Coşkun UZUN

26 Ekim 2012

DOĞRU TEPKİ ve NEZAKET TELLALLARI

Uzunca bir süre özellikle Zaman gazetesi yazarlarının, “Müslümanların Masumiyeti” ismiyle ortalığı karıştıran provakatif film karşısında İslâm dünyasının dört biryanındaki Peygamber sevdalısı duyarlı Müslüman halkların hep birlikte ayağa kalkmaları ve meydanları doldurmalarını, tepki verip filmi protesto ve reddedişlerine yönelik olarak, bu faaliyet ve hareketleri kışkırtıcı bulduklarına ve bu insanları adeta terörist, anarşist olarak niteleyip mahkûm edişlerine şahit olduk.

Olanlardan utanıp, kendilerini bu çirkin(!) hareketlerden berî kılmaya çalışıyor, ağız birliği etmişçesine müslümanları bu konuda hoş görmediler (ve onların İslâmî değerler konusundaki hassasiyetlerini takdirle karşılayıp tebrik edecekleri yerde) karşılarına geçip ölçüsüzce eleştirdiler. Üstelik hadlerini de aşıp, söz konusu samimi duyarlılık ve tepkisellikleri, hiç utanıp sıkılmadan itibarsızlaştırmaya çalışarak bir tür nezaket tellâllığı yaptılar.

Zamancı’ların bu tavrı hiç de meşru veya ahlâkî değildi. Doğrusu müslümanca bir tutum ve davranışa da benzemiyordu. Müslümanın izzet, vakar, haysiyet ve namus anlayışına uyan, kimliğine yakışan bir tavır değildi bu. İslâm’dan ve Müslümanlardan yana tercih koyan haysiyetli bir tutum hiç değildi. Aksine alabildiğince marazlı, maslahatçı, çıkarcı, ürkek ve eklektik bir davranış idi.

Bu sıkıntılı söylemleri ve arkasındaki maslahatçı düşünceyi anlamaya çalışmak; aslında bize hırsız dururken ev sahibini suçlayıp azarlayan ve insana ‘hırsızın hiç mi suçu yok’ dedirten o garip anlayışı hatırlattı.

Tevhid; kısaca Allah (cc) ve Peygamber (sav)’den yana tavır almak ve bu doğrultuda mü’mine yakışır, sorumlu bir duruş ortaya koymaktı. Akl-ı selim, kalb-i selim, tavizsiz kimlik ve sağlam inanç bunu gerektiriyordu halbuki.

Hizbullah-hizbuşşeytan, mü’min-kâfir, dost-düşman ekseninden gelişmeleri okuyamayan ve her fırsatta kendileri dışındaki yapı, oluşum, söylem, dışındaki hareketleri eleştirip kınayan, karalayan hattâ yok sayan bu zihniyeti anlamak gerçekten mümkün değil. Çünkü bunlar merkeze kendilerini oturttukları için kendileri dışındaki herkes sanki yanlıştalar.

Bu ürkek, korkak, özür dileyen, maslahatçı ve faydacı duruşa karşın, Rabbimizin Kur’an’da geçen ve Müslümanlar olarak aramızdaki ilişkilerimizi tanımlayan ayete baktığımızda sanki birbirimizden değil de uzaylılardan bahsediliyormuş gibi geliyor insana. “……….kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler” (48 Fetih 29) Hani nerede merhamet ve nerede insaf, hoşgörü, tolerans, müsamaha ve yumuşaklık?

Onlar; inadına Büyük Şeytan Amerikayla ve işbirlikçileriyle diyalog kurmaya ve bu dinin düşmanlarını hoş görmeye devam ededursunlar.

“Fitne kalmayıncaya ve yaşanan din(in hepsi tamamen) Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yapmakta olduklarını görendir.”(8 Enfal 39) mealindeki Kur’an ayeti demek ki engin hoşgörü sahibi diyalogcu kardeşlere bu meyanda bir sorumluluk yüklemiyor. Ne yapalım fitnenin başı ‘Büyük Şeytan’ Amerika’nın göbeğinde dünyayı seyrede dursunlar. Nasıl olsa akan kanlar, işgal edilen topraklar, kirletilen namuslar onların değil. Sıkıntıyı yaşayan, derdi çeken kendileri değil başkaları, bizleriz.  Akan kanlar ve işgal edilen topraklar nasıl olsa radikallerin, yanlış tavır alanların, muhatabını hoş göremeyenlerin, celladına gülümsemesini bilmeyenlerin değil mi?

Bizler elhamdülillah; onlar gibi diyalogçuluğu ve hoşkörüyü değil nebevî mücadele sünnetini ve gerektiğinde hiç çekinmeden, utanıp sıkılmadan muhatabından hesap soran “akl-ı selim”i, kardeşlerine merhamet eden “kalb-i selim”i Kitap’tan miras alanlarız..

İşin doğrusunu söylemek gerekirse bu işler; islâmî hareketten, Tevhidî mücadeleden, dava ve direnişten anlamayanları, inkılâbı ve Tağutu bilmeyenleri, Bel’am’ı tanımayanları, şehadet tutkusunu bilmeyenleri, muhaliflik ve sistem dışılığa yabancı olanları bozar.

