Ahmed KALKAN

09 Mayıs 2011

TERÖRÜN TANIMI VE TERÖR İLE CİHAD ARASINDAKİ FARK

Terör; Silâh Olarak Kullanılan Kaypak Bir Kavram: Filmlerde işlenen cinâyetler, öldürme işine göre değil de; bu cinâyetleri kimin işlediğine göre değerlendirilir; birçok insan öldüren kişi, eğer filmin jönü, başrol oyuncusu ise, bu kahramanlıktır; yok, kötü adam ise, bu vahşettir, terördür. Film de zaten bu şekilde kurgulanmış, izleyenlere de bazı cinâyetleri alkışlarken, bazılarını lânetlemek rolü düşmüştür. Seyirci buna hem alıştırılmış, hem de şartlandırılmıştır. Artık, sinema dışında oynanan oyunda da izleyici aynı tavrını kuşanacaktır.  

Kediyi köşe sıkıştıran, ona veya yavrusuna can güvenliğini çok gören kimseye bir şey demeyeceksiniz; kedinin kendisini ya da yavrusunu korumak için tek alternatifi olan aslanlaşıp kurtulma mücâdelesine terör diyecek ve onu terörist bir tavırla cezâlandırmadan yana olacaksınız. Bu ne kadar adâlet ölçüleriyle bağdaşır? Olayı empatiyle değerlendirip bir de kedi gözüyle bakmayı düşünemeseniz bile, objektif olmak, kendi hakkın kadar muhâtaplarının da hakkını yüce bilmek erdemi olmadan insanlığın ne oranda korunabileceğini de mi düşünmezsiniz?  

Kendileri fesatçı/terörist birer zâlim olan Firavun ve yandaşları, kendilerini ıslahatçı olarak görüyorlar, toplumu ıslah etmek isteyen Mûsâ (a.s.)'ya fesatçı/bozguncu/terörist damgası vuruyorlar ve halkı onun aleyhine kışkırtıyorlardı. Derin devletin yetkilileri Firavun’a şöyle baskı yapıyordu: "Mûsâ'yı ve milletini, seni ve tanrılarını terk edip yeryüzünde bozgunculuk/terörizm yapsınlar diye bırakacak mısın?" (7/A'râf, 127). Firavun da şöyle demişti: "Bana izin verin de Mûsâ'yı öldüreyim. O, Rabbine yalvaradursun. Onun, sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde fesat çıkaracağından (terör uygulayacağından) korkuyorum." (40/Mü'min, 26)

Her farklı inanç mensubu, kendisine göre bir “terör”  tanımı yapar; her görüşün farklı bir “terörist”i, daha doğrusu bu damgayla yaftalandırdığı farklı kimseler vardır. “Öteki” kavramı, bazı saldırgan düşüncelere sahip müstekbirlerde “terörist” demektir. Yani ya dostları, kendi çıkarlarına ters düşmeyen yardakçıları vardır; ya da teröristler. Her çeşit terör eylemleri yapan bir kimse, kendi çıkarlarına ters düşmüyor, hele hele kendi düşmanlarına karşı bu eylemleri sürdürüyorsa, o terörist değildir; o bir “özgürlük savaşçısı”dır. Ama, terör saldırılarına karşı kendini savunan “öteki” hemen damgayı yer: Terörist! Nelson Mandela, Usâme bin Lâdin, Yaser Arafat, Ariel Şaron, Che Guevara, Deniz Gezmiş, Abdullah Öcalan, Şâmil Basayev, Şeyh Yasin, Saddam Hüseyin, İran Şâhı  ve benzerlerinin farklı kesimler tarafından değerlendirilmesini örnek olarak sayabiliriz. Ülkeler için de damgalandırma bundan farklı değildir: Terörist ülkeler ya da teröre destek veren ülkeler diye listeye alınanlar, emperyalist ABD’nin çıkarlarına ters düşen ülkelerdir daha çok. Ve hiçbir zaman en büyük terörist devlet İsrail nedense bu listede yer almaz. El-Kaide, Tâliban, Hizbullah, Filistin’deki İntifâda hareketi, istişhâdî (gönüllü şehidlikle ilgili) eylemler kesin bir şekilde terörist ilân edilirken BBC, CNN ve her ülkedeki kukla medya tarafından; İsrail’in yaptıkları terör filân değil; meşrû müdâfâdır, terörist avıdır, savaştır. Amerika’nın Irak’taki, Afganistan’daki, Afrika’daki sivil halka bombalar yağdırması hiç de terör diye damgalanmaz. Çıkarlarına uygunsa Apo ve benzerleri bir özgürlük gerillası; değilse, terörist oluverir. Kimlerin planlayıp icrâ ettiği hâlâ netlik kazanmayan 11 Eylül 2001 saldırısının terörist eylem olduğu konusunda kimsenin şüphesi yoktur ama; bu olay bahanesiyle Afganistan'ın yerle bir edilmesi ve söz konusu eylemle hiç ilgisi olmayan binlerce sivilin savaş, intikam, suçluların cezalandırılması gibi sloganlarla vahşîce öldürülmesinin terörizm kavramıyla ilişkisi sorgulanmaz.  

Ve birey ve gruplar terörist kabul edilirken, devletler çoğunlukla bu tanımın dışında tutulur. Halkın zâlim devlete karşı tavrı terördür de, devletin kendi halkına her türlü zulmü revâ görmesi veya başka ülkelerdeki halkları toplu kıyımlara uğratması terör kabul edilmez. Hâlbuki fesat anlamındaki terör, en büyük çapta ve en yoğun şekilde devletler tarafından sürdürülmektedir. İki dünya savaşında mâsum halkların acımasızca öldürülmesi, atom bombalarıyla iki şehrin yerle bir edilmesi ve hemen devamlı olarak sürdürülen müslüman halklara karşı katliâmlar, haksız saldırı ve savaşlar, terör örgütü diye tanımlanan dünyanın tüm bireysel ve grupsal eylemleriyle kıyaslanamayacak kapsamdadır. İsrail ve onun müstemlekesi durumundaki ABD ve onlara destek veren ülkelerin yönetimindeki zihniyet ortada durduğu müddetçe dünyada haksız savaşlar, yani terör ve fesat ortadan kalkmayacaktır. Haksız savaş en büyük bir terör şekli olduğu gibi, terör de bir savaş şeklidir. Terör, daha çok; askersiz ve toprak sınırı olmayan bir savaştır. Günümüzde en etkili ve önemli terör, emperyalist devletlerin yapmış oldukları terördür.

