Ahmed KALKAN

25 Haziran 2015

UNUTULMUŞ BİR İBADET: İ'TİKÂF

İnsan, hayrın ve güzelliğin zirvesine doğru yol alabilmek için devamlı değişmek/gelişmek zorundadır. Değişiklik, insanı esir eden bağlardan kurtulma çabasıdır. Bulunulan konumdan dışarı çıkmaktır; hicretin farklı bir açılımıdır değişim. Yozlaşmamak, donuklaşmamak için; mü’minin bir ayağı sırât-ı müstakîmin sâbit/değişmeyen çizgisinde, diğer ayağı ise tekâmül/olgunlaşma arayışında bir pergel olmalıdır. Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır. İnsan, bazen yaşadığı çevrenin dışına çıkıp, kendini saran şartlara ve hatta kendisine dışarıdan bakabilmeli, bazen farklı bir kimse gibi kendini  gözlemleyebilmeli ki, objektif değerlendirmelerde bulunabilsin, muhâsebe yapabilsin. Rüyâda kendini sanki başka biri imiş gibi dışarıdan görüp gözleyebildiği gibi, (meselâ rûhunun, hayâl âleminde bedeninden soyutlandığını varsayarak hayâlen bindiği sanal helikopterden, aşağıda yürüyen) kendisine, çevresini kuşatanlarla birlikte bakabilmeli, her şeyini bir yabancı gibi kontrol edip gözden geçirebilmelidir. Bu nefis muhâsebesi/otokritik, öyle bir otomatik hale gelmeli ki, kişi bir taraftan konuşurken, diğer taraftan yabancı bir kimse gibi bu konuşmayı eleştiri gözüyle dinleyip kritik edebilmeli; sokakta yürürken, nehy-i ani'l-münker görevini kendi nefsine de yapabilecek kontrole ve olgunluğa sahip olabilmelidir. İşte bu özellikleri insan, i'tikâf rûhunda yakalayabilir, bu rûhu koruyarak her zaman tümüyle hayatına geçirebilir. İ'tikâf, insana kendini gözlemleyebilme, sorgulayabilme, hesaba çekebilme ve öncelikle kendine ma'rûfu emredip öncelikle kendindeki münkerlere karşı çıkarak nefsini ıslah edebilme yolunun anahtarını kazandırır. 

"Mekân" önemlidir; bulunulan yer, insanı etkileyen ciddî bir unsurdur. Bir sefâhet mekânı, ya da çokça haramlar işlenen yer ile Mescid-i Haram'ı mukayese edince; insanın inanç, düşünce ve davranış yönleriyle nasıl farklı mekânlarda çok farklı etkiler altında olacağı daha iyi anlaşılır. İnsanın Kâbe’nin kapısına yüzünü dayayıp Allah için gözyaşı dökenlerin arasındaki duygusuyla Taksim’de fingirdeyenlerin arasındaki duyguları aynı olmaz elbet.İşte i'tikâfın, Allah'ın evi kabul edilen câmilerde yapılması, insana kazandıracağı olumlu açılımlar yönünden değerlendirilmelidir. Ancak, camilerin de günümüzde Allah’ın evi rolü üstlenmekten ziyade devlet dairesi misyonunu üstlendiğini görmemek mümkün değildir. İtikâf yapmak için bile hangi resmi makamlardan izin almak gerektiğini düşünürseniz, gerisi kendiliğinden gelir. O yüzden muvahhid insanlarımızın cami yerine mescidleri, bağımsız cemaat mahallerini, mevcutları giderek azalan tevhidi çizgideki dernek ve vakıf mescidlerini bulmaları ve oralarda i’tikâf yapmaları tavsiye edilir.

İnsan üzerinde büyük etkisi olan unsurlardan biri de "zaman"dır. İ'tikâfın herhangi bir zaman diliminde yapılmasının câiz olmasıyla birlikte, kâmil anlamda Ramazan'da ve özellikle de Kadir gecesinin bulunduğu tahmin edilen bu kutlu ayın son on gününde olması boşuna değildir.

Hindistan'ın İngiliz işgalinden kurtulmasında en önemli rolü oynayan Hind lideri Mahatma Gandi'nin önemli bir karar arefesinde müslümanlar gibi oruç tutup uzlete çekildiğini biliyoruz. Eski devirlere damgasını vuran, özellikle Doğuda yaşamış bazı kişilerin, dünyevî faydalarından dolayı da olsa, bu tür özelliklere sahip olduklarını görüyoruz. Bu açlık ve uzlet hayatının rûhu arındırıp düşünceye açıklık getirdiğinin tecrübeyle sâbit olduğundan, çok eski toplumlardan itibaren yaşanan bu tavır, İbrâhimî çizginin ana hatları üzerinde yaşayan Hanîflerde de görülüyordu. Buna şâhit olan Hz. Peygamber, fıtratının da yönlendirmesiyle bi'setinden önceki günlerde çevresindeki toplumun ve tüm insanlığın durumunu düşünüp tahlil etmek için Hira'da inzivâya çekiliyordu. Demek ki bazen uzlet şeklinde uygulanan i'tikâf, eski şeriatlerde de vardı. Zâten şu âyet de i'tikâfın eski ümmetlerdeki mevcûdiyetine işaret etmektedir: “... İbrâhim için vaktiyle belirlenen yeri ibâdet mahalli edinin. Nitekim Biz, İbrâhim ve İsmâil’e emrettik: ‘Mâbedimi, onu tavaf edecekler için, âkifîn (Mescid-i Haram’da duranlar ve i’tikâf edenler) için ve (namazda) rukû ve secde edecekler için temiz tutun.”[1] Bu âyetteki “âkifîn” kelimesi ile “i’tikâfa girenler”e de işaret edildiği değerlendirilir. Bu âyet-i kerime, -Allah Teâlâ Hz. İbrâhim ve İsmâil’e hitap ettiğini bildirdiğine göre- eski ümmetlerlerin şeriatlerinde de i’tikâfın mevcut olduğunu göstermektedir.

