. Demek ki ülkenin en önemli meselesi bu. Heykellerin varlığı, okullardaki tören adlı putperestlik, şirkin ve küfrün insanımızı dört değil on dört taraftan kuşatması, Batının kültürel, sosyal ve hatta siyasal işgali, Doğudaki terör olayları değilmiş önemli olan. Önemli olan Çamlıca’da yapılan caminin adının konulması imiş. Camiye bu ad verilince insanlık ve medeniyet Çamlıca kadar yükselecek demek ki…

Altı minareli tek camii var bildiğim kadarıyla. Sultan Ahmet Camii. Bu da altı minareli camii. Adı da Sultan Tayyip Camii. Tam adı: Ulu Hakan Sultan Birinci Tayyip Han Camii Şerifi. Çamlıca Camii açıldığında sadece caminin adı değil, tepenin adı da değişmeli. İkinci imza kampanyası da buna yönelik açılmalı ve Ankara’nın Çankaya adlı yerine nazire olarak Çamlıca’dan esinlenip Çamkaya olmalı. Veya Çankaya ile zıtlaşma olsun diye Camikaya. Çan Kiliseyi hatırlatıyordu, Çamlıca da camiyi hatırlatacak bundan böyle; değil mi ya? Bu da yetmez söz konusu kuruluşlar, üçüncü bir imza kampanyası daha açsın. Oldu olacak, İstanbul’un adı da değiştirilsin. Kur’an’da geçen “BeldetunTayyibetun” (34/Sebe’, 15) ifadesini de bir güzel dini siyasete âlet ederek “Tayyib’in beldesi” olarak İstanbul yerine bu isim kullanılmalı. Ne yani, Kemal Paşa ilçesi olur da, Tayyib’in Beldesi diye şehir olmaz mı? Onun Atatürk’ten ne eksiği var. Mümkün, Cumhuriyet’in yüzüncü yılını Atatürk’ten aferin alacak şekilde kutlamaya hazırlanan parti, 2023’de bir sürpriz yapar, şehrin adını da değiştirir. İstanbul’a bakan, elli sene, yüz sene sonra da bu şehri Tayyib’in beldesi olarak adlandırmalı.

Altın minareli değilse de altı minareli olarak inşa edilen 121 bin metrekare toplam inşaat alanı olan proje, 131 milyon liraya mal olacak. Bu parayla cami ihtiyacı olan varoşlara veya Anadolu köylerine kaç tane cami yapılır, vakti olan hesabını yapsın. Ama onlar gösteriş için uygun olmaz ki… Kapalı alanda 37 bin 500 kişi cemaatle namaz kılabilecekmiş. İyi de yerleşim yeri değil ki Çamlıca. Vakit namazlarına 100 kişi gelirse iyi bir sayı olur. 3 bin 435 metrekare sanat galerisi, 10 bin 950 metrekarelik müze kapasitesi olacakmış. O zaman iş değişir. Müzesi de varmış, kendisi de müze olarak turistler tarafından ziyaretgâh olur. Namaz kılmak için değil ama müze diye gelen olur. Sanat Galerisi, konferans salonu, kütüphanesi. Müzesi, atölyeleri, otoparkı var, ama bir şey unutulmuş; önemli bir şey. Sultan Tayyip Han için türbe, ya da anıtkabir. Söz konusu kuruluşlara duyrulur. Bir imza kampanyası daha açsınlar.

Çamlıca’nın aşağısı Emniyet mahallesi. Dolayısıyla Çamlıca Tayyib’in mahallesi sayılır. Caminin yanına Osmanlı padişah türbe mimarisi ile anıtkabir stili karışımı bir modern türbe de iyi yakışır hani. Anıtkabir’e alternatif olur. Batılı çelenk koyar, Doğulu çaput bağlar; böylece onun kabri de Barış sürecine hizmet eder.

