Coşkun UZUN
"KUTLU DOĞUM" KUTLAMALARI ÜZERİNE
Düşünün bakalım dostlar, Resmî makamlar ve Diyanet’çe organize edilen “Kutlu Doğum” etkinliklerİNde, niçin Hicrî yıl dururken, miladî takvim uygulaması esas alınıyor dersiniz?
Ramazan’ı, Oruçlarımızı, Kurban’larımızı ve Hacc’ımızı, Kandilleri, hep Hicrî takvim esasına göre belirlerken, neden, hangi akla hizmet miladi takvimde, 20 Nisan’da “Kutlu Doğum” yapılır? Hicrî takvimin ve Rebiül Evvel’in nesi var sizce, acaba göğe mi çekildi veya suyu çıkmış olabilir mi? Önceleri 20/27 Nisan tarih aralığında yapılan bu etkinlikler niçin 14/20 Nisan tarih aralığına alındı dersiniz?
Kutlu Doğum etkinliklerinin 23 Nisan’a denk geldiği, Resmî-Milli Türk Dini’nin kutlama ve programları ile çakıştığı, birileri gölgede kaldığı, ilgi ve gündem birbirine karışıp bölündüğü için söz konusu programların bir hafta önceye alınması ve 23 Nisan’dan önce de tamamlanıp bitirilmesi gerçekten üzerinde düşünülmeye değer!
Resmî-Millî Türk Dininin Bayramlarına, adı Kutlu Doğum da olsa, İslâmî-dinî gün ve bayramlarla şirk koşulmasını ve gölgelenmesini istemedikleri için bu ayarlamayı yaptıkları kesin.
Oldu olacak diyorum, bunlar hazır elleri değmişken; hani şu ajandalarda ve kimi takvimlerde yer alan “Türkiye Resmî Tatil Günleri” ve “Türkiye’de Dinî Günler” tablolarını birleştirseler de tek takvime düşürseler, halkın kafası artık karışmasa nasıl olur dersiniz, fena mı olur? Ya da ne bileyim; her yılın dini günlerini de tamamen miladi takvime bağlasalar ne olur?
Meselâ Ramazan her yıl ocak ayında başlasa,
Mayıs veya Haziran aylarında Kurban Bayramı olsa,
Kadir gecesini, Miraç, Mevlit, Regaib ve Berat Kandillerini yılın bir vaktinde, daha görkemli ve toplu olarak kutlasak,
İsteyen istediği zaman, serbest kıyafetle Hacca gidebilse, özel bir tarih veya mevsim şartı olmasa,
Bu tarihler her yıl tekrar değişmeyeceği için artık herkesin aklına yerleşmez mi, daha kalıcı olmaz mı?Hem böylece “Her yıl Ramazan’ın 11 gün erken gelmesinden” ve “Bu yıl Hacc Kurban’a denk geldi” veya “Kurban bu yıl Hacc’ca denk geldi” türünde su katılmamış saçmalıklardan, Hicrî ayları takip etme zahmetinden de kurtulmuş oluruz ne güzel!
Eğer bütün bunlara olmaz veya saçma diyorsanız ya bu işleri koskoca Diyanet’ten bile daha iyi bildiğinizi sanıyorsunuz, yada kolaylaştırmayıp zorlaştırmaktan yana olan, aşırı uç, radikal, marjinal veya kökten dinci birisi olmalısınız!
Adamlar Peygamberimizin (sav) doğum günü için, bütün dünyadaki Hicrî takvimin ölçü alınmasını bir kenara bırakmışlar, bunu Miladî takvime bağlamışlar, öylece bütün yurtta ve dış temsilciliklerde coşkuyla kutlanıyor ve kimseye bir zararı olmuyor da, iş bayramları ve kandilleri de Milâdi takvimde sabitlemeye gelince mi yanlış oluyor? Dinî Bayramlar ve kutlamaların törenleri Miladî yılda yapılırsa sanki kıyamet mi kopar? Hangi mezhebin içtihat ve fıkhına uymaz, kime göre yanlış olur sanıyorsunuz?
