Mükerrem BULUT
KUR’AN'IN MUHAFIZLARI OLABİLMEK!
Maune olayını bileniniz vardır mutlaka.Bilmeyenler için kısa bir hatırlatma yapalım. Amiroğulları yurdu ile Süleymanoğulları yurdu arasında bulunan Maune kuyusunun yakınında Ashabdan 70 eğitici ve tebliğcinin şehit edilmesi olayı.
Hicretin 4.yılında Uhud savaşından 4 ay sonra Necid Reisi Ebu Bera Medine’ye gelerek Peygamber (s) kendi kavmine Dini tebliğ ve irşad edecek davetçiler istedi.Peygamber (s) durumdan şüphelendi. Necid halkına pek güvenmiyordu. Ashabına bir hâinlikte bulunabilirler endişesini taşıyordu, "Göndereceğim kişiler hakkında Necid halkından korkarım" diyerek de bu endişesini dile getirdi.
Ancak Ebû Berâ' teminat verdi. "Onları ben himâyeme aldıktan sonra, Necid halkının onlara dokunması hadlerine mi düşmüş?" dedi.
Ebû Berâ'nın güvenilir, sözüne itimad edilir biri olması, Peygamber(as) endişesini giderdi. Sonunda 70 kişiden ibâret davetçi heyetini göndermeye karar verdi. Altısı Muhacir, diğerleri Ensardandı. Hepsi de Suffa ehli idi. Başlarına Münzir bin Amr tayin edildi.
Peygamber (s), Ayrıca Necid halkına ve Benî Âmir reislerine verilmek üzere heyetle birlikte bir de mektup gönderdi.
İrşad ve tebliğ heyeti Bi'r-i Maûna denilen mevkie vardı. Burası Medine'nin doğu tarafına düşen Süleym ile Âmiroğulları yurtları arasında kalan Benî Süleym'e âit bir su kuyusu idi. Burada Peygamber (s) mektubunu Amir bin Tufeyl'e götürmek vazifesini, Haram bin Milhan üzerine aldı. Bu Sahabî mektubu getirip ona teslim etti. Ne var ki, mektubun muhatabı Âmir, okuma gereği bile duymadı. İnsani niyet ve duygudan tümüyle yoksun reis vekili Amir bin Tufeyl, hiddetlenerek mektubu getiren Haram bin Milhan'ı hemen orada çektiği kılıcıyla hunharca şehit etmekten çekinmedi.
Bu yaptığının doğru olmadığını, reislerinin verdiği sözünü tutmaları gerektiğini söyleyen yanındaki kabile mensuplarına da:
- Siz gelmezseniz gelmeyin, Lat ve Uzza'nın sadık kulları olan diğer kabile mensuplarıyla gider, onlara hadlerini bildiririm, diyerek öteki aşiretlere doğru adam toplamak üzere atını öfkeyle sürdü.
Beri tarafta sıcak kumların üzerinde huşu içerisinde namazlarını kılan sahabiler, uzaktan bir toz bulutunun kendilerine doğru geldiğini fark ettiler. Birkaç saniye içinde yaklaşan bu toz dumanın içinden silahlı müşriklerin bağrıştıklarını duydular:
- Teslim olun!..
-Biz savaşmak için gelmedik ki teslim olalım, size Kur'anı okumak ve anlatmak için geldik, bir ısrar ve isteğimiz de yoktur, karşılığını verdilerse de, makul sözleri dinleyecek vicdana da şuura da sahip değillerdi bu gözü dönmüşler.Cinayet niyetiyle yola çıkmış bu müşriklere karşı bir avuç eğitim ve davete adanmış ruhlar, mukavemet edecek durumda da değillerdi. Kısa zamanda şehadet şerbetini içerek secde ettikleri sıcak kumların üzerine kılıç darbeleriyle serildiler. Son nefesini verenlerden duyulan ortak cümle hep aynı oluyordu:
-Füztü ve Rabbil'-Kabeti!.. Kabe'nin Rabb'ine yemin olsun ki biz kazandık!..
…Evet Böyle vahşice ve kalleşçe katledildi güzide insanlar.Onlar davetçi olup gerçek manada Kur’anı zihinlerine alıp, okuduklarını boğazlarında aşağı geçirerek yaşayan ve aktaran Muvahhidlerdi. Her azalarına işlemişti Kur’an. Onlar Kur’anın hem hafızı hem de muhafızıydı.
Allah’ın kelamını ezbere okumak,ayet ayet,sure sure,cuz,cuz ne muhteşem bir şey.
Sahabe Kur’an’dan 10 ayet in manasını iyice anlamadan,anladıklarını hayatlarına uygulamadan diğer 10 ayete geçmemişlerdi.Bu metodu kullandıklarında Abdullah Bin Ömerin,Bakara Suresini tam 8 yılda ezberlediği zikredilmiştir..Günümüzde hafızlarımız zihinsel hafıza tekniklerini de destekleyerek 2 ay gibi kısa bir zamanda Kur’an ın tamamını ezberleyebiliyorlar.
Böylesi kısa bir dönemde Kur’anın hafızı olabiliniyor da acaba Kur’anın muhafızı olunabilir mi orası düşündürücü?
