Mükerrem BULUT
SAHTE AĞAÇ HAKİKİ MEYVE VERMEZ
"Benim olmadığım yerde kimse yoktur" diyordu bir düşünür. Ve Kur'an da "Önce kendi nefsini temizle" emriyle diriltti uyumaya yüz tutmuş yüreğimi. Önce BEN olmalıydı aslında. Önce BEN!.. Bireysel değişimini vahyin gölgesinde şekillendirememiş bireyler sürekli bir bilgiçlik edasıyla ortalıkta dolandı önce. Herşeyi biz biliyorduk. Her şeyi biz şekillendirip içi boş olan her olguyu biz dolduruyorduk. Kur'an bir bütünlük içerisinde tafsilatlı olarak açıklama getirmişken; kavramlara dadandık bir süre. Kendi kıt akıllarımızla yeni bir keşif yapmışcasına değişiklik yapmak adına değiştirdikçe değiştirdik. Marksizmi, Budizmi, laisizmi ve aklımıza gelebilecek her kavramı yeniden inşa ettik sanki. Aslında asırlar önce bunları üretenler kendileri açıklamışlardı bu kavramları. Marksizmi Marks, Liberalizmi John Locke ve Adam Smith, Laisizimi laikler ve diğer düzen ve kavramlar da yine ortaya atıldıkları ilk dönemde biçimlenmişti.
Bununla da yetinmeyip pençelerimizi bu defa Kuranikavramlara geçirdik hoyratça. İbadet, Din, Ahlak, Rab, İlah, İslam, İman, Ruh, Akıl v.b. kavramları evirip çevirdik alabildiğine. Sistemin hoşuna gidecek hale getirdik, bazen de kısır ifadelerle daralttıkça daralttık. Kendisinde olmayan yorumları da ekledik kimi zaman. Dünyayı yeniden keşfetmiş biri gibi övündük yaptıklarımızla.
Ortaya koyduklarımız aslında kimsenin düşünemediği, akledemediği ifadelerdi. Biz yapmıştık, biz düşünmüştük, biz ifadelendirmiştik sadece. Ortaya birşeyler getirme hırsı öyle bir sarmıştı ki benliğimizi, kendimizi unutmuştuk aslında. Yeni bir şeyler keşfeden kaşifler olarak öyle daldık ki keşfetmeye, kendimizi unuttuk bir anda. Asli görevimiz oluvermişti sanki toplumu düzeltmek! Bizim üzerimize vazifeymiş gibi yeni keşifler yapmak. Farkında olmadan kendimizi kaptırmıştık bu işe. Karşımızdakinin çamura batması daha fazla ilgilendiriyordu bizi. Oysa kendimiz boğazımıza kadar batmıştık çamura. Elimize geçirdiğimiz pamuklarla temizleye çalıştık karşımızdakileri.
KENDİSİNE HAYRI OLMAYANIN BAŞKASINA HİÇ HAYRI OLMAZ İFADESİNİ UNUTMUŞTUK..
Hz. Ebubekir'i kılıcıyla düzeltmek için kalkan eli yücelttik. Oysa almamız gereken bir ders daha vardı. Bir Halifenin kendisine yöneltilen bu kılıcı dikkate alarak kendisinin düzeltilmesine izin vermesi gibi... Kızgın çöllere yatırılıp karnına büyük taşlar konularak işkence edilen Bilal-i Habeşi'nin çektiği acıdan söz ederken, onu tüm parasını vererek satın alıp işkenceden ve kölelikten kurtaranı fazla dillendirmediğimiz gibi... Hz. Hüseyin'in kerbelada şehit edilmesi o kadar acıttı ki yüreklerimizi, kardeşinin kesik başının yanında koskoca bir orduya kafa tutan Zeyneb'i unuttuğumuz gibi...
Kutlu doğum adı altında toplanıp birbirimize güller dağıtıp, senfoni orkestraları düzenlerken, o Rasulün mücadelesini, çektiği sıkıntıları, tüm uzlaşı tekliflerini reddetmesini, küfre karşı nasıl baş kaldırdığını, canı, malı, evladı, eşi, dostu, ailesini inandığı uğruna terk etmesini ve hakkı hakim kılmak için zalimlere karşı verdiği mücadelesini unutuverdiğimiz veya bize unutturmaya çalışmaları gibi... Bu ve benzeri örneklerde olduğu gibi bir olayı sadece bir yönüyle ele alıp diğer boyutları ihmal etmemiz gibi...