Kim bilir belki de ileride devletlülerimiz;
Cuma Namazları ile Pazar tatilini birleştirir, Hicrî yılbaşı ile 31 Aralık Miladî yılbaşı gecesini, 1 Mayıs ile Ramazan’ın başlangıcını birleştirir, 10 Kasım ile Regaib ve Mevlid Kandillerini, 19 Mayıs ile Miraç Kandili’ni birleştirir, 30 Ağustos Zafer Bayramı ile Kadir Gecesi’ni, 23 Nisan ile Ramazan (Şeker!) Bayramı’nı birleştirir, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ile Berat Kandili’ni ve Kurban Bayramı’nı birleştirirler de öylece anar, yâd eder, kutlar, kutsar, bayram ederiz! Belli mi olur! Ulusal, millî, dini fark etmiyor. Herkes her önüne konana bayram diye sarılıyor nasıl olsa.İsterseniz en yakın ulusal, millî bayram denilen günde sokağa çıkıp meydanlardaki insanlara bakın. Tesettürlü, başörtülü, geleneksel kıyafetli, sakallı, muhafazakâr, dindar görünümlü nice erkek ve kadın müslümanın yaşlısı ve genciyle (kimileri de) ellerinde bayraklarla, Milli Eğitim marifetiyle çıplaklaştırılan kendi öz evlatlarının geçit törenlerini mest olarak gururla, coşkulu, mutlu ve etrafa gülücükler dağıtarak arzı endam ettiklerini göreceksiniz.
Yalancıdan Siyasetçi, Tefeci’den Bankacı, Faizciden Sermayedar, Komprador’dan İşveren, Bölücü’den Eğitimci, Kaçakçı’dan Rektör, Katil’den Doktor, Çıplak’tan Artist-Aktör, Darbeci’den Paşa, Hırsız’dan Bekçi, Çeteci’den Polis, Kapı Kulu’ndan Allah’ın kulu, Dalkavuk’tan Din Adamı olursa, Başlar Ayak, Ayaklar Baş olduktan sonra…..
Olmaz demeyin, burası Türkiye. Bizler uyursak, gözlerimizi açmazsak, her an her şey olabilir!
...
Bütün zamanlar için; sahte İlâhlara, Tağutlara, Küfür, Şirk ve Zulüm düzenlerine, Resmî ideolojilere, Diktatörlüklere, Statükoya LÂ demenin yolu, öncelikle yanlış Peygamber ve Din anlayışlarının tasfiye edilmesinden geçiyordu. Bu sebeple öncelikle içi boşaltılmış ve sahteleştirilmiş dinlerden, din adamlarından ve sahte Peygamber taslaklarından kurtulmamız gerekmekteydi.
Allah’ın hatırını hiçbir hatıra feda etmemeli, dinimizi, davamızı canımızdan aziz bilmeli, Allah’ın dini ve davamızın garip olduğu yer ve zamanlarda kişisel menfaat gözetmemeli, çıkarlarımızın ve zevklerimizin peşinde olmamalı, eş, evlât ve işimizin bizlere kulluk ve ilâhi sorumluluklarımızı unutturmaması için çalışmalıydık.
Hz. Peygamberi Kur’an’ın bizlere tanıttığı gibi dosdoğru anlamak, hayatımızı O’nunla anlamlandırmak için, ertelenemeyen sorumluluklarımız için hep beraber yola çıkmak zorundayız. Dolayısıyla, Kutlu Doğum’un değil, Kur’an’ın bize sunduğu, Peygamberi hakkınca tanımak, Vahye O’nunla birlikte şahitlik etmek ve O’nu kendi yaşadığımız çağa taşımak gerekiyor.
Biz biliyoruz ki, resmi makamlar ve onlara bağımlı yetkili ağızlar, artık hemen herkesin aşina olduğu Kutlu Doğum denilen “nevzuhur” ve türedi içerikli uygulamayı kendi konjonktür anlayışları ve idareyi maslahat açısından, bizim için icat ettiler.
Amaçları Hazreti Peygamber’in şu topraklarda yaşayan mülümanlar için daha yakından, anlaşılabilir bir Rehber olarak gündeme gelmesi ve halkın Peygamberiyle buluşturulması değildi tabii ki. Arkasından yürünerek, misyonuna ve mücadelesine sahip çıkılacak bir Peygamber değildi onların bizlere sunmak istedikleri. Elde etmek istedikleri şey; Kur’an’da bizlere gösterilen Tevhid, iman ve izzetin mücadelesini veren Peygamber profilini, resmî söylem ve organizasyonlarla gölgeleyip O’nu insanlardan saklamak, O’nu kimselere göstermemekti.
