Coşkun UZUN

09 Haziran 2010

GÜLEN ÖZÜR DİLEDİ, HELALLİK İSTEDİ!

O, artık sizin bildiğiniz eski Fethullah Hoca değildir, değişmiş, tevbe etmiş, eski kimlik ve çizgisini değiştirmiş, Tevhid, Adalet ve Özgürlük yanlısı, direniş gönüllüsü, muvahhid, mücahid ve delikanlı bir müslümandır.

 

Geçmişte dili kendisine ihanet etmiş veya sürçmüş olabilir. İnşaAllah umarız ki, bundan böyle,  ümmeti üzüp yaralayan herhangi bir söz sadır olmaz kendisinden.

 

Müslümanlara dost, hor görülmesi gereken kafirlere, müşriklere, siyonistlere karşı korkusuz, tavizsiz ve amansız bir aslandır. Ümmetin yüz akı ve iftiharıdır,  Allah dostudur, Evliyaullahtandır. Lütfen eski defterleri karıştırmayalım, sataşmayalım ve rahat bırakalım artık kendisini. Geçmişte olanlara, yaşananlara takılıp kalarak kimseye haksızlıkta bulunmayalım veya nankörlük etmeyelim.

 

Çünkü o Allah rızası için, gecesini gündüzüne katarak özelde bizler için geneldeyse tüm insanlık için ve sanki beklenen bir Mehdi gibi, yurdundan-yuvasından, sevdiklerinden, sevenlerinden uzaklarda,  taa Amerika'larda canla başla, gece gündüz demeden ve durup 'Dinlenmeksizin 'çalışıyor.

 

M. Fethullah Gülen, dün ABD’nin Pensilvanya Eyaletindeki mütevazî konutunda, öncelikle orada hazır bulunan misafirlerine ve daha sonra da bizlere hitaben, sılaya özlem ve hasret yüklü, tarihi bir konuşma yaparak;

 

“Ey Bütün Dünya Halkları, Pek Muhterem Türkiye’li Müslümanlar,

Ey Azizler, Yeryüzünün Dört Bir Yanına Dağılmış Barış Elçileri ve Kıymetli Öğrenci Kardeşlerim!

Bazıları bizim söz ve beyanatlarımızı yakînen gözlemleyerek; öncelikle siyonist İsrail dostu medya tarafından, İHH’nın kimliğinin sorgulanması ve şehitlerin tahfif edilmesi ve daha sonra da İsrail’in masumiyetine ilişkin karşı atağa kalkıştığı böylesi nazik ve kritik süreçteki talihsiz açıklamalarımızla, bu endoktrinasyon sürecine dolaylı da olsa destek olduğumuzu gözlemlemişlerdir haklı olarak.

Kimi kalem erbabı, ‘Yeryüzünün yegâne otoritesi Rahman, Rahim ve Kahhar olan Rabbimizin huzuruna ermemden önce, hem Gazze Filosu’na katılanlardan, hem Türkiyeli müslümanlardan özür dilemem ve şehit ailelerinden helallik almam gerektiği’ şeklinde beyanatlarda bulunuyor ve hakkımızda “F.Gülen, Gazze Filosu’na Katılanlardan ve Tüm Türkiyeli Müslümanlardan Özür Dilemeli, Şehit Ailelerinden de Helallik Almalıdır!” diyorlar.

 

“Allah(cc)’ın aciz kulu Fethullah  Gülen’in dili, kendisine ihanet etmiş olmalı” diye düşündüğünüzü var sayıyorum!

 

Sizler de biliyorsunuz ki, dünyamız her gün büyük bir hızla gelişiyor ve değişiyor. Hiç şüpheniz olmasın ki elbette bizler de şartların gerektirdiği şekilde değişeceğiz. Değişmek zorundayız ve bu tarihi değişim artık kaçınılmazdır. Bu bir bakıma içimizde taşıdığımız hastalıkların tedavisi için Hâlık-ı Zül Celal’in bizlere tanıdığı bir fırsat olarak mütâlâ edilmelidir.