“(Resulüm) O halde onların sözleri sakın seni üzmesin. Kuşkusuz biz, onların gizlemekte olduklarınım da açığa vurduklarını da biliyoruz(36 Yasin 76)

“(Yalnız sana değil), her Peygambere mücrimlerden bir düşman verdik. Hidayet veren ve yardım eden olarak Rabbin yeter”.   (25 Furkan 31)

“And olsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz, sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takva gösterirseniz muhakkak ki bu işlerin en değerlisidir.”(3 Al-i İmran 186)

“Müslümanların derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.”Buyuran Hz. Peygamber(sav)’in şahsı manevisine ve Müslümanlara yönelik kinlerini birileri orta yerde ve tüm insanlığın gözünün içine bakarak kusarlarken kimse bizim sus-pus oturmamızı, olanları anlayışla ve sükunetle karşılayıp infiale kapılmamamızı bekleyemez bizden. İmanın, Peygamber sevgisinin, sabrın, anlayış ve tahammülün karşılığı bu değil çünkü.

Suriye’de yanan canlar ve akan kanlar bizim canımız ve kanımız, Irak’ta işgal edilen toprak bizim, Filistin’de kırılan kollar bizim. Çünkü biz bir vücudun organları gibi olmakla emredilen selim bir inancın çocuklarıyız. Ne Rabbimiz ne de Azim bir ahlâka sahip, ‘yürüyen Kur’an’ olarak bilinen o şerefli Peygamberimiz; dövene elsiz, sövene dilsiz olmamızı istemedi bizden. Sağ yanağımıza vurduklarında sol yanağımızı dönemeyiz karşımızdakine. Çünkü biz Müslümanlarız Hıristiyan zahidi değiliz. Tutarız yakasından hesap sorarız, gerekiyorsa ve hak ediyorsa birileri, gücümüz yeterse onu da alıp aşağı da indiririz, hesap ta sorarız, haddini de bildiririz. Gücümüz yetmiyorsa bu ayrı bir konu. Elimizden gelen ve sorumlu olduğumuz şey gücümüzün yettiği ve aklımızın erdiğidir.

Allah(cc)’a, Peygamber(sav)’e, Kur’an’a dil uzatmaya, Müslümanlara iftira etmeye yeltenenlerin haddini bildirmeye yaramayan bir iman mı bizleri Cehennem’den kurtarıp Cennet’e götürecekmiş! O meş’um, mel’un, küstah dili/ağzı/çeneyisusturup kapatamayacaksa, bu imanlarve sahip olduğumuz imkanlarne zaman işe yaracakmış!

Muhataplarımız hiç kusura bakmasınlar. Herkesi memnun etmek mümkün değildir. Vitrinlere oynamak ta zaten, en başından içine düşülen bir handikap ve yanlıştır.

“Hal böyleyken Rasulullah’ın ümmeti Suriye’de katledilirken, diri diri toprağa gömülürken, kadınlarına el uzatılırken, çocuklarına işkence edilirken, erkekleri aşağılanırken; evet tüm bunlar olurken Rasulullah’a sadakatten bahsetmek pek te inandırıcı gelmedi bizlere.” Diyorlar (Süleyman Uğurlu)

Hem kızı vermeyelim, hem de dünürü küstürmeyelim tavrı kusura bakmayın ama buraya oturmaz. Bu işler başkadır.

Bilinen bir hikâyedir, adamın birisi karşısındakilereanlatıyormuş; "Çocuğu olmayan Hazreti Davut, Allah'a dua etmiş ve 'Ya Rabbim bana bir kız çocuğu ver, onu sana kurban edeyim' demiş... Dua tutmuş; Davut, kızının adını Ayşe koymuş... Gel zaman git zaman, çocuğun kurban edileceği zaman gelmiş. Hz. Davut kızı yatırmış, tam boğazını kesip kurban edecekken Azrail gökten bir keçiyle çıkagelmiş ve 'Kızı bırak, al bu keçiyi kurban et' demiş..."

Dinleyenlerden biri dayanamamış: "Yahu bunun neresini düzelteyim... Hz. Davut değil Hz. İbrahim, kız değil erkek, Ayşe değil İsmail, Azrail değil Cebrail, kurban edilen de keçi değil koç olacaktı!"

Bizimkisi de aynen buna benziyor. Bunların hangi tavrını, söylemini, hangi düşüncesini ve tutarsızlığını doğrultup düzelteceğine şaşıyor insan.

Halbuki eldeki serçe damdaki tavuktan evladır. Damdaki tavuğa göz dikerken eldeki serçeden olmak da var. Dimyata pirince gidip eldeki bulguru kaybetmek te var. Yani, müslüman bu gün için Peygamberinin yanında durup şerefini, izzetini, onurunu, vakarını haysiyetini korumak için harekete geçmelidir. Geçmezse, saldırganlara ağzının payını vermez de nezaket/kibarlık peşinde olursa yarın bunları ve daha başkalarını da kaybetmesi işten bile değildir. Hak edene hak ettiği gibi davranıp, anlayana anladığı dilden konuşmaktır aslolan. Biz böyle öğrendik.