Yazının buraya kadarı bazı kuruluşlarla ilgili. Bundan sonrasını da İslam ve İnsaniyetle ilgili olarak ele alalım:

Tarihten günümüze İslâm âleminde nice sultanlar, krallar, başkanlar ve yöneticiler, câhil halkın gözünü boyama, dikkatleri zulüm, sömürü, fakirlik gibi önemli meselelerden uzaklaştırma, halkı kandırma ve oyalama kasdıyla, içinde yaşadıkları saraylar kadar büyük ve yüksek değilse bile, onlara küçük çapta benzeterek câmiler inşâ ettirdiler. Kendilerinin namazla ve namazın temsil ettiği dâvâ ile ne kadar ilgilerinin olduğu bilinen bu yöneticilerin bu görkemli câmileri inşâ ettirme sebepleri bellidir. Halka ancak bu şekilde müslümanlıklarını ispat edip kendi rejim ve saltanatlarına destek sağlamak. Yani kazın geleceği yerden tavuğu esirgememek.

Müslümanların, hatta onlardan daha önce İslâm dâvâsının bunca zarûrî ihtiyaçları varken Ağustos 1993’de Fas’ın Kazablanka kentinde tam beş yüz milyon dolar harcanarak inşâ edilen bir câminin açılışı yapıldı. Câminin inşâsı, müslümanlara akla gelmedik zulümler yapan, Allah’ın dini olan İslâm’ı devlet dini haline getirip kuşa çeviren Kral II. Hasan tarafından yaptırıldı. Bu, Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî’den sonra dünyanın en büyük üçüncü câmisi. Ne ki, kalabalık yerleşim yerlerinden hayli uzakta, bir deniz kenarında. İslâm, sanat denilen gösteriş adına bu kadar israfa müsaade eder mi dersiniz? Bir de câminin kullanımını değerlendirin: Câmilerinde “Halîfe-i Müslimîn Kral Hasen-i Sânî” ifâdesiyle her hutbede ve her duâda bütün namaz kıldırma görevlilerinin krala duâlar ve övgüler yağdırma zorunluluğunu düşünün. Fas’ta da câmilerin devlet dairesi şeklinde kullanıldığını hesap edin.

İran’da Irak’ta kubbesi, minaresi som altından yapılmış camiler, saraykabir konumundaki 12 imamın türbeleri… Bunları halka Müslüman gözükmek isteyen devlet adamları yaptı hep. Osmanlı padişahlarının da çoğunun birer camisi vardı. Fatih Camii, Bayezit Camii, Süleymaniye, Sultanahmet, Muradiye… Yaptırdığı caminin büyüklüğü oranında Müslüman olduğunu halka tescil ettirme gayreti… Cumhuriyetle inkıtâya uğramıştı bu saray gibi camiler, selâtîn câmiler, sultanlara ait camiler. Ülke, adı konulmasa da İkinci Osmanlı oldu ya, işe padişah camisini, padişah türbelerini taklit etmekle başlanıyor. Bir tarafta rezidanslar, kumarhaneler, bilmemne haneler, 50 binlik Arena tapınakları, diğer tarafta görkemli camiler. Cemaatsiz camiler. Laiklik bu olsa gerek. Cami isyanhanelere karışmayacak; isyan edilen yerler de camiye. Cami görevlisi puthanelere bir şey demeyecek, tuğyan edilen yerlerdekiler de ezandan şikâyet etmeyecek. Atatürk ve İnönü gibi niye camileri samanlığa, depoya çevirerek halkın tepkisini boş yere kendi üzerine çeksin. Sarayla cami gibi iki zıddı uzlaştıran yönetim tecrübeli artık. Devlet her iki uçtakinin de devleti… Demokrasi ile İslâm’ı, değişik ifade ile putperestlikle tevhid dinini uzlaştıran(!), ne ondan vazgeçebilen, ne bundan olabilen, ama her ikisini de idare edip birbirine düşman iki ayrı dünya görüşünü de aynı anda sevdiğini iddia eden bir münafık rejim…

Tarihte ve günümüzde Allah’ın rızâsı dışında, meselâ gösteriş ve dünyevî yarış için “bizim köyün minaresi, sizinkinden daha uzun”, “bizim câminin kubbesi, sizin köyün camisinin iki katı!” cinsinden tavırlar... İhtiyaç olan yerlerden ziyade, gösterişli yerlere dikilen binalar... Altından kubbesi olan câmiler, türbeler, minâreler... Bugünkü basit mahalle câmilerinin herhangi birisinin parasıyla, Peygamber dönemindeki Mescid-i Nebevî prensiplerine sahip sadelikte en az on câmi yapılır.