 

Evet, bu süreçte hepimizin, belki de tarihin asla affetmeyeceği türden yanlışlarımız ve mümkündür ki bizim de yanlışlarımız olmuştur.

 

- Sayın Deniz Baykal’ı başından geçenler dolayısıyla acilen arayıp “geçmiş olsun dileklerimi” iletmişliğimi,

 

- Başörtüsü eylemlerinde, “tesettürlerin içerisine erkeklerin sokulmuş olduğu” iddia/iftirasını,

 

- Başörtüleri dolayısıyla üniversitelerin önlerinde bekletilen kızlara ”Başörtüsünün fürüattan/aslî unsurlardan olmayan, tâli, ikinci dereceden bir konu olduğunu”

 

- Birinci körfez savaşı esnasında “İsrailli Yahudi çocukları için ağlarken, Irak’lı çocuk, kadın ve erkekleri unutmuşluğumu”,

 

- “ Bazı hanım kardeşlerimizin bir süreye kadar/hizmet için, başkalarına ulaşabilmek adına ve onların yerine başkaları gelmesin diye tesettürlerini terk edebileceklerini, içeri girerken başörtülerini açmalarını, dışarı çıktıklarında ise tekrardan kapatmalarını”,

 

- 11 Eylül saldırıları sonrasında dünyanın gündeminde Afganistan’a müdahale, Georges Bush ve Ariel Şaron varken, “dünyada en nefret ettiğim kişinin Üsame b. Ladin olduğunu”, 

 

- Şeyh Ahmed Yasin’in şehadetinden birkaç gün evvel “Hamas ve Hizbullah’ın terör örgütü olduklarını”

 

- Askerî okullardaki genç öğrencilere “Kalorifer peteğinin yanında ısınırken veya arkadaşlarıyla çay içerken imâ ile namaz kılabileceklerini” ve akla gelebilecek buna benzer, değişik konulardaki tartışmalı ve yanlış beyanatlarımı,

 

Ne yazık ki sizlerle paylaşmış ve bu meyanda düzeltilmesi gereken, son derece yanlış görüşlerimizi açıklamıştık!

Ben deniz, fakir, aciz, hayatım boyunca bu türden manidâr ifşaatları defaatle yapmışımdır;

 

Yanlışın neresinden dönülürse kârdır, bu bilinen bir gerçektir. Şu sıralarda Türkiye kamuoyunda hakkımızda bir kısım tufanlar estiriliyor ve üzgünüm ki çok sert eleştiriler de var. Bizlere duyulan güven, ne yazık ki giderek zayıflıyor. Geçtiğimiz zorlu süreçte bu fakir de dahil olmak üzere, her kim bir suç işlemişse yüce mevlâya bunun hesabını mutlaka verecektir. Bunları bir kambur gibi sırtımızda ilelebet taşıyamayız.

 

Muhterem Kardeşlerim!  Aziz Dostlar!

Artık bizim bu merhaleden sonra, kendi halkının İlâhî değerleri ile çatışan bir hizmet anlayışımız, yapımız ve yürüyüşümüz olamaz!. Omuzlarımızda halkımızın bizlere emanet ettiği bir sorumluluk ve misyonumuz var ve o misyona sahip çıkmamız gerekiyor. Halkın temel değerleri, inancı, onun alameti farikası olan ve onu o yaparak başkalarından ayıran inanç, tarih ve kültür değerlerine sahip çıkmak ve saygılı olmak zorundayız.. Kendi halkının temel değerleri ile çatışan bir hizmet anlayışı asla kabul edilemez.. Bu konuda hakkımızda oluşan kaygıların giderilmesi için elbette bize çok önemli görevler düşmektedir. Bu kaygıların oluşmasına sebep olan söz ve davranışları, bu hizmet çatısı altında yaşamak istemiyoruz artık. Son yaşanan olaylar, öyle umuyorum ki herkesi çok derinden yaraladı. Ama buna sebebiyet veren de yine bizler olduk.