Malum çevrelere göre değişen bir şey yoktu nasıl olsa; Onlara göre İslâm’ın, Kur’an’ın ve Peygamber’in savaşla, cihadla, mücadeleyle, hesap sormayla, dik duruşla, bağımsızlıkla ne alakası olabilirdi ki! Nasıl olsa düzen Kemalist, sistem laikti, aynı Mekke müşriklerinin dediği gibiydi, din ayrı dünya ayrıydı, karıştırmamak lazımdı her işe! Put ve Şirk düzenleriyle, Tuğyanla, Küfürle bu dinin ne alıp veremediği olsundu ki! Hatta din sadece vicdan işiydi ve cüzdanla falan da alâkası yoktu! Çarşı-pazara, ticarete, siyasete, aileye, okula, mirasa, hukuka, kamusal alana, kışlaya karışmaması gerekirdi! Camilerin içine hapsedilmeli, olur olmaz her şeye karıştırılmamalıydı! Yaratan başka, yöneten başka olmalıydı yani!
Hattâ Hıristiyan zahidleri gibi olmalı, yüzünüzün bir tarafını tokatladıklarında, müsamaha ve hoşgörüyle, size tekrar vurmaları için öbür yanağınızı da çevirmeliydiniz onlara! Dövene elsiz, sövene dilsiz gerekti çünkü. Ne olursanız olun gelmeliydiniz, yaratılanı sevmeli, yaratandan ötürü hoş görmeliydiniz! Bir lokma bir hırka anlayışı, ağzından lokmanızı bile alsalar ses çıkarmama gibi saçmalıklar, uzun yıllardır ilâhi vahiy gerçeğine rağmen, inanç diye pompalanıyordu toplumun damarlarına!
Bütün bunları üst üste koyup, göz önünde bulundurarak baktığımızda, ortada dolaşan ve her yerde çokça karşılaştığımız Peygamber modeli, asla bizlere Kur’an’da tanıtılan Hz. Muhammed olamaz. Olsa olsa en iyi ihtimalle O’nun kötü bir taklidi, dublörü veya sahtesi olmalı!
Her sakallıya dede, her ölüye şehit demeye alıştırılan insanımızın aklına artık Peygamber denilince Gül geliyor, Gül deyince de Hz. Peygamber geliyor! Halbuki Hz. Peygamberi ne Gül’le ne de başka herhangi bir şeyle özdeşleştirmek doğru olmadığı gibi, konuyu buralara indirgemek de kimsenin haddine değildir. Gül motifleri dahil hiçbir şey Hz. Peygamberi temsil edemez. Hıristiyanlık ve Hz İsa denilince akla nasıl HAÇ işareti geldiğini, bu gidişin de oraya doğru olduğunu, bu vahim sapma ve saptırmayı müslümanca basiret ve firasetle görelim artık.
Hiç şüphesiz ki, Allah(cc)’ın Rasülü Hazreti Peygamber Muhammed Mustafa(sav) Efendimiz; Şenlik, Karnaval, Eğlence ve Fashing benzeri, resmî ve derin sponsorlu etkinliklerle; Mevlit Merasimleriyle, Hatimler İndirilerek, Sanatçı Açılımlarıyla, Kutlu Doğum Yemekleri, Pilavı, Helvası, Gülü, Şerbeti, Karanfili, Lokması, Lokumu, Ayranı Dağıtarak, Tasavvuf Musikisi ve Mehter Konserleriyle, Mevlevî–Sema Gösterileriyle, Fonksiyonellikten Uzak Şiir ve Bilgi Yarışmalarıyla, Hissiz, Ruhsuz, Soğuk, Resmî Ağızlardan Konferans ve Panellerle, Devlet Dairesi-Cami Açılış Törenleriyle, Çeşitli Sergi ve Stantlarla, Kermeslerle, Kutlu Doğum (Narkozu) Vaazlarıyla, Kan Bağışı Kampanyalarıyla, CD’ler, Balonlar dağıtarak, Güllerle temsil, tarif ve tahrif edilerek asla anlatılmaz ve anlaşılmaz.
