Coşkun UZUN
HANGİ PEYGAMBER?
Kutlu – Mutlu Doğumların Peygamberi mi, Kur’an’ın Peygamberi mi?
İnsanlar, birisi Kur’an’ın tanıtıp örneklediği Allah(c)’ın Rasülü olan gerçek Peygamber profili ve diğeri de buna karşılık toplumda her geçen gün giderek yerleşmeye ve kök salmaya başlayan Kutlu-Mutlu Doğum programlarında öne çıkartılan (çakma-sahte) profil olmak üzere temelde iki ayrı Peygamber modeli ile karşı karşıyalar.
Bunlardan birisi etkin, tanımlayan, belirleyici, muvahhid, mücahid ve muttaki, uzlaşmaz ve tavizsiz bir dava adamı, Kur’anî ilkeler ve Tevhidî değerler uğruna malını, hayatını ve canını veren, hepimiz gibi etten ve kemikten, üzülüp sevinen, içimizden birisi olarak, adetâ arkadaşımız, komşumuz, ağabeyimiz konumunda gerçek bir Rasülullah!
Diğeri edilgen ve tanımlanan, idare-i maslahatçı, eyyamcı, kendisiyle masaya oturulup tavizler alınabilecek, uzlaşılıp anlaşılabilecek, sinirleri alınmış,hümanist, dövene elsiz, sövene dilsiz, ensesine vurup ağzından lokması alınacak, herkesi ve her şeyi hoş gören, kimseyle görülecek herhangi bir hesabı veya kavgası olmayan, statüko ve egemenlerle bir problemi olmadığı için asla çatışmayan, güllerle tasvir ve temsil edilerek tanımlanan, hayatı ve tatlı canı uğruna vahyî doğrular ve Kur’anî ilkelerden vaz geçebilen, haşa(!) sahte/dublör/çakma bir Peygamber!
Biz Hz. Peygamber(s)’in inananlar için her konuda ve her yerde önder, rehber ve eşsiz bir öğretmen oluşuna iman etmişiz. Dolayısıyla O’nu hayatın içinden sürüp çıkararak dışlanmasına rıza gösteremeyiz.
Tam da bu yüzden, kimi çevrelerin yaptıkları gibi sakalı şerifine veya hırkasına değil, olması gerektiği gibi Tevhidî mirasına ve Nebevî Misyonuna talip olduk. Kur’anî mücadelesine, Fıtrî dirilişine ve İslâmî direnişine tabi olup, vasat bir ümmet olma yolunda kulluk ve gayret ediyoruz.
Resmî ve yarı resmi çevrelerce bir taraftan yer yer bazı mistik hezeyanlar bile toplumda adeta din olarak algılanırken, diğer taraftan da vahiy medeniyetimizin yürüyüşünü durdurmak isteyenlerin her geçen gün çığ gibi büyüdüğü böylesi bir dünyada, “Kutlu Doğum”culuk; kıymeti kendinden menkul, resmî, millî, ideolojik, jakoben bir zihniyetin ürünüdür.
İşin aslına bakılırsa Hz. Peygamber (s)’e Nâtlar yazıp, şiirler okumak, aşırı övgüler yağdırarak çağdaş menkıbe fabrikalarında taze ve sürekli hikâyeler uydurmak, hem Kur’an’la ve hem de birbiriyle çelişik hadisler(!) yakıştırmak, överken aşırı şekilde yüceltip göklere çıkartmak, güya insanüstü olmadığını ifade için de postacı konumuna düşürerek O’nu yerin dibine batırmak aklı başında hiçbir insana asla yakışmaz.
Peygamber Profilimiz
Aslında hiçbir kuruluş veya şahsın Allah Resulünü, haşa bir hümanist olarak tanıtmaya hakkı ve yetkisi yoktur. Yıllardır “Kutlu-Mutlu Doğum Haftası” kutlayanlar eğer Hz. Peygamber(sav)’in getirdiklerine tümü ile tabi olsalardı bu tarz programların ilan afişlerinde her zaman yaptıkları gibi sadece gülleri değil bazen de kılıç ya da silah resmini koyarlardı bizlere cihadı hatırlatsın diye.