Ebu Müslim Horasani’nin “Onlar şerrinden emin oldukları dostlarını kendilerinden uzak tuttular. Dostluklarından emin oldukları için… Düşmanlarını da kazanmak için kendilerine yakın tuttular. Yakın tuttukları düşmanları dost olmadı; ancak uzak tuttukları dostları düşman oldu. Herkes düşman safında toplanınca yıkılmaları mukadder oldu’’ sözlerini hatırlayalım isterseniz.

Bizlere karşı bu kadar ilgisiz, kör ve nankör olmayın, biraz da adil olun. Yegâne doğruyu kendiniz sanmayın. Unutmayın ki dünya sizlerden de, bizlerden de ibaret de değil. Sizin de bizim de etrafınızda da dönmüyor. Arkanızdaki destek, elinizin altındaki imkânlar sonsuza değin baki değil ve sonunda bunlardan da hesaba çekileceksiniz. Gözlerinizi açın ve artık dünya Müslümanlarına kardeşâne bakın çok geç olmadan, hasmane değil.

Filmin yapımcısı ve yönetmeni İsrail asıllı Amerikan vatandaşı olduğu söylenen Sam Bacile, Amerikan Wall Street Journal gazetesine verdiği demeçte, ”İslam kanserdir, Müslümanlar da yok edilmesi gereken böceklerdir, bu film ile İslam’ın nefret içerikli bir din olduğunu göstereceğim”, ifadelerini kullanıyor.

Mehmet Pamak “Madem bizi provoke etmek, tahrik etmek için Peygamberimize hakaret ediyorlar o halde oyuna gelip tahrik olmayalım, istedikleri gibi alçaklık etsinler, hakaret etsinler mi diyeceğiz. Ama bir yandan bu alçaklara hak ettikleri cevabı tepkiyi verirken, bir yandan da onların oyun ve projelerini boşa çıkaracak, parçalayıp atacak esas işlerimizde ciddi çalışmalar yapmalıyız. Zalimlerin, müstekbirlerin, İslam düşmanlarının, dünyayı böyle boş bulamayacakları İslami bir inkılabı yaşayıp yaşatarak güçlü bir İslami otoriteyi ortaya çıkarmak, Müslümanların vahdetiyle ümmeti vahiy ekseninde yeniden inşa etmek üzere sorumluluklarımızı kuşanmalıyız.  Böylece çağımız insanlarına vahyin şahidliğini yapacak  Kur’an neslini inşa etmeliyiz. İşte öncelikle ve sürekli biçimde bunlara yoğunlaşmalıyız. Dünya insanlığını bu zalimlerin elinden kurtaracak mesajı bölgemizde ete kemiğe büründürüp modelleştirerek dünya insanlığına sunmalıyız. İşte biz Müslümanlar buyuz, bize zulmedenlerin bile kurtuluşuna vesile olmaya çalışan tevhidî daveti, merhameti ve adaleti temsil ediyoruz. İşte bu istikamette sorumluluklarımızı yerine getirmek üzere seferber olmalıyız.” Diyordu.

Kardeşlik ve Dayanışma Platformu tarafından yapılan değerlendirmelerde; Bizim için asıl meselenin sadece bir kaç ruh hastasının yaptığı stüdyo çalışması olmadığı, birilerinin her zaman İslami değerlerimize saldırmayı, topraklarımızı işgal etmeyi, mescidlerimize kirli postallarıyla girip kan dökmeyi, bombalamayı, tarihimizi yağmalamayı, namuslarımıza el uzatmayı, kaynaklarımızı sömürmeyi, İslami olanı yok saymayı kendine hak gördükleri,

Ve sadece Müslümanların tepkilerine eleştirel yaklaşıp kınayan, ABD’nin kayıpları için özür ve taziye mesajları yarışına girenler, içerisinde bulundukları aşağılık kompleksinden bir an evvel kurtulunması gerektiği,

Müslümanları tahrik eden, saldırgan emperyalist yaklaşımların mahkûm edilip, oluşan koas ve kargaşa ortamının tek sorumlusu olarak görülmesinin gerekliliğinin altı çiziliyordu.

Kardeşlerimiz bizleri; “Allah’a, kitabına ve ahiret gününe iman iddiasında bulanan tüm kardeşlerimizin, her koşulda kulluk bilinciyle sorumluluklarını yerine getirmeye, insanlığın muhtaç olduğu Tevhid ve Adalet mesajını yaygınlaştırmak için çalışmaya, muhataplarımızın bir adım atarken 100 kere düşünmesini sağlayacak caydırıcı, güç ve birlikteliğin arayışı içerisinde olmaya” çağırıyordu.

“Namaz kıldığı sırada müşrik önderlerin saldırısına uğrayan Peygamber babasının üzerini temizleyerek ona sahip çıkan Fatıma (r), Taif’te taşlanan Peygamber'e (s) göğsünü siper eden Zeyd (r) ve Uhud’da "Peygamber öldüyse yaşamanın ne anlamı var" diyerek düşman hattının içine dalan Enes (r) nasıl ki sözlerine sadık kalmışlardır, bizler de Peygamberimize ve İslami kimliğimize karşı sadakatimizi ispatlamayı taahhüt ediyor ve sıramızı bekliyoruz; sözümüzden de asla dönmeyeceğimizi” hatırlatıyordu.