 

Fedakâr insanların ‘Rotamız Filistin, Yükümüz İnsanî Yardım’ sloganıyla yola çıkması, bu yolda ölümü severek göze almaları, 32 ülkenin vatandaşının aynı umuda yolculuk etmesi ve nihayet onlarca kişinin bu uğurda şehadet şerbetini içmesi karşısında sarf etmiş olduğumuz ve Siyonist/Terörist işgalciler çetesinin meşru otorite olarak görülüp onlardan izin alınmasına, İHH’nın siyaset yapıyor olduğuna dair sözlerimiz bizleri yerin dibine geçirecek cinstendi. Şimdi yüreklerimiz bu sözlerin utancıyla kavrulurken, Rabbimize dua ve tövbe makamındayız. Yüce Mevlâ’nın bize mukayyet olmasını ümit ederek, yine O’na sığınıyor ve Türkiye kamuoyundan kırdığımız kalpler, incittiğimiz vicdanlar,  yanlışa sevk ettiğimiz masumlar için özür diliyor ve haklarını bize helâl etmelerini istiyoruz.

 

**********

 

Tevhid Bayrağı/Sancağı olarak bilinmesi gereken “La ilahe illallah Muhammedürrasulullah” yazısı için; kimi çevrelerin ‘Bu bayrak her çıktığında darbe oldu!’, ‘Yeşil Bayrak’, ‘Provokatör Bayrak’, tarzında yorum ve değerlendirmelerine sebebiyet verdiğim ve bunun sonucunda, Türk Ulus Bayrağına kutsallık atfedilmesine, Ulusalcı/Türkçü kimliğin daha da pekiştirilerek insanımızın bunu kanıksamasına ve ilâhî/dinî/islâmî olan simge/şiar, sembol ve değerlerin ulusal/millî, resmî, devletçi, ırkçı, olan değerlerle yer değiştirerek yozlaştırılmasına, yönelik manipülatif yorum ve değerlendirmelere yol açtığım için gerçekten çok üzgünüm. Rabbimden beni bu konuda affetmesini, ıslah etmesini, tövbelerimin indi ilâhide kabulünü arz ediyorum!

 

"Pek muhterem Papa cenapları” diye başlayan ve “Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazi yardımlarımızı sunmak için size geldik.” şeklinde devam eden hitap ve konuşmalarım daha ortada yokken, ulusal TV kanallarından birisinde; “Biz alfabe birliğinin, dil birliğinin peşindeyiz, İran İslâmı’nın(!) önüne geçmek için varız” gibi talihsiz, hamasî, tarafgirlik içeren, Küresel Emperyalist ve Kapitalist sistemlerin çıkarlarına ve onların dümen suyunda giden, Müslümanları ılımanlaştırmaya ve yumuşatarak dejenere etmeye yönelik, Tevhidî, Kur’anî İslâm akidesiyle çelişen,  Peygamberlerin mücadele sünnetine sırt çeviren, dolduruş ve yanılgı içeren ifadeler kullanmıştım. Bu, o günün şartlarında, asla bir dil sürçmesi değildi. Net bir biçimde sapkınlık kokan, ilerlide tüm boyutlarıyla ortaya çıkacak olan ve bize küresel taşeronluk yükleyen, dünya çapındaki stratejik plân, hayal veya hedeflerin açıklanmasıydı. Çok mahçubum ki, bunu o günkü ortamda ve o günkü tecrübemle, kısmen de cahilce, dolduruşa gelmiş, TV ekranlarından insanımızın gözünün içen baka baka söyleyiveriştim.  Mamafih, o günlerden bu yana içeride ve dışarıda çok şey değişti ve köprünün altından çok sular aktı.