Kendisinde bizim için güzel örnekler bulunan Peygamber; güllerin olduğu kadar kılıçların ve silahların, barışın olduğu kadar, savaşın da temsilcisidir. Müminlere karşı ne kadar merhametli ise, kâfirlere de o kadar şiddetlidir.
Ve asıl olan peygamberi anlamak ve tanımaktır. Peygamberi anlamak ise O'na karşı görevlerimizi bilip hakkıyla yerine getirmekten geçer.
O'na iman etmek, Tevhid kelimesindeki "Muhammedun Rasûlullah'ı gereksiz görenlere karşı her türlü tavrı almak ve onlara karşı en güzel şekilde mücadele etmek,
O'nu resmî söylemlerden, mistik/hayalî imgelerden uzak, dosdoğru bir şekilde Kur’an’dan öğrenmek, O'nu sevmek ve başkalarına da sevdirmeye çalışmak,
O'na itaat etmek, sünnetini bütün bir hayata tatbik etmek, örnek ve model almak. Sünnetine asla mesafeli olmamak,
O'nun yolu, çizgisi, mücadele ve mübarek sünnetleri biz müslümanlara birer emanettir. Emanete İhânet etmemek esastır. “Ey iman edenler! Allah'a ve Peygamber'e hâinlik etmeyin. (Sonra) bile bile kendi emanetlerinize hâinlik etmiş olursunuz." (8 Enfâl 27),
O’nun Kitap ve Sünnet’ten oluşan, vahyin bildirip yönlendirdiği Nebevî mirasına (ilim, tevhidve islami devlet) sahip çıkmak.
Müminler olarak, Peygamberlerin vasıflarına güç yettiğince sahip olup Onun gibi dâvetçi, tebliğci olmak, emr-i bi'l-ma'rufu nehy-i anil münkeri kuşanmak, cihad bilincini diri tutmak, canlı Kur'an ve küçük Muhammed’ler olmaya çalışmak, takvâ, ilim ve cihad sahibi olmak,
Artık başka peygamber gelmeyeceğinden, O’nun ümmeti olduğunu iddia eden/sanan müslümanlar, O’nunla birlikte diğer peygamberlerin de risâletlerini ve misyonunu vakit kaybetmeden kuşanmak zorundadır. [1]
Hiç şüphesiz ki, Allah(cc)’ın Rasülü Hazreti Peygamber Muhammed Mustafa(sav) Efendimiz; Şenlik, Karnaval, Eğlence/Fashing benzeri, resmî/ideolojik ve derin sponsorlu etkinliklerle; Mevlit Merasimleriyle, Hatimler İndirilerek, Sanatçı Açılımlarıyla, Kutlu Doğum Yemekleri, Pilavı, Helvası, Gülü, Şerbeti, Karanfili, Lokması, Lokumu, Ayranı Dağıtarak, Tasavvuf Musikisi ve Mehter Konserleriyle, Mevlevî–Sema Gösterileriyle, Fonksiyonellikten Uzak Şiir ve Bilgi Yarışmalarıyla, Hissiz, Ruhsuz, Soğuk, Resmî Ağızlardan Konferans ve Panellerle, Devlet Dairesi-Cami Açılış Törenleriyle, Alakasız Sergi ve Stantlarla, İrili Ufaklı Kermeslerle, Kutlu-Mutlu Doğum Narkozlu Vaazlarla, Kan Bağışı Kampanyalarıyla, CD’ler, Balonlar dağıtarak asla anlatılmaz ve anlaşılmaz. Ve O, sadece güllerle temsil ve tarif de edilemez. Olsa olsa bu şekilde ancak Kur’anî Peygamber modeli ve vahyin canlı şahidi olan örnek profili tahrif edilir.
Bizler, mücedele dolu nebevî hareket hattının onurlu, azimli takipçileriyiz! Allah’a hamd olsun ki, Kutlu-Mutlu Doğum’larda öne çıkartılan (defolu, dublör, sahte ve çakma) Peygamber profiline ve misyonuna hiçbir zaman için inanıp iman etmediğimiz gibi, bu kandırmacaya ne talip ne de müşteri olmadık. Çünkü biz zulüm iktidarlarının karşısında asla eğilmeyen, zalimle uzlaşmayan, yalın ayaklı ve mazlumların önderi ve rehberi olan, Mübarek Peygamberlerin ve hidayet imamlarının mirasçılarıyız.