O’nu anlamak için öncelikle Kur’an ve Sünnet’e dosdoğru yaklaşmalı, eğip bükmeden, ikbal, istikbal, iktidar hırsı ve makam tutkusuyla yalpalamadan anlamalı, şahitliklerimizle çoğaltarak yaşamalıyız. Çünkü O’nun verdiği gibi Tevhidî bir mücadele vermekle, Zulüm, Küfür, İsyan, Tuğyan ve Şirke karşı Kur’anî bir direniş göstermekle, uzlaşmamak, anlaşmamak, izzetli ve onurluca tavizsiz bir kimlik ve iman savunması vermekle mükellefiz. Mış gibi yaparak, içine girmeyip dışından bakarak, özü ıskalayıp kabukta oyalanarak hiçbir şey elde edilemez. İzzet ve şeref, İslâm ve müslümanlardan yana tavır almaktadır. Allah ve Rasülünün yanındadır. Müslümanlık bizim üzerimizde bir an önce dilden hale, söylemden eyleme, ameli salihe dönüşmek zorundadır. Bizler, Allah’a hamd olsun ki, zulüm iktidarlarının karşısında asla eğilmeyen Peygamberlerin ve hidayet imamlarının mirasçısı ve takipçileriyiz!
Kur’an-ı Kerim’in nüzülünün 1400. yılını kutladıklarını, bu vesileyle O’nun anısına 2010 yılını “Kur’an yılı” ilan ettiklerini ifade eden resmi ağızlar, Kur’an’ın; Zalimler, Müşrikler, Bel’am’lar, Tağutlar, İslâm’ın tarihsel veya çağdaş düşmanları hakkındaki hükümlerini görmezden geliyor, saklıyor ve bunları hiç ağızlarına bile almıyorlar.
Hazreti Peygamber eğer şu zamanda bizlerden birisi olarak aramızda yaşasaydı kime nasıl davranırdı, hedefi, gündemi, yaşayışı, ibadetleri, öncelikleri, tercihleri, mücadelesi, duruşu, tebliği, daveti ve cihadı nasıl ve kimlere karşı olurdu bundan hiç mi hiç bahsedilmiyor! Kıytırık hikâyeler, israiliyat ve abartılarla sahte bir Peygamber modeli ortaya konuyor.
İslâm bu kesimler tarafından adetâ sadece bir ahlâk manzumesi, ritüellerden ve şekilden ibaret, hayata dair söyleyecek bir sözü, müdahalesi, tasarrufu, çözüm önerileri, kırmızı çizgileri olmayan ucube bir din olarak sunulmaktadır. İnsanların zihnî, kalbî, ruhî, imanî özgürlüklerini sağlamak ve korumak için gönderilmemiş, hayata ilişkin bir metodolojisi ve hukuku bulunmayan, içi boşaltılmış, omurgasızlaştırılmış bir din(!) bizlere dayatılmaktadır. İlâhî misyon ve kimliğinden, vahyî çizgisinden saptırılmış, sadece düşünce ve inançtan oluşan, bütün ağırlığı ve gerçekliğiyle hayatın içinde yer almayan, salih amel ve tavra dönüşmeyen, egemenlerle, oligarşik despotlarla bir hesabı ve alıp veremediği olmayan, dolayısıyla hükmetmeye, otoriteye, devlete, yönetmeye yönelik bir talebi falan bulunmayan, edilgen, sinirleri alınmış, değiştirilmiş, dönüştürülmüş ılımlı İslâm denilen ucube şey, bizlere din diye yutturulmaya çalışılmaktadır.
Bu durumda egemenlik ve otoritenin, hükmün kayıtsız şartsız Allah’a aitliğini savunup söylemek ise malum kesimler ve işbirlikçileri tarafından radikal, marjinal, kökten dinci, terörist olarak yaftalanmasına rağmen asla zalimlerle uzlaşmayan, karşılarında el pençe vaziyette eğilip bükülmeyen, demokratikleştirilemeyen, tavizsiz yiğitlere, onurlu muvahhidlere düşüyor. Nebevî siyaseti ve hikmeti Kur’an’ın ve Sünnet’in rehberliğiyle kavrayıp, şahitliklerle yaşatmaya çalışan, izzetli ve onurlu kalmayı her türlü bedele rağmen severek tercih eden, devlet tanrısına ve resmî ideoloji ilahına inanmayıp reddeden Müslümanları tebrik ve takdir ediyoruz. Allah(cc) kendilerinden razı olsun ve sayılarını çoğaltsın.