İnzivâ hayatı ve tümüyle yalnızlık; aslında riskli bir durumdur. Bunalımlara, psikolojik sorunlara sebep olabilir; vesveseye kapılar açabilir. Hadis rivâyetlerinde, mecbûri olmadan yalnız yolculuk tavsiye edilmemiş, yalnız kalanın şeytanla arkadaş olacağı belirtilmiştir. İşte i'tikâfta bu tür riskler bertaraf edilmiştir. Mu'tekif, yalnız değildir; o Allah'la birliktedir, O'nunla baş başadır. O'nun evinde, O'nun misâfiri olarak O'nun ikram ve ihsanlarına muhâtaptır. Manastıra kapanmış veya tüm insanlardan soyutlanarak bin bir gün çilehâneye çekilmiş mistiklerden farklı durumdadır i'tikâftaki mü'min. O, toplumla, cemaatle, insanlarla bağını tümüyle koparmamış, sadece asgarîye indirmiştir. Cemaatten kopmadan ve cemaati ıslah etmek için, cemaatle günde beş kez birlikteliği sürdürerek, onların iyi ve kötü taraflarını değerlendirme fırsatıyla câmide Allah'a yönelmiştir. Mistisizm, ferdî inzivâ ile toplumdan tümüyle koparak sadece kendini ıslahı prensip edinirken; mu'tekif topluma daha faydalı olmak, onlara dâvet ve tebliğ ulaştırmak, onların ifsâdına engel olmaya hazırlanmak için kendini ıslah isteği içindedir. Günümüzde müslümanların hayatını hemen tümüyle kuşatan modern yaşam, kalabalık içinde yalnızlığın, âile içinde bireyselliğin, topluluk içinde bencilliğin öne çıktığı bir yaşam tarzı sunmaktadır. İ'tikâf rûhunda ise yalnızlık içinde toplum; yalnızken bile cemaatle birlikte, onun için planlar sözkonusudur. Dünya içinde ama dünyadan/dünyevîlikten uzak ve Allah'a, rûhî özelliklere yakın bir yaşama tarzı vardır i’tikâfta.

İ'tikâf, mü'min için, özellikle dâvetçi için mânevî azıktır. Sporcular, önemli maç öncesi hazırlık için kampa alınır, enerji depolar ve dış dünya ile ilgi ve ilişkilerini koparır; tebliğci bir mü'min açısından da içindeki ve çevresindeki düşmanlara karşı yapacağı mücâdele için kampa çekilmedir. Koruyucu hekimliktir, chek-up yaptırmak, tedâvi olmaktır i'tikâf. Her gün yarım saat, bir saat olsun tefekkür, zikir, yatakta da olsa ölüm ve şehâdet râbıtası yapmak, i'tikâf rûhunun insana kazandırdığı lezzetli gıdâlardır.     

Toplumun yanlışlıklarına alışmış, artık yadırgamaz hale gelmiş dâvetçi, bazı zamanlarda sadece Allah'la kalabilmeli ki, toplumu hayra doğru değiştirme bilinci bilensin. Hangi şuur ve tavsiye içerdiği belli olmayan bir söz var: “Kendine iyi bak!” İki arkadaşın birbirinden ayrılırken selâm ve temennî yerine söyledikleri bu sözü konumuza adapte edebiliriz: Günümüz insanı nefsinin hevâsına gösterdiği ilgiyi, kendisini insan yapan özelliklere,  fıtratına göstermiyor. Modern insan, Rabbını unuttuğu için Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu[2] günahkâr yapı arzetmektedir. İ’tikâf gibi ibâdetlerle Rabbına dönmeli ki kendine dönmüş, kendini bulmuş olsun. İnsan, kendine bakmasını bilmeli, alıcılarını ıslah edip parlatmalı ki; kendini ve çevresini objektif ve sâlim olarak gözlemleyebilsin; alıcı sağlam değilse, vericilerden gelen etkilerin doğru algılanması mümkün değildir çünkü. Günahlarla kirlenmiş/hastalanmış gözünü, gönlünü, beynini temizleyip tedâvi ederek sağlığına ve uzaklaştığı fıtratına yeniden kavuşmalı ki; tanım, yorum, bakış ve değerlendirmeleri doğru yapabilsin; işte i'tikâf bunu sağlar. Göz ve gönül aynasını berraklaştırır, paslarını siler, temizler i'tikâf.

