Mehmet ÇOBAN

29 Temmuz 2014

TÜRKİYE’DEKİ MÜSLÜMANLARIN TARİHİNE KUŞ BAKIŞI

Ramazan bayramı için geldiğim memleketim Isparta’dayım. Çatı katı olan evimde oturmuş geçmişi düşünüyorum. Ne günler yaşamıştık bu evde. 20 yılı aşkın süredir Isparta dışında yaşıyorum. 12 Eylül 1980 darbesinin öncesinde ve sonrasındaki İslam adına çalışmalarımıza şahit olan ve birçok değerli Müslüman kardeşimizi, büyüğümüzü konuk eden çatı katından anılarımı tazeliyorum. Kimler gelip, kimler geçmedi ki… İsimlerini burada anmak istemiyorum.

Geceleri sokağa çıkmanın, beş kişiden fazla kişinin bir arada bulunmasının yasak olduğu dönemleri anımsayarak gülümsedim. Hey gidi günler hey…

Osmanlının yaşadığı son demler… Balkan savaşları, Yemen savaşları, Hicaz savaşları ve birinci dünya savaşı… Bozgun, parçalanma, gözyaşı, yokluk, yok olma… Müslümanların yaşadığı ülkelerde batı güdümlü devletlerin kurulması… Yöneticilerinin birinci hedefinin batının yaşam düzenlerini, yasalarını, ideolojilerini Müslümanlara dayatmaları…

Birinci dünya savaşı Osmanlının son dönemindeki batıcıların günü olmuştu. Yıllarca Osmanlı padişahlarına kabul ettiremedikleri batılılaşma, batı tipi düzen oluşturma eğilimlerini uygulama fırsatı doğmuştu. Bazen; batı yanlısı subayların birinci dünya savaşında bilerek cepheleri kaybettiklerini düşünürüm. Delice gelse de…

Müslümanların yok olmasıyla, İslam’ın hafızlığa, mollalığa (yarım hafız), en fazla 54 farz içine sıkıştırıldığı dönemin arkasından uygulanan batılılaşma eğilimleri, özellikle ülkemizde tamamıyla yabancılaşmaya, yaşamda kâfirleşmeye doğru gidilmişti. Devletin yaşamı, toplumsal yaşam, bireysel yaşam, güya Allah’a ve dine inanırken, din somut kavramlardan indirgenerek, soyut kavrama yükseltilmiş. Böylece vicdan boyutunda algılanan bir din üretilmiş. Dini yaşam, yasalarda yok, yaşamda yok, kişilerin evine hapsedilmiş bir yaşam olarak tezahür ettirilmişti.

O günün baskısı ve imkânsızlıkları içinde, aklı erdiğince Müslümanlığın mücadelesini veren, Said Nursi, Süleyman Tunahan ve bazı tarikatlar, halkın içinde yeşerirken, toplumsal görüntüde artık İslam yoktu. Müslümanlık yoktu. O günlerde, tekrar İslam düşüncesi topulma hâkim olur endişesi, Avrupalıların güdümünden kurtulmak endişesi, batı tipi düzen oluşturan yöneticilerin karabasanıydı. Onun için var güçleriyle İslam diyenlerin üzerine saldırdılar. Müslümanların kültürünü yok etmek için, harf inkılâbı yaptılar. Müslüman ülkelerle bağlarını kopardılar. Bu nedenle yıllarca Türkiyeli Müslümanların hac etmesini yasakladılar. Batıdan alelacele tercüme ettikleri yasaları uyguladılar. İstedikleri tarzda din uygulamasını yapmak için DİYANETİ TEŞKİLATI ESASİYE KANUNUNU 1924 yılında anayasa ile birlikte çıkardılar. Amaçları diyanet aracılığıyla dini, Müslümanları kontrol etmekti.

Devlet tarafından dışlanmış, cami, dükkân, ev, tarikat dergâhı, kuran kursu, vakıf, dernek veya evlere hapsedilmiş bir hayatı yaşayan Müslümanlar, aralarında Müslümanlığın getirdiği samimiyeti içtenliği taşıyorlardı. Tek parti cumhuriyet halk partisi döneminde yapılan zulümlere karşılık çok partili sisteme geçildikten sonra seçimlerde sağ partilere oy veriyorlardı. Tabi sağ partiler her ne kadar Müslümanlara zulmetmiyorlarsa da, öyle ahım şahım da destek olmuyorlardı. Tek parti dönemi Cumhuriyet Halk Partisinin yönetiminde Avrupa tipi kapitalist yetiştirirken, çok partili sistemde Amerikan tipi kapitalist yetişmeye başladı. Avrupa tipi kapitalistlerde Amerikan tipi kapitalistlere karşılık solculuğa oynadılar. Türk solu dediğinizde bilin ki, Amerikan tipi kapitalizmi değil, Avrupa tipi kapitalizmi savunanlar akla gelecektir.