Esas ziynet olan cemaat bulma, onları şuurlandırma eylemi tümüyle terkedilip ilim yayma yerine kilim yayma öne çıkartılarak, sadece şekil olarak câmilerin görkemli, koca binalar halinde ve süslere boğulması sanat filan değil; kıyâmet alâmeti olarak kabul edilir. Kıyâmet alâmeti demek, bilinmeyen bir zaman diliminin hemen birkaç gün sonra olacağını gösteren iş demek değildir. Kıyâmet, cisimlerin ister kendi parçaları arasında, ister diğer cisimler arasında var olan uyumun, nizam ve birliğin kalkmasıdır. Mânevî yönü ihmal edilip tek kanatlı kuş gibi tek yönlü maddî süs ve güzellik, hele câmi gibi bir mekânda olursa bu elbette bir kıyâmettir, dehşettir, sanat filân değil; sanatın kıyâmetidir bu. Ve bu kıyâmeti câmiler başta olmak üzere çok şeyde yaşıyor günümüz insanı.

Ruh mânevî varlıktır. Onun yok olması, insanın ölümü demektir. Rûhî özelliklerle irtibatı kopmuş bir eşya, sanat eseri kabul edilse bile, ölü bir yapıdan başka bir şey değildir. Ve bize göre ruhsuz sanat, diğer olumsuzlukları yanında taş yığını, çocuk oyuncağı cinsinden süslü oyalamaca, fantezi ve israftan ibarettir. Allah’ı düşündürmeyen, rûhî hislerimizi öne çıkarmayan süslerin, hele aşırı biçimde, hem de câmilerimizde boy göstermesi, câmi ve sanat anlayışımızın dengeyi bozan şekilde dünyevîleştiğini gösteren bir Doğu zevkidir.

Laik düzenlerde topluma yön veren tüm kurumlar, beşerî diktaların tekelindedir. Sokakları, meydanları, okulları, mahkemeleri, meclisleri... dinin düzenlemesine müsâade etmeyen demokratik, laik ve dine saygılı(!) rejimler, câmilerde bile dinin hâkim olmasını istemezler. Tümüyle Allah'a ait ve O’nun için olması gereken mescidler, tâğûtî düzenlerde “Allah’ın evi”nden ziyade “devlet dairesi”ne benzerler.

İslâm’da câmiler sadece namaz kılınıp “dağılınan” yerler değil; kendisinde devamlı “toplanılan” mekânlardı. “Câmi” kelimesi, bilindiği gibi “toplayan” demektir; İnsanları açtığı bağrında toplayıp cemaat haline getiren yerdir cami. Câmi, aynı zamanda bir kıyam merkezi, savaş yeri (mihrâb), istişâre meclisi, devletin idare edildiği mekân, yönetenlerle yönetilenlerin yüz yüze görüşüp dertleşip hesaplaştıkları mahal, bir okul, kimsesizler yurdu, bir huzur evidir. Bu kadar işlevi olan bir merkezin üstünkörü bir yapısının olması beklenemez elbette. Bunca ihtiyaçlara çözüm getirecek büyüklük ve sağlamlıkta olması gerekir. Binanın muhkem olması da yeterli değildir. Aynı zamanda güzel de olması lâzımdır. “Mescidler, Allah için” (72/Cinn, 18) yapılan binâlardır. Bu ifâde, esas olarak câminin işlevi, yani içinde yapılacak eylemlerin ihlâslı ibâdet cinsinden olması, câminin inşâsı ve kullanılmasında Allah rızâsından başka bir amaç güdülmemesi anlamına gelir.

Câmide Allah’ın hükmü gizleniyor, cemaate anlatılmıyor, sansüre tâbi tutuluyorsa... Ve bir de zâlimler, tâğutlar ve onların düzenleri, kanunları övülüyor veya onların koydukları sınırlar hudûdullah’tan önemli görülüyorsa... Evet, böyle durumlarda câminin süsü, ziyneti, büyüklüğü, hangi tepede olması neye yarar? Altı minareli veya altın minareli câmi olacağına, hurma liflerinden çatısı olsun, yağmur yağınca namaz kılanların alınları çamur olsun, ama güncel boyutuyla şirkin, küfrün, putperestliğin, heykellerin eleştirisi yapılsın; tevhidin, İslâmî devletin, Kur’an’ı hayata hâkim kılmanın gerekliliği anlatılsın.