Devlet erki, askerî saldırganlığa karşı yapılan direnişe terörizm adını vermektedir. Sözgelimi, İsrail, BM tarafından Lübnan ve Filistin bölgelerini yasadışı bir şekilde işgal ettiği için sürekli kınanmasına rağmen, İsrail devleti bu işgale direnenlerin eylemlerini terörizm olarak tanımlamaktadır. Şartları ne olursa olsun Lübnanlı ve Filistinlilerin direnişleri istisnâsız terörist hareketler olarak isimlendirilmektedir. Bunun sebebi şudur: Onlar hem insanlık dışı olarak gösterilirler, hem de onlara karşı kullanılan keyfî devlet gücü meşrûlaştırılır. Siyonistler İsrail’in yasadışı askerî işgaline karşı yapılan her Filistin direnişini ısrarlı bir şekilde terörizm olarak nitelendirirler. Batı medyaları ve yorumcular için bir İsrail kasabasındaki bir kahvenin bombalanmasında terörizm kelimesini kullanmak tam uygun gelebilir, fakat İsrail’in askerî hedeflerine yapılan bir saldırıda terörizm kelimesini kullanmak güçleşir. Dahası Filistinlilerin evlerinin tank ve buldozerlerle İsrail tarafından yıkılmasına karşı, onların yaptıkları direnişte terörizm kavramını kullanmalarının pek inandırıcı olmadığının farkındadırlar.

Filistinliler, evlerinin yıkılmasına ve siyonist işgale karşı direniş yapma hususunda uluslararası tanınmış bir hakka sahiptirler. Batı medyası hiçbir zaman dile getirmese de İsrail bir devlet terörü uygulamaktadır. Bu şekliyle terörizm, siyasi olarak kendisine anlam yüklenen bir terimdir. Batı medyası, terörizm kelimesini müttefiklerinin ve yandaşlarının muhâliflerine karşı kullandığı zaman adâletsiz davranmakta ve haksızlığın en büyüğünü de direnişin kendisine yapmaktadır. Medya kurbanları, akı kara ve karayı ak gösterme konusunda büyülü güç olan medyanın yönlendirdikleri, Filistinlilere karşı saldırganlıklarla dolu bir tarihe sahip olan İsrail’in nasıl oluyor da terörizmin ana kurbanı olarak gösterilebildiğini eleştirel bir şekilde düşünemezler. Bu tarz bir düşünce, neyin terörizm neyin de terörizm olmadığını söyleyenlerin amaçlarının da irdelenmesini gerekli kılmaktadır. Terörizm kelimesi kullanılarak genellikle siyasî bir hedefe ulaşılmak istenir ve bu siyasî kullanım gizlenmeye çalışılır. 1970’lerde İsrail ve ABD, üçüncü dünya milliyetçiliğinin çeşitli şekillerini tanımlamak için terörizm kelimesini kullanıyordu. Sonra, ABD destekli teröristler de özgürlük savaşçısı olarak isimlendirilmeye başlandı. Sözde bilgi(!) çağında güç, kelime ve imajlardadır. Bugünün savaşları daha çok kelimeler ve kavramlarla yapılıyor. Silâh yerine medya bombardımanı kullanılıyor. Bütün olay, saldırganların kurbanlarını terörist olarak tanımlamasıdır. Fiilî olarak uzlaşılmayan tanımlamaların propaganda yoluyla normalleşmiş tanımlar ve kavramlar olmasına, eleştirel düşünceye sahip olamayan ve düşünme yerine seyretmeyi seçen medya yönlendirmesine açık izleyicilerin çoğunun katkıda bulunduğunu görüyoruz. 

Aynen laiklik ve demokrasi gibi batının  çoğu kavramları kaypaktır. İçlerini işlerine geldiği gibi doldurdukları  yetmez, istedikleri zaman bunların içini boşaltır, farklı  şekillerde de doldurmaya başlarlar. Helvadan putlarıdır bu kaypak kavramlar modern putperestlerin, aynı  zamanda da Truva atı. Terörizm tanımlaması  üzerinde genel bir uzlaşı olmadığı  için, her türlü amaç  için kullanılmaktadır bu kavram da. İhtiyaca göre de anlamı değişmektedir. Bazen “hayat tarzımızı etkileyen şey”, bazen de sömürgeleştirmeye ve işgalin diğer çeşitlerine karşı yapılan direniştir terörizm. Yaser Arafat’ın imajı buna güzel bir örnektir. Amerikalılar ve İsrailliler yıllarca onu terörist olarak isimlendirdiler. Oslo’dan sonra o, devlet adamı oluverdi. Devlet başkanı unvanı İslâmcı ve solcu eylemcilere terör uygulasın diye verildi. İsrail bu amaç için FKÖ’ye silâhlar verdi ve onların cezaevleri ve sığınaklar yapmasına izin verdi. Fakat bu plan işlemedi. Gerçek düşman olarak işgalciler ve saldırganlar bu kadar belliyken, bir kişinin kardeşini vurması mümkün değildi. Dolayısıyla Arafat’ın devlet adamı elbisesi çıkartıldı ve kendisine yeniden terörist statüsü verildi. Bütün bunlara rağmen Arafat’ın polis gücüne, ya da göstermelik barış masasına oturtulmasına ihtiyaç duyulduğunda medya onu terörist olarak tanımlamaya ara verir. O halde nedir bu terörizm?      