O’nu anlamak için öncelikle Kur’an ve Sünnet’e dosdoğru yaklaşmalı, eğip bükmeden, ikbal, istikbal, iktidar hırsı ve makam tutkusuyla yalpalamadan anlamalı, şahitliklerimizle çoğaltarak yaşamanın gereğine inanıyoruz. Çünkü O’nun verdiği gibi Tevhidî bir mücadele vermekle, Zulüm, Küfür, İsyan, Tuğyan ve Şirke karşı Kur’anî bir direniş göstermekle mükellef olduğumuz kadar, tağutla, küfürle zulümle uzlaşmamak, anlaşmamak, izzetli ve onurluca tavizsiz bir kimlik ve iman savunması vermekle mükellefiz. İnancımız odur ki, izzet ve şeref, her zaman için mübarek Rasüller gibi İslâm ve müslümanlardan yana tavır almaktır. Allah(c) ve Rasülünün yanında olmaktır. Dolayısıyla müslümanlığı bir an önce üzerimizde dilden hale, söylemden eyleme, ameli salihe dönüşmek gibi bir görevimiz olduğu aşikâr.
Arkasından ağlaya sızlaya gözyaşı dökerek, ağıtlar yakıp nâtlar ve şiirler okuyarak değil, İslâmî kimliğimizi O’nun gibi kuşanıp, hayatın tam ortasında müslümanca, delikanlıca durarak O’nu her yerde hakkınca yaşatmanın mücadelesi içinde olmaya çalışıyoruz.
Kanaatimizce Hz. Peygamber ve Sünnet’in Din’deki yerini anlamak; Hz. Peygamber (s)’in Kur’an’daki yerini kavramakla eş anlamlıdır. Başka bir deyişle Hz. Peygamber (s)’in Kur’an’daki yeri, konumu ve değerini anlayamayanlar; aslında Peygamber ve Sünnet’in Din’deki yerini asla anlayamayanlardır.
Hz. Muhammed(s) içinde yaşadığı toplumu için sıradan bir Mekke vatandaşı değil, O bir Peygamber, siyasî lider, İslâmî toplumu inşa edecek olan bir mücahid ve dava adamıydı. İbadeti Siyaset, Siyaseti İbadet olandı, başöğretmen ve önderdi.
Senede bir gün veya bir hafta boyunca değil, her gün, her an mutlaka aramızda yaşatmalıydık O’nu. Unutmamalı, geçmişe ve hatıralarımıza terk etmemeliydik. O bizim hatıralarımıza gömülecek ve ihtiyaç olduğunda ise hatırlanıp, sonradan ruhuna fatiha okunacak birisi değildi.
O’nun sahteleriyle, dublörüyle, taklitleriyle değiştirilmesine, misyon, kimlik ve fonksiyonlarının içi boşaltılarak bir takım hurafe ve bid’atlarla doldurulmasına asla razı olmamakla, karşılaşacağımız bütün sapmaların karşısında Kur’anî, Tevhidî, Peygamberî kimlik ve bilincimizle dimdik durmakla mükellefiz.
Peygamber(s)’in Toplumsal Hayata Yansımaları
Kutlu-Mutlu Doğumcu malum çevrelere göre; İslâm’ın, Kur’an’ın ve Peygamber’in savaşla, cihadla, mücadeleyle, hesap sormayla, dik duruşla, bağımsızlıkla ne alakası olabilirdi ki! Nasıl olsa düzen Kemalist, sistem laikti, aynı Mekke müşriklerinin dediği gibiydi, din ayrı dünya ayrıydı, karıştırmamak lazımdı dini her işe! Put ve Şirk düzenleriyle, Tuğyanla, Küfürle İslâm’ın ne alıp veremediği olsundu ki! Hatta din sadece vicdan işiydi ve cüzdanla falan da alâkası yoktu! Çarşı-pazara, ticarete, siyasete, aileye, okula, mirasa, hukuka, kamusal alana, kışlaya karışmaması gerekirdi! Camilerin içine hapsedilmeli, olur olmaz her şeye karıştırılmamalıydı! Yaratan başka, yöneten başka olmalıydı yani!