Allah’ı hissettirmeyen, O’nu hatırlatmayan câmi, ne kadar muhteşem olsa da güzel değildir.

Önce rûhî, mânevî güzellik önemlidir güzel diyeceğimiz her şeyin ve tüm ibâdetlerin. İçindeki ruh, mânevî yön ihmal edilir veya bozuk olursa mescid; takvâ mescidi olmaktan çıkar, güzelliğini kaybeder, zararlı bir mescid, dırar mescidi oluverir. Tabii, tüm süsü, maddî güzelliği böyle bir câminin ayakta kalmasını, ibâdet edilmeye lâyık yer olmasını sağlayamaz. Yıkılıp yeri çöplük yapılmayı hak eder bu anıt (Bak. 9/Tevbe, 107-110).

Câmileri takvâ rûhuna mâlik, hâlis niyetli, gerçek mü’minler inşâ etme hakkına sahiptir (9/Tevbe, 18) Allah'a hakkıyla iman etmeyen, nefislerinin hevâlarını veya tâğutları Allah'a ortak koşan, hâkimiyet hakkını sadece Allah’ta görmeyen, O’nun kanunlarıyla hükmetmeyen, başta namaz olmak üzere ibâdetlerini yerine getirmeyenlerin Allah’ın câmilerini yapmaya ve tamir etmeye hakları, yetkileri yoktur (9/Tevbe, 17-18). Çünkü bu tipteki insanlar, câmilerin rûhunu maddesine kurban edecek, süslü-püslü inşâ ettikleri câmilerde esas ziynet olan kulluk yapılmasını istemeyeceklerdir. Niyetleri hâlis değildir. Bunlar, Allah’ın mescidlerinde Allah’ın zikredilmesine, insanlara Allah’ın hükmünün ve nizamının anlatılmasına engel olmak isteyen en büyük zâlimlerdir. (2/Bakara, 114)

Takvâ, mânevî özellikler, câmi mimarisine ve süslerine kurban edilince, güzel elbise giydirilmiş odunların hali gibi, câmi de içiyle dışı (rûhuyla maddesi) bir ve uyumlu olmayan münâfık bir yapı oluşturur. O zaman şeklen dırar (zarar) mescidi ortaya çıkmış olur. Zaten câmiye bu şekli veren, câmiyi aslen ve tümüyle dırar yapmak için vâsıta ve imkânlarını tamamlamış olmaktadır. Gerisi kolaydır artık.

Allah’ın mescidlerinde ve yeryüzü mescidinde Allah’ın zikredilmesine, O’nun hatırlanıp hatırlatılmasına engel olanlardan, maddî ve mânevî yönden mescidleri harâb edenlerden daha büyük zâlim olmaz. En büyük zulüm, kişileri Allah’dan alıkoymaktır (2/Bakara, 114). Bâzı âlimler, Hz. Peygamber’in, “yeryüzü bana mescid kılındı” hadisini delil göstererek ibâdet edilen tüm yerlerin mescid olduğunu, "Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve mescidlerin harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?!...” (2/Bakara, 114) âyetini de “Allah’ın dinine muhâlefet edenden daha zâlim kim olabilir?” şeklinde açıklar (Lisânü’l-Arab, “scd” md.). Sadece Allah'a ibâdet edilmesi (1/Fâtiha, 5) gereken yeryüzü mescidinde Allah'a açıkça isyan edilmesi ve sadece Allah'a kulluk yapmak isteyenlere engeller çıkarılması, işkenceden daha büyük zulüm, insanın en doğal haklarına tecâvüzdür.  