 

Başta Medeniyetler İttifakı, Türkçe Olimpiyatları, Türk Okulları, Kolejler, Dünyaya Açılan Barış Köprüleri, Türk Yürüyüşleri, Hizmetler, Dinler(!)arası Diyaloglar, İbrahimî Dinler, Hoşgörü Sempozyumları, Sır Kapıları, Üçüncü-Beşinci Boyutlar, Barış Elçileri, Türkî Cumhuriyetler, Sevgi Dili, Türkçe Coşkusu olmak üzere; Ağabeyler, Ablalar, Işık Evleri, Diyaloğun Meyveleri vs. bunların hepsini biliyorsunuz.

 

Oysa herhangi bir konuşma dilinin başka coğrafyalarda yayılmasını, sevilmesini, üstünlük ve tahakkümünü istemek ve ona hizmet etmek ne dindarlık idi, ne de dine hizmet idi. Olsa olsa ‘dildarlık’ veya ‘dildaşlık’ olabilirdi. Başka bir ifadeyle ister bilerek ve isteyerek, isterse farkında olmadan yapılmış olsun sonuç değişmezdi, Yüce Mevlâ affetsin, yapılan şey tas tamam kültür/dil emperyalistliği peşinde koşmak ve Küresel Emperyalistlere taşeron olmaktı.

 

Aslında hiçbir müslüman dildaşlığa ve aynı dili konuşuyor olmaya zerre kadar önem veremezdi. Aksine Dindar-Dindaş olmaya bakardı. Çünkü İslam ve Kur’an öğretisinde esas olan; akide ve iman bağı idi, din kardeşliği idi. Bunun dışında herhangi bir beşerî-cahilî bağ ve kardeşlik aramak veya o bağları önemsemek, övmek, kutsamak, Rabbimiz Allah(cc) tarafından yasaklanmıştı. Bu uğurda çaba harcamak Allah nezdinde tevhidi bozmakla eş değerdi, temelden yanlış, değersiz ve batıldı. Sonuçta; yeryüzündeki bütün insanlar Türkçe konuşsalar, bülbül gibi şakıyıp döktürseler, sahih bir Allah ve din anlayışı olmadıktan sonra bu kimin işine yarardı ki Allah aşkına, değil mi?

 

Bütün bunlar bir daha olmamalı. Birileri, içimizdeki yanlış örneklerden yola çıkarak bütün camiayı lekelememeli. Ve biz de içimizdeki bu çürük elmalardan, kim olursa olsun kurtulmalıyız. Haklı eleştirileri dikkate almalı, birtakım yanlışlıkların üzerine gitmeli, inkâr ve üstünü örtme yoluna asla gitmemeliyiz. Cemaatimiz, doğru yönde atılan her insanî ve İslâmî adımın destekçisi olmalıdır. Bundan böyle hizmetimiz, kendi yapısı dışında kalanları pek galeye almayan, kendilerini eleştiri oklarından berî addeden, kibirli, kendini beğenmiş ayrıcılıklı görüntüsünden çıkarak, model alınan muvahhid, inkılâpçı bir yapı olacak, sahip olduğu insan kaynakları, ulaştığı teknik donanım, tecrübe ve birikimi ülkemizin refahı ve kalkınması için harcayacak ve bundan böyle; Türk dilinin veya hoşgörü, diyalog, medeniyetler ittifakının değil, Evrensel İslamî Kardeşlik ve Tevhid ekseninin yaygınlaşarak her yerde paylaşılır hale gelmesi için bu yönde işbirliği için üzerine düşen görevi yerine getirme konusunda her zamanki gibi hazır ve gönüllü olacaktır inşaAllah.