İbadeti ve siyasetiyle, elindeki “L” kılıcıyla, dirayetli devlet adamlığıyla, davetçi misyonuyla, tavizsiz, uzlaşmasız ve pazarlıksız dava adamı kimliğiyle, adaleti ikame edip şirki izale etmek için verdiği Tevhidî ve Nebevî mücadelesiyle yeterli bir örnektir Hz. Peygamber (sav).
Bizim gözümüzdeki ve gönlümüzdeki Peygamber profili, bu dünyada her zaman ve her şart altında, müslümanca yaşamanın ve ölmenin yollarını bizlere göstermek için Allah(c) tarafından gönderilmişti. O görevini tamamladı ve gitti. Sıra bizde şimdi.
Evet Hz. Muhammed (s); Allah(c) tarafından Peygamber olarak görevlendirildiği ilk andan itibaren, yakın gelecekte İslâm Devletini kurmayı hedefleyen, içinde yaşadığı Mekke toplumunu ekonomik, sosyal, siyasî, akidevî, ahlakî temelleri itibariyle ve tam anlamıyla Kitaba-Kur’an’a-Dine dayandıran, asla tarafsız değil, dinî ve siyasî bir kişidir.
Hz. Muhammed (s) sıradan bir Mekke vatandaşı değildi. O bir Peygamber, siyasî lider, İslâm toplumunu inşa edecek olan kararlı ve yılmaz bir mücahid ve dava adamıydı. İbadeti Siyaset, Siyaseti İbadet olan bir öğretmen ve önderdi, vahiy ve Kur’an’ın ilk muhatabı talebesiydi.
O’nun soluduğu her nefesi, attığı her adımı, içtiği her bir damla suyu, verdiği bir selâmı bile ibadî-siyasî idi. O Mekke’li muhatapları tarafından da olması gerektiği gibi aynen bu şekilde anlaşılıyordu.
Bütün bunları üst üste birleştirip toplarsak; bazı dost meclisleri ve sohbetlerde, halkın dilinde, kıssalarda, kimi kitaplarda görüp karşılaştığımız Peygamber örneği asla Allah(c)’ın Rasülü Hz. Muhammed olamaz. Olsa olsa en iyi ihtimalle O’nun kötü bir taklidi, dublörü veya sahtesi olmalı. Sizce de öyle değil mi?
Arkasından gözyaşlarıyla, ağlayıp sızlanarak, ağıtlar yakarak, mersiyeler, nâtlar, şiirler okuyarak değil, hayatın tam ortasında, O’nun gibi, imanımızı ve mü’min kimliğini kuşanarak, bir Peygamber gibi delikanlıca durarak yaşatabilirdik O’nu ancak.
Kutlu-Mutlu Doğum Nedir?
Direniş, Mukavemet ve Davet/Tebliğ, Mücadele ve Dirilişin Peygamberi'ni değil Mutluluğun, Sevginin, Merhametin, Barışın, Huzurun, Hoşgörü ve Diyaloğun Peygamberi'ni hatırlayıp anan ve kutlayanlar artık her yerde gün geçtikçe çoğalıyorlar.
Eğer; Barışın olduğu kadar Savaşın, Hoşgörünün olduğu kadar Nefretin, Kardeşliğin olduğu kadar Düşmanlığın, Sabrın olduğu kadar Mücadelenin, Peygamberi gündeme gelmiyorsa bu konu körlerin fili tariflerinden farksızdır, yanlı ve yanıltıcıdır…!
Muhammed Mustafa (s) elbette barışın, kardeşlik ve sevginin de Peygamberiydi fakat madalyonun öteki yüzü birilerine çok öcü ve ürkütücü geliyor. Kimileri Peygamber algısı ve anlayışlarında veya dine dair profillerinde Direniş, Mücadele ve İslâmi Harekete yer vermekten korkuyor ve adeta utanıyorlar! Çok garip.
Kutlu-Mutlu Doğum’lar; Tağut, Küfür, Şirk, Cihad, Mücadele, Direniş, Şehadet, İslâmî Devlet söylemlerinden arındırılarak "Steril" edilmiş, sağlıksız, turfandalardır ve hepsi de “Devlet Serası”nın ürünüdürler.