Ramazan ayı, i'tikâf ayı olduğu ve her Ramazan'da Peygamberimiz'in i'tikâfı hiç terketmediği halde; bugün "müslümanım" diyen kalabalıklar i'tikâfın adını bile telaffuz etmekte zorlanır. Faydasız nice konuların yön verdiği gündeminde i’tikâfın hiç yeri olmadığından, belki ilk defa sizden duymuş oluyordur bu kelimeyi. Bırakın dâvâsı İslâm olmayan sıradan vatandaşları, câmi cemaatine anket yapılsa, "itikâf nedir?" diye, bilenler çok az çıkacak, onlar içinde de uygulayanlar hemen hiç bulunmayacaktır. Böyle bir zaman diliminde i'tikâfı ihyâ etmenin çok büyük ecri vardır. “Kim, benden sonra terk edilmiş sünnetimden bir sünneti ihyâ ederse, ona, insanların o sünnetle amel etmesinin ecri kadar ecir/sevap verilir.”[3]

İ’tikâf, kâmil anlamda kalabalık câmilerde ve Ramazan ayında, özellikle son on gününde yapılır. İ'tikâf, câmiden kopa(rıla)n insanımızın Allah'ın eviyle tekrar kucaklaşması, Ramazanın rûhu olan ibâdeti her âna yaymanın prototipidir. Bununla birlikte; i'tikâfı, sadece Ramazandan Ramazana yapmak, günümüz şartlarında ölümcül hastalıkların tedâvisini geciktirmek ve belki de o hastalıklarla ölmeyi göze almak demektir. İhtiyaç duydukça, hemen her gün beş - on dakika da olsa Allah'ın evine bu gâye ile sığınmalı, O'ndan yardım istenmeli, O'nun dâvetine icâbet edip ziyâfetine katılmalıdır. Câmilere sığınma imkânını da sıkça bulamayan kimse, evinde, işinde, sokakta ve hatta yatakta i'tikâf rûhunu yakalayabilmelidir; zâten Allah'ın arzı mescid değil midir? Öyleyse en güzel i'tikâf Ramazan ayında ve câmilerde yapılsa da, i'tikâf rûhunu başka alanlara taşıma gayretinde bulunmamak, ibâdetleri câmi gibi alanlara mahkûm edip diğer yerleri başka ilâhlara ayırmak gibi fecî durumlara yol açabilir. Her an i'tikâftaki gibi Allah'la beraber olma ve her yeri Allah'a ibâdet edilen mekân haline getirme gayreti, aynı zamanda cihad sevabına da ulaşmak demektir.   

İ'tikâf özellikleriyle mü'min, meleklik tarafını (rûhî, mânevî yönünü) her çeşit ibâdetlerle arttırmış, açlık (oruç) sâyesinde ve şehvetten/cinsel temastan perhiz yaparak hayvanî taraflarını da azaltmış olur. Mu'tekif melekleşir, yani meleklerin temel özelliği olan "Allah'a isyan etmemek ve O'nun emirlerini tümüyle yerine getirmek"[4] sıfatlarına sahip olur. Çünkü i'tikâfta temel ibâdetlerin tamamına yakını mevcuttur. Ana/doğurgan bir ibâdettir i'tikâf. İbâdetlerin fayda ve hikmetleri, tümüyle ve en kâmil şekliyle i'tikâfta vardır. İ'tikâfla, nefis terbiye ve tezkiye edilip sabır zırhına bürünülerek cihada hazırlanılmış olur. İhmal edilen gönlün tâmiri, bakımı, tedâvisidir; gönül aküsünün şarz edilmesidir i'tikâf rûhu. Zühd, takvâ, ihlâs, huşû ile edâ edilip zevk alınan ibâdet, mânevî haz gibi konularda derinleşmektir. Muhâsebe ve olgunluğa tırmanıştır i’tikâf.

Nedir İ'tikâf? İ’tikâf kelimesinin kökü olan “a-k-f”, “bir şeye yapışmak, tutunmak, ondan ayrılmamak, kendini bir şeye vermek, vakfetmek, bir şeyle meşgul olmak, vaktini onunla doldurmak, bir şey içinde sürekli kalmak, bir yerde inzivâya çekilmek” mânâlarına gelmektedir.

İ’tikâfın terim anlamı ise, “Bir mescid veya o hükümdeki yerde ibâdet için özel şekilde beklemek ve bulunmak”, “Ramazan ayı içinde -ve bazen diğer zamanlarda da- günler ve geceler boyu mescide kapanarak zarûrî olmayan bütün dünyevî faâliyetlerden uzak bir şekilde kendisini tamamen ibâdete ve tefekküre hasretmek” demektir. İ’tikâf yapana “mu’tekif” denir. İ'tikâf; mü'minlerin Allah için her şeylerini fedâ edebilecek bir bilinç kuşanmak maksadı ile, belirli bir süre, özellikle Ramazan ayının son on günü içerisinde, kendilerini ibâdete kapatmaları demektir.