Ufkumuzu daralttık, daraltılmasına izin verdik. Geliştiğimizi ifade ettik göğsümüzü kabartarak, ama bunun aslında bir gelişim değil de değişim olduğunu hiç düşünemedik. Hem de köklü bir değişim. Bilgilerimizin üstüne bilgiyi ekledik de eylemlerimizin üzerine eylem ekleyemedik. Öğrendik, habire öğrendik. Bilgilendik bilgisizce. Her öğrendiğimiz bizi bu dünyada yüceltti. O bilgimiz bizi farkında olmadan başka yerlere savurup durdu. Yalpaladık, sendeledik ama bunu da hep başkalarının sırtına yükleyerek rahatlamayı tercih ettik.
'BEN'den önce 'BİZ'i düzeltmek için didinip durduk hep. Konuşmalarımız, vaazlarımız, sohbetlerimiz, yazılarımız, söylemlerimiz hep toplumu ve karşımızdakileri düzeltmek adına oldu. Ama unuttuğumuz önemli bir gerçek vardı ki o da BEN'di. Ben yapmadan biz yapmaya çalışmıştık herşeyi. Ben olmadan biz olmak, ben düzelmeden bizi düzeltmek ne kadar sağlıklıydı ki? Ne kadar başarılı olabilirdik ki bunda? Ne yarar sağladı şimdiye kadar? Neyi değiştirebildik? Neyi düzeltebildik bu düşünceyle?
Bir gün bir baktık ki her birimiz sahte ağaçlar oluvermişiz. Sahte olduğumuza bakmadan gerçek, sahici meyveler vermeye kalkmışız ki, bu da asla mümkün olmamış. Biz ne kadar gerçeğine en uygununu yaptığımızı zannetsek de gerçeğinin yerini asla tutmamış, tutamazdı da.
Taklitler asıllarını yüceltir sözü bu dünyada geçerlidir belki ama, Rabbani bir metodda taklitler asıllarını değil yüceltmek daha fazla göze batan yamalar olarak varlıklarını sürdürdüler. Zarar verirler asıllarına. Sahte ağaçlar olarak karşımızda hep gerçek ağaçlar görmek için çabaladık belki ama ilk önce kendimizden sorumluyduk. Kendimiz gerçek ağaç olup gerçek meyve vermekle yükümlüydük. İlk önce kendimiz söz değil, iş üretmek zorundaydık. Kendimiz elimizi taşın altına koyup çile çekmeli, bu işin derdini önce kendimiz yüklenmeliydik. Başkalarının yapmadıklarıyla ilgilenmekten, kendi yaptıklarımız ve yapmamız gerekirken yapamadıklarımızı görüp, bunu düzeltmekle yükümlü olduğumuzu kavrayamadık.
Diyar diyar dolaşıp, İslam'ı tebliğ ediyoruz diye havalara girmeden önce evimize, eşimize, çocuğumuza, anamıza, babamıza, kapı komşumuza, iş arkadaşlarımıza, en önemlisi de kendimize, kendi yaşantımıza baksaydık. Sahte meyvelerimizi insanlara ballandıra ballandıra anlatmak yerine gerçek ağaç olup gerçek meyve vermek için çabalasaydık. Binlerce sahte meyveyle övünmektense, az ama hakiki meyvelerle Rabbin huzuruna gidince de başımız dik olsaydı. Beni düzeltseydik yani, bizden önce. Aynaya bakıp kendimizle yüzleşseydik. Hesap sorsaydık aynadaki kendimize. Ecel kapımızı çalıp vakit geldi demeden yapsaydık bunu. Her şey için çok geç olup keşke demeden. 'Biz dünyada bir gün veya bir günden daha az kaldık' demeden. Azraille yüzleşmeden önce kendimizle yüzleşebilseydik.
Peki ahirete göçerken ne götüreceğiz heybemizle. Sahte meyvelereimizi mi? Yaldızlı cümlelerimizi, süslü sözlerimizi mi? Ne götüreceğiz ahirete göçerken? İçini kendimiz doldurduğumuz kavramlarımızı mı, yaptığımız keşiflerimi? Sanal cihadımızı mı, hayal inkılaplarımızı mı? Başkalarına yaptığımız tavsiyelerimi yoksa kendi eylemlerimizi mi? Ne götüreceğiz ahirete göçerken... Pişmanlıklarımızı, yenilgilerimizi, uzlaşmalarımızı, boyun eğmelerimizi mi?
Ne götüreceğiz ahirete göçerken? Başkalarını mı yoksa sadece kendimizi ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı mı?