Demokrat partiyle başlayan Amerikan tipi kapitalizm dini dışlamamak koşulunda yürüdüğü için Müslümanlar rahat etmişlerdi. Ancak zaman geçmiş Müslümanlar sağcı kapitalistleri desteklemekten bıkmışlardı. Zira; ister solcu kapitalistler, ister sağcı kapitalistler Müslümanlara insan gözüyle bakmıyorlar. Müslümanları gerici yobaz görüyorlardı. Bu noktada mesela; 60’lı yıllarda, solcuların oy verdiği CHP ile sağcıların oy verdiği AP arasında görüş farkı yoktu.

Genelde köylerde oluşturulan Nur cemaatinin kuran kurslarında risaleler kopyalama yöntemiyle çoğaltılıyor. Şehirlerdeki evlerde ise Latin harfleriyle yazılmış Risaleler okunuyordu. Köylü nur cemaati ile şehirli nur cemaati arasında o dönemdeki en önemli fark, köylü nur cemaat üyeleri risaleleri Osmanlıca orijinalinden okuyorlar. Şehirliler ise Latin harflerine çevrilmiş risaleleri okuyorlardı. Mesela ben ilk defa risaleleri Osmanlıca okumuş ve kopyalamıştım. Süleyman efendinin kuran kursları, Arapça, fıkıh, usul üzerine kuran hafızlığına ek olarak ders görüyorlardı. Tarikatlar ise kendi prensipleri üzerine yürüyorlar. Tekkelerinde veya evlerinde şeyhlerinden gelen talimatlarla hareket ediyorlardı.

Klasik, atalarımızdan gelen dinle ilkokul çağlarında tanıştım. Kuran okumak, risaleleri Osmanlıca kopyalamak, okumak üzerine eğitim aldım. İslam ile fikri olarak ilk tanışmam 1969 yılının yaz tatiliydi. Mahallemizden biri Ankara’da okuyor. Yaz tatilini Isparta’da geçiriyordu. Partisiz, tarikatsız, cemaatsiz, nur cemaatiyle ilgisi olmayan, Necip Fazıl, Sezai Karakoç’un şiirlerinden etkilenmiş bir Müslüman’dı. Onunla başlayan İslam’a ait fikir hareketim hızla kendi okumalarımla gelişirken, şehir parklarında, evlerimizde yapılan genel toplantılarda her türlü insan vardı. Gönlü İslam’dan yana olan, nurcusu, tarikatçısı, Süleymancısı, bunlarla ilgili olmayanı, haftanın belirli günleri toplanır değişik kitaplar okurduk. Araya henüz partiler girmemişti. Araya henüz cemaatlerin, tarikatların kalıpları girmemişti. Allah deyince, resul deyince, İslam deyince hepimiz aynı derecede duygulanıyor, coşuyor, heyecanlanıyorduk. 

Derken 1969 yılında Müslümanların arasına, Müslümanlar adına kurulmuş bir parti girdi. Liderinin görüşü, artık solcu ve sağcı kapitalist partilerle bu iş olmayacaktı. İkisi de özde birdi. Memleketin bağrından kopmuş İslam hareketi Müslümanlara yön vermesi gerekiyordu.

Müslümanlar arasına parti girdiğinde, Müslüman muhafazakârlar henüz kapitalistleşmemişlerdi. Küçük esnaf. Fabrika yerine atölyeleri olan. Henüz kazandığı paraların hesabını yapabilen insanlardı. Bir köylü, bir şehirli, bir memur, bir işçi, aynı tabaktan yemek yiyebiliyor. Aynı sofraya oturabiliyor. Aynı meydanlarda kol kola yürüyebiliyorlardı. “Hak yol İslam yazacağız” marşını, nurcusuyla, Süleymancısıyla, tarikatçısıyla, bunlardan hiç birine bağlı olmayanı ile birlikte söyleyebiliyorduk.