İ’tikâf, tâ İbrâhim (a.s.) zamanlarından beri uygulanan bir ibadettir: “Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrahim ve İsmail'e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun, diye ahid vermiştik / emretmiştik.”[5]

İ'tikâf sünneti ve önemi hakkındaki hadis-i şeriflerden birkaç tanesini kaydedelim: İbn Ömer (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.) Ramazanın son on gününde i’tikâfa çekilirdi.” [6]

Ebû Hüreyre (r.a.) dedi ki: “Nebî (s.a.s.) her Ramazan on gün i’tikâfa girerdi. Vefat ettiği senenin Ramazanında yirmi gün i’tikâfa girdi.” [7]

Âişe (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre “Nebî (s.a.s.), vefat edinceye kadar Ramazanın son on gününde i’tikâfa girmiştir. Vefatından sonra eşleri i’tikâfa girmeye devam ettiler.” [8]

 “İ’tikâfa giren kişi, günahları hapsedip sevapların tümünü elde eden kişi gibi kendisine sevaplar kazandıran kişidir.”[9]

Zührî şöyle demiştir: “İnsanların i’tikâfı nasıl terk ettiklerine şaşıyorum. Oysa Rasûlullah (s.a.s.) bazı şeyleri bazen yapar, bazen de terk ederdi. Fakat vefat edinceye kadar i’tikâfı hiç terk etmemiştir.” [10]

İnzivâ ile İ'tikâf Arasındaki Fark: İ’tikâf ile, inzivâ da denilen uzlet birbirinden tamamen farklıdır. İnzivâ yasaklanmıştır. “İslâm’da ruhbanlık yoktur. İslâm’ın ruhbanlığı cihaddır.” İ'tikâf, bir kutlu arınış; inzivâ ise görevden kaçıştır.

Peygamberimizin Hira'da yaptığı gibi, belli bir süre, hayatın velvelelerinden uzakta kalıp, Nebevî âyetlerin kaynağı Kur'an ile, kâinatın her bir köşesine serpiştirilmiş sayısız âfâkî âyetler ile ve uzağa gitmeye gerek duyurmayan özbenliğimize yerleştirilmiş enfüsî âyetler arasında uyumu yeniden kurmak, irtibatı yeniden hatırlamak gerekmektedir. Allah'ın başları döndürecek geniş ufuklarında yarattığı âyetlerden algı alanımıza inmiş olanlarını düşünmek, onlarla ilgili hikmetli tefekkürlere dalmak, kendi özbenliğimizde yer alan burhanlara durup, yeniden bir göz atmak, tefekkürü Kur'an'ın âyetlerinin rehberliğinde yapmak bir ibâdettir.

Fakat dalıp kalmak, boğulmak doğru değildir. Çünkü i'tikâfın amacı, dünya hayatından, nimetlerinden kopmak değildir. Dünya hayatının fitnelerine karşı mânevî hazırlık yapmak, yeniden dışa dönük mücâdeleye devam etmektir. Meselâ Hira'da vahyi kuşanan Peygamberimiz, hemen aşağıya inerek halkın arasına katılmıştır. Toplumun kendisine gelmesini fildişi kulesinde beklememiştir. O inzivâyı değil; i'tikâfı, bize sünnet olarak bırakmıştır. Çünkü inzivâ, bireysel iç arınışı temsil ederken; i'tikâf, ferdi de kurtaran toplumsal arınmayı temsil etmektedir. İnzivâda fert, ipek böceğinin durumuna düşebilmektedir. Yani inzivâ ile bireysel arınış yöntemini benimseyenler, ipek böceğine benzemektedirler. Çünkü onlar ortaya bir büyük değer/ipek çıkarayım derken, böcek gibi "kendi hapishânelerinin duvarcı ustası durumuna düşme handikapı" ile yüzyüze kalakalırlar. Bir tür şuursuz intihar yani. Oysa i'tikâf, halkın içinde kalıp yaşadıkları kirliliklerden hicret etmeyi gâye edinen şuurlu bir arınma yöntemidir.

Hira Bir Uğraktır; Durak Değil! Hira'ya hapsedilen bir mesajın topluma bir yararı yoktur. Bu yüzden Rasûlullah'ın örnek mücâdelesinden de tâkip ettiğimiz gibi Allah'ın rızâsını kazanmanın yolu toplumsal hayat ekseninde verilecek mücâhededen geçmektedir. Yani kendi Hiramızdan çıkmadan yaşamayı gâye edinmek, bencilliktir. Oysa kurtuluş Hak için halk ile beraber olmakta, bu nedenle kendi kurtuluşumuz dahi, başka mü'minlerle birlikte ortaya koyacağımız sâlih amellere bağımlı olmaktadır. O halde salt bireysel bir iç arınışın İslâm'ın tezkiye modelinde bir yeri yoktur. Buraya kadar söylediklerimizi özetlersek, rahatlıkla şunu söyleyebiliriz; bireysel iç arınış ile toplumsal tezâhürlerde meydana getirilmesi gereken arınma işlemleri birbirini tamamlayan bütünün parçalarıdır.