Mehmet Akif’in mısralarını hatırlamakta fayda var sanırım; “Zulmü alkışlayamam, zâlimiaslâ sevemem; …….Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boyunum. Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim, Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim…”

Bizzat kendisi "Ben mü'minlere canlarından daha öndeyim." (Buhari, Nefakat, 10) diyen Rasulullah için, Kur’an’da (33 Ahzab 6) şöyle buyrulur: "Peygamber, mü'minler için kendi nefislerinden daha evlâdır." Öncelikle bunu iyi anlamak gerekir; Hz. Peygamber'e yöneltilen bir hakaret veya saldırı aslında vahye, Kur'an'a ve Allah'a karşı yapılmış bir hakaret ve saldırıdır.

Ali Bulaç, “İslam’a hakaret, Müslümanlara tuzak” başlıklı yazısında; “Her ne niyet ve amaçla olursa olsun, Müslümanların, dinlerinin amentüsüne yapılan hakaretlere suskun kalamamaları onların "fanatik, aşırı alıngan, kolayca provokasyona gelen naif kişiliklere sahip oldukları" anlamına gelmez, tepkilerini göstermek zorundadırlar.” , “Hz. Peygamber'e hakaret, fikir ve inanç hürriyeti içinde değerlendirilemez.” ,  “Müslümanların sözüne itibar ettiği kanaat önderleri, alimleri, müçtehit ve yazarları İslam'a ve Hz. Peygamber'e hakaret içeren yazılı ve görsel ifadeleri tel'in ettiklerini açık bir dille ifade etmeli, ancak tepkilerin Libya'da olduğu gibi cana ve mala zarar verici mahiyette olmaması gerektiği konusunda kitleleri uyarmalıdırlar” diyor haklı olarak.

Ali Ünal, “İslâmcılık ve Bediüzzaman” başlıklı yazısında; “Oysa İslâmî hareket, kitleler, halk üzerinde yükselir ve peygamberlere ilk inanan, nebevî İslâmî hareketlere ilk destek verenler, halk tabanında yer alan ve dönemlerinin entelektüelleri tarafından ‘ayak takımı’ ve ‘çöl kafalılar’ olarak görülen insanlar olmuştur.” Derken aslında Libya’lılara yönelik yersiz eleştiri ve tepkileri reddetmiş, infial ve duyarlılık gösteren tavrı da desteklemiş oluyordu.

Herkes her yerde kendince bir duyarlılık gösterip tepki verdiği, tavır ve duruş ortaya koyduğu, bir şekilde tarafını belli ettiği, Mısır’ın en büyük iki Futbol takımının oyuncuları Afrika Şampiyonası’nda İskenderiye’de “Anam babam sana feda olsun" yazılı tişörtlerle sahaya çıktığı bir ortamda;

Zaman yazarlarından Nedim Hazar’ın, konuya ilişkin olarak “Masumiyet” başlıklı yazısında; “Ve hangisi daha kötü bilemiyorum; beş kuruşluk bir ahlak ve zekâ düzeyiyle aklı sıra İslam'a hakaret eden bir video çekmek mi, yoksa İslam'ı temsil adına ortaya atılıp sağa sola ağız dolusu küfür, şiddet ve nefretten başka hiçbir şey üretmemek mi?Zan üzerinden kan akıtanlar, kin üzerinden şiddet damıtanlar ödümü kopartıyor. Bir şey yapmadan sadece "tepki mümini" olmak canımı acıtıyor. Ve acıklı olan, bundan dolayı hesap vermeyeceğim garanti gibi, zihin ve ruh konforumu da bozmuyorum. Kendimi kandırıp durduğum aynaya bakıp sormuyorum; Allah ve Resul senden hesap soracak, haberin var mı?” derken aslında nasılda kontrapiyede kaldığını, ikileme düştüğünü açıkça görüyoruz.

Ahmed Şahin de, “Peygamberimiz, yakıp yıkarak yapılan savunmalardan memnun olmazdı!” başlıklı yazısında konuya ilişkin yorum yapabilmek için tarihten bir sahne anlatıyor ve Hazreti Hamza’dan tokat yiyen müşriğin tavrından kendisi gibi bizim de pay çıkarmamızı amaçlıyor.….”Ebu Cehil büyük bir dikkatle: -Hamza haklıdır, karşılık vermeyin…. diyerek adamlarını durdurur. Ancak Hamza uzaklaşınca yanındakilere şu uyarıyı yapar: "Hamza sıradan biri değildir. Ona karşılık verirseniz İslam'a girmesine sebep olursunuz. Cephemizden cesur bir adamımızı kaybetmiş oluruz." Derken bu infial, tepki, protesto ve olaylar sebebiyle birilerinin İslâm’a girmesine engel olunabileceği (Ebu Cehil’in mantığını ve) endişesini taşıyor ve okuyucusuyla paylaşıyor. Ama hiç düşünmüyor, Müslümanlar Peygamberlerine yönelik bir hakaret, alay, iftira ve karalama karşısında sessiz kalırlarsa, hak edilen, gereken cevap verilmezse yarın Hz. Muhammed(sav)’in kendilerinden davacı olabileceğini.

