Ömer TÜMER

14 Ocak 2016

ALLAH’IN DİNİ/NİZÂMI NASIL HÂKİM OLACAK?

         Din, iradeli varlık olan insanı, insan yapmak, Allah’ın iradesinin insan eliyle yeryüzüne tecelli etmesi için gönderilmiştir. Gönderilen din muhatapları tarafından farklı, farklı algılanmış ve uygulana gelmiştir. Farklı algılama ve uygulama İslam ümmetine ne yazık ki sorun olarak hep yansımıştır. 
        Genelde bütün dinler, özelde İslam dini tarihi süreç içerisinde, peygamberler hayatta iken onların şahsında tüm asliyetiyle birlikte anlaşılmış, uygulanmış bir model oluşmuştur. Adına da Allah’ın dini denmiştir. Daha sonraki nesillerin şahsında din asliyetinden kopartılarak ya kralın ya da melikin dini diye adlandırılmış ve uygulanmıştır. Müslümanlar olarak hep hayıflanarak, Allah’ın dini İslam Asr-ı sadetten ve Raşid halifeler döneminden sonra asliyetini kaybederek kralların, meliklerin dini haline geldi diye söylene dururuz. Hayıflansak da hayıflanmasak da bu tesbitin doğruluğuna tarih şahittir. 
        Dinin/İslam’ın asliyetini kaybederek Peygamberden (a.s) hemen sonraki nesillere, onlardan da bize bugünkü haliyle intikal edişi her dönemde duyarlı Müslümanları rahatsız edegelmiştir. Dinin aslından kopartılarak bugünlere intikal seyri belki de mezheplerin, tarikatların günümüzde de cemaatlerin, partilerin doğmasına neden olmuş olabilir. Meydana gelen bu tür görüş, düşünce ve oluşumlar Dini aslına döndürmek adına olabileceği gibi Dini aslından kopartmak maksadıyla da olmuş olabilir.  
         Din, Peygamber (a.s.)'dan bugüne bize intikal edinceye kadar beraberinde bir kültürünü de getirmiştir. Şu anda mevcut bulunan yozlaşmış, yozlaştırılmış din anlayışlarından elbette rahatsızlık duyuyor ve serzenişte bulunuyoruz. Rahatsız olmak duyarlı Müslümanları tek başına bir yere taşımaz ve dinin aslına döndürülerek hayata egemen kılınmasına da elbette katkıda bulunmaz.    
        Her mezhep, tarikat, cemaat, parti, dernek ve vakıf kendince, kendi zaviyesinden din adına, dine hizmet adına bir şeyler yaptıklarını sanmaktadır. Esas olan, Allah’ın göndermiş olduğu saf dini, safiyetini koruyarak kitlelere anlatmak ve onun hayata hakim kılınması için gayret göstermektir. Tağutların tasallutundan kurtulmak gayretiyle yola çıkan ve yoluna devam eden tevhid ehli Müslümanların Allah’ın saf- halis dinini egemen kılmak adına sahih/doğru çalışmaları cılız da olsa kayda değer çalışmalardır. 
         Din/iman gönül ve rıza işidir, dinde/imanda zorlama yoktur.(2,Bakara Suresi. Ayet. 256) diye inanırız, inanmak zorundayızdır. Çünkü: Kerim Kitabımız'da Rabbimiz öyle buyurmaktadır. Aynı Kerim Kitab'da Rabbimiz: ”Size savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Onları yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne katilden (adam öldürmekten) beterdir. Fitne tamamen yok edilinceye ve din(kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın (2.Bakara Suresi, ayetler.190.191.193) diye buyurmaktadır. 