Derken kapitalistler uyandı. Müslümanlar CHP – MSP iktidarında mevki, makam ve parayla tanıştılar. Öyle bildiğiniz paralar değil. Küllem küllem… Sayılamayacak kadar çok parayla tanıştılar. Türkiye içinden, Avrupa’da çalışan işçilerden gelen paraların haddi hesabı yoktu. Eskiden her Müslüman kendi parasını sayabilirdi. Esnaf, atölye sahibi, küçük fabrika sahibi zorlanmadan paralarını sayabilir. Çoğu banka nedir bilmezdi. Damlayan su göl olur hesabı, Müslümanlar partileşmeye başlayınca ve partileri iktidarın balından tattıkça paranın gölleriyle tanıştılar. İşte o zaman olan oldu. Müslümanlar bir bir o göllerde boğulmaya başladılar.

İlk önce sofralar ayrıldı. Sonra yürüyüş bantlarında ayrışmalar başladı. Kapitalist partiler Müslümanlara transfer teklifleri yapmaya başladılar. Bakan, genel müdür, daire başkanlıkları, büyük paraların konuşulduğu yerlerde etkili görevler Müslümanların başlarını döndürdü. Avrupa ülkelerine işçi olarak gidenler bu sefer, batıya izlemek için gittiler. Oralardaki teknolojiyi, para kazanma makinelerini keşfettiler.

Müslümanlar tuttukları partiler itibariyle ayrışmaya başladılar. Cemaatler, tarikatlar, vakıflar, dernekler büyüdü. Her bir cemaat, vakıf, dernek, tarikat devasa gazetelere, şirketlere, dağıtım evlerine sahip oldular. Para tatlıydı. Mesela; size bir örnek vereyim. Bir kitap diyelim ki İki liraya basıldı. Bunun satış fiyatı asgari on liradır. İlk baskı beş bin. Yani on bin liraya basıldı. Ama elli bin liraya piyasaya sürüldü. Sonra on binlik. Yüz binlik baskılar. Her baskıda bir lira kazandıklarını düşünün, bir milyona ulaşan kitap baskısında garanti bir milyon lira. Eskiden bu insanlar yüz bin denilince kafaları allak bullak oluyordu. Mesela bugün cumhurbaşkanlığı seçimi var. Adaylar çeşitli bankalara hesap açmışlar. İsteyen yardım için bağış yapıyor. Herhalde bir lira bağışlamaz kimse. En az on lira veya yüz lira, ortalama elli liradan hesap yapın. Bir milyon kişi bağış yapsa ki, Erdoğan ve Ekmel için yapabilirler. 50 milyon yapar. Düşünebiliyor musunuz? Adam başı ortalama elli lira bu. Elli lira deyip geçmeyin. Sayılarla çarpılınca insanın hayallerini çarpıveriyor.

Kapitalizm böyle yürüyor. Bir organizasyon, masum, fedakâr halk üzerine yapıldı mı anında milyonlar toplanıyor. Çünkü masum, fedakâr halk art niyetsiz. Sonunu düşünmüyor. İnsanlık adına, davası adına hareket ediyor. Beklentisi yok. Çıkarı yok.

Müslümanlar parayla tanışıp iktidarların balından tattıkça ayrışmalar başladı. Her ayrışma büyük kavgalar doğurdu. Tarikatçılar bir tarafa, Nurcular bir tarafa, Süleymancılar bir tarafa, diğerleri bir tarafa. Eskiden yaptığımız birlikte çalışmaların hiç birini yapamaz olduk. Bu ayrışmalar yetmedi sonra her grup kendi arasında ayrışarak darmadağın oldular.

Ne var ki, her grup artık kapitalizmi anlamışlardı. Devlet katındaki mevkilerin, makamların tadına varmışlardı.

Sonra İran’da devrim oldu. Müslümanlar Amerika’ya kafa tutmayı öğrendiler. İşte o zaman işler karıştı. Müslümanlar kafa tutmayı öğrenince, Amerika devreye girdi ve hemen Müslüman ülkelerde Amerika’ya kafa tutacak İslam anlayışlarının önüne geçmek için tedbirler aldı. Tedbirlerin başında Müslümanları midesinden, gönlünden kapitalizme kul etmek vardı. Böylece Özal ile başlayan devir, Ak parti devriyle büyük başarılar elde etti. Artık ülkemizde, muhafazakâr, dindar, milliyetçi bir burjuva kapitalizmi vardı.

