Bilal KUL

24 Ekim 2009

EŞYANIN GÖZÜNDEN

Büşra’ya...

Yürüyorum... Nereden geldiğimi anımsamıyorum. Belirlediğim bir istikamette yok. Adımlarımı hissedemediğim, bu kalabalık caddeden tenha olana, oradan da daha tenhasına geçiyorum. Issızlık belirleyebildiğim en güzel istikamet... kalabalığı düşünüyorum; “neden üzerime üzerime geliyorlardı? Kaçmasaydım ezeceklerdi.” Ve nihayet adımlarımı hissedebiliyorum, artık yürüyüşün tadına varabilirim.

Evet, artık hem asfaltın, hem kaldırımların ve hemde iki yanımdan akan yapıların seslerini duyabiliyorum. En çok toprağın iniltisi etkiliyor beni. Ne kadar da içten ve hisli. O kadar derinlerde kalmış ki yalnız ve unutulmuş... yolculuğumun arkadaşı oluyor inliyen toprak. Yürüyorum, ıssızlığa, sükuta...

Sokakla birlikte saadetimde bitiyor; yine kalabalık. Amaçsız ve anlamsız bir güruh. Sığınacak bir liman aranıyor gözlerim. Uğultular, bağırışmalar, birbirine karışan  yalnızca sesler, ter ve parfüm kokuları değil. Asıl anlamsızlık karışmış birbirine ve karıştıkça büyüyüp kaplamış her yeri. Kaçıyorum ve “işte limanımı buldum” diyorum. Hemen avluya atıyorum kendimi ama yetmez daha bi kaçmalıyım. O kadar şehrin ortasında ki burası hala insanların beni ezmek istediğini sanıyorum. İçeri giriyorum ayaklarım halıya değdiğinde rahatlıyorum ve yeniden canlanıyor eşya. Kendimi evimde gibi hissediyorum oysa bu, buraya daha ilk sığınışım. Hemen kapının yanına ilişiyorum, ardıma yaslanıyorum ve eşyayı duymaya çalışıyorum düşüncelerimde.

Neden sonra sütunların konuşması dikkatimi çekiyor. Merakla dinlemeye koyuluyorum. Diğerlerinden daha farklı ve bana en yakın olan sütun ağlıyor. İkinci sütun “heey dostum neden ağlıyorsun? Geldiğin ilk günden beri hep ağladın, anlat bize derdin nedir?” diyor. Üçüncü sütün müşfik bir anne edasıyla “bırakın onu eski yerinin özlemidir gözlerinden akan.” diyerek rahatsız edilmesini engellemek istedi birinci sütunun. İkinci sütun daha ilgili bir sesle yeniden söze başladı; “ama ben meraktan değil derdine derman olmak istememden dolayı soruyorum. Derdine derman olamasamda dert ortağın olurum.” Birinci sütun nihayet duraksıyor. Kısa bir sükut... “ey benim yeni dostlarım hikayemi anlatıp sizleride ağlatmak istemiyorum.” diyerek sükutu bozuyor birinci sütun. Arkalardan altıncı sütun “ey misafirimiz eğer seni teselli edemezsek elbette ağlarız seninle.” diyor.

Diğerlerinden daha eski ve sanatlı görünen birinci sütun buraya yeni getirilmişti anlaşılan. Zaten diğer sütunlar gibi tavana bağlı değildi. Derin bir ahh çekti misafir ve söze başladı; “Arkadaşlar ben çok yaşlıyım. Belki yedi yüz yaşında varımdır. Nice şen günler yaşadım, nice zafer gördüm. Tabii hüzünleride bilirim, çok gidenin dönmediğini de görüm. Birgün çok büyük bir deprem oldu, ben yerin altında kaldım. Toprağın anlattığına göre sarsıntı o kadar büyük olmuşki insanlar terk etmişler oraları. Beklemedim gelmerini son yıllarda çok vefalı değillerdi zaten. Uyumaya alışmıştım artık. Toprağa karışacağım günleri bekliyordum. Fakat insanlar geldiler kazmalar, küreklerle her yeri eştiler. Beni ve daha başkalarını çıkardılar. Beni birazda temizleyip parlattıktan sonra buraya getirdiler.” “Ne güzel seni karanlıktan aydınlığa çıkarmışlar sevinsene” dedi beşinci sütun.

