Ahmed KALKAN

04 Nisan 2011

SURİYE VE DEVRİM ARAYIŞLARI -2-

Devrim Başlıyor mu? Suriye’de Devrimin Gerçekleşme İhtimali Var mı?

Her ne kadar Dar’a’da, Lazkiye’de ve Şam’da sokağa dökülmeyi göze alan ve kıyâmın kıvılcımlarını tutuşturmaya çalışan gruplar olsa da, bu soruya doğru cevap vermek, “zor”un da ötesinde bir çıkarım ve varsayımdır. Çünkü gelecekten bahsediyoruz. Gelecek bizim için gaybdır. Gaybı da sadece Allah bilir. Gaybı taşlamak bize yakışmaz. Ayrıca, Suriye gibi devlet yönüyle kapalı bir rejimden ve onun gölgesinin kararttığı toplumdan bahsediyoruz. Rejimin, zâlimliğin sınırlarını zorlayacak derecedeki gaddarlığını, halkta oluşturduğu aşırı korkuyu, Esed ve yönetiminin küçük harflerle bile eleştirilmesinin büyük bedeller istediği bir ortamı değerlendirince iyimser bir beklentiye giremiyorsunuz. Ayrıca âlimlerin tavrına baktığınızda İslâmî değişimi umut etmenin bile lüks olduğunu görüyorsunuz. Örgütlü bir muhâlefetin olmayışı, toplantı ve yürüyüş serbestliğinin bulunmayışı, 48 senedir süren sıkıyönetimin baskısı, ülkenin polis devleti olması da iyimser olmanıza engel oluyor. Azgın itlerin saldırmaları için salıverildiği, taşlarınsa bağlandığı bir ülkeden bahsediyoruz. Muhâberât denilen gizli polislerin yönettiği, karşısındaki kişinin muhâberattan olma ihtimaliyle kimsenin kimseye sırlarını açamadığı, aile fertlerinin bile birbirinden bu konuda emin olamadığı bir ülke… Küçük bir muhalefetin sonucu muhâberatın eline düşen bir kimsenin âkıbetinin meçhul olduğu, hakkında bilgi almanın bile mümkün olmadığı, herkesin Atasuriye konumundaki Beşşar Esed’i ve yönetimini sevmeye mecbur olduğu, alternatif ve muhalif hiçbir oluşuma izin verilmeyen bir ülke… 

Devrimin önünde engel bütün bu olumsuz verilerin en önemlisi ulemâ. Âlimlerin halk nezdinde itibarı hayli büyük; özellikle dindar kesimde. Türkiye’deki gibi çok sesli, çok farklı din anlayışı içinde bir derneğe, bir gruba kapanıp marjinalleşerek halktan kopmamış, kitleye mal olmuş, halkla irtibat halindeki ulemâ. Evet, başka etkenlerden ziyade bu âlimler, devrime en büyük engel teşkil ediyor. Can çekiştiren ölümcül hastaya ha bire kan pompalıyor. Komalık hasta, ulemâ adlı makineye bağlı yaşam sürüyor, bu fiş çekilse iş bitecek. Ve âlimler, âlim geçinenler, olan bitenle hiç ilgilenmeden ilim öğretmeye devam ediyorlar; siyasetle hiç ilgilenmeyen ilimle, zâlimlere en küçük eleştiride bulunmayan, ama onlara destek olan ilimle… Hayat, onlara göre eski kitaplarda yazılanlardan ibaret, yaşanılan şeylerden değil. Öğrenilen klasik eğitimin teferruatından “tâğut”, “zâlim yönetici”, “nusayrîliğin İslâm’daki yeri” “imâmet” “halifede aranan şartlar” yani “İslâm’a göre yöneticinin vasıfları”na bir türlü sıra gelmiyor. Ama nasılsa, “maslahat”, “zaruret” referanslı fetvâlar peş peşe sıralanıyor.

Rabbimiz tarafından imtihana tâbi tutulacağımız hususların başında “korku”nun geldiğini (2/Bakara, 155) bir âlim nasıl unutur ve unutturur?

Şu Kur’an âyetlerini bilmeyen kimseye âlim denilir mi? “...Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) mü’minlerden iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.” (9/Tevbe, 13)

“...Eğer Benden size bir hidâyet gelir de her kim hidâyetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.” (2/Bakara, 38)

“Onlar, Allah’ın gönderdiği emirleri tebliğ ederler, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter.” (33/Ahzâb, 39)

“...Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar.”  (35/Fâtır, 28)

“Kendilerine savaş farz kılınınca, içlerinden bir grup; insanlardan, Allah’tan korkar gibi, hatta daha fazla korkmaya başladılar. ‘Rabbimiz, savaşı bize niçin yazdın (farz kıldın)? Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?’ dediler. Onlara de ki: ‘Dünya menfaati önemsizdir. Allah’tan korkanlar için âhiret daha hayırlıdır ve size kıl kadar haksızlık edilmez.” (4/Nisâ, 77)

