Ahmed KALKAN

25 Mart 2011

SURİYE İZLENİMLERİ -I-

SURİYE VE DEVRİM ARAYIŞLARI

Bizim Ülkelerimizden; Bize Çok Uzak, Bize Çok Yakın Bir Ülke: SURİYE  

Kendisinden “Komşu ülke” demeyi ümmet bilincine yakıştıramadığım güneyimizde yüzlerce yıl aynı ülkenin evlatları ve aynı  dinin mensupları olarak yaşadığımız ülkelerimizden birine gittim; Suriye’ye. Baktım Ortadoğu’daki devrim yürüyüşüne katılmıyorlar, “gideyim de devrim ateşini tutuşturayım”  dedim. (Suriye’yi hele bu günler yaşayanlar, bu şakanın bile Suriye’nin istihbaratı “Muhâberat”ça, yani devleti ve halkı görünürde yönetip hizaya çeken zâlim eşkıya çeteleri tarafından sadece kaydedilmek için değil, aynı zamanda kaybedilmek için yeter sebep olduğunu bilirler.) Suriye’deki ihtimal “sevra”nın ateşi, mümkün ya, belki oradan da buraya sıçrar, diye iç geçirdim ve ver elini devrime merkezlik yapması gereken Şam ve merkezliğini şimdilerde ortaya koyan Der’a…

Suriye, bazı bakımdan Türkiye halkına ve yönetimine çok yakın, öyle ki, sanki aynı ülke. Bazı bakımlardan ise aralarında uçurumlar, yüzyıllar ve aşılmaz duvarlar olan iki yabancı. Aslında, iki ayrı dünyalarda birbirlerinden habersiz ümmet ananın yetim çocukları…

Buradaki halkın, oradaki halkın kurtuluşu için bekledikleri devrimin başlayıp başlamadığı sorusu ve kendileri için isteyemedikleri güzellikleri onlar için istemeleri… 

Ümmet Olamamanın Ümmet Çapında Zilleti Yaşanıyor Her Yerde 

1963’den bu yana sıkıyönetimle idare edilen Suriye, tam bir baskı yönetimi. İnsan, bu baskıyı camiden sokağa, okuldan işyerine kadar, “dokuz nokta iki ayarındaki deprem” gibi  hissediyor. Ya teslim bayrağı şeklinde Beşar Esed’in bayrağını dikeceksin veya o bayrağa/zihniyete selâm duracaksın. Muvahhid mü’minler için cidden onur kırıcı bir durum. Denilebilir ki, ümmet nerede kendine yakışan onuru üzerinde taşıyor ki, oradakiler taşımıyor diye taşlansın. Hama civarından geçerken ana yollara özel anıtlar dikilerek üzerine “Hafız Esed” ve “Hama” yazılmış. “Unutmayın, Hafız Esed, Hama’yı niçin ne hale getirdiyse, benzer davranışa benzer cevap veririz. Korkun bizden!” demek istiyor bu anıtlar ve ardındaki şahıslar. 

Halk o denli bastırılmış, susturulmuş ki, ağızları sadece “İki Esed’i/Aslan’ı”, asılan olmamak için övmek için açılabiliyor. Ölüyü konuşturmak belki mümkün olur, ama halkın devrim konusunda nabzını tutmak bu kadar kolay değildir. Olası devrim hakkında bir soruya cür’et etmek, ya muhaberattan sayılmak veya muhaberata teslim edilmek demektir. Demek ki, Atatürk gibi Atasuriye’nin de sloganı aynı: “Yurtta sus, cihanda sus!” Bu kadar suskunluk, konuşunca öyle haykırışa dönüşür ki… Bu kadar susturulma, inşaAllah kısa süre sonra susturucu takılmış silah gibi hedef arayacaktır. Bir kıvılcım bekleniyor, bekleniyor da; tek endişe, ayaklanmada başarı ihtimalinin, zulümle katliama uğratılma ihtimali yanında kayda değer bir şansının olmadığı… Ama bir gerçek var ki; halktan daha fazla yöneticiler ve onların sokaktaki temsilcisi muhaberat tedirgin, korkak… Bazıları “bana dokunmayan yılan…” diyerek kuyruğu değilse de bayrağı kapısına dikmiş, yılanı büyütüyor. Bazıları da saraya doğru yönelecek tsunami dalgasının start almasını bekliyor, başlarsa hemen katılmaya niyetli olarak.

