ESRA SARAÇ'IN "BİR REFAH TEOREMİ: UTOPİA" ADLI YAZISINA DÜŞÜLEN NOTLAR…
Giriş yerine: “Bir refah teoremi”
Esra Saraç’ın ‘Haksözhaber.Net’te yayımlanan “Bir Refah Teoremi:Utopia” başlıklı makalesine yorum yazmayı düşünmüştüm. Fakat sonra, yorumdan ziyade görüşlerimi bir makale şeklinde ortaya koyma yönünde karar kıldım. Elimden geldiği kadarıyla ütopya ve benzeri birtakım konularla ilgili görüşlerimi ve Esra Saraç kardeşimizin bizlere ayna tutan değerli görüşlerini de sizlerle paylaşmak istedim.
Olmayan yer: “Ütopya”
Yazar, bu makalesinde “Olmayan yer” anlamına gelen ‘ütopya’ sözcüğü üzerinden Thomas More’un “UTOPIA” adlı eserini kendi bakış açısından tahlil etmeye çalışmış. Thomas More’un bu eserinin Türkçe çevirisi Cem Yayınları tarafından uzun bir zaman önce yayımlanmıştı. Ben de acizane olarak adı geçen bu kitabı 7-8 yıl önce bir solukta okumuştum. Ve kitap bittiğinde bende bir takım düşünceler oluşmuştu haliyle. Kitabın önemli gördüğüm kısımlarını kalemle çizip, notlar almıştım. Aradan yıllar geçmesine rağmen o kitabın özeti mahiyetinde şu cümleyi not olarak düşürmüştüm; “Ütopya, insan psikolojisi çerçevesinde sıkıcı gerçekliğe zıt olarak, hayatı cetvelle tanzim etmek ve o tanzimi de temelsiz bir iyi niyet kalıbı içerisinde Sünnetullah’ın yerine ikame ettirmektir!” Aradan yıllar geçtiği için, yanılıyor olabilirim ama, elimin altında duran bu makale de benim o ifadelerimi teyit ediyor diye düşünüyorum…
Thomas More ve diğerleri…
“Ütopyalar, insanların geleceğe dair kaygı ve umutlarından beslenir, çoğunlukla gerçekleş-
mesi imkansızdır...” diyor yazar ve Thomas More’un’da aslında bunu bildiğini, ancak bazı konulara dikkat çekmek için toplum ve devlet tasarımını detaylı biçimde anlattığını vurgululuyor. More’dan önce bu konu Platon’un ‘Devlet’inde ve Farabi’nin ‘Medinetü’l-Fazıla’sında ele alınmış, İbn Tufeyl’in ‘Hay Bin Yakzan’ında da olay, büyük bir ustalıkla betimlenmiştir.
Burada ideal veya ideale yakın durduğuna inandığımız ayrı dönemlerde, ayrı kültürlerde ve kendilerine has ‘ayrı dünyalarda’ yaşamış olan üç önemli şahsın ‘ortak aklı’ diyebileceğimiz, hasılası söz konusudur. Gerçekleşme imkanı kıt olsa bile, ‘iyiye özlem’ şeklinde bir psikolojik
beklenti vücuda geliyor. Niyet güzel ama; Sünnetullah’ın değişmez yapısına, bir baskın çıkma şeklinde oluşan toplumsallığa, akıp giden hayata ve hakikate ne derece uygun?!Bunu iyi tahlil etmek gerekir. Zira, unutulan, es geçilen nokta bu olsa gerek! Kur’an’ın bizlere bildirdiği üzre insanlık tarihi bir açıdan ‘peygamberler tarihi’ olarak tanımlanabilir. Zaten, günümüze kadar olan zaman diliminde insanlar arası mücadele ‘hak ve batıl; tevhid ve şirk’ eksenli bir kareye tekabül eder. Sayıları yüz küsur bin civarında olduğunu düşündüğümüz peygamberlere baktığımızda içlerinde kral olan da var; çevresine hükmeden; aynı zamanda da tebliği kendince akamete uğradığı düşüncesiyle kavmini terk edip giden Yunus peygamber misali Allah’ın elçileri de var. Ama bir bakıyorsunuz ki, O’nun emriyle