Terörizm, devlet erkinin saldırgan eylemlerini ve kendi çıkarlarına uygun politikaları meşrûlaştırıcı bir değer olmakla birlikte, birçok yönde de gerekli bir kelimedir. ABD kendi haklılığını göstermek için daima “kötü”, “öteki” karşıtlığına ihtiyaç duymuştur. “Kötü”, “öteki” tarih boyunca şekilden şekle girmiştir; Kimi zaman despot, kimi zaman korsan, kimi zaman eşkıya, kimi zaman da anarşist ve komünist ve şimdi de “radikal müslüman.” Batı medeniyetinde kendini muhâlifiyle tanımlamak her zaman bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla gerçek ya da hayalî terörist ve diğer kötü karakterler Batının kendi imajını devam ettirmek için fiilî olarak zorunlu olmuşlardır. Bu tespit, Haçlılar’a kadar götürülebilir. Dolayısıyla müslümanlar, terörist olarak tanımlanma hususunda tek değillerdir; diğer zamanlarda diğer insanlar da büyük güçlerin çıkarlarına hizmet etme amacıyla bu tarz isimlendirmelere mâruz kalmışlardır. İnsanların müslüman terörist imajını bu kadar kolay kabullenmelerinin sebepleri şunlardır: Haçlılar’ın Hıristiyan Batıdaki meşrûiyetleri ve onlarca yıldan beri ABD ve diğer yerlerde İsrail yararına yapılan Arap karşıtı propaganda. İRA’yı veya Batıdaki bir terör hareketini “Hıristiyan terörizmi” diye adlandırmazlar. Hiç “yahûdi terörizmi” “siyonist terörist” yoktur; ama “müslüman terörizm”, “İslâmî terör örgütleri” vardır bu yaftalamada.     

ABD, komünizmin çöküşünden sonra dünya egemenliğini sağlamak için etki alanına çeşitli dayanaklar getirmeye çalışmaktadır. Dünya Ticaret Örgütü ve diğer malî yapılar tam da bu görevi yerine getirmeye çalışmaktadırlar. 2. Dünya Savaşından sonra Marshall planıyla da aynı şey hedeflenmişti. Batı, terörizm ve fundamentalizmden korktuğundan daha çok İslâm’dan korkmakta ve dünyayı korkutmaktadır. Çünkü Batı bu iki özelliği de kendi bünyesinde barındırmaktadır. Batıyı asıl korkutan İslâm’ın kendine has bir dünya görüşüne sahip olması ve bu dünya görüşünün Amerika tarafından propagandası yapılan liberal batılı bakış açısından temel olarak farklılık arzetmesidir. 

Tema her zaman aynıdır: Batı medeniyeti karşıt İslâm aynasını  kullanarak kendi imajını inşa etmiştir. Batının bu aynayı  algılaması İslâm’ın hiçbir gerçekliği ve müslümanların yaşam tarzı üzerine kurulmamıştır. Bütün bunlar alâkasız şeylerdir. Aslında olan biten şuydu; orada diğer bir medeniyet vardı, birçok insan bunun ne olduğunu bilmiyordu, çok az kişi merak ediyordu. Dolayısıyla bu medeniyet, siyasal ve kültürel hedefler için kullanılabilirdi. Bir kişi Batı tarihini eleştirel bir şekilde incelediğinde İslâm’ın her yerde karşısına çıktığını görecektir. Batının kendini tanımlamasında şiddet, merkezî bir rol oynamaktadır. Batı inanılmaz derecede şiddet mirasına sahiptir. Batılılar tarafından yalnızca 20. y.y.da bir milyondan fazla insan öldürülmüştür. Bu şiddetin meşrûluğu ciddiyetle ele alınıp tartışılmadığı için Batı, suçlarını ve güvensizliğini diğerlerine yansıtmaktadır. Müslümanların terörist olarak gösterilmesi örnek olarak zikredilebilir. 

Bazı  insanlar terörizmin daha az çelişkili ve daha belirgin tanımlarını  yapmaktadırlar. Bu tanımlamalardan bir tanesi şudur: Terörizm birtakım siyasî  ve askerî kazanımlar elde etmek için sivillerin öldürülmesi ya da sindirilmesidir. Fakat bu tarz bir tanımlama Batı  için tehlikelidir. Çünkü bu tanımı  duyan birisi kalkar, Hiroşima’daki, Nagazaki’deki sivillerin bombalanmasını, ya da Dresden, Kamboçya, Vietnam, Irak, Afganistan... bombalamalarını tartışmaya açar ve bu bombalamaların hepsini terörizm olarak isimlendiriverir. Bir başkası ABD’nin üçüncü dünyadaki rejimleri desteklemesini ve bu destekleme sonucunda bu rejimlerin kendi halklarını ilerleme ve gelişme adı altında sindirmesini terörizm olarak tanımlayıverir. O yüzden böyle bir tanımlama medyada kullanılmaz. Egemenler için belirsiz, kesin olmayan, sık sık değişen kavramlar daha faydalıdır. Ve bu tanımlamalar Batı yanlısı düzenler ve medya aracılığıyla günlük olarak satılırlar. Alternatif sesler tamamen devre dışı bırakılır. 

“Terörizm”, bu geç modernite döneminde Batı dünyası için gerekliliktir. Teröristler “kötü öteki”yi temsil etmektedirler. Onlar bitmez tükenmez kötü kişilerdir. Teröristler soğuk savaş dönemi savaşçılarının mesleklerini kaybetmemelerini sağlarlar ve hatta millî güvenlik organlarına, silâh ve mühimmat sanayilerine canlılık getirirler. Herkesi etkileyen global ekonomik durgunluk ve iklim sorunları ve hepsinden önemlisi, inanç ve buna dayalı ahlâk konuları gibi gerçek dünya problemlerinin insanların gündeminden uzak tutulmasını sağlarlar.        