 

Şunu da itiraf edelim ki, dün geçmişte kalan ve bütün dünyada yapmakta olduğumuz pek çok şey artık bu gün müslümanların arasında tartışılıyor. İmam Hatipler, Demokrasi, Uzlaşma, Başörtüsü, Laiklik ve irtica tartışmalarının geldiği yer ve yaşananlar üzerinde tekrardan düşünmemiz ve yeniden gözden geçirmemiz gerek.

 

Hoşgörü, Diyalog ve Medeniyetler İttifakı ile abad olunmaz. Artık bunu sadece bizler değil, tüm dünya gördü ve bizler de fiilen yaşayarak öğrendik. Yıllarımıza ve çok şeye mâl olan çok acı bir süreç oldu bu. Ümmet’le inatlaşmanın ve bizlere dayatılarak ihale edilen ‘Ilımlı İslâm’ taşeronluğunun sizleri temin ederim ki hiç kimseye bir faydası olmadı.

 

Dünyanın dört bir tarafına, gönülden gönüle, kıtadan kıtaya barış köprüleri kuran sevgili genç kardeşlerim ve pek kıymetli öğrenciler. Bizim tecrübe ve birikimlerimizin sizler için bir model ve başlangıç olmasını isterim. Siz hayatınızın baharındasınız. Unutmayın ki sizler bu okullarda ilim,irfan öğrenirken, geleceğe yönelik ümitle yaşarken sizlerden istirham ediyorum, hayatınızın geriye kalan kısmında aynı yanlışları lütfen sizler yapmayın. Katlanmak zorunda olduğumuz güçlükler, yaşadığımız acı tecrübeler ve olumsuzluklar, insanlık ve iman yükünden payesini almış gelecek kuşaklar için duamız odur ki hepimiz için bir baht ve ilham kaynağı olsun.

 

**********

 

Özür Diliyorum!

 

Sayın Deniz Baykal’ı başından geçen ahlâksız zinâ olayı dolayısıyla acilen arayıp “geçmiş olsun dileklerimi” iletmem benim için büyük bir talihsizlikti ve bir müslümana, hele de benim gibi göz önünde ve dünyanın izlediği bir kanaat önderinin ağırlığı ve misyonuyla bağdaşmayan, asla bize yakışmayan, utanılması gereken, yakışıksız ve çirkin bir hareketti.

 

Geçmişte İsrailli Yahudi çocukları için ağlarken, Irak’lı mazlum din kardeşlerim olan çocuk, kadın ve erkekleri ihmal edip unutmuş olmam da tamamen gaflet ve basiretsizliğimin bir sonucu ve eseridir.

 

Başörtüsü eylemlerinde, “tesettürlerin içerisine erkeklerin sokulmuş olduğunu” iddia etmem, zan ve iftiradan öte bir değer taşımıyordu aslında. Sokaklarda hanımların başörtüsü için tekbirlerle bağırıp çağırarak yürümelerini, hak aramalarını, zulmü aşikâr kılmalarını, gasp edilen haklarını almanın peşinde oluşlarını bir türlü kendilerine yakıştıramıyordum. Halbuki o hanımlar izzet ve şerefleri için, namus ve haysiyetlerine sahip çıkmak için dışarıdaydılar ve ben bunu o günlerde cemaat taassubu ve hırsımdan görememiştim bile.

 

Evet başörtüleri dolayısıyla üniversitelerin önlerinde bekletilen kızlarımıza, Başörtüsünün fürüattan/aslî unsurlardan olmayan, tâli, ikinci dereceden bir konu olduğunu söyledim . Fakat benim bu görüş ve açıklamalarım karşısında bile Allah(cc)’ın emrini terk etmeyen, tesettür ve örtülerinden her ne şart altında kalırlarsa kalsınlar vaz geçmeyerek direnen bir avuç muvahhide bacımızın söylediklerimden nasıl etkileneceklerini, bana uyanların ise geleceklerinin nasıl kararacağını, ileride bu durumun ruhî, psikolojik ve kimlik sıkıntısını çok büyük ve toplumsal boyutta çekeceklerini, sonunda benim bu çıkışlarımın gün gelip hepimizin ayağına bağ olup dolanacağını ve sonuçta iman iddiamızla çeliştiğimiz için kimliksizleşebileceğimizi, bütün samimiyetimle söylüyorum ki bir türlü görememiştim.