1969 yılında Müslüman ağabeylerimize bizlere bir şeyler anlatırken sormuştuk. Türkiye’ye İslam gelince ne olacak?  Zira o zamanlar Türkiye İslam ülkeleri konferansına Türkiye girsin mi girmesin mi tartışması yapılıyordu. Büyük çoğunluk Türkiye İslam Ülkeleri konferanslarına katılırsa, bu durum laikliğe aykırılık sayılıyordu. Ağabeylerimizin bize verdiği cevap netti. Türkiye’ye İslam gelirse; meclise cami yapılacak. Devlet memurlarına namaz, oruç serbest olacak. Reisicumhur, başbakan namaz kılacak. Cumalara gidecek. Bakanlar namaz kılacak. Algı buydu. Ama; cevaplarında bunlar parayla tanışacak. Parayı gördükçe azacak. Dünyanın kapitalistleriyle yarışmaya başlayacak. İktidarları, mevkileri, makamları, paraları için İslam’ı unutacaklar diye bir şey yoktu. Ağabeylerimiz bize bunlardan söz etmemişlerdi. Bu değişimleri görünce ne yapacağımızı şaşırdık. Bir zamanlar arkalarından gittiklerimiz artık bizden değildi. Onlara ne söyleyeceğimizi de bilemiyorduk.  

Biz gençliğimizde kapitalistleri sağcısıyla, solcusuyla şöyle tanıdık. Kibirlilerdi. İnsanlara tepeden bakarlardı. Fakir fukarayla ilgilenmezlerdi. Paralarının haddi hesabı yoktu. Meydanda birbiriyle kavga eder, arka planda parsa bölüşürlerdi. Rahmetli Erbakan bize kısaca böyle anlatmıştı. Solcu kapitalist ile sağcı kapitalisti. Biz Müslümanlar olarak asla böyle olmayacağız iddiasındaydık.

Şimdi o dönemden biri aramıza gelse, inanın Süleyman Demirel’i daha masum görür. Hele Bülent Ecevit’i gözleriyle arar bulamaz. Durum öyle bir hal aldı ki, artık Müslümanlar iktidarlarının, makamlarının, mevkilerinin, edinecekleri çıkarların kavgasında kayboluyorlar. Hatta bu yarışta sağcı kapitalistleri, solcu kapitalistleri geçtiler.

Kulaklarımızda çınlayan “Andolsun ki, dünyaya aldanıp dünyevileşenler şeytanın yolundan gidenlerdir” sözleri bile artık muhafazakâr dindar kapitalistlerce gericiliğin sembolü sayılıyor.  Bir zamanlar bir Kemalist solcuya şunu sormuştum. Arkadaş ben sizi anlamıyorum. Mustafa Kemal Yönetimindeki tek parti CHP iktidarında, sizin dünya şairi saydığınız Nazım Hikmet, 1923 ten 1038 yılına kadar 11 kez yargılandı. Tutuklandı, cezaevlerinde yattı. Sonra 1938 yılında vatan hainliğinden CHP iktidarı tarafından 38 yıl 4 aya çarptırıldı. Herhalde Nazım Hikmet sizin gibi solcu olsaydı Kemalist olurdu. Herhalde Kemalist olsaydı Mustafa Kemal ona cezalar yağdırmazdı. Bunu söyleyince güldü. O dedi, romantik solucuların görüşüdür. Onlar Mustafa Kemal ile Nazım Hikmet’in arasını açmaya çalışırlar. Allah Allah, ne demek dedim. Yahu bu nasıl ara açmaktır. Adam Mustafa Kemal’in hükmettiği devrede doğru dürüst gün yüzü görmemiş. Üstelik vatan haini ilan etmişsiniz. Sen anlamazsın dedi bana. Şimdi benzeri şeyleri Müslüman kapitalistlerden duyuyorum. Bir yerde konuşunken dilimden kaçırıverdim. Hay kaçırmaz olaydım. Dedim ki; Müslümanlar artık eski Müslüman değil. Mevki, makam, iktidar ve para hırsında kaybolup gittiler. Bana demesin mi, sen hala oralarda mısın? Sen hala, parasız, pulsuz dönemlerde konuştuğumuz İslam’ı mı savunuyorsun? Uyan artık uyan dedi. O günden beri uyanmayı düşündüm. Uyanmak; yani İslam’ın tüm ilkelerini, paraya, mevkie,  makama dönüştürmek… Yani ben inandığım İslam’ın ilkelerini, ne kadar paraya, mevkie, makama, iktidara dönüştürebiliyorsam o kadar uyanmış sayılacaktım. Şaşırdım kaldım. Hala şaşkınlığım sürüyor. Bilesiniz.