Batı  medyasının kasıtlı ve yoğun kampanyalarının ve İslâm düşmanı  egemen çevrelerin beyin yıkama etkisiyle İslâm ve müslüman terimlerinin terör, anarşi, savaş, kan, intikam ve şiddet kavramları yan yana kullanılmaya ve biri söylenince diğeri çağrışım yapacak şekilde şuuraltına yerleştirilmeye başlandı. 20. yüzyılın son yarısından itibaren, çeşitli vesilelerle insanların bilinçaltına yerleştirilmeye çalışılan İslâm’ın şiddet üreten bir din olduğu yargısı, müslüman halklara yönelik şiddet eylemlerine meşrûiyet kazandıracak şekilde kullanıldı. Afganistan’a yerleşen ve sonrasında Irak’ı işgal eden terörist Amerika, oradan Ortadoğuyu tümüyle kontrol etmeyi ve kendine göre terörist kabul ettiği İslâmî hareketlere müdâhale edip, Amerikancı İslâm(!) anlayışını, o ülkelerdeki kendi piyonu konumundaki yöneticilerin de yardımıyla halka dayatmak istemekte, belirli oranda bunu sahnelemektedir.  

11 Eylül 2001’de New York’taki Dünya Ticaret Merkezinin ikiz kulelerine yapılan saldırılardan sonra, Batı dünyasında, başta ABD başkanı Bush ve İtalya başbakanı Berlusconi olmak üzere çeşitli devlet adamları, bu olayların medenî Batının ulaştığı insanî ve üstün değerlere karşı bir savaş olduğunu ve dolayısıyla Batının, sahip olduğu bu üstün değerleri savunmasının en doğal hakkı olduğunu vurguladılar. Benzer şekilde Batı dünyasında kilise çevreleri ve bazı kilise dışı çevreler, Batının dinsel geleneğini ifâde eden Hıristiyanlığın, sevgi, barış ve hoşgörü temeline dayalı üstün değerleri temel alan bir inanç sistemi olduğunu, buna karşı özellikle İslâm’ın özünde ise şiddet ve anarşinin bulunduğunu ileri sürdüler. Hatta, İtalya’da olduğu gibi, bazı yüksek rütbeli kilise görevlileri, Batının sahip olduğu insanî üstün değerlerin korunması için Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanların sınır dışı edilmelerini ve onlardan boşalan işgücünün Doğu Avrupadan getirilecek hristiyanlarla doldurulmasını önerdiler.

Bu tartışmalarda temel varsayımlardan birisi, şiddet ve anarşi  üreten bir din olarak İslâm’ın geçmişte ve günümüzde anarşist ve terörist karakterli insanlar yetiştirdiğiydi. Diğeri ise, buna karşılık Hıristiyanlığın sevgi, barış ve hoşgörü dini olarak günümüzde Batı uluslarının sahip olduğu şekilde üstün insanî/medenî değerler üreten bir gelenek olduğu varsayımıydı. Hıristiyanların kendi geleneklerine ilişkin bu yargıları ne kadar doğrudur? Kendisini “sevgi ve barış” sloganıyla takdim eden bir din, nasıl olur da gerek içe dönük, gerekse dışa dönük  şiddet eylemi üretebilir? En basitinden tarihte gerek Müslümanlara gerekse sapkın olarak görülen çeşitli sekteryan akımlara karşı Haçlı Seferlerini icat eden, iki büyük Dünya Savaşının tarafları olarak karşı karşıya gelip milyonlarca kişinin katledilmesine neden olan, sömürge dönemi ve sonrasında Amerika, Okyanusya, Afrika ve Asya kıtalarında birçok yerli kültürü ve halkı katleden, yakın zamanlarda Ön Asya’da ve Balkanlarda ölüm tarlaları oluşturan ve günümüzde İsrail’in işlediği soykırıma arka çıkan Hıristayan uluslar ve kilise çevreleri, bu tutumlarını “sevgi ve barış” ilkesiyle nasıl örtüştürebilmektedirler? ABD’nin önceki başkanı G. W. Bush’un dile getirdiği şekilde ABD ve doğal müttefikleri olan Batı dünyasının “şer güçlerle mücâdele” diye adlandırdıkları müslüman halklara karşı topyekün savaş, “iyinin kötüye karşı savaşı” ve daha belirgin olarak “yeni bir Haçlı Seferi” gibi dinsel motifler taşımaktaydı. (1) 

İslâm’ın cihad anlayışı ise bambaşka bir şeydir. Cihad; cehdin, yani hayırlı hedefe ulaşmak için tüm gayretin seferber edilmesinin belirişi, insanı insan yapan değerlerin çiğnenmesi durumunda başvurulan her türlü kavga ve savaşın adıdır. Şartları doğmuş bir savaş, insanın yolunu tıkayan engelleri aşmanın olmazsa olmaz şartıdır. Bütün mesele, savaşın şartlarının doğup doğmadığının iyi belirlenmesi ve seyrinin Kur'anî ruha uygun biçimde ayarlanmasıdır. 

Cihad ve savaşta birinci gâye, âhiretimiz için bir ticâret yapmaktır (61/Saff, 10-11). Cihadın ve savaşın bazı külfet ve meşakkatleri olsa da, bunlar, insanın acıklı azaptan kurtulması yanında hafif kalırlar. Yolumuzu aydınlatmak için malımızı yakmak, cehennemde yanmamak için gerekirse İbrâhim gibi dünya ateşlerine atılmak, dinimizin izzeti için canımızı incitmek, birtakım zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek. Dolayısıyla canla cihad, yani Allah için savaş, başkalarını öldürüp cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri cehennemden kurtarmak için yapılır. Yanmaktan kurtulan hamiyetli insanların yapacağı ilk iş, başkalarının imdâdına koşmak değil midir? Cihad, bu yönüyle, insan kurtarma savaşının adıdır. Eğer birtakım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorsa bunlarla savaş yapmak da cihaddır. Yeryüzünü sadece Allah’a kulluk yapılan bir mescid haline getirmek için tüm coğrafyalarda zulmün her çeşidine dur demek,  globalleşen küfre karşı intifâdayı küreselleştirmektir. 