 

Bazı hanım kardeşlerimizin bir süreye kadar, hizmet için, başkalarına ulaşabilmek adına ve kendilerinin yerine başkaları gelmesin diye bulundukları ortamlarda tesettürlerini terk edebileceklerini, içeri girerken başörtülerini açmalarını, dışarı çıktıklarında ise tekrardan kapatmalarını, bu şartlar altında çalışmaya ve bireysel ibadetlerine devam etmelerini söylerken güya içtihad ediyordum. Fakat bu çapta bir imanî yanılgı içinde olduğumu maalesef ki o günlerde görememiştim. Halbuki “Hakkın hatırı alîdir, hiçbir hatıra fedâ edilemez” diyen güzel bir insanın, Said Nursi’nin güya müntesibiydim ve onun yolundan gidiyordum. Bu dünyada sadece Rabbimizi razı etmek için çalışma gereğini, herkes bize karşı çıksa bile, İlâhi Şeriat’ın en küçük bir emir ve hükmü uğrunda, binlerce başımız olsa da hepsini teker teker ve severek vermek gerektiğini biliyordum oysa.

 

11 Eylül saldırıları sonrasında dünyanın gündeminde Afganistan’a müdahale, Georges Bush ve Ariel Şaron varken, “dünyada en nefret ettiğim kişinin Üsame b. Ladin olduğunu” hangi akla hizmet söylediğimi inanın ki hatırlamıyorum. Bir müslüman, iman kardeşleri hakkında nasıl olurdu da başkasının dolduruşuna gelerek, tarafgirlik kokan kin ve nefret ifadeleri kullanabilirdi ki? Birbirimizi sevmedikçe iman etmiş olamayacağımız, iman etmedikçe de cennete giremeyeceğimiz ölçüsünü de bilmiyor değildim. Küfrün tek millet olduğunu ve Müslümanların bir vücudun organları gibi tek yürek olmaları gerektiğini, inananların ancak kardeş olduğunu sokaktaki insan dahi biliyordu aslında.

 

Şeyh Ahmed Yasin’in şehadetinden birkaç gün evvel “Hamas ve Hizbullah’ın birer terör örgütü olduklarını” da pervasızca söylerken yüreğimin onlara karşı nasıl taşlaştığını, ancak şimdi anlıyorum. Kendimizden başkasını hakta görmeme, herkesi yanlışta görme ölçüsüzlüğünü, Tevhid, Cihad, Tağut, Küfür,  Zulüm, Kıyam gibi kavramlarının hoş görü ve diyalogdan, içi boş medeniyetler arası ittifaklardan öncelikli olduğunu, ben nasıl bilmezdim ki? Din kardeşlerimizi, komşularımızı atlayarak, Atlantik ve Okyanus ötesinde hoşgörü ve diyalog turlarına çıkmanın nasıl da ham bir  hayal olduğunu ancak şimdilerde anlayabiliyorum. İslâm’ın izzet ve onuru için çarpışan yiğitlere iftira etmenin nasıl bir vebal olduğunu düşündükçe inanın bana uykularım kaçıyor ve vicdan azabından uyuyamıyorum artık.

 

Askeri okullardaki genç öğrencilere “Kalorifer peteğinin yanında ısınırken veya arkadaşlarıyla çay içerken imâ ile namaz kılabileceklerini” ve akla gelebilecek buna benzer, değişik konudaki tartışmalı ve yanlış beyanatlarımı neyle ve nasıl açıklamamı bekliyorsunuz benden. Her şeyin bir açıklaması belki vardır fakat bunun, bunların mantıklı ve vicdanî, insanî, İslâmî bir açıklaması yok ki! Olamazdı da!