Bir başka Zaman yazarı Şahin Alpay, “Araplar niye bu kadar kolay rencide oluyor” başlıklı yazısında; “Bingazi'deki saldırıyı El Kaide tasarlamış olabilir; ama o ve benzeri örgütlerin temsil ettikleri şiddetli ve totaliter türden İslamcılık artık revaçta değil; 11 Eylül 2001 hunharlığından sonra hemen tamamen itibar yitirdi. Tunus ve Mısır'da özgürlük ve demokrasi talep eden barışçı kitle gösterileriyle zafere ulaşan halk devrimleri, SeyyidKutub'dan Usame bin Ladin'e uzanan radikal İslamcılığın pilinin bittiğinin en açık belirtisi oldu.” Diyerek bir taşla birkaç kuş sürüsü vurma niyetini açıkça ortaya koyuyor. Üsame bin Laden’i günah keçisi, SeyyidKutup’u radikallerin baş çekeni, demokrasiyi bir nimet, tepki veren duyarlı Müslümanları vurup kıran, yakıp yıkan, savaşçı ve kötü, kendilerini de barışçı ve huzurun teminatı olarak gördüğünü iki cümleyle aktarmış oluyor. Şehidimiz Seyyid Kutup merhum’unradilalliğinden dem vurup yola çıkarak kendilerince ‘şiddete’ ilişkin tavrın müsebbibi ve sorumlu kılmaya çalışıyor. Heyhat! Mazlum şehidSeyyid Kutup bu iftira ve karalamalarınızdan, manipülatif, ötekileştiren, buram buram emperyalizm kokan söylemlerinizden dolayı sizlerden davacı olacaktır.

Mehmet Kamış,Zaman’daki “İslam’ın ruhuna ihanet başlıklı” yazısında; “Öyle ki oluşturulan yanlış imaj sebebiyle, bugün İslam'ı hiç bilmeyen ve dışarıdan bu dini gözlemleyen birisi, 'dünyada insanları kesmeye gelmiş bir inançtan' söz edildiğini zannedecek. Empati yapalım; ellerinde sopalar, silahlar, yakıcı maddelerle bizi öldürmeye gelen insanların ne söylediğini dinler miyiz? İnsani boyutta protesto etmeyi bilmeyen, baskı grubu olmaktan çok vahşet grubu olmayı tercih eden Müslümanlara, bu yaptıkları şeyin dinin ruhunu nasıl baltaladığını, İslam'ın evrensel mesajını nasıl da dar bir alana hapsettiğini nasıl anlatacağız? Fethullah Gülen Hocaefendi'nin söylediği gibi; "Kalıcı müspet değişimler ancak barışçı ve diyaloğa açık bir yaklaşımla gerçekleşebilir. Masum insanları hedef alan şiddet, onu müdafaa etme iddiasıyla yola çıkılan İslam'ın ruhuna ihanettir. Müslümanlara yakışan, tepkilerini dinlerinin izzetine uygun bir tarzda barış ve sükûnet içerisinde ifade etmeleridir." deyivermiş.

A.Turan Alkan, “Yine Yenildik” başlıklı yazısında; “Bir hüsn-i mukabele tarzı geliştirememişiz; "Beni kışkırtırsan ben de seni döverim"den ibaret bir vücut diline sahibiz. "Terbiyesizlik yaparsan maskara olursun, seni dövmeden de pişman edebilirim" üslûbundan çok uzağız.” buyurmuşlar.

Kimileri de hiç utanıp sıkılmadan; Clinton’ın “Nasıl olur da özgürleştirdiğimiz Libya elçimizi öldürür” ya da “Anladık ki Ortadoğu’da görevimiz daha bitmemiş” cümlelerini kurabilmesi için tezgâhlanmış bir mizansen olduğunu söylüyorlar.

Süleyman Sargın, “Tepkileri Efendimiz onaylamış mıdır?” başlıklı yazısında; “Konuyla hiçbir alakası olmayan insanları öldürmenin, elçilikleri işgal edip yakıp yıkmanın bu prensipler arasında bir dayanağı yoktur. ……Bütün bunlar ortadayken İslâm'ı bir savaş dini, Müslümanları da terör elemanı olarak gösteren zihniyetin iyi niyetinden söz edemeyiz. Edemeyiz ama Müslümanların da basiretli olup bu yaygaralara malzeme oluşturacak tavır ve duruşlardan uzak durmaları gerekiyor.” demiş.

Sağlıklı bir istişareyi aksiyonla denk gördüğü söylenen Fethullah Gülen, (kendileri dışındaki hiç kimseyle bu konuda herhangi bir görüşme ve istişareye girmeden) Financial Times'ta: Peygamberimizin sünnetinde şiddete yer yoktur başlığıyla bir yazı kaleme aldı. Bütün bu yukarıdaki yazı ve yorumlara sebep olup, dayanak teşkil eden, eleştiri ve ötekileştirme zemini hazırlayan talihsiz bir yazıydı bu.

Sanki BM ve İİT’nın bu güne kadar; dünyanın dört bir yanında süregelen emperyalist projelere, Siyonist işgale, devlet terörü ve zulümlere karşı herhangi bir yaptırım uygulamış veya dişe dokunur bir faaliyette bulunduğu görülmüş gibi, F.Gülen kalkmış bu uluslararası kuruluşlardan duruma müdahale etmelerini veya kınamalarını istememiz gerektiğini ‘şiddet’in doğru cevap olmadığını tavsiye buyurdular.