Günümüzde de Kur’anı ezberleyenler çok.Kur’ana hürmet! had safhada! Onu altın yaldızlı sayfalara bastık,güzel işlemeli kılıflarda muhafaza edip,öperek başımıza koyduk ve kütüphanemizdeki en yüksek yere hapsettik.Kur’anı okurken kendimizden geçtik.Halbuki onu duyduğumuzda kendimize gelmemiz,silkelenmeli ve ayağa dimdik kalkmalıydık.Klasik hafız mantığıyla Kur’anı zihinlere hapsettik.onu yaşamımızdan alabildiğine çıkarıp işlevliliğini yok ettik.
Sözlerimizi ve söylemlerimizi Kur’ana söyletmek değil asıl hedef,Kur’anı sözlerimizde,yaşantımızda,söylemlerimizde,düşünce dünyamızda harekete geçirmek olmalıydı.
Tertil üzere ağır ağır okumak ve ağır ağır hayata geçirmekle ezberlerimiz eş zamanlı gitmeliydi.Tıpkı Maune'de şehit edilen 70 Hafız gibi.Onların hunharca şehid edilmeleri gerçek manada yürüyen Kur’an oldukları içindi bunu unutmamalıyız.
Bilinmelidir ki İslâm'a hizmet etmek sadece hocaların, müftülerin, vaizlerin, hafızların vazifesi değil, bu her Müslümanın asli görevidir. Çünkü her Müslüman, İslami hakikatleri öncelikle kendi bünyesinde yaşamak, geniş kitlelere duyurmakla yükümlüdür. İnancımızı ferdi olarak yaşamak bizi sorumluluktan kurtarmaz. Tebliğ vazifesini hiçbir zaman yabana atmamalıyız.
Bu anlamda DİN GÖREVLİSİ ifadesinin yanlış olduğunu söyleyebiliriz. Zira her MÜSLÜMAN DİNİNİN GÖREVLİSİDİR.
Her kavramın içini boşaltan bizler maalesef Hafız lığında içini boşaltmışız. Boğazlarımızdan aşağıya geçmeyen bir ezber anlayışı olup çıkmış hafızlık. Anlamını bile bilmeden,ne ezberlediğinden habersiz, dudakların mırıldandığı fakat kalbin titretmediği bir ezber.
Hafızların ve dindarların bol olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Dindarların çok yoğun olduğu ülkemizde İslamlaşma olabiliyor mu peki?
İçi boşaltılmış kof bir dindarlaşma. Konuşurken mangalda kül bırakmayan, kutsalının olmadığı,duaları bencilleşmiş, gayesiz, davasız, inandığı gibi yaşamanın ağır gelmesiyle yaşadığı gibi inanır olmuş, amiyane tabirle tuzu kuru bir Müslüman modeli.
Ayakları üzerinde sabit durmaktan aciz,Vicdanları körelmiş,köleleşmiş,ödenecek bedeli olmayan,birilerinin şablonlarıyla dünyaya bakan,güdülen koyun sürüsü formunda bir Müslüman.
Aydınlarının karanlık, Alimlerinin sessiz, Müctehidlerinin ictihatsız, yüreklerinin tutsak, bedenlerinin uyuşuk olduğu Müslüman toplum!
Muhafazakarlık şemsiyesinin altına gizlenip alt başlık arayışındaki zavallı Müslüman.
Allah’ın Vahyinden uzaklaşan, günlük yaşantısına Rabbini müdahil etmeyip heva ve heveslerini konuşturan Müslüman.
İslam’ın temel ilkelerinden kaçabilmek için şablon olarak Muhafazakarlığı adına geçiş yapan Müslüman.
İslam’ı çözüm getiren akideler olmaktan çıkarıp, mesele üreten ve problemler yığınları haline dönüştürüp kaynak olarak ta Sahabi dönemindeki her şeyin günümüze taşınmayacağı görüşünde olan Müslüman.
Karşı çıkmayan,her yaşadığı ve karşılaştığı olaya İslamcı bir kılıf buluveren,ılımlı,cansız ruhsuz,ucunda dünyalık kazancının olmadığı hiçbir işin içinde olmayan dünyevileştikçe dünyevileşen bir model Müslüman.
Ahlaki olgunluktan yoksun,takvası,her şeyin üstünde tuttuğu değer yargısı yok olmuş,ideali olmayan,sırtına ağır gelen davası,yaşamaktan gocunduğu dini kırptıkça kırpan türde Müslüman.
Evet Şimdi sorgulamamız gerekirse Maune de şehit edilenler mi gerçek Müslüman yoksa sıraladığımız karakterde olan bizler mi?
Yoksa iki din mi var Allah’ın bizi sorumlu tuttuğu.Biri indirilen diğeri içi boşaltılan.
Bir karar verelim hangi dine mensubuz?
İndirilen dine mi yoksa içi çıkarılıp yok denecek kadar sıradanlaşan dine mi mensubuz?
Kur’anı yaşayıp hayatına nüfuz ettiren miyiz yoksa dilimizden öte geçiremeyen mi?
Tüm azalarıyla Kuranı konuşturan mıyız yoksa ayetleri sadece sloganlaştıranlardan mıyız?
Kısacası, Kur’anın Hafızı mıyız yoksa Muhafızı mı?
İlim İle Yoğrulup Amel İle Doğrulmak Duasıyla...