Mescidlerin Gerçek İşlevlerine Engel Olanlar, En Büyük Zâlimlerdir

"Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur). Bunlar için dünyada rezillik, âhirettede büyük azap vardır." (2/Bakara, 114)

Allah’ın mescidlerini, içlerinde Allah’ın isminin zikredilmesinden men eden ve o mescidlerin maddeten ve mânen harap olmasına, yıkılmasına, terkedilmiş kalmasına veya mescidlikten çıkarılmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?! Böyle zâlimlerin cennet ile ne ilişkileri vardır? Her şeyin hakkı, onun lâyık olduğu yere konmasıdır. Zulüm de bir şeyi, kendi yerinden başka yere koymaktır. Demek ki, bir şey lâyık olduğu yerinden, ne kadar uzaklaştırılırsa, o kadar haksızlık, o kadar zulüm yapılmış olur ve o şey, ne kadar yüce ve ne kadar kutsal ise zulüm de o ölçüde aşırı gitmiş olur. Nitekim Allah’a şirk koşmak, en büyük zulümdür. Allah’ın mescidlerini, içlerinde Allah denilmekten, Allah’ın hükümlerinin açıklanmasından men etmek ve oraların harap olmalarına çalışmak da hem Allah’ın, hem mescidlerin, hem de insanların hakkına son derece tecâvüz demektir. Mescidlerin maddeten veya mânen harap olmalarına çalışmak, zulümlerin en büyüğüdür ve bunu yapabilen zâlimler, hiçbir zulümden çekinmez, her türlü haksızlığı yapar, tüm şerlere kapı açarlar. 

Mescidleri/câmileri tahrip etme konusunda yarış yapan kişiden daha zâlimi yoktur deniliyor bu âyette. "Mescid" denilince cemaat halinde namaz kılınan yer anlaşıldığı gibi; hadis-i şerifte "Yeryüzü bana mescid kılındı" ifadesini de hatırlıyoruz. Yani yeryüzünde Allah'ın adının anılmasını engelleyen, Allah'ın hükümlerinin uygulanmasını istemeyen, yeryüzünde fesat ve bozgunculuk  çıkaran kişiden daha zâlim kimse yoktur anlamına da gelir.

Câmilerde, mânâsını anlamadan Allah'ın adını anmaya veya bir adı da zikir olan Kur'an'ı yüzünden okumaya kimsenin karışmadığını görüyoruz. Fakat, bunu bir de mânâsını anlayarak ve günlük hayattaki değerlendirmeleriyle söylenildiğinde, mesciddeki bu zikir karşısına "büyük zâlimler" çıkacaktır. İnsanın ibâdetlerine ve ibâdet niteliği taşıyan tüm çalışma, toplanma, eğitim, teşkilatlanma gibi alanlarda insanın dokunulmazlığına saldırı, büyük bir zulümdür. Yüce Alah, müslümanların bu zulme ve zâlimlere karşı kuvvet kullanmalarını istemiştir. Onların câmilere (ve câmi gibi ibâdet faâliyetinde bulunulan dernek, vakıf, kurs ve okullarına) korku ve endişe içinde girmeleri dışında girişlerini yasaklamıştır. Yani, onların güçlerini yok etmeyi, onları zayıf düşürmeyi, toplumda Allah'ın zikri karşısında hareket ederken endişe ile hareket edecek konuma düşürülmelerini istemiştir. Artık orada onlardan biri câmiye (ve câmi gibi müslümanların özel kurumlarına) girdiğinde korku içinde ve ürperti içinde girebilmelidir. Sonra, Yüce Allah onlara hem dünyada, hem de âhirette rezil olacaklarını bildirmekte ve onları böylece tehdit etmektedir. Zira hem dünya ve hem âhiretin tüm gücü Allah'ındır. İzzet ve şeref, Allah'ın, Rasûlünün ve mü'minlerindir. Zâlim ve azgın tasarrufları sebebiyle onların dünyada zillete, horlanmışlığa ve zaafa mâruz kalacaklarını, âhirette ise zâlimler için hazırlanan dehşetli azâba çarptırılacaklarını haber vermiştir. 

Ne şekilde olursa olsun, mescidlerde Allah’ın adının anılmasını, dininin tüm kapsamıyla anlatılmasını önleyen ve mescidlerin tüm fonksiyonlarını yerine getirmesine engel olandan daha zâlim kimse yoktur.