bir balık Yunus peygamberi yutuyor ve Rabbine tevbe ettikten sonra tebliğ ve irşadına kaldığı yerden başlıyor ve yüz bin kişilik o şehir halkı tekrardan Yunus(a)’a iman ediyor. Peygamberler bağlamında en belirgin örneği Rasulullah’ın pratiğinden de verebiliriz. Zira o da madde ve ruhtan oluşan ve bir psikolojiye sahip olan bir insandı. Aç kaldığında karnına taş bağlayan; ayetlerin kesildiği fetret döneminde üzgün bir ruh haline sahip ve hicretin şartları oluştuğunda da Mekke şirk ortamını terk edip peyderpey Medine’leşen Yesrib’e yerleşip, orayı yurt ittihaz eden bir peygamber, bir aile reisi ve nihayetinde ‘ümit ve korku arasında’ yaşamayı bilen bir insan evladıydı. Dememiz o ki, hiçbir peygamber, lider ve yapacak çok işi olan(!) önderler ütopyalar peşinde koşturmamış ve zaman öldürmemiştir! Öldürmemişlerdir çünkü; onların kendilerince oluşturdukları hedeflerine ulaşmaları gerekiyordu! Koymaya çalıştıkları hedefleri yanlış veya doğru, öyle inanıyorlardı! Bundan dolayıdır da sadece ve sadece inançları, düşünceleri ve de şartları çerçevesinde işin doğallığına bürünüp, iplerini sağlam bir şekilde bağlamaya azami gayret göstermişlerdir
ve de nasipleri oranında başarı denizinden yararlanmışlardır. Vermeye çalıştığımız peygamber lider ve önderlerin pratiklerinden anladığımız şudur ki; Ütopya da insanı hayalen rahatlatan bir yön olsa bile cehennemi ateşler içerisinde gerçekliğe ulaşmak daha sağlıklıdır diyebiliriz.
İdeal ve reel karşıtlığı…
Olaya tam tersi bir kıyaslama yoluyla yeniden bakalım; Belli bir dünya görüşü çerçevesinde siyasi, kültürel vb. formlar içerisinde verilen mücadele pratiğinde şunu görebiliriz; bir dürüstlük ve fikirsel namusluluk içerisinde ideal politiği savunmak her zaman erdemli bir iştir. Zorluğu, meşakkati ve çilesi vardır ama, insana en başta ruhsal bir gönençlilik hali kazandırır. Reel politik ise, sitem içi araçları ona teslim olmadan kullanabilme dışında
her zaman beraberinde bir zilleti de getirir ve dayatır. Eğer, insan bir erdemliliğin peşinde ve ayırdında değilse, hiçbir zaman ‘ideal’e yanaşmaz, aksine ‘reel’ olana dört elle sarılır. Günümüzde böylesi bir manzaranın örnekleri bolca bulunmaktadır. İşte burada, bizce ‘reel politik’ Thomas More’un vb. ‘ütopyası’na tekabül eder. ‘İdeal Politik’ ise; belki de zar-zor gerçekleşecek bir hakikate…
Korku ve özentiden sadır olan ütopyalar gerçeği…
Biz burada Esra Saraç’ın makalesi üzerinden yazısında işlediği konuyu aldığımız notlar çerçevesinde paragraf, paragraf belirtmeye çalışacağız; “Ütopyalar, korkutucu veya özendirici o- larak ikiye ayrılabilir” diyor yazar ve korku ütopyasına en iyi örnek olarak da George Orwel’in ‘1984’ü ve Huxley’in ‘Yeni Dünyası’nı örnek olarak veriyor. Özendirici ütopyalara verilen örnekleri ise, bu makalemizin başlarında belirtmiştik. Burada dikkatimizi celbeden şeyin, eserlerden yola çıkarsak–korku örnekleri hariç- özendirici olanlarının sanal bir mutluluk hissi verse bile kelimenin tam anlamıyla ‘ham hayal’ bir şey olduğudur!