        Yukarıdaki ayetler ışığında Allah’ın dininin/şeriatının nasıl hakim olacağını irdeleyelim. İnanmak, din seçmek, dine girmek ve dinden çıkmak gibi hususlarda insanlara baskı, dayatma yapılamaz. İnandığını söyleyip Müslüman olduğunu beyan edenlere ameli bağlamda yetkili otorite/güç tarafından bazı müeyyideler uygulanır. İnanmak ve Müslüman olmak doğrudan yükümlülük altına girmek demektir. Asıl sorun dinde mükellef olan insanlara müeyyide uygulamaktan daha çok müeyyide uygulayacak otoritenin/gücün olmayışıdır. Yetkili meşru otorite olmadan dinin/şeriatın emirleri zaten uygulanamaz. Şu anda İslam ümmetinin asıl ve acil derdi dine iman edenlerin sayısını çoğaltmak değil, yürürlükten kaldırılmış etkin ve otorite olmayan dini yeniden yürürlüğe koymak ve dini otoriteyi/gücü ortaya çıkarmaktır.  
         Dinleri yürürlükten kaldırılmış, ümmet coğrafyası paramparça edilmiş, o coğrafyada açlık, susuzluk, sefalet, kan, gözyaşı kol geziyor. Mazlumların hakları asırlardır zalimler/batılılar tarafından ellerinden alınmış ve hala sömürülmekteler. İslam ümmetinin açlığı, fakirliği ve sürekli savaşlarla boğuşmaları hep kendilerine fatura edilmiştir. Halbuki bu faturanın sahipleri zalim batılı emperyalistlerdir. İslami yönetim bağlamında beğenmediğimiz o Osmanlı saltanatının çöküşünden sonra zalim batılılar ümmet coğrafyasını bu hazin hale getirmişlerdir. 
        İslam ümmeti bu çöküşün ve sömürgeciliğin farkına varmış, zaman zaman kurtuluş reçeteleri ortaya koymuştur. İşgal ve sömürüyü bırakmak istemeyen batılı müstekbirler ortaya konulan her türlü reçeteleri bertaraf ederek ümmet coğrafyasının açlık, fakirlik, kan, gözyaşı ve savaşlarla debelenmesinin devamını istemişlerdir. Emperyal emellerini tahakkuk ettirebilmek için İslam coğrafyasına barış, refah, özgürlük ve demokrasi getireceklerini bilerek ve utanmadan söylemektedirler. 
        İslam coğrafyasında yaşayan halkların her türlü hak ve kaynaklarının ellerinden gasp edilerek alınmasının adı açılmış bir savaş olarak, hak ve kaynaklarının sömürülmesine son vermek için çeşitli örgütlerin yaptıkları kıyamların/savaşların adı da “ size savaş açanlara karşı siz de Allah için savaşın, sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkartın. Din yalınızca Allah’a has kılınıncaya kadar onlarla savaşa devam edin. “ olarak neden görülmek istenmemektedir. Batılı tağuti güçler tarafından savaş bugün değil, yüzyıllar önce açılmış hala savaş şartları aynen devam etmektedir. Açılmış böyle bir savaşa karşı savaşı herhalde sözde İslam ülkelerinin başlarındaki zalim diktatörler yapacak değiller ya, onların böyle bir dertleri de yoktur. Onlar İslam’a ve Müslüman halka savaş açanların ta kendileridir. Bir elleri yağda bir elleri balda saraylarda keyif çatmaktalar. 
        İslam ümmetine karşı savaş açan tağuti batılı güçler, İslam coğrafyasını ve tüm dünyayı, mazlum, mağdur hak ve kaynakları ellerinden alınmış tarafı savaşın müsebbibi olarak, kendi yaptıkları işgal ve sömürüyü de teröre karşı mücadele olarak ikna etmişlerdir. Diğer dünyanın inanması normal görülebilir ama sözde İslam dünyası kendilerine karşı açılmış bu savaşa karşı halklarının verdiği bu mücadelenin meşruiyetine/haklılığına inanmış değildir. Açılmış bu savaşa karşı Müslüman halkların çeşitli örgütler eliyle yaptıkları kurtuluş savaşını batılı tağuti güçler İslami terör hareketi olarak, savaşçıları da İslam teröristleri olarak görmekteler ve göstermekteler. Ne yazık ki İslam coğrafyasında yaşayan halklar ve onların yöneticileri de İslam da terör, şiddet yoktur, İslam barış dinidir gibi söylemleri dile getirip, her birisi birer barış havarisi kesilerek, Müslüman örgütlerin meşru olarak yaptıkları kurtuluş hareketlerine batılı güçlerin baktığı şekilde bakmaktalar. 