Rabbimizin rızâsını kazanırken yapacağımız işlerin zemîninde diğer insanlar vardır. Tek başına yapılacak mistik bir iç yolculuk, elde edilmesi gereken değerleri kazanmada yetersiz kalacaktır. Kısaca islâm'ın arınma modelinde, fertlerin arınışı, toplumun arınışı ile eşzamanlıdır. Arınma yöntemlerimiz de İslâmî olmalıdır. Toplumsal yaşamdan kopuk, bireysel kurtuluşu amaçlayan bir arınma usûlü, İslâm'ın bütüncül mesajına uygun düşmemektedir. Çünkü insanlarla ve özellikle mü'minlerle olan ilişkilerimizi "i'sâr" ilkesine göre düzenlemek zorundayız. Bu ilkeye göre; "kendimiz için istediğimizi mü'min kardeşimiz için de istemeli, kendimiz için istemediğimizi mü'min kardeşimiz için de istememeliyiz." Yani diğergâm olmalı, kadirşinas davranışlar sergilemeliyiz. Tevâzûyu elden bırakmamalı, ulaştığımız doğruları paylaşarak çoğaltmalıyız. Salt kendi kurtuluşumuz için değil; bütün insanlığın kurtuluşu için çaba sarfetmeliyiz. Kendimiz için istediklerimizi bütün müttakîler için de istemek zorundayız. Çünkü salt bireysel bir arınış yöntemi Kur'anî değildir. "Tebliğ"in temel mes'ûliyetlerimiz arasında yer almasından dolayı, kendimizden başka insanları da arındırma sorumluluğu içinde olmak durumundayız.

Öz benliklerimizde taşıdığımız şeytanî eğilimlerin mutlaka denetim altına alınması gerekmektedir. Bu, dünya sınavını kazanabilmemiz için şarttır. Şu dünya hayatında şeytanlar binlerce yol deneyerek bizi Allah'a karşı sorumluluklarımızı îfâ etmekten alıkoymaya çalışmaktadırlar. Bu güçlü çağrılara ciddî bir direniş göstermezsek, Allah korusun ayağımız kayabilir, farkında olmadan yoldan çıkabiliriz. Bu nedenle bizi Allah'ın rızâsını elde etmekten alıkoymaya çalışan cin ve insan şeytanlarına karşı koyabilmek için ciddî bir mânevî donanıma, güçlü bir şahsiyete sahip olmamız gerekmektedir. İfrâta ve tefrîte saptırmayan bir mu'tedil arınma usûlü olan i'tikâf bize, şeytanların günaha yaptıkları karşı konulamaz çağrılarına direnme gücü kazandıracaktır. Şer odakları ile olan mücâdelemiz için, sıradan bir maça bile kampa girerek hazırlanan sporculardan daha donanımlı olmak zorundayız.[11]

İ’tikâfın Hikmetleri, İnsana Kazandırdığı Faydaları: Hürriyetin, özgürleşmenin gerçek anlamda ne demek olduğunu insan, sadece Rabbıyla baş başa olduğu zamanlar anlar. İhtiyaç zannettiklerini, alışkanlıklarını, meşgalelerini, önemsiz meselelere ayırdığı zamanlarını, katili olduğu boş vakitlerini, israflarını sorgular ve düzeltmenin yollarını arar. Hayatını planlamayı, kendini disipline etmeyi öğrenir. Tatmadığı mânevî hazları tadar, güzel zevklerin farkına varır; Kur'an'ı okuma, anlama ve yaşayışına geçirme, zikir, tefekkür ve teheccüd adlı gece neşesi[12] gibi güzelliklerle coşar, zevk sahibi olur. Fuzûli konuşma, fazla yiyip içme ve insanlarla çok ve gereksiz ilişkiden sakınarak huzurun, mutluluğun, sağlığın yolunu bulur. Câmi ve cemaatle ünsiyet kurma, beş vakit namazını cemaatle edâ etme, câmi hayatına alışma, hiç haram işlemeden gözüne ve kulağına sahip olma, tâat ve sabır gibi fazîletlerle cennet hayatının minyatürünü dünyaya taşımaya çalışır.  

İ’tikâfın en önemli amacı; her ibâdetin gâyesi olan Allah'ın rızâsıdır. Bu temel hedefin gerçekleşmesi için mü’minin/dâvetçinin, dünya meşgalelerinden kendini soyutlayarak Rabbi ile yalnız kalması ve nefsini muhâsebe etmesi sâyesinde, hayatını ve amellerini O’nun rızâsı doğrultusunda tanzim etme, takvâ sahibi bir insan olma hal ve şuuruna erebilmesidir. Allah’ın rızâsı için gerekli olan namaz, oruç, zikir, ibret, tefekkür, muhâsebe, nefsi kontrol, geleceği planlama ve tekâmüle ulaşmasıdır.