 İçinde yaşadığımız reel yaşamın koşullarında korumak zorunda olduğumuz çok şeyimiz var diyen bir Müslüman düşünebiliyor musunuz? Biraz deşeleyince, korumak istediğinin İslam’ın ilkeleri değil, mevcut düzende sağladıkları ballardan ibaret olduğunu anladım.  

Âcizane Türkiyeli Müslüman olarak, 45 yıllık fikir hayatımın özetini, saf samimi olarak İslam’ı anlatmaya başladığım evimden anıları tazeleyerek çıkarıyorum.

Bir zamanlar samimiydik. Türkiye’de tüm ezilen Müslümanlar olarak, nurcusuyla, tarikatçısıyla, Süleymancısıyla, bunlardan olmayanı ile beraberdik.

Sonra partiyle tanıştık. Sandık ki, tüm ezilmişliklerimize çare olacak. Ama yanılmışız. Parti bizi mevkii makamla, parayla, unvanlarla tanıştırdı. İnançlarımızı mevkiiler, makamlar, unvanlar, paralar adına harcadık.

Sonra, kapitalizmi tanıdık. Sayılamayacak kadar paralar nasıl kazanılır öğrendik. Cumhuriyetin ilk yıllarında solcu kapitalistler sayılamayacak kadar paralar kazanıyorlardı. Çok partili sistemde sağcı kapitalistler kazanmışlardı. Şimdi sıra Müslüman, muhafazakâr, dindar kapitalistlerdeydi. Oh olsun… Hep onlar mı kazanacaklardı? Muhafazakâr, dindar kapitalistler öyle bir saldırdılar ki, dillere destan. Birçoğu ilk zamanlar elbette bu ülkenin nimetlerinde bizlerinde hakkı var diyorlardı. Doğruydu, bu ülkenin nimetlerinde muhafazakâr dindarlarında hakkı vardı. Ama şaşmadan, İslam’dan kopmadan hakları vardı. Böyle olmadı.

Eskiden, yani 70’li yıllarda, solcu, sağcı kapitalistlerin haksız kazançlarından, ülkeyi soymalarından söz ediyorduk. Şimdi buna milliyetçi, muhafazakâr, dindar kapitalistleri ekledik.

Niye?

Çünkü biz saf Müslümanlar, ne yazık ki, Allah’tan korkumuz gereği, bir türlü kapitalistleşmeyi içselleştiremedik. Dünyevileşmekten korktuk. Ölümün varlığına, ölümden sonraki hesaba inanıyorduk.

Anladık ki kapitalistleşmek; Allah’a, dinine, ölüme, ölümden sonraki hesaba inandık demiş olsalar da, fiilen bu inancı kaybetmekten ibarettir.

Evimin penceresinden doğuyu seyrederken, yeniden doğmamız gerektiğine inancım artıyordu. Bu sefer karşımızda sadece sağcı, solcu kapitalistler yoktu. Bu sefer karşımızda muhafazakâr, dindar, Müslümanların saf duygularıyla oynayan kapitalistler vardı.

Gözlerimi güneye çevirdiğimde, önümde Kâbe yerine, Amerika duruyordu. Bütün heybetiyle, sevinciyle, sizin gibi safları nasıl kandırdık ama diye sırıtıyordu.

Ve Müslüman, muhafazakâr, dindar kapitalistlerimiz; Amerika’ya, İsrail’e karşıyız mavallarıyla, Müslümanları oyalıyordu.

Ve dünyanın her tarafında Müslümanlar hala öldürülüyorlar. Hayatları zindan ediliyordu. Solcu, sağcı, muhafazakâr, dindar kapitalistler iftar yemeklerinde buluşup, ezilenlere umut dağıtıyorlardı.

Ikra; yeniden okumaya başladım.

Bismillahirrahmanirrahim.

Ya Rabbi, kusura bakma her şeye yeniden başlamam lazım. Geçmişte beceremedik, bu sefer senden daha sıkı yardım bekliyorum.

Sözde olan, asılda olmayan Ramazan bayramınız mübarek olsun dostlarım.