Savaşta maksat ne olmalıdır? Bu sorunun cevabını iki maddede özetleyebiliriz: "Bize saldıran yahut saldırıya hazırlanan düşmana karşı kendimizi müdâfâ etmek" ve "zâlim devletlerle savaşarak, insanlığa hürriyet ve hidâyet yolunu açmak." "Dinde zorlama yoktur." (2/Bakara, 256). Ancak, cennet yolunu zorla kapamak isteyenlere karşı da cihaddan, kıyâmdan başka çare yoktur. 

Canla cihadda, yani Allah için savaşta hedef, öldürmek değil; diriltmektir. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırma gayretidir cihad. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar. Çokların hayat bulması için, belli bir azınlığın ölmesi gerekiyorsa buna da "evet" dememiz gerek. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz. Elmalılı Hamdi Yazır, savaşı, ıslah harbi ve ifsâd harbi diye ikiye ayırır ve mü'minlere emredilen savaşın ıslah harbi olduğunu beyan eder. Cihada çıkan mü'minleri de "azâba hak kazanmış bir kavme Hakk'ın azâbını tatbik etmeye memur bir el" olarak görür. O halde, savaşı bir ibâdet anlayışıyla yapmak ve bu ibâdetin kurallarına en ince ayrıntılarına kadar uymak gerekiyor. "Antlaşma yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin." (16/Nahl, 91) emrine uyulacaktır. "Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. (Allah'ın koyduğu) Sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez." (2/Bakara, 190) fermânına kulak verilecek, his ve hevese kapılmaktan, aşırı gitmekten sakınılacaktır. (2) 

Terör ile Cihadın Birbirine Karıştırılması:  Birbirinden çok farklı şeyler olan, biri beşerî biri Rahmânî, biri yıkma biri yapma, biri ifsâd biri ıslah anlamında biri cehennemi biri cenneti çağrıştıran çok farklı iki kavramı bile maalesef birbirine karıştırma becerisini(!) gösteren insanlar çıkabiliyor. Terör ve cihad/kıtâl kavramları biri İslâm'ın düşmanları, diğeri İslâm’ın akılsız dostları tarafından olmak üzere iki şekilde karıştırılmaktadır. İslâm ve hak düşmanları, müslümanların saldırgan ve işgalci düşmanlara karşı kendilerini ve dinlerini savunmalarını terör diye damgalarken, cihadla terörü karıştırmış veya kasden birbirine tümüyle zıt iki şeyi aynı göstermeye çalışmaktalar. Akılsız dostların iyi niyetle de olsa cihad zannıyla bazı terör olaylarına bulaştıklarını veya bu iki farklı konuyu zihinlerinde kesin hatlarla tam ayıramadıkları da görülen bir vâkıadır. Bir müslüman; terör, fesat, anarşi ile cihad ve kıtâli karıştırmaz, karıştırmamalıdır. Günümüzde İslâm’ın cihad hükümlerini de, ülkenin durumunu da, “savaşçı” ve “savaş alanı” konusunu da doğru ve yeterli şekilde yorumlayamayan çok az sayıdaki bazı gençler, cihad eylemi diye iyi niyetle terör eylemlerine girişebiliyorlar. Bu, hem kendilerinin vebali, hem de İslâm’ı itham altına bırakıcı, tebliğin önünü tıkayıcı işlevleri yönüyle büyük yanlışlara imza atmak demektir.   

Haklarına, hürriyet ve canlarına kastedildiği her yer ve zamanda müslümanların cihad halinde olmaları en doğal hakları ve hatta görevleridir. Bu bakımdan İslâmî kurtuluş hareketi ve mücâdelelerini terörizm olarak değerlendirmek, gerçek terörizmi ve teröristleri himâye etmektir.

İslâmî  ıstılahta ve Kur’an’da terör kelimesi “fesad” ve “ifsâd” kavramıyla karşılanır.

İfsâd: Huzuru Bozma ve Terör 

Fesâd, "fe-se-de" fiil kökünden gelir; bir şeyi îtidal (denge) dairesinden az veya çok çıkarmak demektir. Bu fiil, yiyecek ve içecekler için bozulma, kokma; ameller için geçersiz olma, hükmü olmama; bunların dışındaysa gerek nefis, gerekse bedende meydana gelen maddî-manevî bozulma; toplumda ortaya çıkan kokuşma ve dengeden sapma durumlarını ifâde etmek için kullanılır. İfsad: Bozmak, fesat çıkarmak, ifsat etmek, îtidalden (dengeden, faydalı ve âdil olmaktan) çıkarmak, kokuşturmak demektir. Fesat kelimesi, Kur'an'da çeşitli âyetlerde genellikle “yeryüzünde fitne uyandırıp, insanların durumunu ve yaşama yollarını doğruluktan saptırıp, dünyevî ve uhrevî çıkarları zedelemek” anlamında kullanılır. Müfsid; bu fiilin ism-i fâili olup, bozan, bozgunculuk yapan demektir. Fesâdın zıddı salâh; ifsâdın zıddı ıslah; müfsidin zıddı muslih ve fâsidin zıddı da sâlihtir.

Hevâlarını ilâh edinen insanlar, ya da böylesi hevâdan ilâhlar birbirleriyle çatışacaklarından yeryüzündeki fesadın başlıca etkeni, yeryüzünün müfsitleridir. Kur'an, evrende egemen olan birliğin, düzenin ve dengenin, yani sulhun tevhidden, yani İlâh'ın bir olmasından kaynaklandığını, eğer göklerde ve yerde birden fazla ilâh olsaydı, sulhun bozulup, yerine fesadın hâkim olacağını belirtir: "Eğer o ikisinde (göklerde ve yerde) Allah'tan başka ilâhlar olsaydı muhakkak fesada uğrarlardı." (21/Enbiyâ, 22)