...
İşte görüldüğü gibi “Kutlu Doğum’lardan Resmî-Millî Türk Dini’nin Bayramlarına” doğru evrildiğimiz gerçeği, bütün kahredici ve can yakıcı ağırlığıyla apaçık, gün gibi ortada duruyor.
Oysa, arkasından ağlayıp sızlanarak, gözyaşı dökerek, ağıtlar yakarak, nâtlar ve şiirler okuyarak değil, İslâmî kimliğimizi O’nun gibi kuşanıp, hayatın tam ortasında müslümanca, delikanlıca durarak her yerde yaşatabilirdik O’nu.
Senede bir gün veya bir hafta boyunca değil, her gün, her an mutlaka aramızda yaşatmalıydık O’nu. Unutmamalı, geçmişe ve hatıralarımıza terk etmemeliydik. O bizim hatıralarımıza gömülecek ve ihtiyaç olduğunda ise hatırlanarak, sonradan ruhuna fatiha okunacak birisi değildi. Hz. Muhammed(sav) içinde yaşadığı toplumu için sıradan bir Mekke vatandaşı değil, O bir Peygamber, siyasî lider, İslâmî toplumu inşa edecek olan bir mücahid ve dava adamıydı. İbadeti Siyaset, Siyaseti İbadet olandı, başöğretmen ve önderdi.
O’nun sahteleriyle, dublörüyle, taklitleriyle değiştirilmesine, misyon, kimlik ve fonksiyonlarının içi boşaltılarak hurafe ve bid’atlarla doldurulmasına asla razı olmayacak ve karşılaşacağımız bütün sapmaların karşısında Kur’anî, Tevhidî, Peygamberî kimlik ve bilincimizle dimdik duracağız inşaAllah.
Son olarak şu konuların altı kesinlikle çizilmelidir;
1) Öncelikle Hz Peygamber(sav) in hakkı, misyon ve imamlığının gereği; anılmak, hatırlanmak, arkasından ağlayıp sızlayarak yâd edilmek değildir. Anlaşılıp çağımıza taşınmak, topluma şahit ve bizlere önder-rehber olmasıdır.
2) Hz. Peygamber(sav) konulu, resmi makamlar ve onlarla uyumlu, güdümlü çevreler tarafından organize edilen programların, gerçekçilik ve anlam arayışıyla değil manipülatif, konjonktürel hinlikler ve beklentiler için organize edildiği ve dolayısıyla, onların dümen suyuna ve akıntısına asla kapılmamak gerektiği bilinmelidir.
3) Söz konusu programlar; şirk riskinden, bid’at ve hurafelerden, mistik, folklorik, göz boyayıcı görsellik ve içerikten kesinlikle kurtarılmak ve arındırılmak zorundadır. Şu halleriyle kesinlikle bid’attirler, terk edilmelidirler.
4) Hz. Peygamber(sav) sadece ve sadece Hicri takvim esasına göre düzenlenecek olan sahici etkinlikler ile doğru anlaşılmalı ve yaşatılmalıdır. Vahyin sosyal şahitliği üretilmeli, çoğaltılmalı, bereketlenmelidir.
5) Hz. Peygamberi, Kur’an’ı, Sünnet’i toplumun gündemine taşıyacak ve tanıştıracağız. Bu biz müslümanlar için hem sorumluluk hem de ödevdir. Fakat bu kendi ölçü, ilke ve prensiplerimizle, kendi üslûbumuzla yapılmalıdır.
6) Bid’at mıdır değil midir tartışmalarına girmek ise boş yere çene patlatmaktır. Çünkü birer eyyamullah kimliği ve misyonundaki bu tarz toplantı ve birliktelik atmosferleri, Tevhidî hakikatlerin paylaşılması ve çoğaltılması için birer imkan ve fırsattır. Gündemi müslümanca belirleme, toplumu etkileme, dönüştürme, yönlendirme ve inşa adına iman edenler için bir kazançtır. İçeriği hak ettiği şekilde doldurulduktan sonra bir mesele yoktur.
7) Resmî makamların kotardıkları değil, kendi oluşturduğumuz, mücadele, direniş ve İslâmî hareket referanslı oluşum ve organizasyonların etki alanlarının, içerik ve niteliklerinin daha da netleştirilmesi gerekir.