        İslam ümmetinin birlikte yaşama projesi olan Halife/İmam merkezli yönetim biçimi ellerinden alınmış, ülkeleri işgal edilerek kaynakları batılı sömürgeciler tarafından sömürülmüş durumda iken, ülkelerinde örgütlenerek gasp edilen haklarını geri almak, ülkelerini işgalden kurtarmak için, yerli işbirlikçilere ve onların ağababaları batılı tağutlara karşı cihat etmek niyetiyle ortaya çıkan çeşitli örgütler, şu anda fiilen açılan savaşa karşı savaş yapmaktadırlar. Bu örgütler yerli ve samimi de olabilirler, batılı güçlerin taşeronu da olabilirler.  
        Kur’an’ın çerçevesini çizdiği İslam savaş hukukuna/ahlakına uyup uymadıkları tartışılır ve şüpheyle bakılabilir. Gelen savaş haberleri doğru olarak kabul edilecek olursa İslam savaş hukukuna/ahlakına uymadıkları görülmektedir. Burnumuzun ucunda yapılan savaşın haberlerini bile ne yazık ki Müslüman dünya batılı kaynaklardan almaktadır. Savaş haberlerine inanmak için yine o kerim kitabın “ Ey iman enler! Eğer size bir fasık haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa/kavme kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz. “ (49.Hucurat Suresi, Ayet.6) hükmüne uygun hareket etmek gerekir. 
        İslam coğrafyasında yaşayan halklara, yöneticilerine ve batılı güçlere karşı cihat/savaş ettiklerini söyleyen örgütlerin yaptıklarının meşru/doğru olup olmadığına inanıp, inanmamak elbette bir sorumluluk gerektirir. Meşru bir mücadele ise dayanışma, değilse şerrinden emin olmak sorumluluğu gerekir. İslami cemaatlerin az bir kısmı dışında çoğunluğunun bakışı meşru olmadıkları yönündedir.  
       İslam coğrafyasında cihat ettiklerini söyleyenleri meşru görmeyen diğer cemaatler, tebliğ ve davete devam mı edecekler, yoksa daha ileriye geçerek İslam kurtuluş savaşının zamanı gelmiştir diyerek savaşı/cihadı başlatmaya karar mı verecekler? İslam coğrafyasında yıllardan beri, neredeyse yüzyıldır tebliğ-davet, yardım çalışmaları, siyasi demokratik faaliyetler devam etmektedir. Sonuç: Türkiye’nin, Mısır’ın, Suriye’nin ve diğer İslam coğrafyasının geldikleri durum ortadadır. İslam coğrafyasındaki halklar ve örgütler savaş dahil hangi tür faaliyetleri yaparlarsa yapsınlar, tağuti güçler işgal ve sömürülerini bırakmayacaklar, İslam şeriatının egemen olmasını istemeyeceklerdirler. Elbette başsız, dağınık coğrafyayı sömürmek daha kolay olacaktır. 
        Tağuti güçlere karşı savaştıklarını söyleyen örgütlere, o şöyledir, bu böyledir diyerek kötülemek müstekbirlerin ekmeğine yağ sürmektedir. Bazı örgütlere ve onların yaptığı mücadeleye hem A.B.D. ve de diğer batılı güçler, hem de Müslüman cemaatler ve sözde Müslüman ülkelerin yönetimleri karşı çıkıyor. Bizler de bu bakış açısına kuşkuyla yaklaşmamız gerekirken doğru bir bakış açısı olarak kabul ediyoruz ne hikmetse? A.B.D. ve diğer batılı tağutların baktığı yerden bakmak şeytanın bak dediği yerden bakmaktır. Tağutları reddetmek hem imani sorumluluğumuz olacak, hem de onlarla işbirliği yapmak meşru olacak öyle mi? İslam coğrafyasında özellikle Ortadoğuda savaş faaliyeti gösteren örgütler ister kendiliğinden, isterse batılı tağuti güçlerin destekleriyle ümmeti parçalamak ve kırdırmak için ortaya çıkarılmış olsalar bile, Müslümanlar laik seküler dünyanın baktığı yerden bakmamalı, teenni ile hareket etmek durumundadırlar.  