‘Tepkisel içgüdülerimizin rehinesi olmamalıyız’ diyorlar. Şiddet dolu tepkilerin dengeyi bozduğunu söylüyorlar. ‘Toplumun kolektif vicdanına ve uluslararası topluma seslenerek birçok doğru tepki biçimi bulunabilir.’ diyerek kendi tepki(sizlik)lerini ve tercihlerini merkeze alarak söz konusu kollektif vicdan makamına oturtuyorlar.

Benzer şikilde Mümtaz’erTürköne de, Zaman’daki “Zulme direnmenin farklı yöntemleri” başlıklı yazısında; Seyyid Kutup’un, İhvan'ın eseri; buna mukabil Risale-i Nur hareketinin ise Bediüzzaman'ın eseri olduğunu vurguladı. Bediüzzaman’ın gerçekçiliğini ifade ederek, hayatla fikirler arasında gerçekçi bir denge kurduğunu, SeyyidKutup’un ise, şartlardan bağımsız bir ütopyanın inşasına çalıştığını dillendirdi. Bunları yazarken hiç utanıp sıkılmadı.

Gerçek bunun aksiydi oysa. Bizim Şehidlerimiz ve kanaat önderlerimiz gerçekçiydiler, Yazarlarımız ve dava adamlarımız da Zamancıların sandığı gibi hiçbir zaman için ütopik olmadılar. Fakat bu Zaman’ın perspektifinden bakarak anlaşılabilecek bir şey değildir, ama zamanla her şey daha iyi anlaşılacaktır.

Elhamdülillah bizler gönüllü tevhidî değişimlerden yanayız. Hiçbir zaman şiddete meyilli, silahı, zoru ve cebiri tercih eden bir yapılanma, duruş ve söyleme de sahip olmadık. Eleştirdikleri kıymetli şahsiyetler de dahil, radikal buldukları, kendilerinden berî olmaya özen gösterdikleri inkılâpçı,muvahhidmüslümanların takip ettikleri çizgisi ortadadır. SeyyidKutup’un veya diğer ıslah önderlerimizin, İslâmî hareket mensubu alimlerimizin, şehidlerimizin, hiçbir zaman şiddetle veya silahla, bombayla işleri olmadı. Bunu tarih biliyor, yansız ve doğru okumasını, bakmasını bilenler de görüyor.

Ahmed Şahin de; Zaman’daki “İslam'ı doğru tanıtacak tepkiye ihtiyacımız var” başlıklı yazısında yaklaşık olarak aynı şekilde tepkilerden duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor.

Sonuçta; Bülent Ecevit’i rahmet le ve hayırla anan, “Eğer ahirette Allah bana şefaat etme imkânı verirse, bunu ilk önce Ecevit için kullanırım” diyen bir zihniyetin ve bununla birlikte anılan topluluk cemaat/mensuplarının İslâmî mücadele mantığını, direniş ve kıyam kültürünü anlamasını beklemek gerçekten de bilinen bütün hakikatlere terstir.

Bütün bu ileri geri söylenenleri, çıkar ve gelecek hesaplarını ve imaj kaygılarını sağlıklı bir şekilde düşündüğümüzde bize Şehid M. H. Beheştî’nin “Biz aşk ehliyiz,  akıl ehli değil. Sırf akıl ehli olanlar davaları için sadece tedbir peşinde olurlar, aşk ehli olanlar ise, davaları için önce kendilerini feda etmeyi göze alırlar.” sözlerini hatırlatıyor.

“(Resulüm!) Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.”(21 Enbiya 107)

Doğru odur ki; Alemlere rahmet olarak gönderilen muhterem, muhteşem, muazzez bir Peygambere yönelik tezgâhlanan saldırı, hakaret, alay ve iftiralara karşılık olarak verilen tepkiler aynı zamanda o Peygamberin misyonuna, azametine, ihtişamına, ihtiramına ve heybetine denk, örtüşür olmalı, müslümana yakışmalıdır.

Bu tavır ve karşılıklardan rahatsız olanlar işin doğrusu, Ebû Hanife’nin devrinin siyasi otoritesi tarafından kendisine yapılan görev tekliflerini elinin tersiyle itip reddetmesini de anlayamazlar.

Bu topraklarda şehid Şeyh Said’in tevhidi duruşunu, mücadele azmini, soylu direnişini ve inkîlâpçı kıyamını da anlayamaz, içlerine sindiremezler onlar.

Çünkü onlar ‘Otoritenin Çocukları’ ve statükonun işbirlikçileri, anlaşmalı/uzlaşmalı yandaşlarıdırlar.  Ve otoritenin çocuklarının sicilleri ne yazık ki her daim bozuktur. Üzülsek te kızsak ta kabullenemesek te maalesef bu böyledir.

Biz onları; ilk Abant Konsili’nden bu yana tanıyoruz.

Biz onları; Selman Rüşti ve Şeytan ayetleri kumpasındaki ikircikli tavırlarından tanıyoruz.

Biz onları; Başörtüyü fürûatlaştırarak çözmelerinden tanıyoruz.