İslâm’ı öncelikle kendi gönüllerinde ve benliklerinde hâkim kılamayan insanlara Allah’ın yardım edip onlara devlet gibi nimetler vermesi beklenemez. Dünyada Allah’ın râzı olacağı devlete, âhirette insanın râzı olacağı cennete kavuşmanın yolu, öncelikle tam mânâsıyla müslüman olup Allah’a teslim olmaktır. İslâmî bir şahsiyete ve irâdeye sahip olmak, nefsi tezkiye etmek, ma'siyetlerden, günahlardan, ayıp ve ahlâksızlıklardan arınmaktır. Rûhuna özen göstermeyen bir dâvetçi mü’minin Cenâb-ı Hak’tan hidâyet ve nusret beklemeye hakkı yoktur. Zira,“bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez.”[13]

İtikâf; halîfelik görevlerini yerine getirmek için enerjisini doldurmak, arınmak, azıklanıp rûhunu gıdâlandırmak, sosyal faâliyetlere ve cihâda daha bir hızla atılmak için, geri çekilip gerilmek ve kısa bir süre Rabbiyle baş başa kalmaktır. Hasta olanın, hastalıklardan tedâvi için muvakkat bir zaman hastanede kalıp ilâç ve perhize devam edip tedâvi edildikten sonra hastaneden çıkıp daha sıhhatli bir halde işlerine dönüp çalıştığı gibi, müslüman için i’tikâf da böyledir. Kısa bir müddet i’tikâfta kalır; yenilenip rektefe edilmiş, sabra alışan ve her ânını ibâdete dönüştüren özellikleriyle  sosyal hayata daha kuvvetli olarak çıkar. Mânevî yönden daha güçlü olarak Rabbine yaklaşır, iman ve yakîn nûru ile kalbini düzeltir ve huzur içinde Allah’a yönelir. Nice kimseler vardır ki, fâni olan cisminin sağlığına gösterdiği özeni mânevî yapısına göstermez. Dünya rahatına verdiği önem kadar ebedî hayatını düşünmez. Yatağa düşürecek mikroplardan ve hastalıklardan sakındığı kadar, cehenneme götürecek kalp hastalığından ve mânevî mikroplardan kaçınmaya çalışmaz. Yatırımını sadece dünyaya yapan, rûhî ve mânevî gıdâlarını ihmal eden modern insan, tek kanatlı kuşa dön(dürül)müştür. İşte i’tikâf, huzura, esas hayata ve tükenmeyen saâdete erdirecek tüm imkânlarını, kendisiyle kucaklaşan herkese sunmaya hazırdır.

Yarışmalardan önce sporcuların özel hayatlarından koparılarak kampa alınmaları, belli bir süre enerji depolamak için olduğu kadar, onları gerideki ilgilerin etkisinden sıyırmayı da hedef alır. Gözlerinden biri hastalanan kimse için eşyanın yarısı nasıl bulutların arkasında gölge bir varlık gibi silik ve bulanık gözükürse, dikkati vâkıalara takılıp kalan, kendine bakmasını ve kendisini Hakka vermesini bilmeyenler için de hakikatin yarısı kaybolmuş demektir.    

Özellikle i’tikâfla elde edilen, mâsivâyı (O'ndan başka her şeyi) gönlünden silip sadece Allah’la beraber olmanın faydası meydandadır: Meşgaleyi azaltır, insanın gözünü ve kulağını korur. Zira göz ve kulak kalbin yoludur. Kalp bir havuz gibidir. Beş duyu ırmaklarından oraya pis ve bulanık, mikroplu sular dökülür. İ’tikâftan maksat, kalbi o pis sulardan ve bunlardan meydana gelen çamurdan temizlemektir ki, bu sâyede havuzun ana kaynağı temiz su ile dolsun. Pis suyu akıtan derelerin havuza akan yolları açık iken havuzu temizlemek nasıl mümkün olur? Her an yeni bir pis su havuzu doldurur. O halde ilk önce o pis derelerin yolunu kesmek lâzımdır, yani kalbe yönelen duyuların güzel olmayan akıntısını kesmek gerekir, ancak zarûret miktarı açık kalır. Bu da i’tikâf ve benzeri uygulamalarla mümkün olur. Ayrıca i’tikâfla gözü hâriçten çekmekle bu dereleri kapamak, kalbin derinliklerine dalıp onu temizlemek, perde tabakalarını kaldırıp atmak sûretiyle içinden hikmet pınarlarını akıtıp kalbi doldurmak da mümkündür.

İ’tikâf, pek çok ibâdeti içeren ana ibâdettir. Başka bir ibâdette bu kadar çok özellik bulunmaz.  İ’tikâf yapanın namazı vaktinde cemaatle ve huşû ile edâ etmesine yardımcı olur. Nâfile namaz kılma ve gece hayatına, yani Allah için uykuyu bölüp teheccüdle neşelenme imkânına ve alışkanlığına ulaştırır. Mu’tekifin (i’tikâf yapan kimsenin) orucu, takvâya ulaştırır;  çünkü onun orucu; gıybet ve yalan gibi haramlardan, hatta gereksiz sözlerden uzak, mescid gibi bir mekânda yerine getirilen oruçtur. İ’tikâf, özellikle fesâdın yayıldığı günümüzde, gözün, kulağın ve dilin, dolayısıyla da gönlün haramlardan korunmasına vesîledir. İ’tikâf, insanı dünyevîleşmekten, hırs ve tatminsizlikten kurtarır.