Bir bakıyoruz ki Erasmus, meşhur ‘Deliliğe Övgü’ adlı eserini Thomas More’e adamış. Burada belki de hayatın akışı içerisinde gerçekçilik, akılcılık/akıllılık işe yaramaz olmuş ki, Thomas More, eserine yer yer alaycı ama yalın bir üslup içerisinde özlü bir biçim oluşturarak
eserini derleyip toparlamış! More’un eserinde ilkel komünal toplumun yaşantısının izlerini belirgin biçimde taşıdığını yazar bizlere söylemektedir. O zaman bize göre ütopya; “sevimli ideal gerçeğin bir nevi teyididir(!)”
Ütopya’nın dogma olgusuyla ilişkisi…
İnsanlık tarihi, en fazla on bin yıllık bir geçmişe sahiptir. Ve bu zaman dilimi içerisinde ilkel çerçeveli bir komünal topluma kim tesadüf etti ki, bunu en başta bizlere ‘bilimsel sosyalizm’ örgüsü içerisinde sunmaya çalışıyorlar?! Anlaşılan odur ki, bazıları insanlık tarihinin, karanlıklar içerisinde başladığını ve o karanlıkları peyderpey aşıp, ‘ilkel komünal’den, köleciliğe, oradan da feodalizm’e, ardından da kapitalizm’e evrildiğini, devrimci
Marksist bir söylem ve direnmeyle de Sosyalizm’e gelip evrildiğini, oradan da Komünizm’de bir karar kılacağını’ bizce dogmatik bir kalıp içerisinde telkin edip duruyorlar. Bu meyanda şunu söyleyebiliriz: Esra Saraç kardeşimiz, yapısı gereği ütopya için ikiye ayrılabilir demişti.
İlki, korkulara dayalı ütopya, ikincisi ise, bir özendiricilik yönü olan ütopya. Özendirici ütopyanın hiçbir karşılığı bugüne kadar varit olmamıştır. Ama, korkulara dayalı ütopya, kendisini Alman Yahudisi ‘Das Kapital’ sahibi Karl Marks’ın Marksist teorisine dayandıran ve 17 Ekim Sovyet devrimiyle birlikte dünyayı kasıp kavuran sosyalizm alt basamaklı komünist dünya görüşü temeline dayanan bir ‘devletsiz toplum; devletsiz dünya! amacını mündemiç bir ütopyadır! Bu, bir inançsızlık girdabında ve aynı oranda da karanlıklar içerisinde temeli atılan bir ütopyaydı! Ve karanlıklar içerisinde başlayan bu rüya bir gün geldi Mihail Gorbaçov’un ‘Glastnost ve Prestroika’sına takıldı! Gerçi bu güçlü ütopyayı(!) Mihail Gorbaçov tek başına devirmedi! Kim ne derse desin, sonun başlangıcı Ekim devrimiyle birlikte zaten atılmıştı! Niye dersek, o devrim ve o devrime kaynaklık teşkil eden düşünce sığ bir düşünceydi. Kendi fanatizmini oluşturmuştu ve ayrıca kendi ‘selefizm’ini de hayata hakim kılma uğraşısı içerisinde olmuştu hep! Ruh ve maddeden teşekkül etmiş bir varlık olan insanı, onun yaratılışından kaynaklanan insani ve henüz yıpranmamış değerlerini anlayamamıştı. O düşünce için insan unsuru sadece ve sadece maddeden ibaretti. İnsan dediğin çalışır, üretir, yer, içer, yatar,kalkar, gezer ve fakat hiç düşünmezdi! Daha doğrusu o felsefeye göre düşünmesine gerek te yoktu insan tekinin! İşte böyle bir şeydi ‘vel hasılı kelam’ komünist/devletsiz ütopya! Ve belki de insanoğlunun şahit olduğu ve pratize edilen en korkunç ütopya buydu diyebiliriz. Ki, o ütopya, bir hayli temelsiz olduğundan olacak ki, baştan beri yalanlarla sürdürülüyordu ilgililerince!