Kutlu-Mutlu Doğum’lar; Dinin sadece Allah ile müslümanlık iddiasındaki kişi arasında kalan bir tür bireysel ibadete ve adeta ritüellere dönüştürülmesine hizmet ederler.
Mutlu Doğum'lar; müslümanları uyuşturmak ve uyutmak içindir. Hayatın içinde dinin bir teklif ve aksiyon olarak yer almasına engel olmak içindir.
Kutlu-Mutlu Doğum’lardan Direnişin ve Dirilişin önderi olan Mücahid ve Muttaki Peygamber(s)'e ulaşılamaz!
Kutlu-Mutlu Doğum’lar; Demokrasiyi, Sivil Toplumculuğu, sorunsuz, kuzu gibi, sorgulamayan, eleştirmeyen, eline vur ağzından lokmasını al cinsinden, etliye sütlüye karışmayan iyi birer vatandaş olmayı öğütlerler.
Kutlu-Mutlu Doğum’lar; asla Evrensel ve Ümmetçi değildir, buna karşılık ırkçı ve ulusalcıdırlar! İşgal ve işgalcilerle, emperyalistlerle, siyonizmle, kapitalizmle ciddi/dişe dokunur bir sorunları yoktur.
Din’in bütün kurum ve şubeleriyle toplum hayatına kazandırılmasından, Allah(c)’ın hükümlerinin siyasete, yargıya, yönetime, eğitime kısaca devlete hakim kılınmasının zorunluluğundan, İslâm’ın aziz dostları ve kadim düşmanlarından, Müslümanların ayaklarına pranga vuranlardan, pratik hayattan, beşer ideolojilerinin terk edilmesinden, Kur’an’ın tüm zamanlar için vazgeçilmez Yol Haritası, Hidayet Rehberi, Başucu ve Başvuru Kitabı olmasından, içimizdeki Truva Atlarından bahsetmeyen, her şeye rağmen, her şart altında ve her yerde sürdürülmesi gereken bir kulluk mücadelesi ve aydınlık yarınlardan dem vurmayan, resmî veya sivil hiçbir etkinlik KUTLU da Olamaz, meşru da…!
Temelde toplumları Kur’anî, Tevhidî eksende değiştirerek İslamlaşmaya götüren değil, Sistemin dümen suyunda tutup islamizasyona hizmet eden bir içeriktedir Kutlu-Mutlu Doğum programları. Bu yüzden bizler, Kutlu-mutlu dublörlerle canlandırılan (haşâ çakma-sahte) peygamber profillerine asla inanmıyoruz.
Kutlu-Mutlu Doğumlar; Diyanet ve diyalog ekseninde oluşturulmak istenen yarı resmi-milli dindarlık projesi için, herhangi bir risk veya bedel ödemeyi içermeyen, yeni bir din ve yeni bir peygamber algısı için muhteşem ve bulunmaz bir fırsat.
En iddialı, itibarlı, kalabalık, saygı değer, şaşalı veya hürmet edilen İslâmî-dinî organizasyon ve toplantılara dönüp bir bakalım. Sadece Allah(cc)’ı razı etmeye ve O’ndan gayrısına itibar etmemeye yönelik bir içeriğe mi yoksa günü kurtarmaya, durum/vaziyeti idare etmeye dönük bir formül değil midir karşımızda duran ve bütün bir coğrafyaya yayılan kutlu/mutlu doğumlar? Bunların hangisinde dinin özü ve aslı hâkimdir? Kur’an’ın ruhu ve gölgesi ortama sinmiş midir? Allah(c)’ın emir ve yasaklarını birey ve toplum hayatına hâkim kılmaya yönelik bir içeriğe sahipler mi? Bu yönde bir programları var mı? Vizyonları, misyonları buna müsait mi?
Bu tarz toplantı ve programlar genellikle her biri ayrı birer isyan, nifak, zulüm, küfür, şirk ve tuğyan unsuru olan beşerî/ideolojik demokratik sistemlerin ömrüne ömür, gücüne güç katan, onları besleyip destekleyen, Yeşilay veya Kızılay mesabesinde birer koltuk değneği mahiyetindedir. Toplumun damarlarına zerk edilen din kılıflı birer narkozdur.