Göklerde yalnızca Allah'ın ilâhlığı egemendir; yeryüzünde de insan elinin ulaşamadığı yerlerde yine Allah'ın ilâhlığı  mutlak egemen olup, buralarda fesat yerine sulh vardır. Fakat, yeryüzünde bazı insanlar Allah'ı değil de hevâlarını ilâh edindiklerinden dolayı bir’den çok hevâ, bir’den fazla ilâh ortaya çıkar. Bunun sonucunda böyle insanlar daha başka insanlar üzerinde rableşir, ellerinin ulaştıkları yerleri mülk edinmeye, buraları egemenlikleri altına almaya çalışır, yani Allah'ın rablık ve melikliğini tanımayıp, kendi hevâlarını bu makama oturturlar. Bu insanlar, ister kâfir, ister münâfık olsun durum değişmez ve bunların işi, kendiliklerinden yeryüzünde fesat çıkarmaktır; kendilerini ıslah edici saysalar bile. "İnsanlardan mü'min olmadıkları halde, Allah'a ve âhiret gününe inandık diyenler vardır. Allah'ı kandırmaya çalışırlar, iman edenleri de; ama farkında olmadan yalnızca kendilerini kandırmaktadırlar. Kalplerinde hastalık vardır onların, Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemelerinden dolayı acıklı bir azap vardır onlar için. Kendilerine 'yeryüzünde fesat çıkarmayın'  denildiği zaman, 'biz ancak ıslah edicileriz'  derler. Dikkat edin, onlardır müfsit (fesat çıkarıcılar), ama şuurunda değillerdir." (2/Bakara, 8-11)

"Onlara 'yeryüzünde fesat çıkarmayın'  denildiğinde; 'biz ıslahatçılarız'  derler." (2/Bakara, 11). İlk insanın imanı, tabiatın ilk yaratıldığı günlerdeki gibi tertemizdi. Karalar, denizler ve havalar, mü'minlerin imanı gibi pırıl pırıldı. Önce imana şirki bulaştırdılar. Allah'ın kanunlarını hiçe sayarak kendilerini ilâhlaştırdılar. Ondan sonra tabiata da müdâhale ederek gönüllerindeki pisliği tabiata da akıtmaya başladılar. Rabbimiz: "Ey iman edenler! Müşrikler ancak pisliktir." (9/Tevbe, 28) buyurur. 

Kendilerine sorarsanız, bozguncu değildirler. Hatta kafa tutarcasına, bu faâliyetlerinin yapıcı ve mâsum olduğunu söylemekten çekinmezler. O tertemiz elbiselerinin içinde, kara gözlüklerinin gerisinde tabiatı kirletmek, dünyanın her tarafında anarşi çıkarıp terör uygulayarak insanların kanını paraya çevirmek, kimyasal silâhlar satarak midesini şişirmek için koşan bu hasta adamlara: "yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" deseniz, onlar "biz Yalta, Malta zirvesinde, Londra zirvesinde insanları ıslah için bir araya geliyoruz" derler. Peki ama, her zirvenizin sonunda Hama'da, Halepçe'de, Afganistan'da, İran'da, Irak’ta yüz binlerce insan neden öldürülüyor? (3)  

Bozgunculuğun en korkuncunu yaptıkları halde, dönüp de "bizim hareketlerimiz yapıcıdır" diyenler, her asırda pek çoktur. Böyle diyorlar, çünkü ellerindeki ölçü bozuktur. Evet, ihlâsın, samimiyetin ve hüsn-i niyetin ölçüsü bozulunca bütün değer ve ölçüler hassâsiyetini kaybeder. Niyet ve vicdanları her şeyi Allah için yapma samimiyetinden mahrum olanlar, davranışlarındaki bozgunculuğu görememekte mâzurdurlar. Çünkü onlarda, hayır-şer; iyilik-kötülük ölçüleri, Rabbânî bir temele oturmamıştır. Onlar, şahsî ihtiraslarının esiridirler. (4) 

Rabbimiz bizi uyarıyor: "Gözünüzü açın, asıl fesatçılar onlardır, ancak farkında değiller."  (2/Bakara, 12). Islahatçıyız diyerek gelen, batının akıl hocalıklarına aldanmayalım. Bunlar bozguncudurlar. Ancak yaptıklarının bozgunculuk olduğunu bilmezler veya bilmezden gelirler. "Akrebin kimseye kin'i yoktur. Ancak, onun sokması fıtratının gereğidir." İyi niyetli kâfirler yönetici olsalar, içlerindekini dışa vuracaklar. İçlerindeki küfür zehir olunca iyi niyetlerle de olsa insanlığı ve tabiatı zehirleyecektir. Onlar, şeker hastasına çok iyi niyetlerle her gün baklava yediren câhil insan gibidirler. (5)

Fesadın Tek Etkeni İnsanlardır: Allah, yeri ve gökleri eşsiz bir nizam, ölçü ve uyum içinde yaratmıştır. Yeryüzünün düzenini ve huzuru bozan insandır. Kur'an, fesadın her türünün insanın eseri olduğunu açıkça belirtir. (Bkz. 2/Bakara, 30: 40/Mü'min, 26). Bu yüzdendir ki İlâhî irâde, yeryüzünü fesada veren kötü insanları, onlara musallat edilen başka insanlarla durdurmayı sünnetullahtan biri halinde işletmektedir. (bkz. 2/Bakara, 251). Yeryüzünde fesadın tek etkeninin insanlar olduğunu şu âyet çok net ve çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor: "İnsanların elleriyle kazandıklarından dolayı, karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat ortaya çıktı." (30/Rûm, 41)

Hevâ ve heveslerini ilâh edinen insanlar, yeryüzünde kendi keyiflerine göre bir sistem kurmayı arzu ederler. Dünyevî hırslarını, iştah ve şehvetlerini tatmin için her yola başvururlar. Hedeflerine varabilmek için hiçbir kural tanımazlar. Diğer insanların haklarına ve hürriyetlerine tecâvüz ederler. İşte yeryüzünde fesadın kaynağı budur. Allah'a açıkça isyan, yeryüzünü fesada vermek olarak kabul edilmiştir. Çünkü İslamî hükümler, insanların huzuru için vaz' olunmuş kanunlardır.   İnsanlar   bu  hükümlere   sımsıkı   sarıldıkları   zaman,  düşmanlık ortadan  kalkar  ve herkes kendi ameliyle meşgul olur. Böylece hem yeryüzünün/doğanın, hem de orada yaşayan  insanların  salâhı gerçekleşir.  Ancak,  insanlar  İslam'a  sarılmayı bırakıp, herkes kendi nefsinin arzuladığı şeyleri yapmaya başlarsa, o zaman fesat ortaya çıkar. Mesele bu açıdan ele alınırsa, yeryüzündeki fesadı ve fesadın kaynağını tespit etmek kolaylaşır. Kâfirler ve münâfıklar, gayr-ı meşrû amelleriyle fesat üretmektedir.      