Biz onları; pek muhterem Papa cenapları diye başlayan ve “İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır” gibi oldukça tuhaf ve iki yüzlü ifadeler içeren Papa’ya mektuplarından, beraberce diyalog ve hoşgörü işbirliğinde yola çıktıkları günlerden, öpüşüp koklaşmalarından, arz-ı hürmet edişlerinden tanıyoruz.

Biz onları yakın geçmişten; ‘Mavi Marmara’dan tanıyoruz.

Evet söylendiği gibi otoritenin çocuklarının sicili daima bozuktur.

Biz onları; Müslümanlar arasında kurulması gereken diyalog köprülerini Din(!)ler arasına taşımalarından tanıyoruz.

Biz onları; din kardeşlerine çok gördükleri diyalog ve hoşgörüyü, gayri müslimlere karşı cömertçe dağıtmalarından tanıyoruz.

Biz onları; alfabe birliği peşinde koşarak dildarlığı dindarlığa tercih etmelerinden tanıyoruz.

Biz onları; kendileri dışında kalan Tevhidî öbek ve muvahhid Müslüman gurupları, Radikal, Fundamentalist, Aşırılık yanlısı olarak tanımlamaya başladıkları günlerden tanıyoruz.

Evet maalesef otoritenin çocuklarının sicili daima bozuktur.

Biz onları; sadece kendi kurum ve kuruluşlarına, yapı ve organizasyonlarına tutunmalarından ve kendilerini merkeze oturtup, kargadan başka kuş tanımayan garip tavırlarından tanıyoruz.

Dolayısıyla; onların kendi bozuk sicillerine dönüp bakmadan, kalkıp sanki ümmet adına bir yetkiye sahipler veya temsille görevlilermiş gibi hareket ederek birilerini suçlayıcı yersiz ve yanlış tarzda konuşmalarını da artık yadırgamıyoruz.

Halbuki emperyalist küfrün Rasulullah (s.a.v) ile olan savaşının küçük bir parçasıydı bu provakatif film olayı. Peygamber(sav)’e hakaretler şüphesiz ki hiçbir zaman için karşılıksız kalmamalıdır ve kalmayacaktır da. Ümmetin suskunluğunu Allah(cc)’a şikayet edecek bir Peygamber(sav)’in yüzüne bakamayız yoksa.

Doğru tepki; kimsenin burnu bile kanamadan, bir vitrin camı dahi kırılmadan öfkemizi, duyarlılığımızı doğal yollarla yansıtabilmektir. Kimlik değerlerimize, inancımıza, Peygamberimize canımız pahasına kol kanat gerip onları bedeli ne olursa olsun kararlılıkla savunacağımızı, dosta/düşmana, tüm dünyaya, mel’un, mütecaviz, saldırganlara gösterebilmeli ve etrafımıza doğru olarak yansıtabilmeliyiz.

Masum, suçsuz, konuyla uzaktan veya yakından direkt alakası bile olmayan birilerinin sadece Amerikan vatandaşı oldukları gerekçesiyle, hem de Müslümanlar tarafından istemeyerek ve kast edilmeksizin de olsa kazara da olsa öldürülmesini aklı başında hiçbir Müslüman savunmaz ve kabul edemez. Öncelikle bunun muhataplarımızca bilinmesi lazımdır.

Fakat bir de madalyonun öteki yüzü var. Öfkelenmiş ve hakarete uğramış, değerleriyle alay edilmiş, bu yüzden adeta infiale kapılıp bir çeşit kontrolsüz patlamaya dönüşen, sabrı taşmış, kızgın halk hareketlerini yorumlarken ölçülü ve aynı zamanda adil olmak gerekir. Hırsız dururken ev sahibini eleştirip suçlamak ve vurun abalıya der gibi üstüne çullanmak en hafif tabirle saldırgana, hırsıza, ahlaksıza, mütecavize, arka çıkmaktır. Bunun başka türlü bir izahı ve mantığı olamaz.

Kavgada yumruk aranmaz/sayılmaz bunu herkes bilir. Konumuz bu hengâmede ve çıkan arbedede Amerikan elçilik görevlilerinin haksız yere öldürülmüş olması değildir. Masum bir canı almayı hiçbir sebeple makul ve anlayışla karşılayamayız. Kan dökmeye, can almaya kimsenin hakkı yoktur, olamaz da. Tepki ve protestoları yapanlar kasıtlı veya kasıtsız olduğu fark etmez, öldürme olayı hariç kalkışımlarında ve duyarlılıklarında yerden göğe kadar alkışı ve tebriği hak ediyorlar.Fakat tam buradan yola çıkıp konuyu başka mecralara sürükleyenler gerçekleri çarpıtıyorlar.

Amerikalılar, İsrailliler ve diğer emperyalist saldırganlar; onca zamandır doğrudan hedef gözeterek İslam’a ve Müslümanlara, mazlumlara, çocuklara, kadınlara, yaşlılara, hastalara, topraklarımıza, yer altı ve yer üstü zenginliklerimize, ülkelerimizdeki yönetimlere, kültürümüze, mirasımıza alenen/açıktan, dünyanın gözünün önünde ve hepimizin gözünün içine bakarak, orantısız güç kullanarak, saldırırlarken niye duyarlılık gösterip tepki vermediniz, işgale ve işgalciye karşı çıkmadınız, onlarınkisi can değil de patlıcan mıydı, ölenlerin uyruklarına göre mi taziyede bulunuyorsunuz diye sormak gerekiyor bu tedbirli, temkinli, mülayim ve sağduyulu yaklaşan hoşgörülü ve diyologcu kardeşlerimize.