Toplumu Tevhidî, Kur’anî, Nebevî, İslâmî ölçülerde değişim ve dönüşüme götürebilecek iddia, kabiliyet ve yetenekte değildir. O içerik ve donanımda, o iddia ve perspektifte asla olmamışlardır bu güne kadar.
Hidayet ve kurtuluşun yollarını, şirk ve müşrikle mücadelenin gerekliliğini, kafir ve küfürle uzlaşıp barışmanın değil onlarla ancak hasım olunacağını, safların ve renklerin birbirine karışmayıp ayrışması gerektiğini, inanç ve imanın her zaman ve her şart altında nihai belirleyici ve ayrıştırıcı oluşunu bu tarz toplantı ve programlarda göremezsiniz. Bu onların kimyasına aykırıdır, var oluşlarına ve genlerine terstir.
Kutlu-Mutlu Doğumlar; egemenlik iddiası, yönetim teklifi ve siyasi bir projesi olmayan, toplumları tevhidî değerler ekseninde herhangi bir dönüştürme gayreti veya talebi olmayan, yer yer mistik bir tema, yer yer görsellikler ve folklorik sembollerden oluşan bazı ritüel ve etkinliklerden meydana gelen, türedi bir din anlayışının güncel tezahürleridir.
Kutlu-Mutlu Doğum programları, insanımızın berrak ve sapasağlam dini ile yaşadığı hayat arasında gerçekçi ve kalıcı bağlar kurmasına mı hizmet ediyor yoksa Müslüman halkın dinî-manevî duygularını kabartıp sadece folklorik, kültürel, törensel ve görsel tatmine dönüşen, yanıltıcı vesileler midir?
Büyük ölçüde bürokratik bir atmosferde gerçekleşen, bazı çevreler tarafından neredeyse hayatî önem verilerek kutsanan ve zavallı Müslüman halka çeşitli göz boyama ve hilelerle dikte edilen (devlet dinine ve peygamber profiline yönlendirip insanımızı sadece bu söyleme mecbur ve mahkum eden) çarpık bir anlayış var karşımızda. Resmî ideolojinin ve devletin kulu/kölesi olan, diyanetin de başrolde yer alarak hizmet ettiği ve bazı İslamcı(!) sivil toplum kuruluşlarının açtığı Kutlu-Mutlu Doğum’larla artık her an ve her yerde karşı karşıyayız. Bu programlarla Müslümanların dinî hassasiyetlerini, uhrevî duygu ve duyarlılıklarını İslâmî-Tevhidî dünya görüşü ve bu yöndeki kulluk ve mücadeleden uzak, hormonlu, resmî sponsorlu, ruhsuz, omurgasız, soğuk programlarla törpüleyip manipüle ediyorlar.
Örnek İnsan Peygamber
Bazılarının sandığı veya işine geldiği gibi; ne askeri, ne parası, ne silahı, ne de muhafızı ve polisi olmayan tıngır tıngır, boş birisi değildi.
Hz. Peygamber(s)’in Nübüvveti biz Müslümanlar için dinî örneklik ve görev iken, devlet adamlığı ve ordu komutanlığı ise siyasî örneklik kapsamındadır. O İslâmî-dinî bir toplum yapısını oluşturmak için aramıza gönderilmişti. Dinin açık ve net olarak bütün dünyaya tebliğ edilmesi, kişilerle Rabbleri arasında var olan bütün engelleri kaldırmak ve insanlığı özgürleştirmek O’nun ve diğer elçilerin göreviydi. Bu bayrak şimdi bütün mü’min ve Müslümanların elinde ve omuzlarında bir miras.
O, cami/mescidde bir imam, savaşta bir komutan, mahkemede bir yargıç, elçiler huzurunda bir diplomat, medresede bir alim/öğretmen idi. Toplumun bir üyesi ve içimizden birisiydi.
O’nun anlatıp, örneklerle yaşayarak bizlere öğretmiş olduğu dine göre; Minareler süngü, kubbeler miğfer, Camiler kışla, mü'minler de asker idi.
Ve Azîz İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (s)’in uygulamalarında cami/mescidin yaklaşık 27 değişik işlevi ve fonksiyonu vardı.