“Bir kısım insanlar, mü’minlere: ‘Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman korkun, sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter; O ne güzel vekildir!’ dediler.” (3/Âl-i İmrân, 173)

“İşte o şeytan, yalnız kendi dostlarını korkutabilir. (Veya şeytan, sizi kendi dostlarından korkutmaktadır.) Eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.” (3/Âl-i İmrân, 175)

"...Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız Benden korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilip dururken hakkı gizlemeyin." (2/Bakara, 41-42)

Âlim mi, Bel’am mı? Âlim mi, kitap yüklü eşek mi? Âlim mi, saray mollası mı? Âlim mi, (hem de çok ucuza) satılık dil ve kalem mi? 

Bu soruları sıradan mollalar için değerlendirmek kolay, ama birçok kitap yazmış, fıkıhta ve tefsirde uzmanlaşmış dünya çapında âlim unvanını almış Bûtî’lere, Zuhaylî’lere, Nablusî’ler için kendi vicdanına sormaya kimse cesaret edemiyor. Ve “vardır bildikleri” denilerek her yaptıklarında (daha doğrusu yapılması gereken hiçbir şeyi yapmadıklarında) hikmet aranıyor.  

Âlimleri korkutup yanında yer almalarını sağlayan yöneticiler, halkı kolay susturur ve kendilerine karşı ayaklanma riski taşıyanları bu maşaları aracılığıyla daha başlangıç aşamasında önlerler. 

Suriye’de devrim gerçekleşir mi? Devrimi başlatmaya bağlı. Bir başlarsa arkasının geleceğini, hatta Suriye’li devrimcilerin yarım kalan bir devirme ile yetinmeyeceğini ve İslâmî bir otorite oluşturabilecek bir potansiyele sahip olduklarını düşünüyorum. Evet, Suriye’de kıyam ateşi ülkeye yayılır ve gayri İslâmî ve gayri insanî rejim yıkılırsa, yerine Hama’da kıyama kalktığı için şehid edilen 30 bin yiğidin evlâdının, yeraltında örgütlenen İhvân-ı Müslimin’in hareketi yönlendirme gücüne sahip olduğunu düşünüyorum. Ortadoğu ülkeleri içinde halkın Batılılaşmadan en az etkilendiği, bozulmanın en az olduğu ülke olduğu izlenimi taşıyorum. Ortalama vatandaşın demokrasi hayranı değil, İslâm taraftarı olduğunu biliyorum. Halk zaten kendini İslâmî yönetime hazır hale getirecek şekilde İslâmî anlamda değişim içindeyse, Allah’ın, başlarındaki rejim ve zâlim yöneticiyi değiştirmesini bekleme hakları vardır. Çünkü insanlar hak edip lâyık oldukları şekilde idare olurlar.

Suriye’de devrim ateşini tutuşturmak aslında çok kolay. Bir âlimi Kur’anî delillerle iknâ ederek, iknâ olmazsa devrimci yöntemlerle tehdit ederek halkı zulme karşı ayaklanmaya davet eden bir bildiri okutursunuz, bunu meselâ Şam’da Ümeyye Camiinde yaparsınız… Gerisi kendiliğinden gelir. Tabii o âlimin, en büyük kahraman olacağı gibi, “şehid” unvanı alması da kaçınılmaz olur. Seyyid Kutub’u okumak budur, aslında. Cihadla ilgili âyetler bazen dille değil, halle, eylemle açıklanır. Tâğutlara dostluk mu, Allah’a dostluk mu, böyle günlerde belli olur.   

Batının  çifte standartlı tavrını tiksintiyle, ama hiç sürpriz tarafı olmayan, doğal bir tavır olarak gördüğümü ifade edeyim. Batının sömürücü devletleri, bugüne kadar besleyip büyüttükleri, destekleyip sömürttükleri diktatörleri şimdi eleştirip çıkarları öyle icap ettiğinden, yönlendirmek istedikleri devrimci halkın yanında yer alıyor şeklinde gözüken tavrını yadırgamıyorum. Şeytandan şeytanlık beklenir, melek tavrı değil. Türkiye’nin ve birçok Ortadoğu ülkesinin bazı şartlarla da olsa Suriye yönetimine desteğini ise şiddetle kınıyorum. Zulme karşı ayaklanacak Suriye halkının kendi inisiyatifiyle ayaklanacağını, demokrasi değil İslâmî bir yönetim isteyeceklerini, Türkiye’nin mevcut sistemini değil, asr-ı saâdet modelini baş tacı edineceğini umuyor, bekliyor ve dua ediyorum. İyi de, ya Türkiye? Suriye için istenen ve beklenenleri Türkiye için niye isteyip beklemeyelim? Aynı büyük engel burada da var: Ulema ve cemaat, kanaat önderleri… Onlar düzelmeden düzelme olmaz.