İnsan Hakları İhlâlleri Şeklindeki Fesat: Fesadın yaygın görünüşü, insan hakları ihlâlleridir. Bunlar, kan dökücülük, sömürü ve tahakküm/dayatma şeklinde kendini gösterir. "...Kim bir kimseyi, bir kimseye (cinayete) veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse (ölümden bir hayat kurtarırsa), bütün insanları diriltmiş gibi olur. And olsun ki onlara belgelerle peygamberlerimiz geldi. Sonra buna rağmen onların pek çoğu, yeryüzünde taşkınlık edenler (müsrifûn) oldu." (5/Mâide, 32). 

Bir toplumda bozgunculara engel olunamaması  ve bozguncuların sayısının artması, bu toplumu ayakta tutan sosyal düzenin bozulması, işlerin çığırından çıkması, toplumsal hayatta hiçbir şeyin yolunda gitmemesi ve kargaşa ortamının hâkim olması  demektir. Özellikle zâlim yöneticiler ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen politikacılar, toplumlarında kötülüğü ve fesadı yaygınlaştırırlar. Bu fesatçılar, ister peygamber, isterse kendi topluluklarından çıkan şuurlu insanlar olsun, bütün ıslahçılara karşı çıkarlar, onlarla mücâdele ederler (2/Bakara, 204-205). 

Kendisi Bozgunculuk Çıkardığı Halde Sâlihlere Bozgunculuk İsnat Etmek: "Mûsâ’yı, Firavun ve erkânına gönderdik. Âyetlerimize karşı haksızlık ettiler. Fesatçıların / bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak." (7/A'raf, 103). "Firavun, müfsidlerden (fesatçı/bozgunculardan) idi." (28/Kasas, 4). Kelimenin tam anlamıyla fesatçı olan Firavun ve yandaşları, kendilerini ıslahatçı olarak görüyorlar, toplumu ıslah etmek isteyen Mûsâ (a.s.)'ya “fesatçı/bozguncu!” damgası vurarak halkı onun aleyhine kışkırtıyorlardı: "Mûsâ'yı ve milletini, seni ve tanrılarını terk edip yeryüzünde bozgunculuk/terörizm yapsınlar diye bırakacak mısın?" (7/A'râf, 127). Firavun da etkin güçlerin “bozguncu, terörist!” yaftasını tutmuş, beğenmişti: "Bana izin verin de Mûsâ'yı öldüreyim. O, Rabbine yalvaradursun. Onun, sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde fesat/terör çıkaracağından korkuyorum." (40/Mü'min, 26). Firavun ve yandaşları, kendi düzenlerini değiştirip yıkacak olan Hz. Mûsâ'yı, bozgunculuk yapmakla suçluyorlardı. Firavun düzenine karşı çıkan ve sosyal ıslah programı öneren Hz. Mûsâ, karşı çıktığı düzen tarafından bozgunculuk suçlamasıyla, vatan hâini, bölücü olarak görülüyor, böyle gösterilmek isteniyordu. Her devirde kâfirlerin tavrının farklı olmadığı, küfrün tek millet olduğundan aynı tavrı sahnelediği, günümüz dünyasındaki belirgin benzerliklerle değerlendirilebilir.     

İnsanları Bölme: İnsanları yapay ayrımlara tâbi tutup bölme, Kur’an’da, Firavunca bir fesat yöntemi olarak değerlendirilmektedir: "Firavun, memleketin başına geçti, halkını fırkalara (kastlara, yüksek ve aşağı sınıflara) ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o, müfsitlerden/fesat çıkaranlardan idi." (28/Kasas, 4). Firavun'un zayıf, güçsüz gördüğü grup, Mısır toplumunda en aşağı basamaklara itilen ve hemen hemen bütün insan haklarından yoksun bırakılan İsrail oğullarıydı. Bazı kişilere ve ırklara ayrıcalık vermek, devletin rantını yiyip halkı sömürerek elit tabaka (burjuva, sömürücü, kapitalist, bürokrat kesim, mutlu ve putlu azınlık) oluşturup, toplumu da halk tabakası, orta direk, batılı-doğulu, Türk-Kürt, zengin-fakir, irticacı-çağdaş vb. ayrımlarla sınıflara, yapay gruplara ayırarak bölen fesatçılar; mü'min-müşrik ayrımına bölücülük damgası vurarak sömürüye ve zulme dayanan kendi bölücülüklerini unutturmak istemektedirler. 

Bilim Yoluyla Fesat: Çağımız buhranlarının temel nedenlerinden biri, bilime karıştırılan yalanlar, insan itikadını ve yaşayışını saptıran nifaklardır. Gerçekte ilim, İlâhî sanatı tetkik hikmeti olduğu halde; hiç bağdaşmaması gereken cehâletle (câhiliyye) bilim, zorlama yollarla, şeytanî hile ve uydurmalarla bağdaştırılmış ve fesat araçlarından biri olmuştur.

Ahlâk Yoluyla Fesat: Çağlar boyu toplumlar içinde ahlâkı fesada verip, toplumları çökerten münâfık ve müşriklerin devrimizdeki ulaştıkları durum, dört ayaklıları bile utandıracak boyutlara gelmiştir.