Yeniden ağlamaya başladı misafir sütun. Acı acı inliyordu. Belli ki özlediği şeyler vardı. Yeniden teselli ettiler ve devam etmesini istediler. Biraz daha iç çektikten sonra anlatmaya koyuldu. “Ben o şehre zafer takı olarak dikilmiştim. Ne güzel günler başlamıştı. İnsanlar namazdan namaza değil her zaman uğrarlardı. Hemen dibime oturup sohbetler ederlerdi. Ne şen sohbetler, ne ilim meclisleri, ne zikir halkaları kuruldu yanıbaşımda. Çocuklar saklambaç oynardı. Ahh kerata Hasan göçten dönüşünü göremedim. Ebeyi bana yumdurur sonra üzerime tırmanırdı ve ordan hemen sobelerdi.” Sütunlar arasında gülüşmeler oluyor bende güleceğim ama yerimi açık edip muhabbeti bölemem.

“Ne güzel günlerdi o günler... bazen imam kovalardı çocukları, Hasan üzerime tırmanıp saklanırdı sonra da imamın sırtına atlardı.” Diğerleri gülüşürken misafir sütun da soluklandı biraz. “Bakın görüyor musunuz üzerimde ki izleri? Kılıç talimlerinden kaldı bu izler. Nasılda canım yanmıştı. Ama imam hemen ertesi gün tamir ederdi yaralarımızı ama bu defa...” sustu ağlamaya başladı yine. Altıncı sütun “ vay bee!! Saklanbaç ha! Çocuklar buraya sadece yazları gelirler o zamanda öyle oyun moyun yok. İmam iki tane patlattı mı enselerine hepsi suspus olurlar.” Dedi. Sütunlar bir yandan gözlerinden siyim siyim akan yaşları saklamaya çalışıyorlar bir yandan da misafir rahatlasın diye onu konuşturmaya çalışıyorlardı. “ Kadınlarda gelir miydi?” diye sordu dördüncü sütun. “Tabii” dedi misafir ve ekledi; “onların yeride, giriş kapılarıda ayrıydı. Normalde bana uzaklardı ancak bayramlarda yanıma kadar genişletirlerdi yerlerini. Bir Zeyneb vardı mesela her bayram illa ilk önce benimle bayramlaşırdı. Yanı başıma oturup okşardı beni ve gitmeden bir ayet fısıldardı kulağıma. Ahh ne iyi bir kızdı o. Şimdide böyle Zeynebler var mıdır?” Sütunlar sitemkardılar bugünkü Zeyneblere, “Nerdeee” dediler hep bir ağızdan. “Sizlerinde böyle bir maziniz olsaydı özlemiyle ağlamaz mıydınız?”

Birinci sütun anlattıkça açılmış, rahatlamıştı. “Şu hale bir bakın; ezan imamın ağzında iğreti... cemaat kelimenin anlamına ihanet anlamsız bir güruh... ve inadına sonunu hazırlayan, ateşe yürüyen bir insanlık...” dedi misafir sütun. Eşya canlanıp öyle bir ders vermişti ki bana daha fazla dinleyemedim. Eşyanın gözünden nasıl göründüğümüzü duymaktan korktum. Gözlerimde ki yaşları sildim ve sindiğim yerden doğrulum. “esselamualeykum” dedim. İhtiyar sütunun yanıbaşına oturdum, ellerimi gazilik nişanlarında gezdirdim. Aniden ortaya çıkışım onları şaşırtmıştı. Ağlamaklı titrek bir sesle kulağına bir ayet fısıldadım. “Sakın gevşemeyiniz, karamsarlığa kapılmayınız. Eğer mümin iseniz üstün gelecek olan taraf sizlersiniz.” Gözlerimde yaşlarla çıkarken kendime dingin bir sığınak bulmanın sevincini içindeydim.