Anlaşılan şu ki, siz eğer bir ütopya sahibi iseniz, gün gelir ‘kendi söylediği yalanına kanmak zorunda kalan yalancı misali’ ütopyalarınızı baş tacı eder, her derde deva olursunuz! Halbuki, söylenenlerin hiçbir ilmi gerçekliği asla söz konusu olmamıştır bugüne kadar! Bir de aynı güruh, emperyalizm’i en son aşama olarak ta unutmamıştı! Ama kendi emperyalizmleri tedavülden kalkınca, onun yerine bir diğer emperyalizm, yani Amerikancılık, özellikle de
11 Eylül 2001 tarihinden itibaren gelip oturdu. Bu yeni emperyalizm’in akademisyenleri, plancı, programcıları, istihbaratçıları vs. çok önceden harekete geçip, geleceğe yönelik bir yığın ütopya temelli varsayımlar, çıkarımlar, düzenlemeler üzerine kendine özgü Pentagon kanallı fikir kulüplerinde düşüncelerini yarıştırıp, bizlere dayatmaya çalıştılar; Fukuyama’nın ‘Tarihin Sonu ve Hunttigton’ın ‘Medeniyetler Çatışması Tezi’ gibi bir
varsayımlar, olası işgaller vs. Günümüzde Evanjelik bir kasıntı, din ve mezhep adını kullanarak tüm dünyaya hükümran olunmak istenmektedir. Burada da bir ütopya söz konusu; ama bu ütopya, öteki için korku, beriki için ise, bir özendiricilikten de ziyade kılıcını gelip böğrümüze dayayan bir Vandalist ruh hali olarak durmaktadır!
Esra Saraç, “Kitabın birinci bölümü Utopia devletini anlatmadan önceki süreci kapsar ve giriş sayılabilir” diyor ve “Burada mevcut yönetim biçimleri kıyasıya eleştirilir ve toplumun refahını sağlayacak, kötülüklerden alıkoyup suçları azaltacak, adil ve başarılı bir yönetimden bahsedilir.” Diye ekliyor. Eleştiri her ne kadar dönemin İngiltere’si üzerinden yapılıyor ve bir oranda da acı gerçekleri içeriyorsa da Thomas More’un eleştirileri, karşı düşünceleri bir hayal, nihayetinde de adı üzerine ‘ütopya’dır!
Thomas More, kara düzende yaratılan hırsızlara atfen şöyle diyor: “Onları suş işlemeye yönelten kötü eğitimleridir. Yaptığınız, ilk önce hırsızlar yaratıp sonra da hırsız oldukları için onları cezalandırmaktan başka bir şey değildir.”(sh. 28) T.More, bir hayalden kalkıp, varolan bir gerçeği dile getirirken aslına bize de ayna tutuyor aynı zamanda! T.More, önemli tesbitlerde bulunmaya devam ediyor. Hırsızlarla ilgili olarak, onların, “para çaldıkları için değil, adaleti hiçe saydıkları ve yasaları hiçe saydıkları için ölümle cezalandırıldığı söylenebilir.” diyor ve ekliyor, “O zaman da aşırı adaletin aşırı zarar vermek olduğu bir anlam çıkar.” diye de vurguluyor. Bizce bu önemli bir tesbittir.