“...Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur)...” Yani, “ibâdet yerleri böyle günahkâr kimselerin elinde olmamalıdır; aksine, Allah’tan korkanların yönetiminde olmalıdır. Müslümanların kontrolünde, Allah’ın dininin topluca ikamesi için hareket merkezi olan mescid, müslümanların kontrolünden çıktığı zaman müslümanlar için en büyük tehlikelerden biri olacaktır. Çünkü mescid, müslümanların buluştukları, dertleştikleri, yardımlaştıkları, kendi meseleleri ile ilgili kararlar aldıkları, kâfirlere karşı stateji belirledikleri bir sığınak, bir kale,  İslâm devletinin bir yönetim yeridir. Allah’la beraber oldukları, Allah’ın emirlerine imza attıkları bir yerdir. Câmilerin birçok fonksiyonu yanında, en önemli ve olmazsa olmaz özelliği müslümanların kontrolünde olmasıdır. Câminin müslümanların kontrolünde olması demek, orada müslümanların sadece namaz kılmaları demek değildir. Câmide okunan hutbenin sadece Allah’ın hâkimiyetini tescil yönünde okunması, Allah düşmanlarına karşı alınması gereken tavrın takınılması, müslümanlar üzerindeki oyunların bozulması ve daha önemlisi, Allah’ın dinine gerçekten inanan, Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmayan, tâğûtî rejimi kuvvetlendirmek için insanlara telkinde bulunmayan, zâlimlere tavır alınması gerektiğini gösteren samimi müslümanlar tarafından idare edilmesidir. 

Mescidin gerçek anlamda işlev üstlenmesi için, kuruluşunun Allah rızâsı ve takvâ üzere olması ve arınmayı biricik gâye edinen insanların orada toplanması gerekmektedir (9/Tevbe, 108). Riyâ, gösteriş ve dünyevî çıkar için yapılan mescidlerden hayır gelmez. Böyle mescidlerde toplananların gâyesi Allah'a varmak için arınma olmaz. Bu tür mescidler, mü'minler arasında tefrika çıkarmak, insanları gözetlemek ve fitne yaymaktan başka bir işe yaramaz. Böyle mescidler, dırar mescididir, yani zararlı mescidlerdir (bkz. 9/Tevbe, 107).

Yeryüzü Mescidi

Tüm yaratıklar secde halinde olduğu için, bütün kâinat bir mesciddir. Teshîrî secde için varlıklara evrenin mescid olduğu gibi, ihtiyârî secde sahibi mü'min insan için de yeryüzünün tamamı mesciddir. "Benim için yeryüzü temiz ve mescid kılındı. Kime namaz vakti gelirse, bulunduğu yerde namazını kılar." (Müslim, Mesâcid 3, hadis no: 521; Buhârî, Salât 56, hadis no: 84)

Allah, gerçekten iman edip sâlih amellerde bulunan mü'minleri, şirkten uzak kalmaları şartıyla yeryüzünde iktidar sahibi yapacağını vaad etmiştir (24/Nûr, 55). Bu vasıftaki mü'minler, yeryüzünün vârisleridir. Allah, onlardan yeryüzünü mescid edinerek kendilerine verilen miraslarına sahip çıkmalarını istemektedir (28/Kasas, 5-6). O yüzden mü'minler yeryüzü mescidindeki her çeşit şirk ve küfür ögelerine tavır almalı, bütün yeryüzünden fitneyi kaldırmak için her çeşit yolla savaş vermeli (2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39), Allah'ın hâkimiyetinin tüm yeryüzü mescidinde geçerli olması için tüm imkânlarıyla gayret etmelidir. Mü'minler, hem çevrelerindeki "mescid" adındaki mâbedlerine sahip çıkmalı ve hem de tüm yeryüzü mescidine "mescid" özellikleri kazandırarak sahip çıkmalı, mescidlerdeki putları devirmelidir. Birer pislik (9/Tevbe, 28) olan müşrikler yeryüzü mescidini işgal ettiklerinden, tüm putlar ve putçulardan, tâğut ve zâlimlerden mescidlerimizi kurtarmadığımız sürece köleliğimiz devam edecektir. En kutsal yerlerini müşriklere teslim eden kimselerin kafalarının ve gönüllerinin de hür olduğu, evlerinde ve işyerlerinde, sokaklarında ve caddelerinde özgürce İslâm'ı yaşayabilecekleri düşünülemez. Hayatın ibâdet haline gelebilmesi için, ortamın mescid halinde olması lâzımdır. Mescidlerin de insanı kurtarması için takvâ mescidi olması ve dırar mescidine en küçük çapta benzememesi gerekiyor.  