 

Hatalarımızdan tövbe ediyor ve pişman olarak yüzümüzü ümmete dönüyoruz. İHH, Gazze Filosu ve bu yolculukta şehit olanlar hakkında sarf etmiş olduğumuz sözler bardağı taşıran ve elhamdülillah bizim aklımıza başımıza getiren son çıkışlarımız oldu. “F.Gülen, Gazze Filosu’na Katılanlardan ve Tüm Türkiyeli Müslümanlardan Özür Dilemeli, Şehit Ailelerinden de Helallik Almalıdır!” diyenler yerden göğe kadar haklıydılar. Kendilerinden kamuoyu önünde özür diliyor, Rabbimizden bu konuda bizleri affetmesini umuyor ve kardeşlerimden helâllik istiyorum. Söz veriyorum ki artık bundan sonra bizim için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

 

Cemaatimiz ve hizmet yapımızın içinde yer alan kardeşlerimiz; bundan böyle lütfen bir hatamızı gördüklerinde samimiyetle bunun hesabını sorsunlar bizden. Bizi bizimle baş başa bırakmasınlar. Bu günden tezi yok, takmış olduğumuz at gözlüklerini hepimiz birlikte çıkarıyor ve ayaklarımızın altına alıyoruz. Dilimizin Kur’an’a, Sünnet’ davet ve tebliğin ruhuna, mücadele geleneğine ters düşerek, sonuçta iman dolu yüreğimize rağmen bize ihanet etmesine müsaade etmemesi için Allahû Teâlâ’ya içten dûalar ediyor ve bizi kendimize bırakmaması için samimi niyazlarda bulunuyorum."

 

Evet, bu sözlerle sayın Fethullah Gülen, bu tarihe geçecek olan; itiraf, pişmanlık, hüzün ve umut içerikli, kardeşlik dolu, paylaşan ve kucaklayan sözlerini sonlandırdılar. Belki birçoğumuz şok olmuş,  bazılarımız çok sevinmiştik bu duruma ama kendi gurubu ve cemaat bünyesinde bulunan kardeşlerimizin çoğu, sar fedilen bu kadar açık ifadeler karşısında adeta dudakları uçuklamış ve dillerini yutmuşlardı. Bir alimin, kanaat ve cemaat önderinin ağzından dökülen bu harikulade güzel sözleri duyduktan sonra sevinç ve mutluluktan, aklım başımdan gitmişti. Duyduklarıma bir türlü inanamıyor, kabına sığamıyor, ümmet bilincim ve sevincim adına göklerde uçuyordum.

 

Son günlerde, bu konu etrafında konuşulup söylenen çirkin sözler o kadar çok gündemimizde ki; bu duygu ve düşüncelerle yatağa girdiğim için olsa gerek, tam bu esnada, yanık sesli müezzinimizin yürekten okuduğu o güzelim ezanla sabah namazına uyandım. Demek ki bütün bunlar, meğer kocaman bir rüyaymış! Hem de çok güzel bir rüya! Olsun, dün uzun süre hayalini kurduğumuz ve her gün rüyasını gördüğümüz gerçekleri bu gün hep birlikte yaşamıyor muyuz? Rabbim hepimize bunun gibi daha birçok rüyalar görmeyi ve hep birlikte hayatın can alıcı gerçeklerine, ümmet bilinciyle, kardeşlik ve dayanışma şuuruyla uyanmayı nasip etsin. Amin!

 

Not: Abdurrahman Dilipak’ın, İlker Başbuğ’a ilişkin rüya gördüğü yazısı ve Mustafa İslamoğlu’nun "....... Hoca’nın dili kendisine ihanet etmiş” ifadeleri bu yazımız için ilham ve benzetme kaynağı olmuşlardır.