Utopia ‘da Thomas More, kitap boyunca dostu olan Raphael Hythload’ı konuşturuyor. Esra Saraç, bu konuşturmaya binaen yazarın yani T.More’un ‘kendisini sadece bu konuşmayı aktaran dinleyici olarak’ anlattığını belirtiyor ve diyor ki, “bu dinleyici ‘Londra vatandaşı ve valisi, en seçkin ve en etkili yazar, en bilge insan’dır! Bir yazar, ancak bu kadar hayale dalıp, birçok görevi deruhte edebilir! Hem vatandaş, hem vali, en seçkin ve en etkili yazar ve en bilge insan! İnsanın ‘helal olsun be abi!’ diyesi geliyor içinden! Ki, bizim kültürümüzde çıplak gözle bakıldığında, bir gıpta eseri olarak, böyle kişilikler hep önemsenir ama, düşüncelerinin zamansızlığı, temelsizliği ve asılsızlığı yüzünden de bir Osmanlıca deyim olan “Akıldan gayr-i müsalleh /aklı olmayan/akılsız” iltifatına da muhatap olur!
Ütopist değil, gerçekçi bilge krallar…
Thomas more’dan bir önemli tespit daha “Krallar kendi adlarına filozof olmadıkça, gerçek filozofların tavsiyelerine asla kulak asmayacaklardır.” (sh.38) Demek oluyor ki, bilge krallara ihtiyacımız var! Çağımızda bizce iki bilge kral, gelip geçti. Biri, devrim olmayacağı
bazı mahfillerce asla ve asla düşünülemeyen Şah’ın İranı’nda adeta ‘bir lokma, bir hırka’yla dünya şeytanlarına hayatı zindan eden İmam Humeyni(r.a); diğeri ise batı’nın doğusu’nda Bosna’da kimliği yok edilmiş bir halkı, yani Boşnakları, düştükleri yerden alıp silkindiren ve kendilerine döndüren ‘bilge kral’ lakaplı Ali izzet Begoviç (r.a.)...
‘Bizim adamlar’ı vasfediyor galiba!
“Başkalarını çılgınlıktan kurtarmaya çalışırken, onların arasında benim de çılgın gibi hareket etmem gerekecek.(sh.48)diyor Thomas More. İronik bir cümle ama; bizim tavizkar, ölçüsü kaçmış ve de ‘sistem içi araçlar’ gide gide sistemin bekası uğruna kullanmayı deneyen ‘gömlek değiştiricilerimizi ve onlardan aşağı kalmayan geniş/leyen bir kitleyi tanımlıyor diye de düşünebiliriz.
En başta Thomas More’un kitabını ve Esra Saraç’ın onunla ilgili‘ Bir Refah Teoremi: “UTOPİA” adlı makalesini okuduğunuzda hasbel kader kaleme aldığımız yazının da belki bir anlamı olabilir diye düşünüyoruz. Biz, baştan beri okuduğumuzu belirttiğimiz mezkur
kitabı ve yazarımızın makalesini baz alarak ve kısmen de o kaynaklardan yola çıkarak, ütopya’yla ilgili görüşlerimizi serdetme yolunu seçtik!
Bu kısa dünya hayatında mutlaka herkesin şöyle veya böyle bir ütopyası olmuştur. Gerçi her ne kadar, kategorik olarak ütopya; korku ve özendiricilik olarak ikiye ayrılsa da belli bir ölçüde ‘ümit ve korku arasında’ yaşayan insan için, içerisinde bulunduğu sıkıntılı durumlardan en azından belli bir oranda kurtulmak ve ferahlamak adına ‘gerekli bir şey’dir. Hayat, temelsiz bir ciddiyet ve sırıtkanlık şeklinde belirginlik kazanarak yaşanmayacağı gibi, temelsiz bir ütopya da kişiye hiçbir şey kazandırmaz! Evet, ütopyamız, ütopyalarımız olsun ama, bizi hayattan da çekip koparmasın! Düşüncemizi, dünya görüşümüzü, hayatımızı sağlam bir temel üzerine bina edelim; ciddiyeti elden bırakmadan, hayale de belli ölçüler dahilinde yer vererek.
Belki de hayal olmadan gerçeklikler bulundukları zihinlerde neşvünema bulamayabilirler. Her fikrin, her düşüncenin kendine has iklimleri söz konusudur. Fikirler, düşünceler kendi iklimlerinde boy atarlar, büyürler, dal budak salarlar; hayata ve dünyaya…