Câmilerimizin dışı kâfirleri, içi şuurlu mü’minleri yakıyor. Mü’minlerin problemlerini halledecek mekânın, çağımızdaki şuursuz mü’minlerin sebep veya en azından seyirci olduğu problemler saymakla bitmiyor. İmamların maaşlarının kaynağı ve veriliş sebebi, câmilerin ve imamların özgür olup olmadığı gibi hayatî sorunlar... Eskiden câmilerin onarım, tâmir ve günlük masrafları ve imamların maaşları başta olmak üzere, câmi kursları, cemaatin yetişmesi için gerekli harcamalar, müslüman zenginler tarafından oluşturulmuş özel vakıflar/akarlar sayesinde yürütülüyordu. Yani, ne laik düzenlerin ve ne de fert olarak bir müslüman şahsın maaş veya yardımı ile kendisine bağlayıp kendi zihniyetine göre hizmet beklentisi olmuyodu. Câmi içindeki hizmet ve faâliyetler, tüzel kişilik olarak cemaatler ve vakıflar eliyle, Kur’an’da belirtilen câmiyi îmar etme hakkı olanlar (9/Tevbe, 17-18) tarafından yapılmayınca, devletin emrinde namaz kıldırma memurları, laik düzenden sadece maaş almıyor, emir de alıyorlar. Eski vakıfların tümüne el koyan T.C. yeni vakfiyelere (câmi bahçesine yapılan binalara) de el koyuyor. Müslümanlar da, câmi ve çevresine binalar ve yatırımlar yaparak, farkında olmadan devlete çalışmış oluyor.

Sayılamayacak kadar çok vakıf mallarına el koyan, şimdiki câmi çevresinde yapılanlara da sahip çıkan Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu paraların bir kısmı ile Vakıflar Bankası kurmuş, diğerleri de devlet kurumlarına ve vakıfla hiç ilgisi olmayan kişi ve kuruluşlara dağıtılmıştır.

Câmileri cemaatlerin, İslâmî sivil toplum kuruluşlarının yönetmesi, Dine özgürlük ve laiklik gereği olduğu halde, böyle olmuyor. Eskiden olduğu gibi, köylü veya mahalle sâkinleri imamlara maaş versin demek de problemi temelden çözmüyor; o zaman eskiden köylerde, köy imamlarına karşı bakıştaki müşkiller hortlayacaktır: Hocaların çok yediğiyle ilgili sözler, halkın eline bakması...

Mescidlerden yola çıkılarak, oradan İslâm'ın öğrenilip yaşanması, hâkim olması halka halka yayılarak toplumu hükmü altına alması gerektiği halde; bugünkü mescidler, aslî görevlerinin çoğunu yerine getirmemektedir. Tâğutlar ve onların rejimleri, çeşitli baskı ve dayatmalarıyla İslâm dünyasındaki mescidlerin çoğunu mahkûm etmiş, hapishaneye çevirmiştir.

Câmiler, müslümanların her çeşit ibâdet, buluşma ve görüşme, önemli meselelerini müzâkere etme, dinin emir veya tavsiye ettiği birtakım hizmetleri gerçekleştirmek üzere faâliyetlerde bulunma yerleridir. Bu Allah’a has kılınması gereken mekânları laik devletin kontrol altına alması ve işlevlerini de yalnızca namaz ibâdetinden ibaret kılması; Kur’an’a, sünnete, hukuka aykırıdır. Câmilerde yapılan vaazların ve hutbelerin devlet tarafından kontrolü, hele devlet tarafından hazırlanıp papağan yerine konanların eline tutuşturulması, kesinlikle din özgürlüğüne müdâhale anlamı taşır. 

İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyânet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle devlet dairesi haline gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru. İşgal edilen bu mekânlar, mü'minler için zararlı mıdır (Dırar mescidi midir), tartışılmalı ama, devlet için öylesine faydalı yerlerdir ki, devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından memnun bile oluyor. Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz. 