İ’tikâf, mü’minin Allah ile olan imânî bağını kuvvetlendirip nefsini tezkiye edip arındırır, çevre baskılarına ve fitnelere karşı daha dayanıklı hale getirir. İ’tikâf sâyesinde insan, ahlâk ve ibâdetlerle ilgili zaaflarını gidermek için gerekli adımlar atabilir. Kötü alışkanlıklarını bırakma imkânına kavuşur. Bildiği doğruları ve güzellikleri hayata geçirme gayret ve çabasına kavuşur. Sözlerin yalama olduğu, muhâtapların güzel konuşmalardan değil; ancak güzel yaşayıştan etkilendiği günümüzde, hal diliyle güzel bir tebliğdir i’tikâf. Başkalarına iyiliği emrettiği halde kendi nefislerini unutanlara da önemli bir derstir. Allah için ağlayıp tevbe etmeyi unutan takvâ ve ihlâs konusunda büyük ihmalleri olan ve yaptığı ibâdetlerden zevk alamayan insan için bir şahsiyet okuludur. Kişinin Rabbine yaklaşabilmesi ve kendini O’na adayacak seviyeye yükselebilmesi için fiilî bir duâdır.   

Hiçbir şey, Allah’ı zikretmekten daha lezzetli değildir. Hiçbir amel, zahmetin azlığına karşın verdiği lezzetin çokluğu, kalbe verdiği sevinç ve huzurun büyüklüğü bakımından zikrullah gibi olamaz. İnsan, ancak Allah’ı gereği gibi ve tüm kapsamıyla zikrederek tatmine ve huzura kavuşabilir. İ’tikâf rûhu, kişiye namaz gibi eylemle, tefekkür ve Allah’ı hatırlayıp unutmama gibi kalp ve beyinle, Kur’an kıraati, duâ, tehlil, tesbih, tahmîd ve tekbir gibi dille yapılan zikirlerle içli dışlı olma tatlarını verir. Zikrin en önemlisi Kur’an okuma, Kur’an’ı düşünme, anlama ve gereğince yaşayıp ahkâmını topluma hâkim kılma çabasıdır. İ’tikâf yapan kişi, kâmil mânâda bu sünneti ihyâ etmek istiyorsa, Ramazanın son on gününde ve câmideki bu arınma sürecinde Kur’an’ı meâliyle birlikte ve düşünerek okuyup hatim etmelidir. Bunun insana kazandıracağı şeyleri yaşamayan bir kimseye anlatmak mümkün değildir; tatmayan bilmez. Hele, maddî imkânı olanların bu muhteşem özellik ve anlatılamayacak güzelliklerle dolu i'tikâfı, Mescid-i Haram'da ya da Hz. Peygamber'in i'tikâflarını yaptığı mescidde, Medine'de yerine getirmeleri... Gerçekten i’tikâf, yüksek mertebelere ulaşabilmek için mü'minlerin mutlaka değerlendirmesi gereken büyük bir fırsattır.

İnsan, kendi namazını ne denli önemsediğini ve hangi ruh hâletiyle namaz kıldığını değerlendirmelidir. Eğer bu hususta kendindeki eksiklikleri tesbit etmişse, işte i’tikâf, namazlarının edâsında yüksek mertebelere ulaşmak için bir fırsat olarak onu beklemektedir. Bir mü’min, Allah Teâlâ’nın râzı olmayacağı işler yapmaktan korkmalı, bunun için günlük hayatında namazdaymışçasına davranmalı, unutma hali hâriç, abes şeylerle meşgul olmamalı, Hak’tan uzaklaştıracak hususlara veya lüzumsuz hiçbir şeye iltifat etmemelidir. Bunlar da en doğal şekilde i’tikâfla kazanılır ve sonra devam ettirilecek alışkanlık ve ahlâk haline getirilebilir. Mü’minin, ulaşmak için gayret sarfetmesi gereken bir başka seviye de, nefis ve şeytanla mücâhede gayretleridir. Bu mücâhede sâyesinde namazda gönül huzuru, huşû ve haşyet duyguları kazanılır. Böylece i’tikâfa giren mü’min pek çok dünyevî meşgûliyetle ilgisini kesmek sûretiyle, başka insanların tatmadığı lezzetleri tatmış, ulaşamadıkları derecelere ulaşma fırsatını yakalamış olur.

İ’tikâftaki mü’minin, insanların çoğunun yaptığı yanlışlardan kaçınması da kolay olacaktır. Bunlara örnek olmak üzere, insanı hüsrâna götüren pek çok şeyi kendisinde toplayan üç yanlış davranışı gündeme getirebiliriz. Bunlar, fuzûlî konuşma, isrâfa varan yiyip içme ve insanlarla çok ve gereksiz ilişkidir.

Allah’ın Kitabını okuma, iyiliği emredip kötülükten sakındırma veya maîşetle ilgili gerekli bir konuşmanın dışındaki, yani hayır sözün hâricindeki konuşmalar, fuzûlîdir. Mü’min, kirâmen kâtibîn meleklerinin kendisini devamlı gözetlediğinin farkında olmalı, her söylediğinin kasete alındığını, her yaptığının kameraya çekildiğini unutmamalıdır.