Ekonomi Yoluyla Fesat: Dinimiz, insanların meşrû ihtiyaçlarını karşılamak için belirli şartlarla helâl dairesi içinde çalışmalarını ibâdet kabul eder. Cimriliği haram kıldığı gibi, israfı da  şeytanın kardeşliği olarak değerlendirir. Fesatçılar ise, israf ve tüketim hızlanması sloganlarıyla toplumları tüketim toplumu yaparak mahvetmektedir. Ülkeler, toplumlar, aileler, evlilik kurumları, iş bulma konuları... gibi yapılar, savurganlık ve kapitalist düzenin zulmü sebebiyle iflas etmiş durumdadır. Aç insanın, dini (dolayısıyla ahlâkı ve tüm yaşama biçimi) de kolaylıkla yozlaşmış, insanlar karınlarını doyurmaktan ve bazıları da eşya sevgisinden ve yarışından  başka şey düşünemez hale gelmiştir. Modernizmin, modanın, mal-eşya yarışının,   lüksün ve reklâmın fesadı yaygınlaştırmadaki rolleri, tahmin edildiğinden de çok fazladır. 

Politika Yoluyla Fesat: İnsanların inanç yapısını bozan ve huzurunu ciddî biçimde kaçıran belki en önemli fesat yolu budur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen, bu yüzden fâsık, zâlim ve kâfir olan tâğutların zulmü her alanda karşımıza çıkmaktadır. Bu onlarca fesadın kaynağı olduğundan, müslümanların reddetmeleri ve mücâdele etmeleri gereken fesadın başı sayılır.

Fikir Yoluyla Fesat: Bazı müfsitlere yakıştırılan filozof, düşünür, yazar, öğretmen, profesör... sıfatları, fesadın câhil halk kesimlerince kabulünü kolaylaştırması açısından büyük ihânet özelliğindedir. Allah'a inanmayan, O’ndan hakkıyla korkmayan insanın hele ağzı laf yapıyor, eli kalem tutabiliyorsa bunun fesadının şerrinden herhalde şeytan bile Allah'a sığınıyordur.

Teknoloji Yoluyla Fesat: Uydular, casus uçaklar, bombalar, füzeler, cep telefonları, gizli kameralar, tele kulakların direkt veya dolaylı yoldan fesatlarını veya fesat aracına dönüştüklerini görmek için çok zekî olmak gerekmiyor.     

Medya Yoluyla Fesat: TV kanalları ve boyalı basın... Örnek vermeye gerek var mı? 

Ve En Büyük Fesat Yolu; Düzen: Tüm kural, kurum ve kuruluşlarıyla doğurgan fesat. Diğer fesatlar, bu ananın gayr-ı meşrû çocukları. Tâğûtî düzenlerin tümü en büyük müfsittir. 

Peygamberlerin önemli duâları içinde fesat üretenlere mağlup olmama dileği de yer almaktadır. (Bkz. 29/Ankebut, 30). Çünkü fesat, yurtları kaos ve mutsuzlukla doldurmakta, kitleleri lânet ve azâbın kucağına itmektedir. (Bkz. 16/Nahl, 88; 13/Ra'd, 25).

Kur'an, fesat üreten birey ve kitlelerin insanların karşısına barış üreticileri olarak çıkabileceklerini de söylemektedir.  (2/Bakara, 11).  Sulh/barış taraftarı gözüken nice sahte barışçılar vardır. Bunlar barışçı kimliğiyle savaşların en gaddarcasını yapmakta, ıslah  adına  yeryüzünü ifsat etmektedirler. İnsanları mahvetmenin adına kurtarmak denilebilmekte, Firavunlara Mûsâ adı verilmekte, nice sahte kahraman ve sahte kurtarıcılar insanları ifsat etmektedir.

Islah adıyla ifsadı, barışçılık iddiasıyla gerçek barışseverliği ayırmada kullanılacak ölçüleri Kur'an şöyle bildirmektedir: Allah'a Kur'an'ın istediği gibi iman, âhirete yakînen inanmak, sâlih amel, yani insanlığın hayrına katkıda bulunacak hizmetler gerçekleştirmek. 

İnsanların toplum içerisindeki haklarını tespit etmek ve toplum düzenini tesis etmek, siyasetle yakından ilgilidir. Bilindiği gibi siyaset: "insanları dünya ve âhirette kurtulacakları yola irşâd etmekle, onların salah ve menfaatlerine çalışmak" şeklinde târif edilmiştir. İnsanların hevâ ve heveslerini tatmine yönelen  "zâlim siyaset/çirkin politika, tâğutî yönetim" fesadın yayılmasına vesile olur. "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki; onun dünya hayatına ait sözü hoşunuza gider ve o kimse kalbinde olana Allah'ı şâhit tutar. Hâlbuki o, düşmanların en amansızıdır. O, iktidara (velâyete) geldiğinde, yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesilleri helâk etmeye koşar. Allah ise fesadı sevmez." (2/Bakara, 204-205). Zâlim siyasette, hem tahrip etme, hem şüphe uyandırma sözkonusudur. Fesadın yaygınlaşması konusunda tâğûtî düzenlerde alabildiğine yarış vardır. Zâlim politikacılar, fitne ve fesat kumkuması boyalı basın, ahlâksız kanallar, hatta en mâsum kabul edilen câhiliyye özelliklerini savunan resmî ve toplumsal kurumların çoğu, fesat yarışında şeytanı bile geride bırakma gayretindedirler. 

Fesâdın her türünden, terörizmin her çeşidinden, saldırganlık, işgal ve çirkin savaşın her görünümünden kurtulmak için, tek bir yol vardır. Dünya barışı, salâh ve îmârının, bireysel ve toplumsal huzurun tek bir kaynağı vardır. O da bir adı barış ve selâmet olan İSLÂM. 

1- Şinasi Gündüz, Dinsel Şiddet, Etüt Y. s. 10-11   

2- Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, Zafer Y. 2/162        

3- Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y. c. 1, s. 101

4- Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'an, Hikmet Y. c. 1, s. 88

5- M. Toptaş, a.g.e. c. 1, s. 102