        Aksi halde o kerim kitabın yukarıda mealini verdiğimiz Hucurat suresi, 6.ayetine aykırı davranmış olunur. Şu anda İslam coğrafyasında savaş faaliyeti gösteren örgütler gibi samimi, ihlaslı, yerel, kendiliğinden örgütler ortaya çıksa ve müstekbirlere karşı savaşa girişseler, emin olunuz ki aynı Müslüman dünya ve diğer dünya yönetimiyle, medyasıyla ve halklarıyla o örgütlerin aleyhine geçerek "İslam barış dinidir. İslam’da terör yoktur. Onlar teröristtir. Radikal İslamcıdırlar. Demokratik siyasi yollarla hak aramak varken teröre savaşa başvurmanın ne gereği vardır" diyecekler. Etliye sütlüye karışmayan, cihat ruhundan yoksun ılımı İslam’ın propagandasını yapacaklardırlar. 
        Gerek ülkemizde, gerek İslam coğrafyasında faaliyet gösteren İslami hareketler yıllardan beri tebliği-davet ve yardım çalışmalarını yapmaktalar, yapacaklar, kıyamet kopuncaya kadar da bu tür faaliyetler devam edecektir. Her Müslüman şunu bilir ki peygamberlerin mücadelesi/davası bile tebliği, davet ve cihatla/savaşla gerçekleşmiştir. Allah’ın insana/Müslüman’a doğuştan verdiği her türlü hak ve özgürlüklerini gasp edenlerin, bu hakları kendiliğinden isteyerek hak sahiplerine verdikleri hiç görülmemiştir. Gasp, haksızlık ve zulüm varsa orada savaş kaçınılmazdır. Bunların olmadığı yerlerde savaş neden olsun ki?  
        İslam ümmetinin birlikte yaşama, dinlerini Allah’a has kılma, Allah’ın hükümleriyle hükmetme ve kaynaklarını kullanma hakkı ellerinden alınmış ise bu hakları alabilmek için bazıları savaş dahil her türlü yola doğal olarak başvuracaktır. Zalimlerden mazlumların gasp edilen her türlü haklarını almak ve iade etmek için başvurulacak her türlü yöntem meşrudur. Kimse kimseye durup dururken kendiliğinden hiçbir şey vermiyor ve vermeyecektir de. Ne kadar güzel dil dökerseniz dökünüz, hırsız çaldığı bir şeyi sahibine iade etmiyor.  
       “Dinsizin hakkından imansız gelir “ denilerek Müslümanlar hep uyutulmuştur. Dinsizle imansız birbirinden ayrı şeyler mi ki böyle denmiştir? Tarih boyunca zulmeden dinsizler imansızlar olmuş, zulme uğrayanlar da ne yazık ki hep dinliler imanlılar olmuştur. Dinsizin, imansızın hakkından dinli, imanlı gelir bilinci oluşturulmazsa onların sömürüleri daha çok devam edecektir. 
        Dinsizleri dine davet etmek, sahte dinlileri dinlerinden vazgeçirmek için değil, Allah’ın dinine mensup olanların dinlerinin bahşettiği haklarını ellerinden alan gaspçılara çaldıklarını iade edinceye, din de Allah’ın oluncaya kadar hadlerini bildirmek gerekir. Kur’an ahkamıyla donatılmış, işbirlikçi olmayan yerli İslam davetçileri Kur’an savaş ahlakını gözeterek ümmet coğrafyasında İslam kurtuluş savaşlarını başlatmalıdır. Şu ana kadar ortaya çıkmış olan cihat hareketleri ne yazık ki mezhebi taassubun esiri olmaktan ve işbirlikçi olmaktan kendilerini kurtaramamışlardır.  