Zamâne gençlerinin çoğu, hatta dâvâ adamı olanların önemli kısmı bile, dille imtihanda pek başarılı olamamaktadır. Nice gençler, konu üzerinde düşünmüyorlar bile. O nedenle de bugün pek çok dindarda, dâvetçide ve ilim talebesinde görülen üslûpsuzluk, yerinde söz söyleyememe, geyik muhabbeti, ciddiyetle somurtkanlığı karıştırma, samimiyetle sululuğun arasındaki dengeyi bulamama gibi özellikler yaygınlaşmaktadır. Ayrıca bunlara, çoğu zaman gıybet, yalan söyleme gibi günahlar da eşlik etmektedir. Mü’min için i’tikâf, Allah’ı zikir, zarûrî ve hayırlı konuşmanın dışında ağızdan çıkan her kelime için nefis muhâsebesi yapmaya bir fırsat ve vesiledir. İ’tikâftaki mü’min, kendini olgunluğa alıştırmalı, i’tikâfına zarar verecek kişilerle ilişkisini ve gereksiz konuşmaları bırakabilmelidir.

Midesine girenleri kontrol edemeyen gönlünü de denetleyemez. Günahlar, Allah için oruç tutup aç kalana uzak, tıka basa yiyene daha yakındır. Az yemek, sadece kalıba değil, aynı zamanda kalbe de incelik kazandırır, maddî hastalıklara olduğu gibi, mânevî hastalıklara da şifa sebebidir. Nefsin hevâsını, yani kötü isteklerini dizginler, öfkeyi azaltır. Ayrıca, kişiyi fazla uykudan, tembellikten ve gevşeklikten kurtarır. Nitekim Lokman Hekim oğluna şöyle demiştir: “Ey oğulcuğum! Mide dolarsa düşünme uykuya dalar, hikmet dilsiz kalır, uzuvlar da ibâdet için hareket etmez.” İ’tikâftaki mü’minin, kendisini ibâdetten alıkoyacak her şeyden, bu arada çok ve çeşitli yemekten uzaklaşması gerekir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: “Çok yemek yiyen, Allah’ı zikretmekten bir lezzet alamaz.”

İ’tikâf, mü’min için, daha önce lezzetine varılmış bazı şeylerden uzak kalma hususunda nefsini terbiye etme ve alışkanlık haline gelmiş pek çok şeyden müstağnî olma konusunda nefsiyle mücâhede imkânıdır. Çay tiryâkilikleri, çerez ve benzeri alışkanlık ve bağımlılıkları, israfı ve ağzına giren her şeyi tekrar gözden geçirme fırsatıdır i’tikâf.

İnsanlarla çok ve gereksiz ilişki de kişinin kulluğuna ve huzuruna darbe vurma bakımından önemlidir. Çünkü insanların çoğu, diğer insanlarla bir araya gelmeye öyle düşkündürler ki, kendi ibâdetlerini yapma ve tamamlama konusundaki güçlerini kaybederler. İnsanlar arasına fazlaca karışmak, ibâdet zamanının ve mekânının heybetini azaltır; gıybet, yalan söyleme, boş konuşma, aşırı şaka yapma gibi birtakım günahlara önayak olur.

İ’tikâf, kişinin ibâdetlerini gözlerden ırakta yaparak ihlâsını ölçmesi ve takviyesi için bir fırsattır. Kişi, murâkabe şuurunu kazanabilmek ve âniden gelebilecek ölümü her an hatırında tutabilmek, böylelikle kemâl merdivenlerine tırmanabilmek için, nefsiyle devamlı bir sûrette mücâdele etmesi gerekir. Bu özellikler, en güzel biçimde i’tikâf bilinciyle kazanılabilir. 

Kimin gönlünde Allah varsa onun her iki dünyada da yardımcısı Allah’tır, kimin kalbinde Allah’tan gayri şeyler tümüyle yer etmişse onun iki dünyada da hasmı Allah’tır. Allah’la beraber olan ve i’tikâfı bu konuda baş tacı eden, bu unutulmuş sünneti ihyâ ederek kendisi ihyâ olan genç müslümanlara selâm olsun!

Yılda en az bir defa, Ramazan ayında i’tikâfa girmek, Peygamberimizin unutulan önemli bir sünnetini ihyâ etmektir. Hayatımızı namaza benzetmek zorunda olduğumuz gibi, i’tikâftaki Allah’a adanmışlık rûhunu ve işe kendimizden başlamamız gerektiği bilincini her an canlı tutmak da müslümanca yaşayıp müslümanca ölmek için mecbûrî istikametimizdir. Toplumdaki şerleri değiştirmek niyetiyle kendimizi yetiştirip ıslah için haydi i’tikâfa!  

 


[1]2/Bakara, 125

[2]59/Haşr, 19

[3]İbnMâce, Mukaddime 15,  hadis no: 210

[4]66/Tahrîm, 6

[5] 2/Bakara, 125

[6]Buhârî, İ’tikâf 1, 6; Müslim, İ’tikâf 1, 2, 3, 4; EbûDâvud, Savm 77, 78; Tirmizî, Savm 71; İbnMâce, Sıyâm 58

[7]Buhârî, İ’tikâf 17; EbûDâvud, Savm 78; İbnMâce, Sıyâm 58

[8]Buhârî, İ’tikâf 1; Müslim, İ’tikâf 5; EbûDâvud, Savm 77

[9]İbnMâce, hadis no: 1781

[10]Buhârî, İ’tikâf 6; Müslim, İ’tikâf 5

[11]Fevzi Zülaloğlu, Haksöz, Sayı 116-117 (Kasım-Aralık 2000), s. 58

[12]73/Müzzemmil, 6

[13]13/Ra’d, 11