Câmilerimizin sosyal mimarisini kaybettik. Câmi, eski hali ile hayatı kuşatan bir mekândı. İbâdet, bizim dinimizde kapsamlı bir kavramdır. Günümüzdeki şekliyle câmiler, dinin hapsedildiği, ya da hapsedilmek istendiği hapishaneler gibidir... İmamlar da bu hapishanelerin gardiyanları. Kimileri, buraya gelen insanları avlayarak onları din adına uyuşturarak kendi çıkarları yönünde kullanmak istemektedirler. Ucuz bir oy deposu, ucuz bir fedâiler mangası!

Câmiler, şimdi sadece beş vakit namazın cemaatle kılındığı mescidlerdir. Câmi günlük hayattaki ekonomik, sosyal, kültürel fonksiyonunu büyük ölçüde yitirdi. Câmiler birbirinin dertleri ile dertlenmeyen, hatta birbirini tanımayan yaşlı insanların gelip gittikleri bir yer haline getirilmek istenmektedir. Cemaat imamın, imam cemaatin jurnalcisi olacaktır! Ne müthiş bir komplo. Namaz dışında câmilerin kapısına artık kilit vuruluyor. Câmi, müslümanların meşveret yeri olmaktan çıktı. Hutbeler ve vaazlar sivil karakterli, dinin özünden alınan ilhamlarla günün problemlerine çözüm getiren şeyler değil. Çoğu câmide okunan hutbe ve vaazları bir başka şekli ile bir kilise papazının ya da budist bir râhibin vaazlarında duyabilirsiniz. On emir”den ibaret ya da hıristiyanlaştırılmış, sadece kişisel ahlâka indirgenmiş bir din.

Câmi, ilk zamanlarda siyasî, sosyal, kültürel bir merkezdi. Giderek İslâmî yapı içinde mimarî bir üslûp kazanarak kurumlaştı. Şifâhâneleri, aş evleri, medresesi, öğrencilerin ve gariplerin barınacağı bir yer, buluşma ve müşâvere yeri, kütüphanesi ve vakfiyeleri ile hayatın en can alıcı noktalarında yer alırdı. Câmi her şeydi. Bugün ise, bütün bu boyutlarından yalıtılmış, tek boyutlu soluk bir renktir sadece.

İslâm hâkimiyetinde her yer, üzerinde namaz kılınabilecek temizlikte olacağı, yani mescide benzeyeceği gibi, küfrün egemenliğindeki günümüzde de her yer tapınaklara benziyor. Müzikholler, stadlar, borsalar, bankalar, nice kurumlar, kanallar, sokaklar, çarşılar... mâbed değil de nedir? Oradaki insanlar, ibâdet halinde değiller mi dersiniz? Günümüz insanı, çok kıbleli, çok mâbedli, çok imamlı (önderli) ve çok dinli. Câmi, hayatımızın merkezi ve her şeyimiz câmiye uygun olmadıkça, câmilerimiz de Peygamber camiine benzemedikçe bu problemler azalmayacak, aksine gittikçe artacaktır. Hâlbuki; “Minâreler süngü, kubbeler miğfer; / Câmiler kışla, mü’minler asker!”  olmalı.

Medine İslâm devleti ile başlayan mescid/câmi, cemaatleşme ve devletleşmede önemli roller üstlenmiştir. Gelecekteki İslâm inkılâbı, câmilerin yeniden kazanılması ile, halkın inancını bilmesi, ona sahip çıkması ve liyâkatini yükseltmesi ile mümkün olacaktır. Câmilerini kazanamayan insanların neyi kazanabilecekleri sorgulanmalıdır. Câmilerine sahip çıkamayan insanların hangi değerlerine sahiplik yapabilecekleri düşünülmelidir.

Câmilerini işgalden kurtaramayan insan, ülkesini nasıl kurtaracak? Mahallesindeki küçük camiyi kurtaramayan insan, Mescid-i Aksâ’yı nasıl özgürlüğüne kavuşturacak?

Olacak inşallah, ölüden diri çıkacak, Kur’an nesli tevhidi bilinçle canlanacak. Biz sahip çıkarsak bu dâvâya, yeryüzü yeniden mescid olacak. Şirkin yerini tevhid alacak, tâğutî yönetimin yerine İslâm yönetimi gelecek. Biz biz olursak, biz Allah’la olursak, olmazlar olacak.