         Ümmetin gasp edilmiş haklarının geri alınması ve Allah’ın dininin/şeriatının yeniden yeryüzüne egemen olması için tebliği-davet çalışmalarıyla birlikte her kesimin, her cemaatin katılabileceği İslam kurtuluş savaşları başlatılmalı ki Allah’ın dini/şeriatı hakim olabilsin. Yalvarmakla, güzel dil dökmekle hırsızlar, gaspçılar çaldıklarını geri vermemektedir. İnsanın haksız yere çalınan haklarını geri almak için başvuracağı her türlü hak alma yöntemi vurma, öldürme ve çalma dahil hepsi de meşrudur. Herkese hak ettiği şekilde muamele etmek gerekir. Hiçbir inkılap beşeri olsun, ilahi olsun güç kullanılmadan tahakkuk etmemiştir, etmeyecektir de. 
        Zamanı gelmiş, şartlar olgunlaşmışsa yerel ve bölgesel kıyamlar oluşturulmalıdır. Zaman ve şartların olgunlaşmasına kim karar verecek, böyle bir otorite var mıdır? Sorusu da elbette haklı olarak sorulacak sorulardandır. Kıyam hareketlerinin zamanı gelmiş, gelmemiş diye düşünülürken, zamanın geçmiş olabileceği de göz ardı edilmemelidir. İslam coğrafyasında bunca katliamlar, soykırımlar ve sömürüler alabildiğine devam ederken nefsi müdafaanın zamanı geldi, gelmedi tartışmasının haklılığı olabilir mi acaba?  
        İzaha çalıştığım şeyler düzenli bir güç ve otoritenin yapabileceği şeyler olsa da, emperyalist tağuti güçlere karşı İslam savaş ahlakına uygun davranılarak yapılacak yerel ve bölgesel başkaldırılar alkışlanmalıdır. Bu tür başkaldırı hareketleri sanıldığı gibi birer terör hareketi değildir. Aksine sömürüye, haksızlığa ve Allah’ın dininin zelil düşürülmesine karşı verilecek cihadın geç kalmasına sabırsızlananların hareketleridir. Başarı şansı olmasa dahi samimiyetle, ihlasla yerli ve yabancı müstekbirlere karşı yapılacak her türlü kıyam takdire şayan görülmelidir. 
        İstenen ve özlenen şey Allah’ın dini ve şeriatının egemen olmasıdır. Sünni, Şia ve benzeri mezheplerin egemen olması değildir. Allah’ın dininin/şeriatının hakim olmasını isteyenlerin öncelikli olarak mezhebi taasuptan kurtularak Kur’an’ın dinine/şeriatına tabi olmaları gerekir. Bu manadaki dine/şeriata tabi olanların her türlü kıyamları akamete uğratılmış olsa dahi muteberdir. Tebliği, davet, potansiyel/teşkilat, uygun zaman, kıyam ve kıyam ahlakı bir araya gelirse işte o zaman yerli ve yabancı müstekbirlerin hiçbir zaman istemediği, istemeyeceği Allah’ın şeriatı yeryüzüne hakim olacaktır.  
        Aksi halde ortaya çıkan ve çıkacak olan iyi niyetli de olsa her türlü kıyam hareketleri akamete uğratılacaktır. Demokratik mücadele, barış, hoşgörü gibi yol ve yöntemler hedefe gidecek yolda birer barikatlardır. Allah’ın dinini/şeriatını hayattan kovanlar nasıl, hangi yol ve yöntemle kovdularsa, onu geri getirmek isteyenler de aynı yol ve yöntemle getirmelidirler. Bu görüşler duygusal, hamasi ve zamansız olarak dile getirilmiş gibi anlaşılacak olsa da samimi bir kaygının, bir derdin sonucu olarak dile getirilmiştir. 
        Rabbim yolunda cehd eden Müslümanlara zafer nasip eylesin.