Cemaatle Namaz Kılma Yeri, İ’tikâf Mekânı, İslâm’ın Emir ve Yasaklarının Öğretildiği Okul, Aklî İlimler ve Halk Okulu, İlmî Eserlerin Muhâfazası ve Âlimlerin İstifâdesinde bir Kütüphane, Siyasetin Merkezi, Elçilerin Kabul Edildiği ve Diplomatik Görüşmelerin Yapıldığı Yer, Kamu Yönetim Merkezi, İktisadî/Malî Hizmetlerin Yürütüldüğü Yer, Adâlet/Yargılama ve Yürütme Hizmetleri, İbadî-İdarî ve Siyasî Mekân, Askerî Merkez, Hastahane, Tutukevi ve Hapishane, Tebliğ/Davet ve İrşâd Merkezi, Ümmet ve Cemaatin Buluşma ve Görüşme Yeri, Mü’minler için İstirahat ve Dinlenme Yeri, Nikâh ve Düğün Salonu, Yemek Yenen Yer, Misâfirhane, Ganimet ve Malların Taksim Edildiği, Zekâtların Dağıtıldığı Mekân, Abdest Alma Yeri, Şiir Kürsüsü, Kültür Salonu, Spor Merkezi, Farklı Dinlere Mensup Misâfirler için Mâbed, Karz-ı Hasen Kurumu ve Merkezi, İstişâre ve Organizasyon Mekânıdır.
Kur’an, Peygamber, Din ve İnsan
Sünnet’in Din’deki yerini anlamak; Hz. Peygamber (s)’in Kur’an’daki yerini kavramakla eş anlamlıdır. Hz. Peygamber (s)’in Kur’an’daki yeri, konumu ve değerini anlayamayanlar; Sünnet’in Din’deki yerini de asla doğru olarak anlayamazlar.
Unutmayalım ki, bizler öncelikle ilahî vahiy ve Kur’an’ın tamamına muhatabız ve fakat güç yetirebildiğimizle mükellefiz.
Kur’an’a inanmakla başlayan dostluk ve talebeliğimiz; O’nu öğrenmek, Kur’an’a tabi olup O’ndan başkasına tabi olmamak, Kur’an’la öğüt vermek ve Kur’an’la hükmetmek şeklinde sıralanabilecek Kur’an’da bizden istenenleri de gerekli kılıyor.
Kur’an ayetleri veya surelerinin nüzul ortamını bilmek, Rasül’ün Kur’an yorumları ve hayatına aşina olmak, Kur’an’ın diline vakıf olmak, Vahiydeki tedrîcilik esasını kavramak, İdeolojik boyutuyla dini kavramak, Teorik ve pratik olarak İslâmî eğitimi anlamak, Ayetlerin güncel yorumlarına ulaşabilmek, Konuları Kur’an bütünlüğünde kavramak, Kur’an’ın temel ilkelerini ve vahyin gönderiliş mantığını algılayabilmek, âyetlerin amacı, illeti, hikmeti konusunda yeterli donanıma sahip olabilmek için Din-Kur’an-Peygamber ve Sünnet arasındaki anlam ve içerik örgüsüne vakıf olmak öncelikli şartlardandır.
İslâm ve Din’le kendi müsait zamanlarında ilgilenecekler için herhangi bir sorun yoktur. Çünkü onlar, birkaç saatliğine kurulup sonra tekrar bozulan ve bir süre sonra tekrar kurulan günübirlik veya sanal “Darul Erkam” çadırlarına bel bağlamışlardır. Spor salonlarında, Kutlu-Mutlu Doğum’larda coşup tatmin edilecek görselliklerin ve aynı paraleldeki hazların peşindedirler. Bu durum ise Müslüman kesime daha feminin bir karakter kazandırmış ve onların uhrevî-dinî-ruhî-manevî kimyalarını bozmuştur.
Sonuçta din, bir hayat biçimi/nizamı olmaktan, Peygamber(s)’de örnek, rehber ve öğretmen olmaktan çıkmış ve üzülerek belirtelim ki Müslümanlıklarımız da kimi törenlere, sema gösterisi türünden ritüel ve duygusal tatmin araçlarına dönüşmüştür. Halbuki Müslümanlık, örnek kimlik ve şahsiyetin birlikte vücut bulduğu evrensel bir hakikat ve paha biçilemez hazinenin Kur’anî adıdır.