Hoşgörü sahibi Diyalogcuları bilmem ama şahsen ben; Amerikan askerlerinin tabutlarını görünce üzülemiyorum, aksine seviniyorum. İnsan herhangi birisinin ölümüne sevinir mi hiç? Sevinilmez, sevinilmemesi lazım aslında. Fakat maalesef ki seviniliyor söz konusu olan herhangi birisi değil de ABD askeri olunca.

Düşünsenize bir; dünyanın herhangi bir coğrafyasına, insan hakları, demokrasi ve özgürlük götürmek kılıfıyla gidip, işgal, terör, gözyaşı, zulüm ve türlü acıları, ayrılıkları ve yoksulluğu eken, girdiği her yeri kasıp kavuran, kendini dünyanın jandarması, herkesi hizaya sokmaya görevli sanan bir ordudan bahsediyoruz. Petrolü, yer altı zenginlikleri, jeopolitik ve stratejik coğrafi konumu yüzünden ‘Büyük Şeytan Amerika’nın iştahını kabartan ülke ve coğrafyaları, yenidünya düzenine uymayan, hizaya getirilmeyi hak eden zavallı ülkeleri aklı sıra özgürleştiren ve oralara kucak dolusu demokrasi götüren ABD ordusundan söz ediyoruz.

Ve şeytanî, emperyal dürtülerini garantiye alırken, bütün bir yeryüzündeki menfaat ve çıkarlarını koruduğu sırada kimi ülkelerde birkaç aciz, zavallı sivilin kazara ölmesinin lafı mı olur! Varsa, yoksa her şart altında kapitalist, emperyalist, işgalci, terörist “Büyük Şeytan Amerika”nın çıkarlarının korunması gerekir. Varsın onlar ölmesinler, çok yaşasınlar, burunları bile kanamasın. Postallarıyla camilerimize girsinler, ırzlarımıza geçsinler, işkencelerde hatıra fotoğrafları çektirsinler, hatta her yerde bir Guantanamo kursunlar, Ebugureyb (ebugarib) işkencehaneleri inşa etsinler kime ne, kimin umurunda değil mi? Niye rahatsız oluyoruz veya karşılık vermeye yelteniyoruz ki haddimizi bilmeden. Üstelik bir de had bildirmeye, hesap sormaya kalkışmıyor muyuz, işte bu birilerine göre çok yanlış ve Amerika’ya karşı da ayıp oluyor yani.

Ama ben düşünüyorum da Peygamberimiz ‘Rûz-i Mahşer’de bu nezaket tellâllarını karşısına alıp;“Bu mu sizin İslam’ı doğru tanıtacak tepkileriniz? Birileri benim kimliğime, mahremiyetime, ismetime saldırırlarken siz ne diye bu kardeşlerinize destek vermek dururken nezaket tellallığı yaparak zulme karşı direnmenin farklı yöntemlerini arıyordunuz? Demek benim sünnetimde şiddete yer yokmuş! Siz Hıristiyan zahitleri miydiniz ki size vurana elsiz, sövene dilsiz olup bir de utanmadan öbür yanağınızı dönüyordunuz? Beni sahiplenerek savunanların iyi niyetini sorgulayıp onları terörist ilan etmek, o kahramanların İslam’ı savaş dini gibi gösterdikleri zannında bulunmak sizin haddinize mi? Ümmetinden İslam’ın ve Müslümanların onurunu savunan protestocu yiğitleri önce radikallikte itham etmek, sonra da vahşet gurubu olarak nitelemek, insani boyutta protestoyu bilmeyenler olarak lanse edip kınamak ve eleştirmek ne kadar yakışıksız ve ucuz bir davranış?  Bu sizin ne haddinize? Beni savunan izzetli mü’minlerin tavırlarından rahatsız olacağımı ne hakla iddia edebildiniz? Ebu Cehil’in çıkarcı, ikbal ve beklenti içeren cahili mantığını hangi akla hizmet Müslümanlara tavsiye edip savunabildiniz? Tepki mümini derken, Zan üzerinden kan akıtanlar, kin üzerinden şiddet damıtanlar derken sizlerin hiç vicdanınız sızlamadı mı?” diyecek olursa, nice olur bu küfre ve cümle ehli kitaba karşı çok engin bir hoşgörü sahibi olup, batıl dinlerle İslâm arasında (kıymeti kendilerinden menkul)bir diyalog ve uzlaşma oluşturmaya çalışan hizmet vecemaat’in hali?

Rabbim cümlemizin sonunu hayreylesin.

Bizlere, yoluna kurban olabilmeyi, din kardeşliğini öncelemeyi,bayramları hak edebilmek için kimliğine, değerlerine, kutsalına canı pahasına sahip çıkan yiğitlerden olmayı lütfetsin.