Türkiye’de insanlar sanki zafermiş gibi, Çanakkale Zaferi denilen günü  kutlarken, Sireye’de aynı gün yani 18 Mart günü çanaktan değil, demirden kalelere karşı bir gösteride bulundu. Nerede mi? Dünyaca meşhur Emevi Camiinin içinde, namaz kılınan mekânda. Ne zaman mı? Cuma namazı esnasında. “Allahu ekber!” “Hurriyet” diye camii içinde haykırarak. Cuma hutbesinde o meşhur allâme-i cihan, bazılarına göre nâm-ı diğer bel’am-ı kebîr Ramazan el-Bûtî’nin Beşar Esed’e yağcılık ve yardakçılık yaptığı hutbesi, “sus ey kâfir!” diye kesilerek başlayan bir protesto… Sayıları elli, kendileri ayaklanan konumundaki gençlerin yön verdiği, cemaatten hayli kimselerin de katıldığı bir protesto. Hemen camide bitiveren yüzlerce muhaberat ve resmen vahşice üzerlerine çullanma. Sopalarla öldüresiye dövme. Daha olmadı, camiinin bir odasına çekip kafasına kurşun sıkma, sopayla bayıltıncaya veya ancak uzaktan izleyen görgü şahitlerinin ifadelerine göre öldürünceye kadar dövme. Sonra külçe halinde oradan baygın vücutları veya cesetleri kaldırıp yok etmeleri… Arapça okumaya yeni gitmiş, henüz birkaç kelime dışında lisan bilmeyen bir Türkiyeli delikanlının ateş ortasında kalması ve haykırması: “Ene Turkî, ene Turkî” duymazlıktan geldiklerini ve etrafında yapılanları görünce, idam mahkûmunun sorusu gibi duvardan kulakları olan muhaberata yarım yamalak kelimelerle boynunu göstererek sorması: “Hel turîdûne katlî? / Beni öldürmek mi istiyorsunuz, beni gerçekten öldürecek misiniz?” Geçirdiği travma, bitmeyen şok. Kötü hatıralarla Arapça ve Suriye’den ayrılış hazırlıkları… 

Bu eyleme katılanların sonu, maalesef çok feci. Âkıbetlerinden haber alan yok; ama cami içinde ve çevresindeki sokaklarda hiçbir vahşi canavarın yapamayacağı canavarlık, işkence, öldüresiye dövme ve sonra arabalara bindirip götürmeler...      

Bir gün önce 25 veya 27 kişinin eylem sonrasında sokak ortasında vurularak öldürüldüğü, nicelerinin de alabildiğine dövülerek yaralandığı Der’a ve Busra bölgelerine 23 Mart Çarşamba günü gittim. Bu bölge ve özellikle orada büyük kitlesi olan Harirî kabilesi mevcut yönetime muhalifliğiyle biliniyor. Bu hareketi biraz da kendi kabilelerinden dökülen kanın hesabını sormak için başlatmışlar ve eylemler yapmışlar. Biz, olayların bizzat olduğu yere gitmesek de yakınlarına gittik. Bu kıyam bölgelerinde bizi ölüm sessizliği karşılıyordu. Sokaklarda sessizlik ve yokluk hâkimdi. Yerleşim yerlerinde sanki kimse yaşamıyor gibiydi. Yanlış zamanda yanlış yerde olabilirdik, ama herhangi bir olağanüstü duruma rastlamadık. İnsanları bu konuyla ilgili konuşturmak ise deveye hendek atlattırmaktan çok daha zor. Şansınız varsa, bir-iki cümle eden birine ancak rastlayabiliyorsunuz. Sonradan öğrendiğimize göre, bizim dönüşümüzden birkaç saat sonra gittiğimiz yollar tümüyle muhaberat tarafından sarılmış ve yollar kapatılmış. 

Yazımın devamı şeklindeki bir sonraki yazımızda Suriye’de devrim ihtimalinin gerçekleşme şansı üzerinde duracağız. Devamındaki yazıda ise orada okuyan Türkiyeli talebelerin konumundan, onları  çevreleyen ilim ve üstadlarından; Suriye ile ilgili ilgimizi çeken bazı gözlemlerimizden yola çıkarak sosyolojik görüntüyü fotoğraflamaya ve fotoğraflarla gündeme getirmeye çalışacağız. Yazı dizimizin haftaya başlığı:

Devrim Başlıyor mu? Suriye’de Devrimin Gerçekleşme İhtimali Var mı?