Peygamber algılarımızı eleştirmekten daha önce hepimizin din algısının yeni ve köklü bir değerlendirmeye tabi tutulması gerekir. Çünkü din algıları problemli olanların doğal olarak Peygamber algıları da, müslümanlıkları da şaibeli ve tartışmaya açık bir hal arz eder.
İnandığını söyleyen insanların Din, Kitap ve Peygamber tasavvurlarının tutarlı ve sağlıklı olup olmadığını anlayıp, üzerinde yürünülen yolun kişiyi doğru/gerçek hedef ve istikametlere ulaştırıp ulaştıramayacağını bilmek için insanın hayat boyu bir dizi imtihan/sınav ve denemelerden geçmesi şarttır.
Asıl olan imanın hayatta hangi işe yaradığıdır. İbadet mekânları ve törenler dışında kalan bire bir yaşanılan gerçek hayatta Din’in gerçek karşılığının ne olduğu veya inancın nelere karşılık geldiğidir.
Hayatın tam ortasında yer almayan, günlük iş ve ilişkilerde kullanılmayıp hep ötelenen, mezarda ve ahirette işe yarayacağı düşünülen bir din gerçek din değildir. Sahtedir. Aynen balın, paranın, pasaportun, kimlik ve markaların sahtelerinin olduğu gibi sahtedir.
Oysa; vatandaşlık ile Kulluk sorumluluklarını birbirine karıştırmayan, Devletin, kişilerin, kurumların değil; sadece Allah(c)’ın kulu olan, Gözünü budaktan, Sözünü dudaktan esirgemeyen; Ordudan, Polisten, Askerden değil sadece Allah(c)’tan korkan, Suç işlemekten değil; Günaha düşmekten çekinen, Yasaklarla değil; Haramlarla kendisine çeki düzen veren, Hapishanelerden değil; Cehennemden korkup çekinen, Yasallıktan değil; Meşruluktan beslenen bir Müslümanlıktır bizim talip olduğumuz!
Vahye teslim olmuş Adem’in muvahhid ve müslüman çocukları, Küresel Teröre, İşgale, Uzlaşmaya, Demokratlaştırılmaya, Ilımlılığa, Amerikancılığa ve Saltanat İslâm(!)’ına, Tağutlara karşı, Yeryüzü Yusufiye Medreselerinin; Türkiye, Filistin, Irak, Afganistan, Pakistan, Çeçenistan, Sudan, Somali, Keşmir, Türkistan vb. Kampüslerinde Müslümanca ve Muvahhidce Direnerek Dirilirken; Vahyin Şahidleri olarak, ‘Küresel İntifada’yı kuşanırlarken; İtaat, İbadet, Cihad, Sabır, Direniş, Fakültelerinden, Dâva ve Mücadele derslerinden Kur’an ve Sünnet Müfredatını izleyerek, İzzet, Şeref ve İftiharla mezun olup, Rab’lerine ‘Lebbeyk’ ‘İşittik ve itaat ettik, emret’ (24 Nûr, 51-52), derlerken; artık bu derece yapay/suni, sinik, silik ve hayattan kopuk olarak icra edilen “Kutlu-Mutlu Doğum”ları, ciddiyetlerini, dindeki yerini, ağırlıklarını ve doldurdukları boşluğu anlayabilmek gerçekten de çok zor doğrusu!
Anlayan varsa beri gelsin.!
Ütopik, hayal ürünü, bir türlü zamana ve mekâna indirgenemeyen bir Peygamber anlayış ve algısı bütün yönleriyle toplumda egemenken; anlaşılır, tutarlı, çelişkisiz, örneklenip üretilebilen, içimizden birisi gibi bir Peygamber algısını yaşadığımız toplumda, kuşatıcı bir örneklikle,doyurucu, açık ve net olarak hayatın içinde ortaya koymak zorunda oluşumuzun bütün yükü halâ omuzlarımızda dururken, bizim daha yapılacak çok işimiz var.!
[1]Muvahhid bir Müslümanın Cuma Hutbesi’nden